26 Kasım 2019 Salı

TÜRKİYENİN İRAN, İSRAİL/FİLİSTİN VE SURİYE POLİTİKASI 2009, BÖLÜM 1

TÜRKİYENİN İRAN, İSRAİL/FİLİSTİN VE SURİYE POLİTİKASI 2009, BÖLÜM 1



Kemal İnat*, 
İsmail Numan Telci** 
* Doç.Dr., Sakarya Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü.
** Araş.Gör., Sakarya Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü.


ÖNSÖZ

“Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmaya” son verme konusunda üzerimize düşeni yapmak kaygısıyla serüvenine başlayan Türk Dış Politikası Yıllığı ülkemizde uluslararası ilişkiler literatüründe halen daha var olmaya devam eden büyük boşluğu doldurma konusunda katkı sunmayı amaçlamaktadır. Gelişmiş ülkelerle karşılaştırıldığında Türkiye’de, özellikle Türkçe yazılmış uluslararası ilişkiler konulu eserlerin gerek sayı ve gerekse içerik olarak ciddi eksiklikleri olduğu ilgili alanın uzmanları tarafından sürekli olarak dile getirilmektedir. 

Mevcut eserlerin nicelik olarak yetersiz olmalarının yanında uluslararası ilişkiler alanında Türkiye’nin yaşadığı en temel problem, konunun uzmanları tarafından yazılmamış, bilgi üzerine inşa edilmeyen, dayanaksız analiz ve yorumlar ile komplo teorileri ve spekülatif varsayımlardan oluşan kitapların sayısının her geçen gün artmasıdır. 

Türk Dış Politikası Yıllığı, Türkiye’nin dış politikasının değişik alanlarına ilişkin verilerin, konunun uzmanları tarafından belirli bir sistematik içerisinde ve olayların anlaşılmasını kolaylaştırıcı bir biçimde okuyucuya aktarılmasını sağlamayı hedeflemektedir. Aktarılan bu verilerin analizi konusunda okuyucuya yol gösterilmekte, ancak aktarılan bilgilerden okuyucunun kendi analizini yapmasına da fırsat tanınmaktadır. Bunun yanında, yıllığın ikinci bölümünde yer alacak olan Türk dış politikasına ilişkin bağımsız makaleler daha çok analiz ağırlıklı olacaktır.

Türkiye gibi, giderek artan bir şekilde bölgesinde önemli roller üstlenen bir ülkenin dış politikasını inceleyen düzenli bir yıllık çalışmasının bugüne kadar yapılmamış olmasının ciddi bir eksiklik olduğu düşüncesiyle 2009 yıllığıyla başlayan bu projenin sürekli olacağını, her yılın ortasında, bir önceki yıla ilişkin Türk dış politikası gelişmelerinin inceleneceği yeni bir kitabın yayınlanmasının planlandığını ifade etmek istiyoruz. Bu şekilde, Türk dış politikasına ilgi duyan okuyucuların, öğrencilerin ve araştırmacıların faydalanacağı bir çalışmanın Türk uluslararası ilişkiler literatürüne kazandırılması temel amacımızdır.

Söz konusu olan bir yıllık olduğu için, atıflar ve kaynakça konularında farklı bir yöntem izlenmiştir. Okuyucuyu sıkmamak amacıyla, yararlanılan gazetelerin ve haber ajanslarının önemli bir kısmı internetten alınmasına rağmen, internet adresleri verilmemiş, sadece haberin ismi, hangi gazete ya da haber ajansından alındığı ve haberin yayınlandığı tarih bilgileri yazılmıştır. Söz konusu haberlerin asıllarına ulaşmak isteyen okuyucuların, ilgili gazete ya da haber ajanslarının internet sitelerinden, haber başlığı ve tarihini yazmak suretiyle 
arama yapmaları yeterli olacaktır.

Bu kitabın ve Türk Dış Politikası Yıllığı’nın bundan sonraki sayılarının okuyucuya faydalı olmasını diliyoruz.

Burhanettin Duran
Kemal İnat
Muhittin Ataman


GİRİŞ.,

2009 yılında Türkiye’nin dış politikası açısından çok tartışılan konulardan biri kuşkusuz “eksen kayması” meselesi olmuştur. Türk dış politikasında bir “eksen kayması” iddiasıyla ortaya çıkanların en fazla ileri sürdükleri konular Türkiye’nin İran, Suriye ve İsrail/Filistin ile bu ülkelerin sorunlarına yönelik politikaları olmuştur. Bu çerçevede, Türkiye’nin Batı dünyası ile sorunlu ilişkilere sahip olan İran ve Suriye ile yakınlaşırken, Batılı ülkeler tarafından desteklenen İsrail ile yaşadığı gerginliğin artması Türkiye’nin dış politikasındaki ağırlığın Batı’dan İslam ülkelerine doğru kaydığı yorumları yapılmıştır. Bu yorumlar, yeni Türk dış politikasının mimarlarının bilinçli bir şekilde Batıdan uzaklaşıp İslam ülkelerine yakınlaşmak suretiyle bir “İslamcı dış politika” izledikleri eleştirilerine kadar varmıştır. 

Herne kadar bu yorumların arkasında, Türkiye’nin kendi çıkarlarının gerektirmesi durumunda Batılı “dost ve müttefik”lerinin kendisine yaptığı dayatmalara karşı çıkmasının çok doğal olduğunu, Türk dış politikasının artık “normalleşerek” kendi çıkarlarını önceleyen bir karaktere büründüğünü anlamayan ya da anladığını kabullenmek istemeyen bir zihniyet olsa da, Türkiye’nin bu “eksen kayması”  tartışmalarında en fazla gündeme gelen İran, Suriye ve İsrail’e yönelik politikalarının detaylı bir şekilde incelenmesi bu tartışmaların doğru anlaşılmasına yardımcı olacaktır.1

İranla İlişkiler

Son zamanlara kadar, Türk-İran ilişkilerinden bahsedilirken sürekli olarak en fazla öne çıkarılan konu iki ülke arasındaki rekabet ve üstünlük mücadelesi olmuştur. İki ülkenin Ortadoğu’da üstünlük mücadelesi, Sovyetler Birliği’nin dağılması sonrasında Orta Asya ve Kafkasya’da üstünlük mücadelesi, “radikal İslam-ılımlı İslam” çerçevesindeki mücadelesi daima bu iki ülke arasındaki ilişkileri analiz eden yazıların temel konusunu oluşturmuştur. Devletler arasındaki ilişkilerin esas olarak rekabet ve çatışma şeklinde kendini gösterdiği 
dönemlerde Türk-İran ilişkilerinin de bu kavramlar ekseninde ele alınmasının çok yadsınacak bir yaklaşım olmadığını ifade etmek gerekir. İkinci Dünya Savaşı sonuna kadar Almanya, Fransa, İngiltere ve İtalya gibi ülkeler arasındaki ilişkiler de büyük ölçüde çatışma ve rekabet temelinde şekillenmiştir. Ancak bu ülkelerin İkinci Dünya Savaşı sonrasında yavaş yavaş aralarındaki ilişkinin temel rengini 
çatışma ve rekabetten işbirliği ve uzlaşıya dönüştürmelerine ve bu dönüşümde de büyük bir başarı elde etmelerine rağmen, Türkiye ile İran arasındaki ilişkilerde halen daha rekabet ve çatışmanın aranması ve son yıllarda bu iki ülke arasında geliştirilen işbirliğinin “arızi” bir durummuş gibi, “eksen kayması” olarak değerlendirilip eleştirilmesi anlaşılır bir yaklaşım değildir. Türkiye’nin “çok boyutlu dış politika” ilkelerine uygun bir şekilde, Avrupa Birliği, ABD ve diğer Batılı ülkelerle olduğu kadar, Rusya, Çin, İran, Irak ve Suriye gibi ülkelerle 
de ilişkilerini geliştirme yollarını araması kadar normal bir tavır olamaz. 

Türkiye bu “normalleşme” çabaları çerçevesinde, 1990’lı yıllarda teröre destek iddiaları ve karşılıklı rejime müdahale tartışmaları çerçevesinde çok olumsuz bir seyir gösteren İran’a ilişkilerini 2000’li yıllarda hızlı bir şekilde iyileştirme yoluna girmiştir. “Komşularla sıfır problem” ilkesi çerçevesinde, diğer komşu ülkeler ve bölge devletleriyle olduğu gibi İran’la da ilişkilerin işbirliği ve uzlaşı eksenli bir temele oturtulmaya çalışılmasının temel gerekçesi, bu ülkeyle olması gerekenin çok altında kalan ticaret hacminin artırılması suretiyle Türkiye’nin ekonomik kalkınmasına hizmet etmek ve bu şekilde dış politikanın bir başka hedefi olan “merkez ülke” konumuna gelme yolunda bir adım daha atmaktır. Başbakan Erdoğan’ın zaman zaman dile getirdiği “kazan-kazan” yaklaşımı açısından bakıldığında, bu yeni işbirliği eksenli ilişki tarzıyla Türkiye’nin yanında İran’ın da fayda sağlaması ve böylece bölgenin bir “işbirliği havzasına” dönüştürülmesi amaçlanmaktadır. Avrupa Birliği’ne benzer şekilde, karşılıklı bağımlılık ilişkisi düzeyinin son derece yüksek olduğu bu “işbirliği havzası”nın oluşturulması bölgede kalıcı barışın sağlanmasının temel şartı olarak görülmektedir.

Teröre Karşı İşbirliği

Türkiye ve İran, ortak düşmanları olan terör örgütü PKK/PJAK’a karşı mücadele çerçevesinde son dönemde işbirliğini belirgin bir şekilde artırmışlardı. Bu işbirliği, teröre karşı istihbarat paylaşımından, koordineli ve eş zamanlı operasyonlara kadar uzanıyordu. İki ülke düzenli olarak yaptıkları güvenlik ve sınır güvenliği toplantılarında bu işbirliğinin çerçevesini belirliyorlardı.

2009 yılının başlarında PJAK konusunda medyada yer alan bazı haberler, Ankara ile Tahran arasındaki bu güvenlik işbirliğinin aynı yoğunlukta sürüp sürmeyeceği konusunda soru işaretleri ortaya çıkarmıştır. Bu haberlerde, PKK gibi, özellikle Kuzey Irak topraklarını kullanarak İran’a yönelik saldırılarda bulunan PJAK’ın, “merkezi hükümetlere karşı koyacak ve onlarla çatışacak güçten yoksun” olduğu tespitini yaptıktan sonra, artık “bölücü ve ayrılıkçı faaliyetlerine son verme kararı aldığı” bildiriliyordu.2 Bu durumda, PJAK’ın PKK bağlantısı nedeniyle Türkiye ile teröre karşı sıkı işbirliğine giden İran’ın, kendisine yönelik tehdidin azalması sonucunda bu işbirliğine aynı istekle devam etmeyeceği yönünde bir endişe belirdi. Ancak PJAK’ın, bu açıklamasına rağmen terör eylemlerine devam etmesi bu endişenin yersiz olduğunu gösterdi. PJAK’ın saldırılarına maruz kalmaya devam eden İran yönetimi Türkiye ile güvenlik işbirliğini azaltmadan devam ettirdi. 

PJAK konusunda 2009 başında yaşanan bir başka önemli gelişme ise o zamana kadar bu örgüte destek verdiği iddialarına maruz kalan Amerikan yönetiminin, 5 Şubat 2009’da PJAK’ı terörist bir örgüt olarak ilan ederek ona karşı birtakım yaptırımlara karar vermesi oldu.3 
Türkiye bu kararı olumlu karşıladığını hem Genelkurmay hem de Dışişleri Bakanlığı sözcülerinin açıklamalarıyla dile getirerek, “Türkiye ile ABD arasında terörle mücadele alanında işbirliğinin sürdüğünü, PJAK’ın da ABD terör örgütleri listesine dahil edilmesinin, PKK/KONGRA-GEL ile yapılan mücadele sürecinde önemli bir aşama oluşturmasının umut edildiğini” ifade etmiştir.4

“Havuç ve sopa” politikası çerçevesinde PKK’yı Türkiye’ye karşı kullanmak suretiyle Ankara’ya kendi politikalarını dikte ettirmeye çalışan Washington yönetiminin Obama’nın başkan olmasının ardından almış olduğu bu karar, son dönemde bu politikasında “sopa”dan çok “havuç”u öne çıkardığının yeni bir göstergesiydi. Özellikle Irak’tan çekilme takviminin yaklaştığı bir dönemde Türkiye’nin desteğine daha fazla ihtiyaç duyan ve PKK’yı “sopa” olarak kullanmasına karşı artık direnç geliştiren bir Ankara’nın varlığını anlayan 
Amerikan yönetimi, bu konuda uzlaşıya dönük adımlar atmak suretiyle Türkiye’nin desteğini sağlamaya çalışıyordu. Türkiye açısından bakıldığında ise, İran’a karşı faaliyet göstermek üzere kurulmasına rağmen PKK ile organik bağlara sahip bir örgüt olan PJAK’ın ABD tarafından desteklenmesi, yalnızca İran’a karşı değil aynı zamanda Türkiye’nin güvenliğine karşı bir tavırdı. Washington’un bu tavrını değiştirmesi, bu açıdan bakıldığında, Türkiye’nin güvenliğine zarar veren bir eylemine son vermesi anlamına geliyordu ve Ankara’dan olumlu bir tepki görmesi doğaldı. Türkiye’nin, ABD’nin PJAK’a olan desteğine son vererek bu örgütü terör örgütü olarak sınıflandırmasına 
olumlu yaklaşması ayrıca, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun dış politika anlayışı açısından da doğal bir tavırdı. Türkiye’nin arzuladığı “merkezi güç” konumuna gelebilmesinin ancak rekabet gücü yüksek bir “ticaret devleti” olmasından geçtiğini düşünen Davutoğlu, bunun da ancak Türkiye’nin bulunduğu bölgenin bir “barış havzası”na dönüşmesiyle mümkün olacağını görüyordu. Bu durumda ABD’nin, PJAK’a olan desteğine son vererek bu örgütü terör örgütü olarak nitelendirmesi, Türkiye’nin yakın çevresinin “barış havzası”na dönüşmesi yolunda bir adım olarak değerlendirilmiştir.

PJAK konusunda bu gelişmeler yaşanırken, Türkiye ve İran ortak düşmanları olan PKK/PJAK’a karşı gerek kendi ülkelerinde gerekse de bu örgütlerin üslendiği Kuzey Irak topraklarında mücadelelerini sürdürmüşlerdir. Mayıs ayı başında iki ülkenin Irak’ın kuzeyindeki örgüt mensuplarına karşı düzenledikleri kapsamlı hava saldırılarında çok sayıda teröristin etkisiz hale getirildiği ifade edilmiştir.5 

Özellikle, Nisan ayı sonunda maruz kaldığı bir PJAK saldırısında 18 askerini kaybeden İran’ın kapsamını geniş tuttuğu bu operasyonlarda, 20.000 civarında İran askeri sınır bölgesindeki Kandil ve Şahor Dağları bölgelerinde PJAK/PKK militanlarına karşı çatışmaya girmişlerdir.6 Bu sınırötesi operasyonların ardından Irak yönetiminden İran’a yönelik resmi bir kınama mektubu verilirken, Irak Ulusal Medya Merkezi’nden “Irak Dışişleri Bakanlığı, ikili ilişkiler için olumsuz sonuçlara yol açabilecek bu ihlallere derhal son verilmesini istedi” açıklaması yapıldı. Aynı açıklamada, İran’ın gerçekleştirdiği sınırötesi operasyonlarda Irak tarafındaki sınır köylerinin de hedef alındığı ve bu köylerde yaşayan sivillerin yaralanmasına yol açıldığı iddia edildi.7

Irak hükümeti içerisinde “Kürdistan İttifakı” listesiyle etkin bir şekilde yer alan Kürdistan Demokrat Partisi ve Kürdistan Yurtseverler Birliği’nin, İran ve Türkiye tarafından kendi yönetimleri altındaki Kuzey Irak’taki Bölgesel Kürt Yönetimi’nin egemenlik alanı altındaki topraklara yönelik saldırılarından ciddi şekilde rahatsızlık duyduklarını belirtmek gerekir. Bu konuda Ocak ayı içerisinde bir açıklama yapan Bölgesel Kürt Yönetimi’nin BM Temsilcisi Dindar Zebari, Türkiye ve İran’ın bölgedeki teröristlere karşı gerçekleştirdiği sınır ötesi  operasyonlarda sürekli olarak sivillerin de zarar gördüğünü ve BM’nin 2008 yılında bu operasyonları resmi olarak kınadığını ifade etmiştir.8 

Türkiye ve İran’ın PKK/PJAK’a karşı mücadelede işbirliği çerçevesinde Kuzey Irak’taki faaliyetlerinden rahatsız olan bölgenin Kürt otoritesine mensup siyasetçilerden bu işbirliğine yönelik eleştiriler yıl içerisinde tekrarlanmıştır. Kürdistan İttifakı milletvekili Yusuf Ahmed’in Kasım 2009 içerisinde, Türkiye ve İran’ın Kuzey Irak’a yönelik gizli bir sınırötesi operasyon anlaşması yaptığını ileri sürerek bu tür operasyonlara karşı çıkması buna örnek olarak gösterilebilir.9 

Bu iddialarda dile getirilen, Kuzey Irak’a yönelik sınırötesi operasyon konulu bir gizli anlaşmanın varlığına dair kesinleşmiş bir bilgi olmasa da, iki ülkenin PKK/PJAK’a karşı mücadelede işbirliğine dair imzalanmış protokoller çerçevesinde faaliyetleri 2009 yılında devam etmiştir. Bu kapsamda, iki ülkenin sınır illerindeki üst düzey yetkililerinin katıldığı sınır güvenlik toplantıları yapılmıştır. Bu toplantıların ilki Nisan ayı içerisinde İran’ın Salmas kenti 1. Derece Hudut Komiseri Albay Şehram Abasi başkanlığında bir heyetin Van’a 
yaptıkları ziyaretle gerçekleştirilmiştir. Görüşmelerde Türk heyetine başkanlık yapan Van Valisi Özdemir Bakacak, toplantının gündeminin sınırda meydana gelen olayların ele alınması olduğunu ifade etmiştir.

10 İkinci güvenlik toplantısı ise Haziran ayında gerçekleştirilmiştir. Bu defa İran’ın Urmiye kenti 1. Derece Hudut Komutanı Albay Seyid Vahit Musevi başkanlığında bir heyet Hakkâri’de Vali Muammer Türker başkanlığındaki Türk yetkililerle görüşmelerde bulunmuştur.
11 PKK/PJAK gibi bir ortak düşmana sahip olan Türkiye ve İran arasında her geçen gün artan güvenlik işbirliği iki ülke arasındaki güven ilişkisinin artmasını sağlamış ve bu da “spill over” etkisiyle başta ekonomik olmak üzere diğer alanlara yayılarak Dışişleri Bakanı  Davutoğlu’nun tasarladığı “barış havzası”nın oluşturulmasına zemin hazırlamıştır.

İran Nükleer Sorunu Karşısında Türkiye’nin Tavrı.,

İran’ın nükleer faaliyetleri çerçevesinde, bu ülkeyle İsrail, ABD ve diğer Batılı ülkeler arasında yaşanan sorun konusunda Türkiye’nin tavrında 2009 yılında da gözle görülür bir değişiklik olmamıştır. Bu tavrı aşağıdaki şekilde özetleyebiliriz:

..İran’ın barışçıl amaçlarla nükleer çalışmalar yapmaya hakkı olduğu sürekli olarak vurgulanmıştır.

..Tahran yönetimine, nükleer teknolojiyi askeri amaçlarla kullanmaması ve Batılı ülkelerle uzlaşı içerisinde soruna çözüm bulma arayışını sürdürmesi  sürekli olarak telkin edilmiştir.

..Batılı ülkelere de, sorunun şiddete başvurulmadan diplomatik yollarla çözülmesi gerektiği yönünde telkinlerde bulunulmuştur.

..İran nükleer sorununun çözümünde Ortadoğu bölgesinin kitle imha silahlarından arındırılmasının önemine vurgu yapılarak İsrail’in nükleer silahlarına dikkat çekilmiştir.

..Bunların yanında ABD ve diğer nükleer silahlara sahip ülkelerin, kendileri kitle imha silahlarına sahipken bu konuda İran’a baskı yapmalarının tezat oluşturduğuna dikkat çekilerek, dünyanın bu silahlardan arındırılması gerektiği ifade edilmiştir.

..İran nükleer sorununun çözümü konusunda, gerek İran ile ve gerekse ABD tarafıyla iyi ilişkilere sahip olan Türkiye’nin arabulucu olarak devreye girerek sorunun çözümüne katkıda bulunabileceği dile getirilmiştir.

Genel hatlarıyla tavrında bir değişiklik olmayan Türkiye’nin 2009 yılı içerisinde giderek politikasını netleştirdiği görülmüştür. İran’da da Irak benzeri bir savaşın yaşanmasının Türkiye ve bölgenin tamamına ekonomik ve güvenlik açısından çok büyük sıkıntılar getireceğini düşünen Ankara, böyle bir çatışmanın önlenmesi konusunda giderek daha fazla inisiyatif almaya başlamış ve sorunun çözümü konusunda çabalarını artırmıştır. Türkiye’yi bu politikaya sevk eden gelişmeleri şu şekilde sıralayabiliriz:

1. ABD’de sertlik yanlısı Bush yönetiminin sona ermesi ve İran konusunda daha ılımlı bir politika izleyeceği mesajları veren Obama’nın başkan olması Ankara’da, sorunun barışçı yollarla çözülmesi konusunda kaçırılmaması gereken bir fırsat olarak görülmüştür. 

Yeni Başkan Obama’nın Türkiye ve Kahire ziyaretlerinde İslam dünyası ile barışçı bir birlikteliğe vurgu yapması ve İran yönetimine diyalog mesajları göndermesi ile oluşan olumlu atmosferin değerlendirilmesi gerektiğini düşünen Ankara yönetimi, bu atmosferde İran nükleer sorununun çatışmaya dönüşmeden çözülebilmesi konusunda çabalarını artırmıştır.

2. ABD cephesinde böyle bir olumlu atmosfer oluşurken, bundan rahatsız olan İsrail’deki aşırı sağ iktidarın İran’a yönelik agresif tavrında bir artış söz konusu olmuştur. Tahran’ın nükleer programında ilerleme kaydettiği ve nükleer silah yapmaya yakınlaştığı iddialarında bulunan İsrail’in, İran’a yönelik bir saldırı ihtimalinin giderek artması bölgede çatışma istemeyen Türkiye’nin, soruna bir an önce diplomatik çözüm bulunması yönünde daha fazla aktif olması sonucunu doğurmuştur. Çünkü ABD’de, İran konusunda artık daha “duyarsız” bir yönetim olduğunu düşünen İsrail yönetiminden gelen İran’ı hedef alan tehditler12 ve bu tehditlere Tahran’dan gelen cevaplar bütün bölgeyi sarabilecek bir çatışma ve kaosun habercisiydi.

İsrail’in 27 Aralık 2008’de başlattığı Gazze saldırısında 22 gün boyunca BM binalarına sığınan sivil insanlar başta olmak üzere 1400’den fazla kişiyi öldürmesinin ardından iyice bozulan Türk-İsrail ilişkilerinin seyri de Türkiye’nin İran’ın nükleer programına yönelik politikasını etkilemiştir. Giderek kötüleşen ilişkiler nedeniyle artık İsrail yönetiminden gelen eleştirileri de dikkate almayarak İran konusunda daha da bağımsız hareket etmeye yönelen Türkiye, bir yandan da saldırganlığını bir kez daha ispatlayan İsrail ile İran arasında 
bir çatışmanın önlenebilmesi için çaba sarf etmiştir. 

Bu çabaları birkaç başlık altında toplayabiliriz. Birinci olarak, İranlı yetkililerle, gerek güvenlik konuları çerçevesinde ve gerekse genel ilişkiler çerçevesinde yapılan temaslarda İran’ın nükleer çalışmaları gündeme geldiğinde bir yandan Tahran’ın barışçıl amaçlı nükleer çalışmalarına destek verilirken bir yandan da, soruna diplomatik yollardan çözüm bulunması konusunda İranlı yöneticilere 
telkinlerde bulunulmuştur. İkinci olarak, uluslararası düzeyde gündem oluşturacak şekilde Türkiye’nin görüşü sorulduğunda, gerek Cumhurbaşkanı ve gerekse Başbakan ve Dışişleri Bakanı düzeyinde Türkiye’nin İran nükleer sorunu konusundaki politikası hiçbir sapma olmadan bütün yönleriyle anlatılmış ve soruna barışçı çözüm bulunması zorunluluğunun altı çizilmiştir. Üçüncü olarak, soruna barışçı yollardan çözüm bulunması konusunda Türkiye’nin her türlü katkıyı vermeye hazır olduğu sürekli olarak tekrarlanmış ve bu konuda Türkiye’nin taraflar arasında arabuluculuk yapmaya ve “kolaylaştırıcı” bir rol oynamaya istekli olduğu vurgulanmıştır. Bu çerçevede Uluslararası Atom Enerji Kurumu (UAEK) tarafından önerilen, İran’ın düşük düzeyde zenginleştirmiş olduğu uranyumun Türkiye’de depolanması ve karşılığında Tahran’a gerekli miktarda yüksek düzeyde zenginleştirilmiş uranyum verilmesi konusundaki 
teklifi desteklemiş, bunun iyi bir çözüm olduğunu vurgulamış ve hayata geçirilmesi için yoğun temaslarda bulunmuştur.

Burada öncelikle Türkiye ile İran arasında gerçekleştirilen temaslarda İran nükleer sorununun nasıl gündeme geldiğine ve Türkiye’nin tutumuna değinilecektir. Bu temaslar çerçevesinde, İran Ulusal Güvenlik Yüksek Konseyi Genel Sekreteri Nükleer Başmüzakerecisi Said Celili’nin Ocak ve Aralık aylarındaki Türkiye ziyaretlerinde, Cumhurbaşkanı Gül’ün Nisan ayındaki ECO zirvesi kapsamındaki Tahran ziyaretinde, İran Cumhurbaşkanı Ahmedinejad’ın Kasım’daki İKÖ zirvesi çerçevesindeki Türkiye ziyaretinde, Başbakan Erdoğan’ın Ekim ayındaki İran gezisinde, Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun Eylül ve Kasım’daki İran ziyaretlerinde ve İran Dışişleri Bakanı Muttaki’nin Nisan ayındaki Türkiye ziyaretinde görüşülen önemli konular arasında İran’ın nükleer çalışmaları nedeniyle yaşanan uluslararası sorunlar yer almıştır. Özellikle yılın son çeyreğindeki temaslarda nükleer sorunun yoğun şekilde konuşulduğu ve 
yapılan açıklamaların uluslararası alanda önemli yankılar uyandırdığını ifade etmek yanlış olmayacaktır. 

Bu temaslar arasında oldukça önemli olarak değerlendirilebilecek olanlardan biri Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun 12-13 Eylül tarihleri arasında Tahran’da Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad, Dışişleri Bakanı Manuçer Muttaki ve Nükleer Başmüzakereci Said Celili ile görüşmesiydi. Obama’nın başkanlığı devralmasının ardından ABD’nin İran’a yönelik tutumunda yaşanan yumuşa manın, bu ülkedeki İsrail lobisinin de etkisiyle yerini yavaş yavaş sert mesajlara bırakmasıyla birlikte13 İran’a yönelik yeni yaptırımların gündeme gelmesi Davutoğlu’nun bu ziyareti gerçekleştirmesinin temel nedenlerinden birini oluşturuyordu. Celili ile yaptığı görüşmede, İran ile Batılı ülkeler arasında yapılabilecek müzakerelere Türkiye’nin ev sahipliği yapmaya hazır olduğunu vurgulayan Davutoğlu, bu görüşme öncesinde İran Dışişleri Bakanı Muttaki ile yaptığı ortak basın toplantısında da, İran’a yönelik yeni yaptırımlara karşı çıkmıştır: “Türkiye, İran’a yönelik herhangi bir yeni yaptırım olmaması, eski yaptırımların da ortadan kaldırılması için üzerine düşen ne varsa yapmaya hazırdır”.14 İran’a yönelik yeni yaptırımlar, bu ülkeyle başta ekonomi olmak üzere her alanda ilişkilerini geliştirmeyi amaçlayan Türkiye açısından çok olumsuz sonuçlar doğuracaktı. Bölgede artık normalleşmenin sağlanmasını kendisinin ve bölgenin kalkınması açısından zorunlu gören Türkiye için bu normalleşmenin önüne yeni bir set çekecek olan yeni yaptırımlar kabul edilemez olarak görülüyordu. Dışişleri Bakanı Davutoğlu da, Tahran’daki temaslarında böyle bir gelişmenin önlenebilmesi için yollar aramış, İranlı yetkilileri diplomatik   çözüm konusunda daha fazla esnek davranmaya sevk etmeye çalışmıştır.

Dışişleri Bakanından bir buçuk ay kadar sonra resmi bir ziyaret kapsamında İran’a giden Başbakan Erdoğan’ın, İran nükleer sorununa ilişkin gerek bu gezi esnasında ve gerekse gezi öncesindeki açıklamaları büyük yankılar uyandırmıştır. İran Cumhurbaşkanı Ahmedinejad ile görüşmesinin ardından yaptığı basın açıklamasında, İran yönetiminin 1 Ekim’de Cenevre’de yapılan nükleer soruna dair görüşmelerde olumlu bir tavır sergilediğinin altını çizen Başbakan Erdoğan, Tahran’ın muhatabı olan “5+1 Grubu”na mensup 
ülkelerden de sorunun barışçı çözümü için aynı olumlu tutumu beklediğini ifade etmiştir.15 İran yönetimine, Türkiye’nin yaptığı gibi, komşuları başta olmak üzere tüm dünya ülkeleriyle dostça ilişki geliştirmesi çağrısında da bulunduğunu ifade eden Başbakan Erdoğan, Ankara’nın İran’ın nükleer teknolojiyi barışçı amaçlarla kullanma hakkını destekleyen görüşünün altını yeniden çizmiştir: “İnsani amaçlı olarak nükleer enerjiyi kullanmak her ülkenin en doğal hakkıdır. İran’ın da, Türkiye’nin de hakkıdır.”16

2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder