25 Kasım 2019 Pazartesi

Küresel Bilgi Ekonomisi ve Stratejik Aktivizm: Uluslararası Eğilimler ve Türkiye Tecrübesi, BÖLÜM 2

Küresel Bilgi Ekonomisi ve Stratejik Aktivizm: Uluslararası Eğilimler ve Türkiye Tecrübesi, BÖLÜM 2




     3. Küresel Yönetişim ve Ulusal Teknoloji Stratejileri

    Ekonomik küreselleşme ve ulusal ekonomi yönetimi arasındaki ilişkilere dair pek çok incelemede global ve ulusal düzeydeki düzenlemelerin, özellikle GATT 
sonrası küresel ticaret rejimi bağlamında tam bir karşıtlık ilişkisi içinde bulundukları yönünde tespitlere rastlamak mümkündür. Bu bağlamda küreselleşme dinamiklerinin ulusal karar alıcıları standart politika uygulama ve tepkileri vermek durumunda bıraktıkları ve kilit önemdeki sos-yoekonomik kararları almadaki manevra alanlarını büyük ölçüde daralttıkları genel olarak vurgulanan bir görüştür. Derinleşen küresel ekonomik entegrasyonun ulus devletlerin sanayi, yatırım ve ihracat profillerini modernize etmek için kullanabilecekleri opsiyonları sınırlayarak devletin ekonomik yönetişimdeki rolünü marjinalize ettiği dile getirilmektedir.
Aynı şekilde uluslararası ticaretin yönetişimi açısından da hükümetlerin –devlet gelenekleri, ideolojik eğilimleri ve politika öncelikleri ne olursa olsun- ulusal
sanayilerin korunması ve desteklenmesi yoluyla ihracat avantajı elde etmelerini sağlayacak politikaları terk etmek durumunda kaldıklarına da dikkat çekilmektedir (Held vd. 1999: 87-88). Ağırlıklı olarak neoliberal eğilimli çevrelerce dile getirilen bu görüşler evrensel kabul görmüş olmasa da, Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ)’nün devreye girdiği 1995 sonrası döneme dair analizlerin pek çoğunda “ulusal ve küresel regülasyon rejimleri arasında bir ters orantı bulunduğu” fikrinin ağırlıklı olarak yerleşmeye başladığı görülmektedir. 

    Sözü edilen baskın görüşe alternatif olarak öne sürülen daha nüanslı ve küresel ekonomi politiğin realiteleri ile daha uyumlu bir görüşe göre ise, özellikle sanayileşmiş ülkelerdeki ulusal karar alıcılar bir taraftan çok taraflı (multilateral) yönetişim rejimlerinin istikrar getirici avantajlarından faydalanmak isterken, diğer taraftan oluşan kurumsal regülasyon mimarileri içindeki boşlukları ve kaçış yollarını ülkelerinin çıkarları doğrultusunda kullanmaktan kaçınmamaktadırlar. 
Bu revizyonist yaklaşım ışığında Avrupa entegrasyonundan finansal piyasaların regülasyonuna, mali reform politikalarından sosyal yardımlara kadar pek çok alanda yapılan uygulamalı araştırmalar aynı gerçeğe işaret etmektedir.4   

    Burada dikkat çekilmek istenen husus özellikle OECD çatısı altındaki sanayileşmiş ülkelerin bir taraftan uluslararası ticari ve ekonomik ilişkileri disipline edici temel prensipler ve kurumsal mimariler yerleştirme gayreti içine girerlerken diğer taraftan kendi ulusal çıkarlarını maksimize edebilmek adına bu kural ve prensiplerden kullanışlı kaçış kanalları oluşturmaya çalıştıkları olgusudur.
Ancak 2002’de başlayan Doha görüşmeler serisinin tıkanmasına yol açan ve çoğu zaman ulusal siyasi-sosyal baskılardan kaynaklanan bu pragmatik eğilimlerin de ötesinde küresel yönetişim mimarisindeki bazı yapısal problemlerin de aydınlatılması şarttır. Örneğin küresel çapta ticaret ilişkilerini düzenleyen DTÖ rejimi altında ticaretin liberalizasyonu prensiplerine aykırı olduğu gerekçesiyle yasaklanan politika tedbirlerinin çoğu görece ileri bir sanayileşme ve teknolojik gelişme aşamasına ulaşmış ülkeler için stratejik önemi olmayan tedbirleri kapsamaktadır. Buna karşın açık şekilde yasaklanmayan ya da izin verilen destek politika ve tedbirleri bilgi-yoğun teknolojilerde ilerlemiş ülkelerin ulusal kalkınma hedeflerini sanayi, teknolojik ve rekabet avantajlarını geliştirme öncelikleri ile paralel biçimde dizayn etmelerine zemin hazırlayacak nitelikte şekillendirilmiştir. Diğer bir deyişle küresel ticaret regülasyonu, ticaretin küresel kalkınmanın motoru olarak kullanılması ve kuzey-güney eşitsizliklerinin azaltılması söylemlerinin aksine yapısal olarak “gelişmiş-ülke dostu” bir karakter taşımaktadır (bkz. Amsden 1999; Elsner ve Groenewegen 2000: 474; Mytelka 2000).

    İşte bu açıdan bakıldığında sanayileşmiş ülkelerin kendi kalkınma çizgileri ile uyumlu olarak geçmişte zenginliklerinin dayandığı daha sermaye ve işgücü yoğun sektörler yerine teknoloji ve bilgi-yoğun sektörlerin ulusal otoriteler tarafından stratejik olarak desteklenmesine imkân sağlayan bir küresel ticaret rejimi ile milli refah artışlarını kolaylaştırmayı umdukları açıktır. Ancak DTÖ rejimi tarafından hayata geçirilen sıkı kuralların küreselleşme yazınında çokça iddia edildiği gibi ulus devletin sosyoekonomik rolünü ortadan kaldırmaktan ziyade daha ince tasarlanmış ve teknoloji odaklı stratejik müdahale imkânları doğurarak belli alanlarda ulusal katkıları daha da kritik hale getirdiği gözden kaçırılmamalıdır. Gelişmiş ülkeler açısından yeni çok taraflılık (new multilateralism) eğiliminin sınaî ve teknolojik kalkınmışlık seviyelerini ilerletmek için kurumsal bir manivela olarak kullanılmakla birlikte nasıl gelişmekte olan ülkelerin kalkınma kulvarlarını tıkayan bir takoz işlevini yerine getirdiğini görmek için DTÖ’nün son yıllardaki kalkınma-karşıtı duruşuna ve çevre ülke yönetimleri ne önyargılı müdahalelerine bakmak yeterli olacaktır. (Chang 2002; Wade 2003).
    Bu incelemede başlı başına ayrı bir makale konusu olabilecek sanayileşmiş devletlerin DTÖ kurallarını yeni görüşme maratonlarına neden olacak şekilde nasıl deldikleri konusu tartışılmayacak, ancak somut ve meşru tedbirler yoluyla bu devletlerin ulusal rekabet güçlerini arttırmak adına başvurdukları stratejik adımlar mercek altına alınacaktır. Aynı doğrultuda yeni karşılıklı bağımlılık ilişkilerinin hiç beklenmedik şekilde geleneksel gümrük vergileri ve teşvikler üzerinden yapılan korumacı girişimler yerine teknoloji-yoğun sektörleri destekleyen daha karmaşık tedbirleri gündeme getirmek suretiyle devletin sınaî/teknolojik yönetişimdeki stratejik rolünü arttırmalarına dikkat çekilecek ve bunun küreselleşme teorisi açısından yansımaları irdelenecektir. 

    3.1. OECD Ülkelerinde İleri Teknoloji Politikaları ve Stratejik Akti-vizm

    Küreselleşme yazınında son dönemde baskın olarak öne çıkan neoliberal görüşlere itibar edilecek olursa, sektörel yapıları ve gelişmişlik seviyeleri ayırt edilmeksizin devlet aygıtlarının evrensel olarak makroekonomik politika yapımı ve kalkınma süreçlerinin “marjinal uçlarında oyalandıklarını” (Cerny 1995) beklemek gereklidir. Ancak görünürde küresel ticaret rejiminin liberalleştirilmesi amacıyla oluşturulan DTÖ rejimi ve kurallarının bizzat kendilerinin bilimsel ve teknolojik kapasiteyi arttırıcı araştırma-geliştirme aktivitelerine uygun zemin hazırlayarak özellikle gelişmiş ülkelere sınaî-teknolojik rekabet güçlerini arttırma yönünde uygun fırsatlar sunduğu da gerçektir (Amsden 1999: iii).5   

    DTÖ’nün ortaya koyduğu sıkı regülasyon ortamında dahi ulusal karar alıcıların kendi sınırları içerisinde kurulu ya da katma değer, istihdam ya da vergi gelirleri 
açısından yerel sayılan sınaî-teknolojik girişimleri stratejik biçimde destekleme ve onların küresel çapta aktörler olmalarını sağlama yolunda müdahale etme 
imkanlarına sahip olabilecekleri gerçeği ilk bakışta çok ilginç gelebilir. Ancak tarihsel ve kurumsal olarak kamu otoritelerinin stratejik liderlik geleneğine sahip oldukları Doğu Asya gibi bağlamlarda sanayi, ticaret ve teknoloji politikalarının halen stratejik bir karakter taşıdıkları fikri belki daha kolay kabul edilebilecektir. 
Gerçekten de, Asya-Pasifik havzasında 1990’lı yılların sonlarında yaşanan sistemik finansal ve sosyoekonomik krizin çok yönlü etkilerinden kaynaklanan köklü siyasal ve yapısal dönüşümlere rağmen pek çok saygın gözlemci ortaya koydukları sektör-spesifik ve derinlikli analizlerde Doğu Asya ülkelerinin büyük çoğunluğunda kamu aktörlerinin “stratejik oryantasyon” geleneğinin rafine ve sessiz bir biçimde devam etmekte olduğunu ortaya koymuşlardır (Schaede ve Grimes 2003; Amsden ve Chu 2003; Pekkanen 2003; Weiss 2003; Weiss ve Thurbon 2006).Küreselleşme teorisi açısından belki bundan daha da ilginç ve şaşırtıcı olan husus ise ABD ve İngiltere gibi neoliberal ideolojik yaklaşımlar ile piyasa-merkezci prensiplere beşiklik eden ülkeler ile Fransa ve Almanya gibi sosyal ya da “koordine edilen” piyasa ekonomilerinde de benzer stratejik eğilimlerin ortaya çıkmış olması ve bunların dış ticaret-teknoloji politikası üretim süreçlerini ciddi şekilde etkilemeye başlamış olmalarıdır. DTÖ ticari regülasyon rejimi tarafından yasaklanmayan ve OECD ülkeleri tarafından aktif biçimde kullanılan stratejik destek tedbirlerinin pek çoğunun genel bir özelliği ise kolaylıkla ölçülebilir olmamalarıdır. 

    Kanadalı bir ticaret otoritesinin vurguladığı gibi, “bilgi-yoğun sektörlerde stratejik kamu desteği eski ekonomiden farklı olarak somut üretim kapasitesinin arttırılması yoluyla değil, daha ziyade geniş tabanlı bilimsel-teknolojik ‘know-how’ arttırıcı biçimlerde gerçekleştirilmekte; bu da, araştırma-geliştirme çalışmalarında kamu-özel sektör ortaklıkları, entellektüel mülkiyet transferleri ve bilgi altyapılarının sağlanması gibi metotlarla uygulanmaktadır” (Kanada Hükümeti 2001). 

    Burada dikkat çekilmesi gereken önemli bir nokta, gelişmiş ülkelerin DTÖ ticaret rejiminin oluşturduğu engellere takılmadan ulusal refah ve rekabet güçlerini arttırmanın başlıca yolu olarak geçmiş dönemlerde uygulanan imalat sektörlerinde üretim kapasitesini arttırma odaklı korumacı stratejilerden uzaklaşarak yüksek teknoloji geliştirme ve inovasyon kapasitelerine yoğunlaşılmasını görmeleridir.

    Araştırma-geliştirme (Ar-ge/R&D) politikaları açısından bakıldığında OECD ülkelerinin pek çoğunda yüksek teknolojiye dayalı küresel rekabetin öne çıktığı sektörlerde sadece “ulusal teknoloji politikalarının güçlendirilmesi” ile yetinilmediğini (Väyrynen 1999: 628), aksine Ar-ge çalışmalarının finansmanın da hükümetler in giderek projeleri stratejik olarak daha seçici ve yönlendirici biçimde konumlandıklarını gözlemlemek mümkündür. Bu bağlamda araştırma faaliyetlerinin genel olarak desteklenmesine dayalı bütüncül bir yaklaşımdan “bilim ve teknoloji yönetişimi” olarak tanımlanabilecek daha nüanslı bir stratejik yaklaşım dahilinde teknolojik araştırma projelerinin özenle seçildiği, zaman sınırlamalarının ve beklenen sonuçların net biçimde ortaya konulduğu yeni bir yaklaşıma geçildiği dikkat çekmektedir. ABD özelindeki sistemik değişimin temel mantığının “ulusal rekabet avantajını koordineli biçimde geliştirmek” (ABD Ticaret Bakanlığı 2000) olarak ifade edilmesi Ar-ge finansmanı bağlamında sözü edilen küresel eğilimler ile paralellik arz etmektedir. 1990’lı yıllardan bu yana geniş çaplı kamu destekleri ile beslenen “İleri Teknoloji Programı”nın da yüksek teknolojiye dayalı sektörlerde küresel rekabet gücüne sahip olabilecek proje ve girişimlerin titizlikle belirlenerek kamu-özel sektör ortaklıkları ve risk sermayesi finansmanı ile desteklenmesi fikri üzerine kurulduğu ve bilgi teknolojileri, yarı-iletkenler, biyoteknoloji ve ileri materyaller gibi yeni ekonomik sektörlere yoğunlaştığı görülmektedir (Busch 1999). 
    Amerikan tecrübesine paralel olarak OECD ülkeleri tarafından belirlenen ulusal öncelikler sağlık, milli savunma ve çevre gibi sektörlerde geleneksel destekleme programlarının yanında iletişim-bilişim teknolojileri (ICT), biyoteknoloji ve nanoteknoloji gibi yeni sektörlerde rekabet avantajının geliştirilmesini hedeflemektedir. 
Örneğin tüm Avrupa ve Doğu Asya ülkelerinde ulusal refah ve zenginliğin arttırılması için kilit önemde görülen biyoteknoloji endüstri-sinin küresel standartlarda kurulmasına dair genel bir eğilimden sözetmek yerinde olacaktır. Avrupa özelinde 1999 yılında çok zayıf bir bilimsel-ticari altyapı temeli üzerinden harekete geçen Fransız hü-kümetinin bilim insanları ve araştırma kurumlarına risk sermayesi sağlayarak bilimin ticarileştirilmesi yönünde oluşturdukları rejimin başarısı 2003 yılında Fransız biyoteknoloji sektörünün yıllık patent sayıları ve ciro açısından dünyada dördüncü sıraya yükselmesi ile kanıtlanmıştır. Aynı şekilde bilimsel/teknolojik gelişmeye karşı geleneksel olarak pasif bir tavır almakla suçlanan Alman yönetimlerinin de son dönemde yeni girişimlere altyapı desteği sağlamak, bölgesel biyoteknoloji merkezleri ve ileri teknoloji ağları oluşturmak ve kamu-özel sektör işbirliğinde yeni risk sermayesi kaynakları oluşturmak suretiyle daha proaktif bir bilim/teknoloji politikası uygulamaya koydukları görülmektedir (Lehrer 2000: 89). 

   Ekonomik liberalizmin beşiği İngiltere’nin dahi Japon sektörel hedefleme pratiğini andıran bir biçimde tıp araştırmaları ve ilaç sektörlerine yoğunlaşarak küresel rekabet gücünü arttırma hedefinden resmi olarak söz etmesi bu konudaki küresel uzlaşmayı yansıtması bakımından önemlidir. Son yıllarda daha aktif sanayi-teknoloji politikası izleneceğine dair en önemli kanıtlardan biri olarak Ar-ge finansmanına ayrılan kaynakların on yıl içinde milli gelirin yüzde 1.9’undan yüzde 2.5’ine yükseltilerek Almanya ve ABD seviyesine getirileceği ve böylece ulusal ekonominin gelecekteki refah yaratma potansiyelinin korunacağı İngiliz hükümeti tarafından dile getirilmiştir (DTI, İngiltere Ticaret ve Sanayi Bakanlığı 2004: 5-7). Tarihsel olarak aktivist sanayi ve teknoloji politikaları ile ünlü 
Doğu Asya ülkelerinde de benzer girişimlerin hayata geçirilmiş olduğunu gözlemlemek şaşırtıcı değildir. Japonya’da Başbakanlık bünyesindeki Ulusal Bilim ve Tek-noloji Konseyi Ar-ge finansmanının yönlendirilmesine yoğunlaşırken, ünlü Ekonomi, Sanayi ve Ticaret Bakanlığı METI de bilimsel araştırmalar ile ürün geliştirme süreçleri arasında köprü oluşturup çekirdek teknolojilerin hızla ticari alana aktarılmasını hedefleyen bir “stratejik inovasyon politikası” izlemektedir (Hiranuma 2002). Bilim ve teknoloji yönetişimi olarak görülebilecek bu genel stratejik eğilimin OECD ülkeleri nezdinde en önemli göstergelerinden biri inovasyon ve kritik sektörlerde yatırımları canlandırmak amacıyla kamu kuruluşlarının doğrudan risk sermayesi (venture capital) sağlamalarıdır. 

Bu bağlamda yeni statejik aktivizm rüzgârının kamu otoritelerinin büyük çaplı imalat sanayi şirketleri ve yatırımlarını krediler ve teşviklerle destekleme pratiğini büyük ölçüde terk edip bunun yerine ekonomik kalkınmada kilit öneme sahip ileri teknoloji projelerine finansal destek sağlamaya yönelttiği görülmekte dir (Weiss 2003: 251). DTÖ sonrası küresel yönetişim mimarisi içerisinde kamu alımları (procurement) ve uluslararası proje takipçiliği (advocacy) politikalarının da ulusal rekabet gücünü arttırma ve küresel rakiplere karşı stratejik avantaj sağlayabilme amacına yönelik olarak sanayileşmiş ülke yönetimleri tarafından yırtıcı biçimde kullanılan platformlar olduğu gözden kaçmamaktadır. 

    Kamu alımları hem yerel sınaî/teknolojik aktörleri destekleyip büyütme hem de yabancı oyuncuları ulusal kalkınma önceliklerine paralel projeler üretmeye zorlama enstrümanı olarak siyasi karar alıcılar için cazip bir stratejik araç işlevi görmekte ve başta ABD olmak üzere pek çok OECD ülkesi tarafından aktif biçimde kullanılmaktadır. 
    Diğer taraftan uluslararası proje takipçiliği de stratejik önemi her geçen gün artan bir ekonomi politik aktivizm alanını işaret etmektedir. Hükümetlerin ulusal firma ve girişimcileri ile koordineli biçimde dünya çapında erken proje geliştirme imkânlarını araştırmaları ve bu imkânların değerlendirilebilmesi için gerektiğinde cazip kredi/yardım teklifleri ya da yabancı hükümetler nezdinde uygulanacak diplomatik baskılar yoluyla sonuç alma eğilimlerinin güçlenmesi “yeni ekonomik diplomasi” yaklaşımının en önemli özelliklerinden birini oluşturmaktadır (Weiss ve Thurbon 2006). Bunun bir uzantısı olarak DTÖ rejiminin ihracat desteklerine getirdikleri kısıtlamalar aşılmak suretiyle kamu otoritelerinin ulusal şirketlerin küresel piyasalardaki paylarını genişletmek amacına yönelik olarak yeni pazarlara ticari gezi ve roadshow’lar düzenlemek; devlet-devlet, devlet-şirket ve şirket-şirket ilişkilerini kapsayan “üçlü diplomasi” egzersizleri gerçekleştirmek; kamu-özel sektör ortaklıkları yoluyla yeni teknolojik altyapı ve finansman imkanları oluşturmak; ve hatta ABD ve İngiltere örneklerinde görüldüğü gibi devletin kurumsal yapısını küresel rekabet öncelikleri doğrultusunda dönüştürmek gibi bir çok boyuta sahip girişimlerde bulundukları görülmektedir. 

    Küresel ekonomi politik perspektifinden ileri teknoloji politikalarına bakıldığında bilimsel ve teknoloji gelişme ile sınaî/ticari süreçler arasında kurulacak yakın geçişkenlik ilişkilerinin ekonomik büyüme, küresel rekabet gücünün ve ulusal refahın arttırılmasına yönelik stratejilerde oynayabileceği merkezi rolün ulusal karar alıcılar tarafından fark edildiği ve son yıllarda ileri teknoloji politikalarının kamu politikalarının merkezine oturtuldukları görülmektedir (OECD 2002). 

    Ayrıca teknoloji-yoğun alanlarda kaybedilen rekabet avantajının tekrar kazanılmasının diğer sektörlere oranla gereken yoğun finansman ve zaman gerekliliklerinden dolayı çok daha uzun sürdüğü-nün anlaşılması da “bilgi ekonomisi” ya da “ yeni ekonomi” olarak adlandırılan sektörlere yönelik olarak geleneksel ekonomik sektörlere uygulanan politikalardan daha farklı ticaret ve yerel organizasyon politikalarının uygulanması gerektiği noktasında bir uzlaşmanın ortaya çıkmasına neden olmuştur. Küreselleşme teorisi açısından bakıldığında ise ideolojik olarak stratejik aktivizm yaklaşımın meşrulaştırılması noktasında farklı ulusal otoriteler tarafından kullanılan üç ana söylemden söz etmek mümkündür: 

a) Piyasa oyuncuları için eşit bir oyun sahası oluşturma söylemi, 
b) Ulusal ticari çıkarları destekleme söylemi, 
c) Milli güvenliği koruma söylemi. 

   İlk söylemin özellikle neoliberal eğilimli yönetimler tarafından ekonomik alana yapılan müdahaleleri piyasalardaki olumsuzlukları ve diğer hükümetlerin adil 
olmayan etkilerini dengeleme gerekçeleriyle meşrulaştırmak amacıyla kullanıldığı görülmektedir. Özellikle kamu alımlarında ve uluslararası proje ta-kipçiliğinde 
bu eşit oyun sahası oluşturma söyleminin daha yırtıcı bir renge bürünerek jeopolitik hatta askeri tonda dile getirildiği görülmektedir. Bu bağlamda “rakip ülkelerin adil olmayan bir şekilde piyasa aktörlerini desteklemekte oldukları ve bunun da ulusal ekonomik çıkarlar açısından misillemeyi gerektirdiği” 
(ABD Ticaret Bakanlığı 2002: 9) gibi tezler artan devlet müdahaleciliğini meşru göstermek için ABD ve İngiltere gibi neoliberal eğilimli yönetimler tarafından 
sıkça dillendirilmektedir. Öte yandan “ulusal ekonomik çıkarları destekleme” söyleminin, pratikte pek çok stratejik aktivizm örneğinin asıl motivasyon kaynağı olmasına rağmen, ekonomik milliyetçiliği çağrıştıran ve küresel ekonomi politikteki baskın neoliberal paradigma ile açıktan ters düşen niteliği sebebi ile resmi metinlerde görülmesi artık epeyce zorlaşmış bulunmaktadır. Bunun yerine gerek tanımlanması gerekse uygulanması oldukça elastik yaklaşımlara imkân sağlayan “ulusal güvenliğin korunması” eksenli jeostrateji söyleminin ulusal girişimcileri kollayıp yabancı yatırımcıları dışlayan tekno-sanayi politikaları ile kamu alım ve proje takip stratejilerinin uygulanabilmesi noktasında başta ABD olmak üzere pek çok OECD ülkesi tarafından tercih edildiği görülmektedir (Weiss vd. 2004: 88).

4. “Stratejik-Aktif Devlet” ve Sosyoekonomik Kalkınma

     Küresel ekonomi politiğin genel dengelerinden ve sanayileşmiş OECD ülkelerinin son dönemde uyguladıkları ileri teknoloji politikaları bağlamında ortaya konulan “stratejik aktivizm” analizi üzerinden bu bölümde küreselleşme-ulus devlet tartışmaları ile ilgili bazı genel çıkarımlar yapılacak ve yeni bir siyasi organizasyon modeli olarak “stratejik-aktif devlet” kavramsallaştırması geliştirilmeye çalışılacaktır. Gelişmiş ülkeler açısından bakıldığında özellikle sınaî ve teknolojik yönetişim alanlarında küresel ekonomik entegrasyon süreçlerinin ulusal otoritelerin güçlerini ve politika araçlarını azaltmak bir yana onlara çok yeni manevra alanları ve politika uygulama araçları kazandırmış oldukları görülmektedir. Hiç şüphesiz küresel sistem içindeki baskın konumları sanayileşmiş ülkelere bir taraftan küresel davranış kalıplarını disipline eden çok taraflı rejimleri oluşturarak “oyunun kurallarını koyma” imkânı sağlarken diğer taraftan kendi ulusal çıkarları yönünde bu kuralların etkilerini sınırlama ve kaçış mekanizmaları oluşturma şansı da sağlamaktadır. 
Diğer bir deyişle, başat ulus devletler rekabet güçlerini arttırmak adına verili bir manevra alanına sahip olmamakta, bu manevra alanını kendi güç potansiyellerine dayalı ekonomik diplomasi girişimleri ve kamu-özel sektör sinerjileri yoluyla bizzat oluşturmaktadırlar. Doğal olarak gelişmekte olan ülkelerin gerek “rejim oluşturma” gerekse bu rejimlerin potansiyel etkilerini devre dışı bırakma noktasında aynı imkânlara sahip olabilmeleri pek mümkün değildir.
Buna ek olarak, küreselleşme yazınında çoğu zaman ulus devlet ve ulusal düzeydeki karar alıcıların görece önemlerini yitirdikleri tezinin de ulusal sanayi ve ileri teknoloji politikaları gibi ülkelerin sosyoekonomik geleceklerini ve küresel ekonomi politikteki geleceklerini belirleyen alanlar söz konusu olduğunda doğrulanmadığı görülmektedir. Birçok alanda etkileri ciddi biçimde etkileri hissedilen yerel, bölgesel ve uluslararası aktörler ile çokuluslu şirketler ile sivil toplum örgütlerinin güçlendikleri gerçeği, ulusal tekno-ticaret politikaları söz konusu olduğunda ulusal otoritelerin stratejik liderlik fonksiyonlarının dönemin realitelerine ve kurumsal aranjmanlarına uygun biçimde sürmesine engel oluşturmamaktadır. Vurgulanması gereken diğer bir genel husus, küresel ekonomik entegrasyon ve küresel yönetişim mimarisinin ulus devletlerin, sanayileşmiş ülkeler de dahil olmak üzere, kullanabilecekleri politika araçlarını önemli ölçüde sınırlamış olmasına karşın bunun ulusal rekabet avantajı oluşturma girişimlerini ortadan kaldırmamış olduğu gerçeğidir. Ulusal otoriteler sosyoekonomik kalkınma ve teknolojik gelişme konularında iddia edildiği gibi marjinalleşmek yerine bazı kilit alanlara yoğunlaşmışlar ve bu stratejik alanlarda daha detaylı, daha seçici ve uzun perspektifli politikalar geliştirmeye girişmişler dir. Bu anlamda DTÖ gibi kurumsal yönetişim mimarisi unsurlarının özellikle gelişmiş ülkeler arasında hangi alanlara kamu otoritelerinin müdahil olması ya da olmaması gerektiğine dair “uzlaşma oluşturucu” ve dönüştürücü bir etki icra ettikleri görülmektedir. Ancak, ulusal çıkarları genelde bu ülkelerle çatışan gelişmekte olan ülkeler için aynı yönetişim unsurlarının kalkınma çabalarını zorlaştırıcı ya da önleyici mekanizmalar işlevi gördüğü unutulmamalıdır.          

      Aşağıdaki satırlarda Türkiye ve benzeri şartlara sahip gelişmekte olan ülkeler için de geçerli olabilecek bir sosyo-politik kavramsallaştırma denemesi olarak “stratejik-aktif devlet” nosyonu ana hatları ile ortaya konulacaktır.6

     “Stratejik-aktif devlet” ideal modeli ile tasvir edilen siyasi-idari mekanizma, alışılmış neoklasik/neoliberal vizyonda devlete biçilen ekonomik aktiviteler için 
gerekli legal-denetsel altyapıyı hazırlama ve piyasa yanılgılarını giderme fonksiyonlarının ötesine geçmekte ve sosyoekonomik gelişme sü-recinde aktif inisiyatif alabilmelidir. Bu model, sosyoekonomik kalkınma ve küresel rekabet kabiliyetinin arttırılmasına yönelik uzun dönemli stratejiler geliştiren; siyaseten hassas, demokratik ve kuşatıcı bir biçimde sosyopolitik uzlaşma kanallarını etkinleştirip çatışma çözümlemesi ile yoğun biçimde uğraşan; demokratik temsil, şeffaflık ve hesap verebilirlik gibi yönetim ilkelerini kurumsal bazda uygulayan; uluslararası ekonomik entegrasyon süreçleri ile sosyal adalet ve bölüşüm ilkelerini dengeli şekilde birleştiren ve bu amaçla sağlıklı bir piyasa ekonomisini stratejik bir vizyonla aktif olarak denetleyip yönlendirmekten çekinmeyen bir devlet karakterini yansıtmaktadır.

    Bu öncelikleri benimseyen bir “stratejik-aktif devlet”in kurumlaşarak yerleşebilmesi ise her şeyden önce politika özerkliği ve kapasitesine sahip olduğu varsayılan karar alıcıların küresel eğilimler ışığında spesifik sektörleri hedefleyip üretim ve yatırım alanlarında yapısal dönüşümü geciktiren faktörleri ortadan kaldırarak sosyoekonomik gelişmeyi hızlandırma iradesine sahip olmalarını gerektirir. Genellikle kalkınmacı devletlerle özdeşleştirilen “piyasaya liderlik etme” (Wade 1990) kapasitesi yukarıdaki ileri teknoloji analizinin de gösterdiği gibi aslında sanayileşmiş ülkelerin neredeyse tamamı tarafından dönemsel olarak açıktan ya da örtülü olarak gerçekleştirilmiş olan bir uygulamadır. Ancak Chang’ın önemli eseri Kicking away the Ladder (2002) (Kalkınma Politikalarının İç Yüzü) adlı eserinde de vurgulandığı gibi sanayileşmiş ülkelerin pek çoğunda sınaî-teknolojik dönüşümü hızlandırmak için kamu organlarının oynadığı aktif rol, neoklasik/neoliberal yaklaşımın devlet müdahalesi kavramını kategorik olarak ekonomik verimsizlik sebebi sayması sonucu birden perde gerisine itilmiştir. Neoliberal ortodoksinin akademik ve politik çevrelerde oluşturduğu yaygın kontrol, kamu kurumlarının çeşitli alanlarda potansiyel olarak oynayabilecekleri stratejik liderlik rolü üzerinde düşünülüp fikir ortaya 
konulmasını dahi oldukça zorlaştırmış durumdadır. 

İşte tam da bu noktada ulusal rekabet avantajının daha yüksek seviyelere çıkarılabilmesi adına hedef ve öncelikleri net biçimde belirlenmiş bir sanayi-teknoloji politikası oluşturularak bu doğrultudaki şirket birleşmelerinin ve yeniden yapılanmaların teşvik edilmesi; katma değeri yüksek sektörlerde araştırma-geliştirme yatırımlarının özendirilmesi; yeni ve modern altyapı biçimlerinin geliştirilmesi; yüksek vasıflı insan gücü yetiştirecek eğitim altyapısının oluşturulması; kamu-özel sektör ortaklıklarının ve kâr amacı gütmeyen özerk yönetim biçimlerinin desteklenmesi ve sektörel öğrenmeyi arttıracak formlardaki doğrudan yabancı sermaye girişinin özendirilmesi hayati önem taşımaktadır. Hirschman’ın uzun bir süre önce ifade ettiği gibi “ekonomik gelişme sadece verili kaynakların ve üretim faktörlerinin en etkin biçimde kullanılmasına değil; aynı zamanda gizli, dağınık ya da ihmal edilen kaynak ve kabiliyetlerin harekete geçirilmesine bağlıdır” (1958: 5). 

   Özellikle gelişmekte olan ülkeler bağlamında devlet mekanizmasının bir sosyal girişimci mantalitesiyle belli dönemler için en uygun sosyal ve ekonomik kalkınma seçeneklerini belirlemesi ve küresel yönetişim sistemi ile piyasa şartlarının elverdiği ölçüde bu yerel eksenli gelişme ajandasının izlenmesi hem uluslararası rekabet gücü hem de sosyal adalet açılarından görece dengeli sonuçlar alınmasını sağlayabilir. Politika yapımcıların önünde mevcut olabilecek seçeneklerin zenginliği ise küresel pazarlardaki ulusal etkinliği arttırmak için gelişmiş ve gelişmekte olan devletler ile çok uluslu şirketler nezdinde yürütülecek ekonomik diplomasi egzersizleri ile geleneksel uluslararası platformlardaki girişimlerin ve jeo strateji imkânları nın kalkınma eksenli bir biçimde ne denli başarılı bir şekilde değerlendirilebildiği ile ilgilidir. Buraya kadar ortaya konulan analizin yansıttığı gibi “stratejik-aktif devlet” modeli küresel sistemle ilgili olarak devletlerarası diplomasi, özel ve kamusal ekonomik ilişkiler ile bölgesel ve küresel rekabet unsurlarının içiçe geçtiği bütüncül bir tasavvuru yansıtır. Bu doğrultuda, uluslararası rekabet gücünün arttırılması konusunda yeni fırsat ve tehditlerin teknolojik gelişmeler, yeni pazarların oluşması, uluslararası sistemde oluşabilecek köklü kaymalar ve çokuluslu şirketler, kuruluşlar ve sivil toplum örgütlerinin strateji değişimleri gibi pek çok sebeple ortaya çıkabilecekleri öngörülmektedir.7   
Bu değişimleri dinamik bir şekilde analiz ederek devlet-toplum eşgüdümüne dayalı uzun soluklu stratejilerin hayata geçirilebilmesi ise kilit karar alıcılar nezdinde bir “kapsamlı stratejik perspektif” in (Davutoğlu, 2001) 8   yerleşmiş olmasına ve bu perspektifin sektörel ve ulusal hareket planları ile sonuç alacak şekilde yönlendirilebilmesine bağlıdır. 

3. CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder