29 Aralık 2016 Perşembe

IRAK-ABD GÜVENLİK ANLAŞMASI SONRASI TÜRK DIŞ POLİTİKASI VE IRAK’IN KUZEYİ



IRAK-ABD GÜVENLİK ANLAŞMASI SONRASI TÜRK DIŞ POLİTİKASI VE IRAK’IN KUZEYİ 



Iraklı Kürt liderlerin, Ortadoğu’ya istikrar ihraç eden ülke konumunda olan Türkiye’nin sunduğu fırsatları daha iyi değerlendirmeleri gerekiyor. 

İnceleme
Burak Bilgehan Özpek 
Ortadoğu Analiz Editörü 
burakbilgehanozpek@orsam.org.tr >

Türkiye’nin Irak için hayati olan ekonomik rolünü, PKK terörü, Kerkük’ün nihai statüsü ve Türkmen toplumunun hakları gibi konular gündemdeyken bile politize etmemesi, istikrardan yana olduğunu ve revizyonist bir ajandası olmadığını göstermiştir. 

Giriş 



Irak ve ABD hükümetleri arasında 16 Kasım 2008’de imzalanan Güvenlik Anlaşması (Status of Force Agreement-SOFA), temel olarak Irak’ta bulunan 150.000 Amerikan askerinin gelecekteki statüsünü düzenlemektedir. Güvenlik Anlaşması, 27 Kasım 2008’de, Irak parlamentosu tarafından 35’e karşı 149 oyla kabul edilmiş ve yürürlüğe girmiştir. Anlaşmada öne çıkan maddeler şu şekildedir: 

-Irak’taki Amerikan güçleri Irak hükümetinin otoritesi altına girecektir. 
-ABD askerleri 2009 ortasına kadar Irak’ın şehirlerinden ve kasabalarından; Aralık 2011’e kadar ise Irak’ın tamamından çekilecektir. 
-ABD, halihazırda kullanmakta olduğu üsleri 2009 yılı içinde Irak hükümetine devredecektir. 
-ABD askerleri, Irak hükümetinin izni olmadan evlere baskın yapamayacaktır. 
-ABD, Irak’ın komşularına yapacağı herhangi bir saldırıda Irak topraklarını üs olarak kullanamayacaktır.1 

Anlaşılacağı üzere, önümüzdeki dönem Irak siyasi arenasının, ABD’nin askeri varlığının olmadığı senaryolarla şekilleneceği beklenmektedir. 
Bu durumun, kaçınılmaz bir şekilde Türkiye ile Irak’ın kuzeyindeki bölgesel yönetim arasındaki ilişkileri de etkileyeceği tahmin edilmektedir. Bu makale temel olarak Güvenlik Anlaşması sonrası Türkiye ile Irak’ın kuzeyindeki bölgesel yönetim arasındaki ilişkilerin nasıl seyredeceğini tartışmayı amaçlamaktadır. Bunu yaparken ilk olarak, 2003 yılındaki ABD işgali sonrası, Irak iç politikasında Kürt grupların pozisyonlarındaki evrilme süreci ele alınacaktır. Daha sonra, Türk dış politikasının değişen süreçlere verdiği tepkilerin analizi yapılacaktır. Son olarak, Türkiye ile Irak’ın kuzeyindeki bölgesel yönetim arasındaki ilişkinin gelecekte tecrübe edebileceği süreçler özetlenmeye çalışılacaktır. 

2003: Iraklı Kürtler için Bir Milat 

ABD’nin Saddam rejimine karşı 2003 yılında başlattığı operasyondan sonra Irak’ta yeni bir sayfa açılmış ve ülkedeki etnik ve dini grupların kendilerini yönetimde daha fazla ifade etmeleri için uygun bir zemin oluşmuştur. Bu süreçte, KDP (Kürdistan Demokratik Partisi) ve KYB (Kürdistan Yurtseverler Birliği) öncülüğündeki Kürt gruplar ise, koalisyon güçlerine verdikleri desteğin neticesinde Saddam sonrası Irak siyasi arenasında kilit rol oynayan birer aktör haline gelmiştir. Irak’ın anayasasında federasyon ibaresinin yer alması ve hemen akabinde Irak’ın kuzeyinde, KDP ve KYB yönetiminde bir federasyon kurulması bu döneme tesadüf etmektedir. 15 Ekim 2005’te daimi anayasanın kabul edilmesi ve aynı yıl 15 Aralık’ta yapılan parlamento seçimlerinde Kürt grupların elde ettiği net başarı, Irak’ın kuzeyindeki yapının hem resmi bir altyapı 
kazanmasını hem de siyasi varlığını pekiştirmesini beraberinde getirmiştir.2 

Irak’ın federasyon olmasının ardından kuzeydeki bölgesel yönetim (IKBY) kurulmuştur. Bu tip resmi avantajların ötesinde, Iraklı Kürt grupların 
kendi bölgelerinde sağlamayı başardıkları istikrar ABDli yetkililer tarafından operasyonun bir başarısı olarak algılanmış ve sürekli takdir edilmiştir. 
ABDli yetkililerin bu olumlu tavrı Kürt yetkililerin umutlanmasına ve nihai hedef olarak belirledikleri bağımsız bir devlete sahip olmak için adımlar atarken daha kararlı davranmalarına yol açmıştır.3 

Ne var ki bu noktada, bölgedeki çatışma potansiyelleri, IKBY’nin bağımsızlık umutlarının önündeki en büyük engel olarak kendini göstermiştir. 


< Herkes gibi Iraklı Kürtlerin de istikrar ve huzura ihtiyacı var. >

IKBY’nin izlediği ve adım adım bağımsız bir devlete doğru giden dış politika, kendi toprakları içerisinde Kürt kökenli nüfus barındıran Türkiye, İran ve Suriye’nin itirazıyla karşılaşmıştır. Bu devletler, sponsorluğunu uluslararası tanınmışlığı olan bağımsız bir Kürt devletinin üstlendiği etnik temelli problemlerle uğraşmak istememektedirler. 

Başka bir deyişle, bu devletler kendi topraklarında yaşayan Kürt nüfusun, IKBY’nin bölgesel etkinliğini arttırmak için kullanacağı bir dış politika aracına dönüşmesinden imtina etmektedirler.4 2003 yılından itibaren, IKBY’nin bağımsız bir devlet olma arzusunu devamlı yinelemesi, bölgede Kürt nüfusa sahip ülkelerle işbirliğine gitmemesi hatta zaman zaman bu ülkelerdeki Kürtleri mobilize edebileceğini ima ederek tehditlerde bulunması, zaten istikrarsızlık üreten ve uluslararası sisteme tutunmaya çabalayan Irak için farklı bir gerilim kaynağı olmuştur.5 2003 sonrası dönemde, IKYB ile Kürt nüfusa sahip komşu ülkeler arasında yaşanan tansiyonun temel sebebi, Saddam sonrası süreçte oluşmaya başlayan bölgesel dengenin, zero-sum game şekilinde ortaya çıkması ve taraflardan birinin kazancının diğerlerinin kaybına yol açacağı gerçeğidir. 

1 Mart ve Üç Kişi Kalabalıktır Dönemi 

1 Mart 2003 tarihinde, TBMM, Türkiye’nin ABD önderliğinde koalisyon güçlerine katılmasına ve koalisyon güçlerinin Türk topraklarını kullanarak operasyon yapmasına izin vermemiştir. Bu karar kategorik bir karşıtlıktan ziyade, hem ABD’nin Ortadoğu’daki tek taraflı politikalarına bir tepki hem de Türkiye’yi Irak Savaşı’ndan ve yaşatacağı sosyal, siyasal ve ekonomik problemlerden uzak tutma isteğiyle açıklanabilir. Ne var ki, Saddam sonrası Irak’ta federe bir siyasi statü elde eden ve otonomisini devamlı genişletmek, hatta bağımsızlık düzeyine çıkarmak isteyen Bölgesel Yönetim, izlediği agresif politikalarla Türk dış politika mekanizmalarını rahatsız etmeyi sürdürmüştür. 

 < Irak’ta istikrara ihtiyaç duyan ve mevcut statükonun korunmasını isteyen gruplar kendilerini, bölgedeki yayılmacı devletlere ve bu devletlerin Irak içindeki uzantılarına karşı korumak istiyorlarsa, Türkiye’nin işbirliğine mutlaka ihtiyaç duyacaklardır. >

2003 yılından sonra, resmi IKBY binalarının duvarlarını Türk topraklarını da kapsayan sözde “Büyük Kürdistan” haritalarının kaplaması, bölgesel yönetimin lideri Mesud Barzani’nin, Türkiye’de yaşayan Kürtlerin problemlerinden bahsetmesi ve Türkiye’de yaşayan Kürtlerle olan ilişkisinin ne derece yakın olduğunu ima etmesi, Türkiye’nin rahatsızlığının temel sebebidir. 

Türkiye ile Irak’ın kuzeyindeki bölgesel yönetim arasındaki bir diğer temel kriz ise Kerkük vilayetinin nihai statüsü ile ilgilidir. Türkiye, Ortadoğu coğrafyasında uzun vadeli istikrar ve barışın temin edilmesi için tek taraflı oldubittilerin engellenmesi gerektiğine inanmıştır. Bu dönemde Türkiye bölgedeki ilişkilerini anarşik bir yapı üzerinde tanımlamayı reddetmiş, kaybetmemek için kazanmak politikasının ve daimi bir revizyonist dış politika psikolojisinin uzun vadeli gerginlikler üretebileceğini düşünmüştür. Bu olumsuz yaklaşımları kendisi benimsemediği gibi Irak’ın kuzeyindeki yapının da benimsemesini engellemeye çalışmıştır. Türkiye’nin bu dönemde sarf ettiği gayretin iki temel sebebi vardır. 

İlk olarak, Irak’ın kuzeyindeki bölgesel yönetimin Kerkük ile sadece petrol rezervleri için ilgilendiği düşüncesi öne çıkmıştır. Buna göre, Kerkük’teki petrol rezervlerini elde eden Kürt gruplar, ekonomik olarak hem daha güçlü olacak hem de petrol sahibi diğer Ortadoğu yönetimleri gibi dokunulmazlık kazanacak, tolere edilebileceklerdir. Bu noktada, Kerkük sorunu, Ortadoğu’nun geleneksel petrol politikalarının dışında tutulmaya çalışılmış ve bu konuda kazanımlardan çok bölgesel barışa vurgu yapılmıştır. 
Diğer bir ifadeyle, ulus devlet kurmak isteyen her otoriter Ortadoğu liderinin gönlünden geçen geniş petrol rezervlerine sahip olma düşüncesi engellenmeye çalışılmıştır. Zira, petrol rezervlerine sahip bir bölgesel yönetimin zenginleştikçe agresifleşmesi, irredentist bir politika izlemeye başlaması ve sahip olduğu enerji kaynaklarına dünyada duyulan ihtiyaç yüzünden uluslararası toplumun gereken şiddette tepki vermeye çekinmesi ihtimalleri Türkiye tarafını bu gayreti göstermeye itmiştir. 

İkinci olarak, Kerkük’teki çok etnisiteli yapının göz ardı edilmesi ve Kerkük’ün nihai statüsünün tek taraflı ve zor kullanılarak belirlenmesinin yaratacağı çatışma ortamı, Türkiye tarafından kabul edilemez bir durum olarak görülmüştür. Zira, Kerkük sorununun adil ve barışçıl olmayan yollarla çözülmesi, Türkmenlerin, Arapların ve Kürtlerin kendilerini bir iç savaşın içinde bulmalarına sebep olabilir. Bu durum ise sadece Kerkük’ün değil tüm bölgenin sorunu olacaktır. 

Türkiye’nin bu hassasiyetlerinin Barzani tarafından karşılık bulmaması ve KBY liderinin bu konuyu ısrarla hassaslaştırarak bir sine qua non 6 noktasına getirmesi üstelik Türkiye’nin bölgede yaşayan Türkmen grupların temel hak ve hürriyetlerine karşı gösterdiği duyarlılığı önemsememesi, Türk dış politika yapıcılarının rahatsızlığını arttıran diğer noktalar olarak göze çarpmıştır. 

Son olarak, Türkiye ile Irak’ın kuzeyindeki bölgesel yönetim arasındaki ilişkiler, 2003 yılından sonra artan PKK saldırılarıyla beraber tamamen 
kopma noktasına gelmiştir. Birçok Türk siyasetçisi, bürokratı ve entelektüeli bu saldırıları Barzani’nin bağımsızlık ve egemenlik tutkusuna bağlamıştır. 



 < Türkiye’nin katı güç enstrümanlarını kullanmaktaki isteksizliğinin daha ne kadar süreceği biraz da Kürt yönetimine bağlı. >

   Bu çevrelere göre Barzani, bölgesindeki PKK teröristlerini lojistik olarak desteklemekte, onlara güvenli bir sığınak sağlamakta ve Türkiye’yi Irak’tan uzak tutmayı amaçlamaktaydı. 
Bu görüşe göre, Türk-Amerikan ilişkilerinin geçirdiği dönem ne kadar dalgalıysa Kürt gruplar da ABD hükümeti ile o denli süt liman ilişkiler kurmuştu. 
Bu durum ise, Kürt grupların daha rahat ve kendinden emin davranmasını sağlıyordu. Taraflar arasındaki bu gerginlik 2007 yılına kadar sürmüş ve çok sayıda spekülasyona sebep olmuştur. 

Buzların Çözülmesi: Diplomasi Dönemi

2003 sonrası dönemde Irak’ın kuzeyindeki bölgesel yönetimin sergilediği saldırgan dış politika stratejisi karşısında, Türk dış politikası üç yeni adım atmayı başarmıştır. Bu adımlar sayesinde, ABD’nin Irak işgalinden sonra Türkiye ile kuzeydeki bölgesel yönetim arasında oluşan gerginlik ve bu gerginliğin Türkiye’nin diğer dış politika gündemlerine yaptığı baskı, etkisini tedrici olarak kaybetmeye başlamıştır. 

Türkiye ilk olarak, yaşadığı bölünme stresini meseleyi bir güvenlik politikası haline getirerek değil politikleştirerek çözmeye çalışmıştır.7 Daha kapsamlı bir ifadeyle söylemek gerekirse, Türkiye kendi toprakları içerisinde yaşayan Kürt kökenli vatandaşların sorunlarının, Irak’ın kuzeyindeki bölgesel yönetim tarafından araçsallaştırılmasını ve Türkiye için bir güvenlik tehdidi olarak öne çıkmasını önlemek istemiştir. Bu noktada, Kürt kökenli vatandaşların talep ve endişeleri zaten süre giden Avrupa Birliği süreciyle beraber ciddi bir şekilde ele alınmış ve politik bir sürece sokulmuştur. Bu taleplerin istismar edilmesinin ve bir güvenlik tehdidine dönüşmesini engellemenin tek yolunun, Kürt kökenli vatandaşların sorunlarını politik yollardan ifade edebilmelerinin önündeki engellerin kaldırılması olduğuna inanılmıştır. Buradaki nihai amaç, Kürt 
kökenli vatandaşların kendilerini rahatça ifade edebildikleri ve kültürel haklarını muhafaza edebildikleri bir ülkede yaşamayı tercih etmeleridir. 
Soğuk Savaş sonrası Avrupa Birliği’nin benimsediği güvenlik politikası da bu tarz post-modern yaklaşımları öngörmektedir.8 Zira devletlerin ulusal çıkarları için bireylerin temel özgürlüklerini kısıtlamaları ve katı güç enstrümanlarına başvurmaları çok daha büyük güvenlik sorunları yaratabilmektedir. 

İkinci adım ise, 2003 yılında gerçekleşen Irak operasyonu sonrası dalgalı bir seyir izleyen Türk-Amerikan ilişkilerini, yoğun bir diplomasi ile istikrara 
kavuşturma çabası olmuştur. TBMM’nin 1 Mart 2003 tarihinde, Irak’ta ABD öncülüğündeki koalisyon güçlerine katılmayı reddetmesi ve koalisyon güçlerinin Türkiye topraklarını kullanarak operasyonlarını yürütmesine izin vermemesi üzerine Türk-Amerikan ilişkileri günden güne kötüleşmiştir. 

<  Bölgesel yönetim, Güvenlik Anlaşması sonrası durumdan tehdit algılar, bölgesini militarize eder ve terör ihraç ederek meşruiyet kazanmaya çalışırsa, Türkiye ile arasında yeni bir güvenlik ikilemi daha yaratmış olur. >

  Birçok ABD yetkilisi Amerikan ordusunun Irak’taki kayıplarından dolayı Türkiye’yi sorumlu tutarken, Türkiye’de siyasetçilerin, bürokratların, dış politika uzmanlarının, medyanın ve kamuoyunun büyük kısmının ortak görüşü, PKK’nın ABD tarafından kayrılan Irak’ın kuzeyindeki bölgesel yönetim tarafından desteklendiği yönünde olmuştur. Taraflar arasındaki güvenin kaybolması ve Türkiye’nin güneydoğuda, Amerikalıların ise Irak’ta yaşadığı asker kayıplarından dolayı birbirlerini sorumlu tutmaları neredeyse yarım asırdan beri taraflar 
arasında devamlı vurgulanan “stratejik ortaklık” konseptine gölge düşürmüştür 

Bu yanlış algılamanın ortadan kalkması ve ilişkilerin eski netliğine geri dönmesi için başlayan süreç olumlu sonuçlar vermiştir. Bu süreçte taraflar, Irak’ın geleceği için PKK’nın istikrarı bozan bir unsur olduğu konusunda mutabık kalmıştır. 2007 yılının Kasım ayında ise ABD, PKK’nın Irak içinde tespit edilen faaliyetlerinin istihbarat bilgilerini Türkiye’yle anında paylaşmayı garanti etmiştir. Gelinen noktada, tarafların birbirlerini anlama ve algılama sorununun nispi olarak zayıfladığı iddia edilebilir. Zira, bu sürecin sonunda, Türkiye, PKK ile mücadelesinde önemli bir adım atmış oldu. Bunun da ötesinde, ABD ile Türkiye arasında tesis edilen bilgi paylaşımı mekanizması, tarafların işbirliği yapabilecekleri sınırlı ve somut bir alanı keşfetmiş olmaları bakımından ilgi çekicidir. Zira, Türkiye ve ABD 2006 yılında işlevi ve amacı son derece 
soyut olan bir terörle mücadele mekanizması kurmuş ve bu mekanizmanın başına da her iki ülkeden emekli generaller getirilmişti. Ne var ki, bu mekanizma hiçbir varlık gösterememiş ve somut bir başarı üretememişti. 2007 yılının Kasım ayında başlayan istihbarat paylaşımı anlaşması ise, tarafların somut ve sınırlı işbirliği çerçevesine işaret etmektedir. Bu bağlamda, Türkiye’den askeriler ve sivil siyasetçiler, yeni kurulan paylaşım mekanizmasından övgüyle bahsetmişlerdir. İki ülke arasındaki ilişkiler, tarihinin en sıcak günlerini yaşamasa da, 2003 yılının hemen ardından ortaya çıkan keskin ayrılıklar ve şüpheler bir nebze olsun hafiflemiştir. 

Son olarak Türkiye, Irak’ın kuzeyindeki bölgesel yönetim ile yeni bir diplomatik süreç başlatmıştır. 2008 yılının Mart ayında Kürt kökenli Irak Cumhurbaşkanı Celal Talabani Türkiye’yi ziyaret etmiştir. Bu ziyaret, Türkiye’nin Irak’ın kuzeyindeki PKK hedeflerine Şubat ayında düzenlediği askeri operasyonlardan sonra gerçekleşmiş ve Türkiye-Irak ilişkilerinde açılan yeni bir sayfa olarak değerlendirilmiştir. Aynı yılın Ekim ayında, Türk diplomatlar Mesud Barzani ve diğer IKBY yetkilileri ile Bağdat’ta görüşmeler yapmış ve terörle mücadele konusunda Türkiye’nin önceliklerini ve hassasiyetlerini anlatmışlardır. Bu görüşmenin bir benzeri 11 Ocak’ta gerçekleşmiş, Türkiye’nin Irak Özel Temsilcisi Elçi Murat Öz-çelik, Erbil’de Neçirvan ve Mesud Barzani ile bir araya gelmiştir. Bu görüşmelerin ayrıntıları dışarıya sızmasa da, basında görüşmeler esnasında 
bölgesel ilişkilerin ve Güvenlik Anlaşması’nın tartışıldığı haberleri yer almıştır.9 

Bu diplomatik temaslar her şeyden önce, PKK’yı Irak’ın kuzeyinde izole etmeyi ve radikalleştirmeyi amaçlamaktadır. Bunu yaparken, Irak’ın kuzeyindeki bölgesel yönetime karşı 2003 yılından itibaren sürdürülen duygusal karşıtlık aşılmış ve reel politiğe geri dönülmüştür. Irak’taki merkezi hükümetten fiili olarak bağımsız hareket etmeyi başaran kuzeydeki yönetim ile yeni bir diyalog süreci başlatılmış ve ortak ve somut bir nokta aranmıştır. Türkiye’nin son iki sene içerisinde geliştirdiği üç boyutlu strateji, “Güvenlik Anlaşması” sonrasında daha da önemli sonuçlar doğuracaktır. 

Sonuç Yerine: Güvenlik Anlaşması ve Sonrası 

Türkiye’nin Irak için hayati olan ekonomik rolünü, PKK terörü, Kerkük’ün nihai statüsü ve Türkmen toplumunun hakları gibi konular gündemdeyken bile politize etmemesi Türkiye’nin istikrardan yana olduğunu ve revizyonist bir ajandası olmadığını uluslararası kamuoyuna göstermiştir. 
Bunun da ötesinde, bölgesel sorunların çözümü için çok taraflı anlaşmalardan yana tavır alması ve kısa vadeli oldubittilerle gerilmeye her zaman müsait bir bölge istememesi, Ortadoğu coğrafyasında ender rastlanan bir politika olarak görülmüştür. Ne var ki, Türkiye’nin işbirliğine ve istikrara önem veren bu tavrı, Güvenlik Anlaşması sonrası, Türkiye’nin bölgedeki barış ve güvenlik üreten rolünü daha da ön plana çıkartacaktır. Zira, Amerikan askerlerinin Irak’tan çekilmesiyle beraber Irak iç siyasetinde gruplar arası gerginlikler başlayabilir. Bunun da ötesinde, İran, Suriye ve Suudi Arabistan gibi çevre ülkelerin Irak’ın içişlerine karışma konusunda çok hevesli davranmayacaklarının garantisi 
de yoktur. Olası bir kaos hali, şu anda elde ettiği konumu ABD ile olan ittifakına borçlu olan Irak’ın kuzeyindeki bölgesel yönetim için de kaçınılmaz olarak 
olumsuz sonuçlar doğuracaktır. 

Irak’ta istikrara ihtiyaç duyan ve mevcut statükonun korunmasını isteyen gruplar kendilerini, bölgedeki yayılmacı devletlere ve bu devletlerin 
Irak içindeki uzantılarına karşı korumak istiyorlarsa, Türkiye’nin işbirliğine mutlaka ihtiyaç duyacaklardır. Bu durum, Irak’ın kuzeyindeki bölgesel 
yönetim için de geçerlidir. 

Sonuç olarak, 

Irak’ın kuzeyindeki bölgesel yönetim ile olan ilişkiler, Türkiye’nin Avrupa dış politika kimliğini benimseyebilmiş bir devlet olarak kendini kanıtlaması bakımından da önemlidir. IKBY’nin yürüttüğü, terörizme göz yumarak politik güç ve petrol elde etmeyi uman Ortadoğu tarzı tipik dış politikaya karşın, Türkiye 
problemleri diplomasi ve demokrasi çerçevesinde çözmekte ısrarcı davranmıştır. Bu sayede, Türkiye uluslararası toplumun, özellikle ABD ve AB’nin desteğini alabilmiştir. Ne var ki, Türkiye’nin katı güç enstrümanlarını kullanmaktaki isteksizliğinin daha ne kadar süreceği biraz da IKBY’nin ABD sonrası Irak’taki realiteleri kavramasına bağlıdır. Eğer Irak’ın kuzeyindeki bölgesel yönetim, Güvenlik Anlaşması sonrası durumdan tehdit algılar ve Türkiye ile işbirliğine gitmek yerine bölgesini militarize ederse ve terör ihraç ederek meşruiyet kazanmaya çalışırsa, Türkiye ile arasında yeni bir güvenlik ikilemi daha yaratmış olur. Böylesi bir durumda, Türkiye’nin diplomasi, yumuşak güç ve diyalog 
ısrarını daha ne kadar sürdüreceği sorusu sıkça sorulmaya başlanacaktır. 

DİPNOTLAR ;

1 “Iraq Cabinet Backs US Troops Deal”, 16 Kasım 2008, 
http://news.bbc.co.uk/2/hi/in_depth/7731971.stm, ( Son: Erişim: 15Ocak 2009) 

2 Murat Yetkin, “Irak’ta Kürt Federasyonu MGK’da”, Radikal, 25 Aralık 2005 

3 “Barzani: Bağımsız Kürt Devleti Kurulacak”, Hürriyet, 31 Ocak 2005 

4 İhsan Dağı, Turkey Between Democracy and Militarism, Ankara, Orion, 2007, ss 147-181 

5 Ibid. 

6 Olmazsa olmaz 

7 Ole Waever ve Barry Buzan, Regions and Powers, Cambridge, Cambridge University Press, 2006, ss 483-485 

8 Ali Karaosmanoğlu, “Avrupa Güvenlik ve Savunma Kimliği Açısından Türkiye-Avrupa Birliği İlişkileri”, Doğu Batı, 4:14, 2001, ss 157-166 

9 “Özçelik, Barzani ile Görüştü”, Taraf, 12 Ocak 2009. 


***




IRAK - SURİYE ARASI MEKİK DİPLOMASİSİ: TÜRKİYE’NİN ARA BULUCULUĞU



IRAK - SURİYE ARASI MEKİK DİPLOMASİSİ: TÜRKİYE’NİN ARA BULUCULUĞU


 Davutoğlu’nun Bağdat Ziyaretleri Işığında Türkiye-Irak İlişkileri
Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, arabuluculuk girişimi kapsamında Bağdat’tan Şam’a geçerek Beşar Esad ile bir araya gelmiştir. 


İnceleme
Yrd. Doç. Dr. Veysel AYHAN 
ORSAM Ortadoğu Danışmanı 
Abant İzzet Baysal Üniversitesi 
Uluslararası İlişkiler Bölümü 
IRAK-SURİYE ARASI MEKİK DİPLOMASİSİ: TÜRKİYE’NİN ARABULUCULUĞU* 
* Bu çalışmanın saha araştırması kısmında verdiği maddi destekten dolayı TÜBİTAK’a teşekkür ederim 
Ortadoğu Analiz 



Irak’ta gerçekleştirilen saldırıların amaç ve hedeften yoksun gruplarca düzenlendiğini varsaymak gerçekçi bir analiz olmayacaktır. Sünni gruplarca 
aktif olarak desteklenen/içinde yer alınan ve/veya planlanan saldırıların temel hedeflerinden biri iktidar üzerinde daha fazla söz sahibi olmaktır. 

Irak - Suriye Gerginliği





Gergin olan Irak-Suriye ilişkileri 19 Ağustos 2009 tarihinde Bağdat’ın en iyi korunan bölgesi sayılan ve hükümet ile yabancı diplomatik misyon temsilciliklerinin bulunduğu Yeşil Bölge’de meydana gelen patlamaların ardından kopma noktasına gelmiştir. Yaklaşık 100 kişinin yaşamını yitirdiği ve 600 
kişinin yaralandığı saldırıların ardından Irak hükümeti bombalamaların eski Baas üyeleri tarafından düzenlendiğini açıklamıştır. Saldırıların son birkaç aydır Musul ve Bağdat’ta meydana gelen eylemlerin ardından gerçekleşmesi, Maliki hükümetinin ABD askerlerinin Irak yerleşim birimlerinden çekilmesinden sonra güvenliği sağlamada başarısız olduğu tartışmalarını gündeme getirmiştir. Ağustos ayında gerçekleştirilen saldırıların sonucunda 450’den fazla kişinin yaşamını yitirmesi ve yaklaşık 1.500 kişinin yaralanması Irak’taki güvenlik sorununun ciddiyetini koruduğunu göstermektedir. Irak hükümeti tarafından yapılan açıklamalarda son 13 ayın en kanlı saldırılarının Ağustos ayında 
gerçekleştirildiği görülmektedir. 30 Haziran’da Amerikan askerlerinin yerleşim birimlerinden çekilmesini takip eden Temmuz ayındaki saldırılar sırasında ise yaşamını yitiren Iraklı sayısı 275 kişiydi. Dolayısıyla son iki ayda gerçekleşen saldırılarda yaklaşık 725 kişi yaşamını yitirmiştir. 1 Ağustos ayındaki en önemli ve en büyük saldırı 19 Ağustos’ta Yeşil Bölge’de gerçekleştirilen saldırılar olmuştur. Saldırıların ardından hem Irak Parlamentosu hem de Şii blokta Maliki’nin Başbakanlık konumu yeniden tartışmaya açılmıştır. 


Irak’ın en iyi korunan bölgesi olduğu ileri sürülen Yeşil Bölge’de eş zamanlı gerçekleştirilen saldırıların doğrudan Maliki yönetimini hedef aldığı açıktır. Parlamento binası ve Dışişleri Bakanlığı önünde gerçekleştirilen saldırılardan anlaşıldığı üzere eylemler bireysel olmaktan ziyade iyi organize edilmiş ve ciddi bir istihbarat desteğiyle gerçekleştirilmiştir. Saldırıların doğrudan hükümeti hedef alması üzerine gözler bir kez daha Irak’taki Sünni-Şii gerginliğine çevrilse de, saldırıların Irak üzerinde etkili olmak isteyen yabancı güçlerin de desteğiyle gerçekleştirildiği ileri sürülmüştür. Iraklı Parlamenterlerin bir kısmı doğrudan Suriye’yi suçlarken diğerleri İran veya El Kaide’yi suçlamıştır.2 Ancak, İran ve 
Suriye’nin aksine El Kaide doğrudan saldırıları gerçekleştirdiğini öne sürmüştür. Örgüt tarafından yapılan açıklamada saldırılarda Maliye, Dışişleri ve Savunma Bakanlığı’nın hedef alındığı ileri sürülmüştür.3 




Bununla birlikte son aylarda özellikle Musul ve Bağdat’ta gerçekleştirilen saldırıların hedefinde ağırlıklı olarak Şiiler bulunmaktaydı. Irak hükümeti 
El Kaide’nin yanı sıra eski Baas üyelerinin de saldırılarda payı olduğunu ileri sürmektedir. 2003 Savaşı sonrası iktidardan dışlanan Sünni Arapların saldırılar yoluyla Bağdat üzerindeki güç mücadelesini sürdürdükleri ileri sürülmektedir. Bu bağlamda Sünni Arapların bir kısmı El Kaide gibi örgütlerin yanında olurken diğer bir kısmı Baas üyelerinin içinde yer aldığı grupları desteklemektedir.4 Ancak, ister El Kaide isterse Baasçı gruplar olsun sonuçta Sünni Arapların temel hedeflerinin iktidardan daha fazla pay elde etmek olduğu açıktır. Diğer bir deyişle Irak’ta gerçekleştirilen saldırıların amaç ve hedeften yoksun gruplarca düzenlendiğini varsaymak gerçekçi bir analiz olmayacaktır. Sünni gruplarca 
aktif olarak desteklenen/içinde yer alınan ve/veya planlanan saldırıların temel hedeflerinden biri iktidar üzerinde daha fazla söz sahibi olmaktır. 

Bu nispeten anlaşılabilir bir durumdur. Çünkü yeni yapılanma sürecindeki bir ülkede her grup iktidar üzerinde daha fazla güç elde etmek isteyebilir. 


Suriye rejimi siyasi ve güvenlikle ilgili hususlar sebebiyle İran ile yakın ilişkilerini sürdürmektedir. Diğer yandan Sünni grupların tek başına hareket ettiğini varsaymak da gerçekçi görünmemektedir. Özellikle Yeşil Bölgede gerçekleştirilen saldırılar dikkate alındığında bazı bölge devletlerinin eylemlere ya doğrudan veya dolaylı destek sağladığı ileri sürülebilir. Ancak, bunun hangi devletler olduğunu belirtmek oldukça güçtür. Çünkü Irak’ta tüm bölge ülkelerinin kendi güçleri oranında etkili olmaya çalıştığı görülmektedir. İran, Suudi Arabistan ve Suriye’yi saldırıların arkasında yer almakla suçlayan olduğu gibi Mısır ve Ürdün’ü de Irak’taki istikrarsızlığı derinleştirmek için terörist faaliyetlerin destekçisi olarak 
gören bulunmaktadır.5 

Devlet otoritesinin yeniden tesis edilmeye çalışıldığı Irak’ta, bir araya gelen beş-on kişilik silahlı grupların da kendi bireysel çıkarları doğrultusunda eylemler gerçekleştirdiği ileri sürülmektedir.6 Ancak son dönemde Musul, Bağdat ve Yeşil Bölgede gerçekleştirilen saldırıların bireysel olmadığı, politik amaçlar ve mesajlar içerdiği açıktır. Özellikle Yeşil Bölgede gerçekleştirilen saldırılarda en büyük mesajın doğrudan Maliki hükümetine verilmek istendiği ileri sürülebilir. 

Nitekim saldırıların ardından Maliki hükümetinin ilk başta eski Baas üyelerini ardından doğrudan Suriye rejiminin suçlaması dikkat çekicidir. 19 Ağustos saldırılarından bir hafta sonra Irak televizyonuna çıkartılan Wisam Ali Kazım İbrahim adında bir sanık saldırıları üstlenmiş ve bombalama eylemlerinin emrini Suriye’de yaşayan Baas liderlerinden aldığını öne sürmüştür.



< Bağdat’ta gerçekleşen bombalamaların sonrasında Irak ve Suriye arasındaki gerginliğin tırmanması üzerine Türkiye arabuluculuk rolü için girişimde bulunmuş ve tarafları ziyaret eden Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu krizin diplomatik yollarla aşılabilmesi için her iki ülke ile görüşmeler gerçekleştirmiştir. >

 Kendisini Baas Partisi üyesi ve eski bir polis şefi memuru olarak tanıtan İbrahim 2006 ve 2007 yılları arasında Suriye’de kaldığını ve liderliğini İbrahim El Duri’nin yaptığı eski Baas Partisiyle ilişki içinde olduğunu ileri sürmüştür. Eylemlerin nasıl gerçekleştirildiğini anlatan İbrahim aynı zamanda bombalama emrini de doğrudan Suriye’de yaşayan Baas liderlerinden aldığını belirtmiştir.7 İbrahim’in açıklamalarının ardından Irak hükümeti Suriye’yi terörist eylemlerin destekçisi olmak ve Irak’ı istikrarsızlaştırmakla suçlamıştır. Suriye’nin resmen 
suçlanmasının ardından Maliki hükümeti Şam Büyükelçisi Alaa al-Jawadi’yi danışma amacıyla süresiz geri çektiğini açıklamıştır. Ardından Suriye de Irak’taki diplomatik misyon şefini geri çekme kararı almıştır.8 Irak’ın tutumu hakkında açıklama yapan hükümet sözcüsü Ali Debbağ, “Suriye’yle ilişkilerimiz dönüm noktasındadır. Suriye ya Irak’la iyi ilişkiler kurmayı ya da Irak’a saldırı düzenleyen kişileri korumayı seçecektir” ifadesini kullanmıştır. Debbağ sözlerinin devamında uluslararası toplumun Irak’ta işlenen suçlar ve soykırımın bölge ülkeleri tarafından gerçekleştirildiğini anlamalarını sağlamak için çaba harcayacaklarını belirtmiştir.9 

Irak hükümetine göre Suriye rejimi hem eski Baas üyelerinin faaliyetlerine göz yummakta hem de bu grupların eğitim başta olmak üzere 
her türlü eylemine lojistik destek sağlamaktadır. 19 Ağustos saldırılarından bir gün önce Şam’da Beşar Esad’la bir görüşme gerçekleştiren 
Başbakan Maliki Irak’ın tezlerini bir kez daha gündeme getirmiş ve Suriye’nin Irak’taki saldırılardan sorumlu olan kişileri iade etmesini istemişti. 
Esasında Irak yönetimi uzunca bir dönemdir bu talepleri yinelemektedir. Irak hükümet sözcüsü Debbağ’a göre 18 Ağustostaki ziyarette Irak heyeti terörist faaliyetlere karışanların listesini Suriye’ye vermesine ve iadelerini istemesine karşılık Şam yönetimi işbirliğine yanaşmamıştır.

10 Nitekim iki ülke arasındaki sorunların giderilmesi ve ilişkilerin geliştirilmesine dönük olarak Ağustos ayının başında Suriye-Irak Stratejik İşbirliği Konseyi kurulmuştu. Ancak, Ağustos ayında Irak’ta meydana gelen şiddet olayları ve ardından büyükelçiliklerin geri çağrılması işbirliği zeminini ortadan kaldırmıştır. 

Bağdat-Şam hattındaki krizin tırmanması üzerine Türkiye doğrudan devreye girmiş ve taraflar arasındaki sorunları çözmek için Dışişleri Bakanı Davutoğlu Bağdat ve Şam’a gitmiştir. 

Türkiye’nin Arabuluculuğu 

Irak ve Suriye arasındaki gerginliğin tırmanması üzerine devreye giren Türkiye, iki ülke arasındaki sorunların giderilmesi ve bölgede istikrarın tesisi için hem Iraklı yetkililer hem de Suriyeli yetkililerle doğrudan görüşmeler gerçekleştir miştir. Bağdat ve Şam görüşmeleri öncesi yayınlanan Dışişleri Bakanlığı Bildirisinde Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun “Bağdat’ta meydana gelen son gelişmelerle ilgili olarak Suriye ve Irak taraflarının görüşlerinin öğrenilmesi ve bu çerçevede Türk tarafının konuya yönelik düşüncelerinin aktarılmasının öngörüldüğü” açıklanmıştır. 

Açıklamada “Türkiye’nin, Ortadoğu’da barış ve istikrarın hâkim olması için komşular arasında karşılıklı saygı ve güvene dayalı ilişkiler bulunması 
gerektiğine inandığı ve bu anlayış temelinde iki ülke arasındaki sorunun çözümüne katkı sağlamak amacıyla söz konusu girişimin başlatıldığı” 
açıklanmıştır.11 Bu bağlamda Dışişleri Bakanı Davutoğlu görüşmeler sırasında “öncelikli olarak taraflar arasında krizi derinleştirici bir dil kullanılmaması ve karşılıklı saygı esasında sorunların ele alınması yönünde bir çağrıda bulunmuştur. Davutoğlu, Irak’taki görüşmeleri sırasında Başbakan Maliki’den “Suriye’ye iletmemizi istediğiniz her şeyi ve elinizdeki kanıtları belgeleri ve bilgileri bize söyleyin, biz de bunu Suriye tarafına iletelim” teklifinde bulunmuştur.12 

    Zira Suriye lideri Beşar Esad, saldırıların ardından Irak’ın suçlamalarını kabul etmemiş ve Suriye rejiminin saldırıların içinde yer aldığını kanıtlayan belgelerin Irak tarafından Şam’a gönderilmesini istemişti. Aynı yöndeki talep Suriye Dışişleri Bakanlığı tarafından yayınlanan bildiride de yer almıştı.13 Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad konuyla ilgili yaptığı bir açıklamada 1,2 milyon Irak’lı mülteciye ev sahipliği yapan Suriye’nin saldırılardan sorumlu ülke olarak suçlanmasının ahlaki olmadığını belirtmişti. Sözlerinin devamında Esad yıllardır terörizmle mücadele etmiş bir ülkenin suçlanmasını politik mantıktan yoksun bir bakış açısının ürünü olarak değerlendirdiklerini ve ayrıca herhangi bir 
kanıt olmadan Suriye’nin suçlanmasının kabul edilemez ve mantık dışı olduğunu açıklamıştır.14 

Şam yönetiminin yanı sıra Irak içindeki bazı siyasi partiler de Maliki’den Şam rejimine yönelik suçlamaları kanıtlamak için bir heyeti delillerle birlikte Suriye’ye göndermesi yönünde baskıda bulunmuştu. Sadr grubuna bağlı parlamenter lerden Kenani, Irak hükümetinden krizi aşmak için içinde Savunma, Güvenlik ve Dışişleri bakanlığından kişilerin yer alacağı bir heyetin Şam’a gönderilmesini talep etmişti.15 Dolayısıyla Dışişleri Bakanı Davutoğlu da görüşmeleri sırasında Irak tarafından Suriye’nin doğrudan suçlanması yerine sorunun aşılması için Şam’a sunulmak üzere güvenilir delilleri istemesi dikkat çekicidir. Bu çerçevede Dışişleri Bakanı Davutoğlu ile Başbakan Maliki görüşmesinin ardından Iraklı yetkililerin Suriye’ye sunulmak üzere bazı bilgi ve belgeleri Türk heyetine verdiği ileri sürülmüştür.16 Bağdat’taki temasları sırasında ara buluculuk rolü hakkında bir açıklama yapan Dışişleri Bakanı Davutoğlu Irak tarafından kendisine sunulan bilgileri Şam’da görüşeceği Beşar Esad ve Dışişleri Bakanı Velid Muallim’le paylaşacağını ifade etmişti.17  Bununla birlikte Türkiye, iki ülke arasındaki sorunların diplomatik yöntemlerle çözümlenmesi için Türkiye’nin de içinde yer alacağı üçlü bir danışma mekanizmasının kurulmasını önermiştir. 

Bağdat ve Şam görüşmeleri hakkında basına demeç veren Davutoğlu, krizin aşılması konusunda iyimser olduğunu açıklamıştır. Davutoğlu, “Suriye’ deki görüşmelerimde çok aydın bir yaklaşım sergilendiği için çok mutluyuz ve birlikte çalışmaya devam edeceğiz” ifadelerini kullanmıştır. Davutoğlu Türk tarafının krizin aşılması yönünde her iki tarafa önerilerde bulunduğunu açıklamış ancak önerilerin kamuoyuyla paylaşılmayacağını ifade etmiştir.18 

Türkiye’nin Şam ve Bağdat arasında arabuluculuk girişimi farklı soruları gündeme taşımıştır. Yaklaşık son 30 yıldır İran’la iyi ilişkilere sahip olan Suriye’nin Irak’ı istikrarsızlaştırma politikasını benimsemesine kuşkuyla yaklaşan Sorbonne Nouvelle Üniversitesi’nden Prof. Dr. Khattar Abu Diab, 19 Ağustos saldırılarının Suriye ile Irak arasında Stratejik İşbirliği Anlaşması’nın imzalanmasından bir gün sonra gerçekleşmesine dikkat çekmektedir.19 İran rejimiyle stratejik işbirliğine sahip Suriye’nin Irak’ı istikrarsızlaştırma politikasına destek vermeyeceği veya İran’a rağmen Irak’ta farklı bir gündemle hareket etmeyeceğiileri sürülmektedir. İran-Suriye ilişkilerine dikkat çeken yazarların temel bakış açısını özetlemek gerekirse her iki ülkenin özellikle HAMAS, Hizbullah ve İsrail politikalarının örtüştüğüne dikkat çekmektedirler. Ayrıca iki ülkenin de ideolojik olarak birbirine yakın oldukları ileri sürülmektedir. Aleviliğin Şiiliğin bir kolu olduğuna dikkat çeken bu görüşe göre İran ve Suriye rejimi 
bölgedeki Şii grupları desteklemektedir. Nitekim Ortadoğu’daki Şii hilali kavramı da çoğu zaman İran, Irak, Lübnan (Hizbulah bağlamında) ve Suriye’deki Alevi rejimden oluştuğu ileri sürülmektedir. İran ve Suriye arasındaki ilişkinin tarihsel geri planına dikkat çeken yazarlara göre iki rejim arasında politik, güvenlik ve ideolojik bir ittifak bulunmaktadır.20 Dolayısıyla tam da bu noktada şu sorunun sorulmasında oldukça yarar vardır, Suriye İran’a rağmen Bağdat’taki yönetimi istikrarsızlaştırma politikası güdebilir mi, diğer bir deyişle Suriye’nin İran’dan farklı bir Irak politikası var mıdır? 

Suriye’nin Irak ve İran Politikası

Suriye-Irak ilişkilerinin tarihsel olarak sorunlu olduğunu belirtmek gerekir. Suriye’deki Baas rejiminin ardından 1968’de Irak’ta Baas Partisi’nin 
iktidara gelmesi, ilişkilerde birleştirici olmaktan öteye ayrıştırıcı bir rol oynamıştır. İki rejim, uzun yıllar kendilerini Baas ideolojisinin gerçek 
temsilcisi olarak göstermiştir. Suriye, 1980-1988 İran-Irak Savaşı’nda İran’ın yanında yer almıştır. 1991 Körfez Savaşı’na doğrudan destek veren 
Suriye yönetimi 2003 işgaline karşı çıkmıştır. 

  < Arabuluculuk girişimlerinde bulunan Türkiye’nin önündeki en büyük engel Irak-Suriye ilişkilerinin karmaşık yapısıdır. Bununla birlikte bölge ülkeleri ve küresel güçlerin iki ülke ilişkileri üzerinde oynadığı rol dikkate alındığında arabuluculuk rolünün zorluğu daha iyi anlaşılacaktır. >


    2003 sonrası dönemde Irak’ta meydana gelen gelişmeler doğrudan Suriye’yi etkilemeye devam etmektedir. Şam yönetimi, Irak kaynaklı istikrarsızlık unsurlarını ortadan kaldırmak veya etkilerini azaltmak için diğer bölge ülkeleri gibi Irak’taki gelişmeleri yakından takip etmektedir. 

Şam yönetimi Irak’ın toprak bütünlüğünü, birliğini ve üniter yapısını desteklemektedir. Bunu iki nedenden dolayı desteklemektedir. Hem Kürt 
hem de Şii bir devleti tehdit olarak algılamasından dolayı Irak’ın bütünlüğünü koruma politikasını desteklemektedir. Diğer yandan Sünnilerin Bağdat’taki iktidar üzerinde Saddam döneminde olduğu gibi etkili bir konum elde etmesini istemektedir. Bununla birlikte İran’dan farklı olarak Şiilerin hâkimiyetindeki bir merkezi yönetime karşı çıkılmaktadır. Bazı Suriyeli yazarlar Irak’taki üniter yapının önemini şu cümlelerle ortaya koymaktadırlar: “Irak’taki mezhepsel ayrışma doğrudan bizim toplumumuzu da etkileyecektir. Çünkü, bizde de mezhepsel bir yapı vardır. Herhangi bir çözülme durumunda bizi etkilememesi kaçınılmazdır. Bunun yanında Kürtlerin de kendi bölgelerinde bağımsız bir aktör olarak güçlenmesini istememekteyiz. Hem Kürt hem de Şiiler dolayısıyla bizler Irak’ta merkezi yapıyı desteklemekteyiz. Ve bu merkezi yapı içinde Sünni grupların önemli bir konumda olmasını tercih ederiz.”21 

Suriye’nin Iraklı Şiilerle ilişkilerine gelince, Esad yönetimi Iraklı Şiilerle Suriyeli Araplar arasında önemli sorun alanlarının olduğunu ileri sürmektedir. 
Suriyeli akademisyenlere göre taraflar arasındaki temel sorun alanlarının başında Şiilerin Amerikan işgaline doğrudan destek vermesi gelmektedir. Suriye tarafına göre, “Iraklı Şiiler Amerikan işgalini desteklerken bizler Amerikan işgaline karşı çıkmıştık. İkincisi Iraklı Şii grupların önemli bir kısmı bugün Irak’taki Sünni direnişin Suriye tarafından desteklendiğine inanmaktadır. Son olarak da mezhepsel farklılık vardır. Bizdeki Alevilik ile İran’daki Şiilik oldukça farklıdır. Biz de imamın arkasından gitmek diye bir durum söz konusu değildir. Alevi toplumu açık bir toplumdur. Oysa Irak Şiiliği oldukça farklıdır. Mezhepsel ve politik farklılıklar iki taraf arasındaki gerginliğin sürmesine yol açmaktadır. 
Açıkça belirtmek gerekirse Suriye bölgede bir Şii devleti kurulmasına karşıdır”.22 

Suriye’nin önde gelen Ortadoğu uzmanlarından Dr. Samir al Taki de Suriye Aleviliği ile İran Şiiliğinin birbirinden farklı olduğunu ifade etmektedir. 
Taki’ye göre Suriye-İran ilişkileri ideolojik veya mezhepsel olmaktan ziyade politiktir. Taki, Suriye’nin İran ve Rusya’yla iyi ilişkilere sahip olmakla birlikte bu ülkelerin Suriye’nin dış veya iç politikasına müdahale etmesine asla izin verilmediğini belirtmektedir. Bu çerçevede Irak konusunda farklı çıkar ve politikalara sahip olunduğunu ileri sürmektedir.23 

Bununla birlikte Suriye rejimi güvenlik nedeniyle İran’la yakın ilişkilerini sürdürmektedir. Suriyeli yazarların da önemle üzerinde durduğu 
gibi Ortadoğu’daki olası bir askeri kriz durumunda Şam yönetimin güvenebileceği tek ülke Tahran’dır. İsrail ile arasında Golan Tepeleri sorunu sürdüğü bir dönemde Şam’ın Tahran’la stratejik işbirliğini sonlandırması beklenmemektedir. 

İran Yerine Türkiye

Şam-Bağdat arasındaki krizin aşılmasında Türkiye ile birlikte İran da arabulucu rol oynamaya çalışmaktadır. Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun ziyaretinden iki gün önce İran Dışişleri Bakanı Manuşer Muttaki Bağdat’ı ziyaret etmişti. Davutoğlu’nun Bağdat’taki görüşmeleri sırasında Muttaki de Şam’da Suriyeli yetkililer ile görüşmelerde bulunmuştu. Davutoğlu’nun Suriye’ye geçmesinin ardından Muttaki Bağdat’a gelerek Iraklı yetkililerle bir dizi görüşme gerçekleştirmiştir. Dolayısıyla iki ülkenin eş zamanlı olarak arabuluculuk rolü oynaması dikkat çekmiştir. 
Ancak, İran’ın konumu ile Türkiye’nin konumu arasında önemli farklar olduğunu belirtmek gerekir. Birincisi yukarıda da belirtildiği üzere Irak’ta bazı kesimler Suriye’yi suçlarken diğer bir grup doğrudan İran’ı Irak’taki istikrarsızlığı körüklemekle suçlamaktadır. İran’ın bazı kesimler tarafından suçlandığı bir ortamda arabuluculuk rolünü nasıl oynayacağı soru işaretidir. Ayrıca, İran’ın Türkiye’den farklı olarak tüm Iraklı gruplar üzerinde önemli bir etkiye sahip olmadığını belirtmek gerekir. Özellikle Sünni Arapların İran’a bakışı oldukça olumsuzdur. Diğer yandan son yıllarda Ankara tüm Iraklı gruplarla iyi bir işbirliği kurma yönünde başarılı adımlar atmıştır. Türkiye-Irak ilişkilerinde yaşanan gelişme 2009 Temmuz’unda taraflar arasında imzalanan Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi anlaşmasıyla daha da artmıştır. Stratejik İşbirliği 
Anlaşması kapsamında iki ülke arasındaki işbirliğinin güvenlikten ekonomiye, eğitimden kültürel alana oldukça geniş bir zeminde geliştirilmesi öngörülmektedir. 

Türkiye aynı zamanda Suriye’yle oldukça iyi ilişkilere sahiptir. Suriye Dışişleri Bakan Yardımcısı Abdulfettah Ammuri Türkiye Suriye ilişkilerinin stratejik olduğunu ve arabuluculuk girişimleri konusunda Türkiye’nin tercih edildiğini belirtmektedir. Ammuri “Bizler Türkiye’yi güvenilir bir ülke olarak görmekteyiz. Türkiye aynı zamanda Suriye’nin hassasiyetlerini bilen bir ülkedir. Türkiye’nin her geçen zaman daha büyük bir bölgesel güç olduğunu görmekteyiz. Hiç kimse Türkiye’yi göz ardı edemez. İsrail ile dolaylı görüşmelerin Türkiye aracılığıyla yürütülmesinde Türkiye’nin Suriye’nin hassasiyetine uygun bir politika yürütmesinin önemli bir rolü vardır. Arap kardeşlerimiz neden bu görüşmelerin Mısır veya Suudi Arabistan tarafından yürütülmediğini dile getirmektedir. Biz elbette Arap ülkelerine de güveniyoruz fakat Türkiye’nin hem güvenilir 
hem de neyi nasıl ve hangi yoldan elde edecek bir diplomasi yürüttüğünün farkındayız demekteyiz”24 

Diğer yandan Suriye’de gerçekleştirilen kamuoyu yoklamalarında da Suriye’deki toplumun model olarak İran yerine Türkiye’yi tercih ettiği görülmektedir. Suriye’de gerçekleştirilen bir kamuoyu araştırmasına göre Suriye halkının %85’i Türkiye’yi İran’a tercih ettiğini belirtmiştir. 

Suriyeli bir yazara göre “Şam rejimi savaş ve güvenlik istediği zaman doğrudan İran’a yönelmek zorunda kalmaktadırlar. Ancak modernleşme ve 
barış istiyorsak Türkiye’ye yöneliriz”.25 

Türkiye ve Suriye’nin Irak politikaları arasında da oldukça önemli benzerlikler bulunmaktadır. Her iki ülke Irak’ın parçalanmasına açıkça karşı çıkmakta ve tüm grupların siyasal sistemde temsil edilmesini sağlamaya çalışmakta, bölgede ikinci bir Şii devletinin kurulmasına karşı çıkmaktadır. 
Diğer yandan Maliki yönetiminin de son dönemlerde daha bağımsız ve Arap milliyetçiliği esaslı bir politika yürütmesi dikkat çekicidir. 
Bu durumda son aylarda Türkiye-Irak ve Suriye üçgeninde artan işbirliğinin Türkiye’nin arabuluculuk çalışmalarıyla belli bir noktaya taşınacağı 
ileri sürülebilir. Ancak, krizin bir bütün olarak son bulması oldukça güçtür. 

Sonuç 

Bağdat-Şam arasındaki krizde hem Türkiye hem de İran’ın arabuluculuk girişimlerinde bulunmasına karşın, Tahran’ın tüm Iraklı gruplarca ve Suriye tarafından güvenilir bir ülke olarak görülmediğini belirtmek gerekir. Türkiye’nin son yıllarda bölgede artan prestijinin ve güvenilirliğinin de etkisiyle ara buluculuk rolünü oynayabileceği öngörülmektedir. Bununla birlikte Irak-Suriye ilişkilerinin karmaşık yapısının Türkiye’nin girişimleri önündeki en önemli engelli oluşturduğu açıktır. Her iki ülke dışında bölge ülkeleri ve küresel güçlerin Bağdat-Şam ilişkilerinde rol oynadığı dikkate alınırsa, ara buluculuk rolünün zorluğu daha iyi anlaşılacaktır. 

Irak hükümeti Esad rejimini eski Baasçıları korumakla suçlamayı sürdürdüğü bir dönemde Suriye ulusal çıkarları gereği Bağdat’taki Şii merkezli yapının zayıflatılmasını istemektedir. Buna karşın Iraklı Şiiler iktidar üzerindeki etkilerini yaymaya çalışmaktadır. Dolayısıyla 2009 ve 2010 yılında da Irak’ta şiddetin ve Suriye-Irak arasındaki krizin sürmesi olasıdır. 

DİPNOTLAR 

1 Edward Yeranian, “Government Says August Was Bloodiest Month for Iraqis in Past Year”, Voice of America News, 01 September 2009,
http://www.voanews.com/english/2009-09-01-voa31.cfm. 

2 Edward Yeranian, “Explosions in Northern Iraq Claim More Lives”, Voice of America News, 29 August 2009, 
http://www.voanews.com/english/2009-08-29-voa7.cfm. 

3 Voice of America News, “Al-Qaida Claims Responsibility for Baghdad Blasts”, 25 August 2009, 
http://www.voanews.com/english/2009-08-25-voa20.cfm. 

4 Baas kökenli direniş hakkında bkz., Veysel Ayhan-Ferhat Pirinççi, Saddam Hüseyin: Tarih Yeniden Yazılırken, Ankara: Platin Yay., 2008. 

5 Yeranian, “Government Says..”, loc. cit. 

6 Rebwar Kerim, Mülakat, 23.07.2009, Irak. 

7 Peyamner News, “Iraq Military Broadcasts Confession on Bombing”, 26 August 2009, 
http://www. peyamner.com/details.aspx?l=4&id=139927. 

8 Peyamner News, “Iraq’s ambassador to leave Damascus “at suitable”, 26 August 2009, 
http:// www.peyamner.com/details.aspx?l=4&id=139941. 

9 Peyamner News, “Iraq: Syria discards suspects hand over”, 28 August 2009, 
http://www.peyamner.com/details.aspx?l=4&id=140159. 

10 Ibid. 

11 Dışişleri Bakanlığı’nın 28 Ağustos 2009 tarihli ve 152 No’lu Bildirisi. 

12 Milliyet Gazetesi, “Davutoğlu Devrede”, 1 Eylül 2009, 
http://www.milliyet.com.tr/Dunya/HaberDetay.aspx?aType=HaberDetay&KategoriID=2&ArticleID=1134175&Date=01.09.2009&b=D 
avutoglu%20devrede 

13 Peyamner News, “Syria rejects Iraq’s remarks, recalls ambassador”, 25 August 2009, 
http://www.peyamner.com/details.aspx?l=4&id=139777 

14 Peyamner News, “Accusing Syria of killing Iraqis “immoral” – Assad”, 1 September 2009, 
http://www.peyamner.com/details.aspx?l=4&id=140706. 

15 Peyamner News, “Accusing Syria of killing Iraqis “immoral” – Assad”, 1 September 2009, 
http://www.peyamner.com/details.aspx?l=4&id=140706. 

16 Milliyet Gazetesi, loc. cit. 

17 Peyamner News, “Turkish FM says Baghdad’s information convincing”, 1 September 2009, 
http://www.peyamner.com/details.aspx?l=4&id=140708 

18 Milliyet Gazetesi, loc. cit. 

19 Yeranian, “Gaverment..”, loc. cit. 

20 Bu konudaki görüşler için bkz., Chris Phillips, “Why Syria’s bridge to Iran won’t be on the table 
in any bargaining with the West”, The Foreign Policy Centre, 
http://fpc.org.uk/articles/432,    (e.t.02.09.2009) 

21 Mülakat, 21.08.2009, Şam. 

22 Mülakat, 21.08.2008, Şam. 

23 Samir Altaqi, Mülakat, 21.08.2008, Şam. 

24 Abdulfettah Ammuriy, Mülakat, 20.08.2008, Şam. 

25 Mülakat, 22.08.2008, Şam. 




***

Erdoğan - Putin görüşmesi BOP'u bitirir



Erdoğan - Putin görüşmesi BOP'u bitirir



9.8.2016 - 15:58
















Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ile Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın St.Petersburg’daki görüşmesinin, Rusya-Türkiye ilişkilerinin gelişmesinin önemli dönüm noktalarından biri olacağı bekleniyor.
Uzmanların çoğu, önümüzdeki görüşmeden sonra yeni alanların da dahil olacağı ikili işbirliğinin hızla büyüyeceğini öngörmekte. Türkiye’nin Batı ile olan ilişkilerinin güçleştiği bir ortamda Rusya ile Türkiye arasındaki güvenlik alanındaki işbirliğinin yeni bir seviyeye çıkabileceğinden söyleniyor. 
Rusya-Türkiye gelişen ilişkileri hangi yeni alanları kapsayabilir? Türkiye, Rusya ile olan işbirliğini hangi sürelerde ve hangi hızla gelişmiş ortaklık düzeyine çıkarmayı planlıyor? Türkiye, Rusya ile işbirliğini güvenlik konuları da kapsayacak şekilde geliştirmeyi düşünüyor mu?




Konuyla ilgili Sputnik Radyosu’na konuşan Türkiye Emekli Subaylar Derneği Başkanı emekli Hava Korgenerali Dr. Erdoğan Karakuş şu değerlendirmelerde bulundu.
Türkiye’nin Rusya ile olan işbirliği her alanı kapsamalı, en kısa sürede gelişmiş ortaklık düzeyine çıkarılmalı ve en büyük hızla geliştirilmeli. Çünkü zaman onu gösteriyor. Şöyle söylemek istiyorum: Türkiye’nin Rusya ile, Rusya’nın da Türkiye ile ilişkilerinin düzelmesi bazı sömürgeci devletlerin işine gelmiyor. Bunu siz de görüyorsunuz. Ve Türkiye’deki 15 Temmuz’daki olay odur. Yani Amerika Birleşik Devletleri ve genel olarak Batı, Türkiye-Rusya, Rusya-Türkiye ilişkilerinin düzelmesi ile ilgili rahat değiller. Ve o nedenle bu olay çok önemli. Türkiye Cumhuriyeti için de, Rusya Federasyonu için de fevkalade önemlidir bu buluşma. Çünkü bu ‘Büyük Orta Doğu Projesi’nin de önlenmesi olacak. Yani Türkiye ile Rusya’nın bu birlikteliği çok büyük bir ortama taşıyacak. ‘Büyük Orta Doğu Projesi’, malumunuz hem Batı Avrupa’nın hem de Amerika Birleşik Devletleri’nin projesidir. Şimdi öyle olunca Rusya-Türkiye birlikteliği sayesinde Suriye’deki olayları da çözmek çok kolay olacak.



15 Temmuz olayı yani FETÖ’nün darbe teşebbüsü, hükümeti daha bir noktada duyarlı davranmaya, Rusya Federasyonu ile ilişkilerin daha iyi noktalara taşınmasına neden oldu. Sayın Cumhurbaşkanı da onu söylüyor zaten. Diyor ki, ‘bu darbe teşebbüsü tamamen bu terör örgütünü destekleyen Batı’dan kaynaklanmaktadır’. Bu konuda kendi izahatı var, kendi sözü var. Bu olay o nedenle çok önemli, çok kısa zamanda bütün yönleriyle Rusya Federasyonu – Türkiye Cumhuriyeti ilişkilerinin fevkalade iyi noktalara talşınması gerekir. Biz bunu hep söyledik. Yani Suriye’de olaylar başladığında da söyledik. Ondan sonra efendim her türlü teşebbüsü, her türlü çalışmayı yaptık. Ama aramızı bozmak isteyenler muhakkak ki devreye girdi. Her şey çok iyi olacak diye düşünüyorum.
Her alanı kapsaması gerektiğini derken güvenlik konuları da kastediyorsunuz, değil mi?
Tabi ki. Zaten bu doğrudan güvenlik sorunu. Bakın söylüyorum, bugün Rusya-Türkiye ilişkilerinin en önemli noktası zaten güvenlik konusu. Yani bu Batı’nın ‘Büyük Orta Doğu Projesi’nin söndürülmesi gerekir. Söndürülmediği takdirde ne Suriye’de, ne Irak’ta, ne de bir başka yerde istikrar söz konusu olamaz. O yüzden Batı’nın ümidini yok edecek en önemli anlaşma Rusya ile Türkiye arasındadır. Bu zaten en önemli güvenlik konusudur.


http://www.habervitrini.com/gundem/erdogan--putin-gorusmesi-bopu-bitirir-855841


28 Aralık 2016 Çarşamba

Türkiye’nin Gücü Tüketilmeye Çalışılıyor




Türkiye’nin Gücü Tüketilmeye Çalışılıyor





Prof. Dr. Atilla SANDIKLI

28 Aralık 2016








Strateji üretebilme kabiliyetinin yetersizliği nedeniyle uygulanan politikalar her geçen gün Türkiye’nin gücünü tüketiyor. Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında model ülke olmak ve ABD’nin Ortadoğu’dan çekilmesi sonucu oluşacak güç boşluğunu doldurmak maksadıyla, Müslüman Kardeşler ve Hamas ile işbirliğini geliştiren Türkiye, yumuşak ve sert gücüyle Ortadoğu bölgesinde birincil güç haline geldiğini ileri sürdü. Yakaladığı gelişme trendi sayesinde elde ettiği özgüvenle küresel ve bölgesel güçlere meydan okumalarda bulundu. Stratejik Derinlik kitabındaki öngörüler ve hedefler doğrultusunda bölgeyi şekillendirmek için kendi projelerini geliştirdi ve uygulamaya koydu. Türkiye’nin bu girişimleri diğer bölgesel güçleri ve bölgede çıkarları olan küresel güçleri rahatsız etti. ABD, AB, Rusya, İran, Mısır ile ilişkiler bozuldu. Irak ve Suriye ile gerilim arttı. Türkiye hedef ülke haline geldi.

Özgürlük, demokrasi, serbest piyasa ekonomisi, AB’ye katılım müzakereleri, İslam ülkeleri ve Türk Cumhuriyetleri ile ilişkiler sayesinde kazanılan yumuşak güç; Gezi Olayları, 6-8 Ekim Kobani kalkışması, iç politikada derinleşen kutuplaşma, çözüm sürecinin çökmesi, ABD ve AB ile yaşanan sorunlar nedeniyle Batıdan uzaklaşma Türkiye’nin yumuşak gücünü tüketmeye başladı.   

Balyoz-Ergenekon davaları ve 15 Temmuz Darbe girişimi Türkiye’nin sert gücüne büyük zararlar verdi. Silahlı Kuvvetlerin komuta kademelerinde ve uzman personel ihtiyacında önemli hassasiyetler oluşturdu. Artan ve kontrolden çıkan terör eylemleri Türk güvenlik güçlerinin teröre angaje olmasına neden oldu.

Bu olumsuz süreçte PKK terör örgütü Irak’ta Sincar bölgesine yerleşti. Haseke Kobani ve Afrin’de kanton yönetimleri oluşturdu. Haseke ve Kobani arasındaki bölgeyi de ele geçirerek iki kantonu birleştirdi. Cerablus ile Mare arasındaki bölgeyi de ele geçirerek Afrin kantonuyla da birleşmeyi hedefledi. Bu sayede Irak’ta Sincar bölgesi dahil Suriye’nin kuzeyinde bir PKK devleti oluşturulacaktı. Cerablus’a yönelik girişimlere Türkiye büyük tepki gösterince ve fiili müdahalede bulununca güneyde Mümbiç ele geçirildi. PKK’nın bütün bu girişimleri ABD tarafından bölgesel güvenlik ortamı şekillendirilerek, eğitim ve lojistik destek sağlanarak, özel harekât timleri ve hava kuvvetleriyle desteklendi.

Esad yönetimi Rusya, İran ve Hizbullah ile işbirliği yaparak Halep’e saldırdı ve muhalif güçlerin Halep’i terk etmesini sağladı. IŞİD’ten sonra El Nusra ve bağlantılı örgütler de terör örgütleri olarak onandı. Terörle mücadele edilecek örgütler kapsamına dahil edildi.

Bu gelişmelere paralel olarak Türkiye kendisine yönelik en tehlikeli girişim olan Suriye’nin kuzeyindeki kantonların birleştirilmesini önlemek ve bu bölgede güvenli bölge oluşturmak maksadıyla Fırat Kalkanı Harekâtını başlattı. Cerablus Türk Silahlı Kuvvetlerinin başarılı bir operasyonu ile IŞİD’ten temizlendi. Operasyon kısa sürede Mare bölgesine ulaştı. Harekât El Bab’a yönelince iki önemli gelişme yaşandı. ABD, Rakka'ya yönelik harekâtı erteledi. IŞİD’e karşı hemen hemen hiçbir hava harekâtı yapmadı. Adeta El Bab’ın Rakka bölgesinde bulunan IŞİD güçleriyle takviye edilmesi için uygun ortam sağlandı.

Aynı anda Esad bütün gücüyle Rusya, İran ve Hizbullah’ın desteğiyle Halep’e saldırdı. Muhaliflerin bu bölgedeki IŞİD güçlerine yönelik baskısı ortadan kalktı. IŞİD’in El Bab’ı takviye etmesi ve direnişini güçlendirmesi için adeta güvenlik ortamı özellikle şekillendirildi.

ABD ve bölgedeki diğer güçler neden IŞİD’e karşı operasyonları birden bire durdurdu ve Türkiye’deki terör eylemleri hızla arttı? Açıklanan gelişmeler çerçevesinde bu soruya verilebilecek en doğru cevap: “Türkiye’nin yumuşak gücünden sonra sert gücünün de hedef alındığı ve tüketilmeye çalışıldığıdır.”

Siyaset tarafından uluslararası ilişkiler ortamı ve harekât ortamı uygun olarak şekillendirilmeden; güç, çıkar ve politika etkileşiminde erişilemeyecek hayalci hedefler doğrultusunda Türkiye sert gücünü fütursuzca kullanmaya devam ederse daha da yıpranacaktır. Yumuşak gücünden sonra sert gücünü de tüketme durumuyla karşı karşıya gelebilecektir. Bu da Türkiye’yi hedef alan ülkelerin düşmanca girişimlerinin daha da artmasına neden olabilir.

Gücün muhafazası ve caydırıcı olması önemlidir. Eğer güç İttihat Terakki dönemindeki gibi fütursuzca kullanılır, Birinci Dünya Savaşı’ndaki gibi tüketilirse Sevr Anlaşması gibi durumlarla karşı karşıya kalınabilir.


..