30 Nisan 2020 Perşembe

28 Şubat Süreci,

28 Şubat Süreci, 




Yekta Güngör Özden,
09/06/2015

28 Şubat davasında tanık olarak dinlenen Anayasa Mahkemesi eski Başkanı Yekta Güngör Özden, (28 Şubat sürecinde) “Ben, bir baskı, darbe, vesaire, rüzgarını bile görmedim” dedi.

Ankara 5. Ağır Ceza Mahkemesindeki duruşmada söz alan sanık Abdullah Kılıçarslan, iddianameyi hazırlayan Cumhuriyet Savcısı Mustafa Bilgili hakkında HSYK’nın soruşturma açtığını ifade ederek, “Bu iddianame, Paralel Yapı tarafından kurgulanmıştır, Paralel Yapı’nın savcıları tarafından sevk ve idare edilmiştir. Fetullahçı terör örgütüyle hareket ettiği belli olan bu nedenle bu davadan alınan, ayrıca Seferberlik Tetkik Kuruluna dönük ‘Kozmik Oda’ soruşturmasındaki hukuka aykırı davranışları nedeniyle hakkında soruşturma açılan savcılarca hazırlanan bu iddianamenin yok hükmünde olduğunu arz ediyorum” diye konuştu.

Kılıçarslan, ayrıca dosyadaki belgelerin bulunduğu CD’ye ilişkin şüphelerini dile getirdi ve CD üzerinde inceleme yapılmasını istedi.

Sanık Çetin Doğan ise duruşmada okunan, 13 Mart 1997’deki Bakanlar Kurulu tutanaklarına ilişkin “inceleme tutanağında”, askerin “a”sının geçmediğini ifade ederek, kararları, Bakanlar Kurulunun, özgür iradesiyle aldığını savundu.

Sanık avukatlarından Ali Fahir Kayacan, “inceleme tutanağında”, 1987’deki MGK’dan bahsedildiğini hatırlatarak, “O MGK kararlarının celbini talep ediyorum” dedi.

Sanıklardan dönemin Genelkurmay Başkanı emekli Orgeneral İsmail Hakkı Karadayı’nın avukatı Erol Aras da “inceleme tutanağında”, Bakanlar Kurulunun tehdit edildiğine yönelik ima dahi bulunmadığını savunarak, “Yaklaşık 2 yıldır süren davada bütün bulgular hükümetin görevini yapmasını engelleme gibi bir olgunun gerçekleşmediğini ortaya koydu. Artık sayın heyet, dosya için karar noktasına gitmelidir” diye konuştu.

Müşteki avukatlarından Emrullah Beytar da “İnceleme tutanağına ilişkin belgede, dönemin Başbakanı Necmettin Erbakan’ın açık beyanı var. Anladığım kadarıyla, hükümetin düşürülmesine yönelik eylemler söz konusu ve bu eylemde de medya kullanılıyor. Başka çevrelerin kim olduğu açıklanmıyor. Erbakan’ın bu ifadesiyle o dönem meydana gelen gelişmeler, brifingler, Meral Akşener’in buradaki ifadesi ve o dönemin kuvvet komutanlarından Güven Erkaya’nın beyanları açıkça birbirlerini desteklemekte. Hükümete yönelik baskı olduğu ve bunda da sivil toplum örgütlerinin ve medyanın kullanıldığı açıktır” ifadelerini kullandı.

Müşteki avukatlarından Hüsnü Tuna ise toplantı tutanağında askere ilişkin herhangi bir kaydın olmamasının, toplantıyı askerin yaptırmadığı anlamına gelmediğini savundu.

– “Baskı, darbe, vesaire, rüzgarını bile görmedim”

Duruşmada, Anayasa Mahkemesi eski Başkanı Yekta Güngör Özden’in tanık olarak ifadesi alındı.

Özden, “1991, 1998 arasında Anayasa Mahkemesi başkanlığı yaptım. Ayrıldığım güne kadar devlet protokolünde üçüncü sırada yer aldım. Bir gün resepsiyon için Köşk’e gittiğimde kapıda Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı ile karşılaştık. Bana, Refah Partisi’ne açılan davayı kast ederek ‘Anayasa Mahkemesinin davayı uzattığı söyleniyor’ dedi. Ben de ‘o yalanı kim söylüyor’ dedim. Ben, bir baskı, darbe, vesaire, rüzgarını bile görmedim” diye konuştu.

Mahkeme Başkanı Turhan Kök’ün, “Batı Çalışma Grubu ismini ilk kez ne zaman duydunuz? 28 Şubat döneminde iddianameye konu olan yargı mensuplarının karargaha çağrıldığı, brifing verildiği söyleniyor. Bununla ilgili ne biliyorsunuz?” sorusu üzerine Özden, Batı Çalışma Grubunu, halk ve meslektaşları arasındaki konuşmalardan duyduğunu, katıldığı brifingde de darbeyle ilgili bir şey duymadığı söyledi.

Özden, şöyle konuştu:

“Aradan 18 yıl geçti, yazılı mı sözlü mü olduğunu hatırlamıyorum. Bize baskı yapılması söz konusu değil. Arkadaşlara söyledim, dinlemeye gidecek varsa gitsin dedim. Gittik, izledik. Orada geçtiğimiz yıllarda AK Parti’de Milli Savunma Bakanlığı yapan Vecdi Gönül de vardı. Çocuk değiliz ki bir dayatma olsun. Sadece filmler gösterildi. Onu izlemekte beis görmedik. Bilgi edinmekte bir sakınca olmadığı için gittik. Davet eden Genelkurmay Başkanlığı, karakol komutanlığı değil.”

Refah Partisi’yle ilgili kapatma kararının, emekli olduktan 7 gün sonra dönemin Anayasa Mahkemesi Başkanı Ahmet Necdet Sezer başkanlığındaki heyet tarafından verildiğini belirten Özden, Anayasa Mahkemesi ve kendisine yöneltilen eleştirileri kabul etmediğini bildirdi.

Özden, “Birçok eleştiri oldu. Vural Savaş ile dava dilekçesini birlikte hazırladılar diye. Vural Savaş ile hiç konuşmadık. Dilekçeyi kabul ettim, genel sekretere havale ettim. Dava açıldığından haberim yoktu” dedi.

Müşteki avukatlarından Hüsnü Tuna’nın, Genelkurmay Başkanlığındaki brifinglere yargı mensuplarının katılmasının tarafsızlık ilkesine aykırı olup olmadığını sorması üzerine Özden, “Çocuk değiliz, telkin, talimat, genelgenin ne olduğunu bilen biriyiz. ‘Ne oluyor’ diye izledik. Vatandaş olarak ‘bilgimiz olsun’ diye gittik, hakim olarak gitmedim. Kimse bize talimat veremez. Kimse yönlendirmedi, baskı yapmadı. Öyle bir çabada da bulunmadılar. Bana göre hiç bir sakıncası yok. Hukuk devletiyle hiç çatışan bir durum yok” ifadesini kullandı.

Özden, Tuna’nın, “O dönemde Refah Partisi davasıyla ilgili ‘altı ayda biter’ diye sözünüz var. Bunu açar mısınız” sorusuna karşılık “Çalışırsanız biter, dosyayı okursanız, kanıtları toplarsanız biter. Bu davalar gibi değil, dosya üzerinden karar vereceksiniz. Onun için söyledim” dedi.

Müşteki avukatlarından Emrullah Beytar’ın “Sincan’da tanklar yürüyor. Birçok gazetede ordunun darbe yapacağı, müdahale edeceği yazıyordu. Bunları okudunuz mu? Bunlarla ilgili Genelkurmay’dan bilgi aldınız mı” sorusu üzerine Özden, “Belki haberleri görmüşümdür. Silahlı kuvvetlerimizin böyle bir şeye kalkışacağını yakıştıramadım” diye konuştu.

– “Ahmet Necdet Sezer yoktu”

Özden, müşteki avukatlarından Necip Kibar’ın, “Davet edildiği halde o toplantılara gitmeyenler var mıydı? Bu kişiler kimlerdir” sorusuna, “Gelmeyenler oldu. İsim isim hatırlamıyorum. Ama Ahmet Necdet Sezer yoktu. Elinde dosya olanlar gelmedi. Bizim için yaşamın olağan akışında olan olaydı” diye karşılık verdi.

Kibar’ın, “Adalet Bakanlığı bu brifinglere katılınmamasını istedi. O dönemin hükümetine başkaldırı gibi cübbeyle gidenler oldu. Bu tabii bir hadise mi” sorusu üzerine Özden, “Anayasa Mahkemesine, ‘oraya gitmeyin’ diye bir yazı gelmedi. Cübbeyle oraya kimse gitmedi. Arkamda oturan adamların da cübbeli olup olmadığını nereden bileyim” şeklinde karşılık verdi.

Duruşmaya yarın devam edilecek.

https://www.nationalturk.com/yekta-gungor-ozdenden-28-subat-durusmasinda-carpici-ifadeler-213128/

***

Atatürk Devrimciliği,

 Atatürk Devrimciliği, 




Yekta Güngör ÖZDEN, 
Aralık 2001

Ulusal ve tarihsel değerlerimizin simgesi Atatürk, Türkiye'mizle özdeşleşerek kurumlaşan niteliğiyle Türkiye aydınlanmasının kaynağıdır. Ölüm kalım savaşı verilerek yoktan var edilen Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusunu her gün artan bir özlemle arıyor ve anıyoruz. Resmi tören toplantılar ve belli günlerle sınırlı övgülerle sunulan saygının içtenlikliği kuşku yaratmakta, Atatürk'e bağlılık ve eserlerini koruma duyarlığı tartışılmaktadır. Terörün küreselleştiği gücün haktan üstün tutulduğu, insan haklarıyla demokrasinin yayılmacı sömürgeci ve anamalcı odakların uygun gördüğü ölçüde yaşama geçirildiği bir dönemde padişahlık ve halifelik önerilerini yıllar önce elinin tersiyle iten bir halk adamı unutulamaz. Kongrelerle, müdafa-i hukuk ruhu ve kuva-yı milliye ateşiyle Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne uzanarak eşitlikçi yurttaşlar düzeni, gerçek bir halk demokrasisi olan Cumhuriyet'i soyut ve somut tüm dayanaklarıyla yepyeni bir yapı olarak kurmak Türk Mucizesi'nin dünyanın saygı ve hayranlıkla karşıladığı tarihsel gerçeğidir.

Yoksunlukları, isyanları, ihanetleri göğüsleyerek yalnız iç düşmanlarla değil, içerdeki yönetimle de savaşarak bağımsızlık, özgürlük ve ulusal egemenlik temelinde yükselen çağdaş yapıyı kazandırmak, askerlikten siyasete, eğitimden ekonomiye, sanattan spora her alanda gerçekleştirilen devrimler tebaa (kul-köle), ümmetten ulus yaratmak, din bağı yerine, "inanıyorum o halde varım"dan "düşünüyorum o halde varım" düzeyine yükselterek usun ve bilimin öncülüğünü benimsetmek, birbirini izleyen atılımlarla uygarlığın olanaklarını kazandırmak, laik ve barışçı anlayışı egemen kılarak yarınlara coşkuyla koşturmak insanlığa ve ulusa en yararlı katkı ve hizmettir. Günümüzde soygunlar, hortumlamalar, rüşvet, sanığı belirsiz öldürmeler, işkence, ayrımcılık, ayırıcalık, küreselleşme ve özelleştirme adıyla dayatılan olumsuz uygulamalar ABD'nin tutumu, AB'nin dayatmaları, verilen ödünler, edilgen ve güdümlü durum, ekonomiden başlayarak siyasal alana yayılan bağımlılık, borcu borçla ödeme aymazlığı, aydınların tembelliği, okuyanların ve okuduğunu anlayanların giderek azalması, Anayasa değişikliği aldatmaca ve oyalaması Osmanlı'nın son yıllarını anımsatmaktadır. O günlerin koyu karanlığı, öldürücü ağırlığını Mustafa Kemal ve arkadaşları nasıl kaldırmışlar, Sevr'i tarihin çöplüğüne atıp Lozan'ı edinmemizi nasıl sağlamışlarsa onlara yaraşır olmayı onur ve erdem bilen çocukları, Atatürk Devrimcileri de umutsuzluğa, karamsarlığa düşmeden sorunları çözecek, Büyük Ulusumuzun gönenci ve erinci için çabalarında başarıya ulaşacaklardır. "Ramazandan ramazana müslüman, bayramdan bayrama kahraman" kılığına giren yalancıları kendiyle çelişerek yabancılaşanları utandıracaktır.

Türkiye'mizi ve Türk Ulusu'nu kucaklayan bir insan ve hukuk kurumu yapısıyla demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti en kutsal varlığımızdır. Temeli Türk kahramanlığı ve yüksek Türk kültürü olan, Atatürk'ün "En büyük Türk Devrimi, erdem" dediği bu "hazine" hepimizin yaşamını adadığı, sonsuza değin bağımsız yaşaması için büyük sorumluluklar yüklendiği bir değerdir. Kuratarıcımız ve kurucumuz Atatürk, tutsak ulusların bağımsızlık uğraşına güç veren örnek kişiliğiyle hepimizi adında kaynaştıran en büyük Türk'tür. O'nun gösterdiği yönde çizdiği yolda "Avrupa'nın Türkiye'si"ni değil, Türkiye'nin Türkiye'sini yaratmak görevdir. Yeni sömürgecilik, yeni mandacılık düşünüp amaçlayanların kursağında kalacaktır. Tutsaklığın azı-çoğu, büyüğü-küçüğü olamaz. Demokrasiler, güçlerin sorgulandığı yönetimler olduğuna göre ulusuna her zaman hesap verecek anlayıştaki insanların eğitimle artmasına özen gösterilmelidir. Devletin malı ulusun malı değilmiş gibi halka verileceğini söyleyenlerin "özelleştirme felesefesi" diye saptırdıkları işlemler belli kişilerin tekeline varlıkların devrinden başka bir şey değildir. Eşit konumda AB üyeliğinde direnecek yerde üstüste ödünler verip dizleri titreyerek uluslararası kuruluşların kapısında beklemek düş kırıklığı yaratmıştır. Rastlamakla, izlemekle üzüldüğümüz ikiyüzlülükler, döneklikler , maskaralıklar, şaklabanlıklar, şakşakçılıklar, siyasal palyaçoluklar, kuklalık, uyduluk ve uşaklık, sapkınlık, aymazlık, bağnazlık ve yobazlık, yıkıcılık ve köktendincilik Türkiye'mizin geleceğine yönelik tehlikelerden başlıcalarıdır. Nasıl rozet takmakla, nutuk atmakla, resim asmakla Atatürkçülük olmazsa, ulusal çıkarlarla bağdaşmayan tutumlarla da yurtseverlik olamaz. Kimi demeçlere, bildirilere, özel defterlere yazılanlara kanmayınız. Kendinizi eleştirip sorgulayarak, gerçeği arayıp özümseyerek yaşamınıza anlam veriniz. Dalkavukluğun her türünü, terörün her türü gibi dışlayınız. Övgülerden çok yergileri gözeterek davranışlarınızı düzenleyiniz. Bağımsızlığımızın önemli simgesi dilimizin kirlenmesini, dilimize yabancı sözcüklerin alınmasını önleyiniz. Soytarılığa soyunarak siyaseti yozlaştıranları örnek davranışlarla uyarmak için gençlerin siyasete girmesi zorunludur. Barış isteyen savaş karşıtlarıyla savaş isteyen şeriatçıların aynı zamanda gösteriye başlaması ilginçtir. 2. cumhuriyetçilerle köktendincilerin ve etnik terör sürdürenlerin birlikteliği, demokrasiyle diktatörlükler için, laikliğiyle köktendinci düzenler için kötü örnek sayılan Türkiye'mizin ortak hedef olduğunun kanıtıdır. Bu tiksindirici, çirkin ve alçakça oyunu gençlerimiz bozacaklardır. Maoculuk ve Kürtçülükle damgalananların şimdilerde "Kemalizm" diye tutturmaları işlerine geldiği sürece kullanıp sonra bırakacaklarını söylemeleri yanında Atatürk'e ve Atatürkçüler'e saldıran kökten dincilerle etnik ayrımcıların tutumları da birer terördür. Düşünceleri ve inançları zorla değiştiren, kendi düşünce ve inancını zorla dayatan, ölümle sonuç almaya çalışan da teröristtir. Atatürk'ün ışıklı yolu usla, ahlakla, adaletle, insanlıkla, eşitlikle, yürekten inanıp benimsemekle, uygarlıkla örülmüştür. Atatürk, bir anlamda bağımsızlık, özgürlük, ulusal egemenlik, demokrasi ve hiç kuşkusuz "Türkiye" demektir.

Her biri birer "altın ok" olan, Türk devriminin temellerini oluşturan Atatürk ilkelerini özetleyen "Altıok"u ve Kemalizmi sömüren sahte Atatürkçülerle Altıok’u budamaya çalışanlar, Altıok'a ve Kemalizm'e saldıran eski faşist, yeni şeriat körükçüsü, çıkarcı sözde liberal, sözde demokrat, sözde ilericiler, uyduruk milliyetçiler birbirinin aynıdır. Altıok’a katlanamayan milliyetçi ve demokrat olamaz, yurtsever olamaz. Atatürk'e saldırarak oy toplamaya çalışanlar bile Atatürk'e sığınıyor. 11 Eylül ABD olayı "Afganistan Operasyonu" Atatürk'ün ve laikliğin önemini bir kez daha vurgulamıştır. Tito küçük kültürleri bağımsızlaştırarak birliği sağlayacağını düşünmüş. Tito gitmiş, Yugoslavya bitmiştir. Atatürk ulusallaştırarak birliği gerçekleştirmiş ve güçlendirmiştir. Bunca kötülüklere karşın Cumhuriyet'in 78. yılını kutlaması tarihsel bir olgunun bayraklaşmasıdır. Ulusal kimliğini yadsıyan, yurttaş olamaz. Çoğunluğun içindekileri azınlık kılma ve alt-üst kimlik çatışmalarıyla sürdürülen bölme parçalama çabaları, bağımlı kılma girişimleri, devletin ülkesi ve ulusuyla oluşturduğu tümlüğü yıkma oyunları gençlerimizi düşündürmelidir. Atatürk'ün değindiği karşı devrim olayları değişik biçim ve kılıkta sürmektedir. 1800'lerden bu yana Mustafa Kemal Atatürk, Cumhuriyet, Laiklik yokken girişilen gericilik kalkışmaları yeni yapay sorunlar ve aşağılık bahanelerle sergilenmektedir. Dış destek de kesilmemiştir. Patrona isyanı, 1839 ve 1856 Fermanları, 1876 Kanuni Esasisi, 1908 Meşrutiyeti 1909/31 Mart gerici kıyımı iyi değerlendirilmelidir. O zaman Mustafa Kemal yalnız sonuncusunda Harekat (Hürriyet) Ordusu Kurmay Başkanı idi. 1925 Şeyh Sait isyanı, öbür isyanlar, Dersim, Çorum, Kahramanmaraş, Sivas, İBDA-C, Hizbullah olayları asla unutulmamalıdır. Geçmişi unutan geleceğe çıkamaz. Gençlerimiz her şeyi okumalı, önce ve mutlaka Atatürk'ün söylevini okumalıdır. Gerçek bir Atatürk Devrimcisi, kendi öğretisini herkesten iyi bilmelidir. Tarikat tehlikesinin ayırdında olmalıdır. Koşullara göre davranmalı, onlarla savaşmalıdır.

Atatürk'ün, Cumhuriyeti koruyacak özgür düşünceli, özgür inançlı, sağlam yapılı, sağlam ıralı (karakterli) gençler öğüdü bizleri her zaman uyarmalıdır. Devingen olmayan, devrimci olamaz. Dizleri titreyerek ayakta durulmaz. Gençlerimiz kimsenin önünde boyun eğmemeli, boynu bükük durmamalıdır. Eğitimle bilgili, sorumluluk duygusuyla bilinçli yurttaşlar olarak Atatürk'ü yorumlamalı, "Atatürk bugün yaşasaydı ne yapardı, nasıl düşünür, neler söylerdi?" diyerek, Atatürkçe yaşayıp çalışarak sorunlara çözüm bulmalı, O'ndan aldığı hızla yarınlara koşmalıdır. Saldıracaklardır. Öldüreceklerdir. Atatürkçüleri öldürseler de Atatürkçülüğü öldüremeyeceklerdir. Büyük bir olgunluk ve kararlılıkla gerekirse dağa çıkacağını bilerek sokaklarda değil, bilimsel alanlarda, düzeyli etkinliklerle halkımızı uyaracak, kötülükleri önleyecektir. Bunaklar, sarsaklar, nankörler, kindarlar, inatçılar, arsız ve yüzsüzler, kişiliksizler, niteliksizler, her tür kötüler birleşip engellemeye çalışacaklardır. Atatürkçü olmak kolay değildir. Beyin ve yürek yoğunluğu temel koşuldur. Karanlık ve karışık kimseler bu onur yüceliğine erişemez. Büyük Atatürk'ün her alanda bize sonsuzluğu açan güzel, anlamlı, özdeyiş nitelikli sözlerini yineleyerek, O'na yaraşır çocukları olmaya çalışarak vatanımıza borcumuzu ödeyebileceğimizi her Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı, insanlık andı bilmelidir. Atatürkçü Düşünce ödünsüz izleyeceğimiz ilkemizdir.

Yineliyorum: Türkiye Atatürk'tür, Atatürk Türkiye'dir. Bu anlamda Atatürk'te anlaşmak, Atatürk'te buluşmak, Atatürk'te kaynaşmak, Atatürk'te çoğalmak, Atatürk'te büyümek, Atatürk'te güçlenmek, Atatürk'te yücelmek, Atatürk'te ölümsüzleşmek, Atatürk'te bayraklaşmak ödün verilmez ilke olmalıdır. Hiçbir çıkar ve kişisel yarar düşünmeden, alnı açık, yüzü ak, başı dik sonsuzluğa koşacak Atatürk devrimcileri durmayacak, konuşacak, uyaracak, önerecek, örnek olacaktır. Atatürk Devrimcisi asla korkmaz, asla yorulmaz, asla yılmaz. Atatürk Devrimcisi için ölmek de yok, dönmek de yok!

Atatürk'ümüzün Gençliğe Seslenişi (1927) ve Bursa Konuşması (1933) onurlu sorumluluğun ve uyarıcı önerinin belgeleridir. Birer tarihsel çizelge ve izlence olarak Gençliğe verilen ödevleri içeren bu belgeler hepimiz için birer kaynak ve dayanaktır. Ne mutlu Atatürk Devrimcilerine!

Yekta Güngör ÖZDEN, 
Aralık 2001

http://www.guncelmeydan.com/pano/ataturk-devrimciligi-yekta-gungor-ozden-t32858.html


***


Aydınların Aymazlığı,

Aydınların Aymazlığı,




Yekta Güngör ÖZDEN,
Aymazlık

TÜRK tarihini yeterince bilmeyenler ve okuduklarını anlamayanlarla anlamak istemeyenler gelişigüzel ve amaçlı saptırmalarla ulusal 
varlığımız ve geçmişimiz için uluorta sözler ediyorlar. 

Özellikle...

TÜRK tarihini yeterince bilmeyenler ve okuduklarını anlamayanlarla anlamak istemeyenler gelişigüzel ve amaçlı saptırmalarla ulusal varlığımız ve geçmişimiz için uluorta sözler ediyorlar. Özellikle Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesini, yapım koşullarını, yeni bir dönem ve kurum olma niteliğini değerlendiremeyenler, olmadık nedenlerle düşünce açıklıyorlar. AKP Genel Başkanı Bay RTE 12 Ocak’ta Kocaeli’nde yaptığı konuşmada “..Cumhuriyet yeniden bir kuruluş değildir aslında. Selçuklu’nun, Osmanlı’nın devamı mesabesindedir (niteliğindedir, değerindedir)” diyerek Türklüğü öteleyip, soy niteliği bozulmuş Osmanlıyı öne çıkardı, Atatürk’ü ve yepyeni cumhuriyeti değersiz ve önemsiz gösterdi. Son zamanlarda kendi yaptıklarını bırakıp Atatürk ve İnönü zamanlarını faşistlikle suçlayan aymazlar türedi. Bu yöneliş tam bir aymazlık (gaflet) tır. Yetersiz bilgi, amaçlı yaklaşımla yapılan nitelendirmenin hiçbir değeri yoktur. Türkiye Cumhuriyeti, yoktan var edilmiş yepyeni bir yapı, kurum olduğu gibi sapkınlıkları (hainlikleri, ihanetleri) belirgin, Türklükleri tartışılır son Osmanlıların hayal edemeyecekleri bir oluşumdur. 
Atatürk ve İnönü’yü faşistlikle suçlamak bir karaçalma (iftira) olduğu gibi ulusal değerlere saygıyla bağdaşmayan nankörlüktür. 
Anayasal tarafsızlık andına uymayan Bay RTE’ın partizan savları, çabaları, siyasal beklentilerine uygun açılım ve eleştirilerinin gerçekle ilgisi, 
“yok” denecek kadar azdır. Saldırı nitelikli ve içerikli çıkışlarıyla ulusal değerlere zarar verdiğini kendisine anımsatmayan yakınları, yandaşları 
ve adamları iyi düşünmelidirler. Seçim için yapay sorunlar çıkarıp, ilgisiz konularla söylev şişiriyorlar. İktidarcılarla yandaşları içsavaş varmış 
gibi konuşuyorlar. ABD Başkanı’nın dostluğa, ortaklığa, NATO üyeliği ilişkisine aykırı sözlerine gereken yanıtı veremeyen iktidar, içerde 
kendilerinden olmayanlara saldırılarını tüm ağırlığıyla sürdürüyor. 

Bir seçim için yurttaşları böylesine ayıran, toplumsal barışı ve ulusal dayanışmayı yıkan tutum kime ne kazandırır? 
İçerde birlik kuramayan iktidar dışarıya karşı çıkamaz. Trump'un “mahvetme” tehdidine  “üzülmek”le kalan iktidarın içerdeki hırçınlığı 
örnek bir siyaset psikolojisi sorunudur.

   Seçim konuşmaları oldukça karışık olan Bay RTE geçici de olsa taşıdığı sıfatla  bağdaşmayan niteleme, karalama ve suçlamalar yapıyor. 
Birleştirici, barışçı  değil ayrımcı ve kavgacı tutumu makamının ve sıfatının saygınlığıyla uyuşmuyor. 

   Birçok kişiliksiz, niteliksiz, gösterişçi, çıkarcı partizan, çığırtkan ve  yaygaracının bulandırdığı seçim ortamında parti liderlerinin çok dikkatli 
olmaları gerekiyor. Suriyeli seçmenler, ölü seçmenler gibi sorunların yaşandığı  günümüzde herkese özen göstermek düşüyor.

Ressam Cemal AKYILDIZ'ın ATATÜRK resimleriyle aydınlığımızı artıran yeniyıl  takvimleri yüreklerimizi ısıtıyor. 

Bu benzersiz sıcaklık mutluluğumuzu artırıyor.

https://www.sozcu.com.tr/2019/yazarlar/yekta-gungor-ozden/aymazlik-2-3244980/?utm_source=gazeteoku&utm_medium=referral


***

İlericilik,

İlericilik, 




Yekta Güngör ÖZDEN,
 17 EKİM 2012

Kavram kargaşasının alabildiğine arttığı, değer yargılarının olabildiğince bozulduğu günümüzde kimi niteleme ve tanımlar tartışma yaratmakta, toplumsal ve bireysel çelişkilerle sakıncalı duraksamalara neden olmaktadır. Birine göre önde olmayı, ulaşılacak yeri anlatan "ileri" sözcüğünden türetilen, ilerde olmayı ve durmayı amaç edinen, hep ilerde bulunan kişiyi belirten "ilerici" sözcüğü, genelde, çözüm öngörüleri, duyguları, düşünceleri, davranışları, özetle söylem ve eylemleriyle alanında yenilikten, uygarlıktan, çağdaşlıktan, bilimsellikten yana olanı, başkalarına göre bu konularda daha iyi durumda olanı niteler. Yarışmalarda sıralamanın önünde olandır. Kimi zaman ölçüsü, kimi davranış sınırıdır. "İlerleyen vakit, ileri geri konuşmak, ileri gitmek, ileri götürmek, ilerisini hesaplamak" gibi dilimizde sık sık geçen sözler anımsandığında olumlu ve olumsuz anlamlarıyla çok kez birlikte bulunduğumuz daha iyi anlaşılır.
Hani bir söz vardır "Leşlerin olduğu yerde akbabalar bulunur" diye. Gericinin olduğu yerde mutlak ilerici vardır. Türk Ulusu'nun yakasından iki yüzyıla yakın bir zamandan beri gericilerin kanlı ve pis elleri çekilmemiştir. Şeriat düzeninin egemen olduğu 1800'lü yıllarda "Şeriat isterük!" çığlıklarıyla sokağa dökülen onlardır. Yeniliklere karşı çıkanlar onlardır. Mustafa Kemal, Atatürk, Cumhuriyet, Laiklik, Demokrasi yokken (1832 Patrona İsyanı, daha sonraki olaylar, 1909 31 Mart Olayı) kan dökenler onlardır. Ulusal Kurtuluş Savaşı sırasında Yeşil Ordu, Halife Ordusu adıyla padişah-halife için silaha sarılıp tam bağımsızlıkçı Kuvva-yı Milliyecilerin karşısına çıkan onlardır. 1925 Şeyh Sait isyanı, 1930 Kubilay-Menemen olayı, Dersim İsyanı, Çorum, Kahramanmaraş, Sivas olayları onlarındır. Türkiyemizi karanlığa gömmek, kendi sapkınlıklarının bataklığına dönüştürmek isteyen gericilerin amaçlarına ulaşmak için yapamayacakları şey yoktur. Değişik katlarda, değişik alanlarda, değişik biçim ve kılıktaki gericilerin dayanışması, tarikat-siyaset-ticaret tezgahının "demokratik hoşgörü" denilerek savunulan aymazlıkla sergilenen oyunlarıyla bellidir. Laiklik paranoyasıyla çırpınan kimileri hücre evlerini, domuz bağlarını, porno izlendiği saptanan sözde din eğitimi veren yerlerin basılmasını bile bile "irtica yoktur" diyerek gericiliğin yaygınlaşıp artmasını körüklemektedir. Üniversitelerde eğitim-öğretimin, siyasal simge durumuna getirilen "türban" yalanıyla sürdürülen başbohçalama kışkırtmasıyla bozulduğunu görmezlikten gelmektedir. Düşünce ve inanç özgürlüğüyle bu özgürlüklerin güvencesi laikliğin değerini bilmeyen, dünyada İslamiyet'in en iyi yaşandığı ülkenin Türkiye olduğunu unutan, Allah, din, devlet ve hukuk kavramlarını anlamayan ve kötüye kullanan gericiler, Türkiye Aydınlanmasının, kalkınmanın, insan hak ve özgürlüklerine dayanan demokrasinin önündeki en büyük engeldir. Gericilik, ülkemiz için etnik ayrımcılıkla birlikte en büyük tehlikedir. En büyük insanlık suçu terör, ikisinin ürünü ve aracıdır.
Daha birçok örneği, kanıtı verilebilecek gericiliğin böylesine azdığı ve arttığı günümüzde ilericiliğin önemi ağırlık kazanmaktadır. İlericilik, Kemalist/Atatürkçü Türkiye için, Müdafa-i Hukuk ruhu ve Kuvva-yı Milliye ateşiyle başarılan Ulusal Kurtuluş Savaşı'nın amaçladığı tam bağımsızlık, özgürlük, insan hakları ve aydınlanmayı varlık ve onur nedeni sayan bir yaşam biçimi, soylu bir anlayış, gerçek bir yurtseverlik gereğidir. Yurdunun ve ulusunun her yönden en iyi durumda olmasını isteyen ve bunu sağlamaya çalışan ahlaklı, bilgili, çalışan, devrimci kişiler ilericidir. 10. Yıl Marşı'ndaki ".. Türk önde Türk ileri.!" dizesinin duygulandıran anlamı açıktır. Bağnazlığın, aymazlığın, tüm kötülüklerin ve geriye dönüş çabalarının karşısında ulusal yükümlülüklerinin gereklerini yerine getirmeyi ulusal görev bilen yurttaş, ilericidir. Gerçekle varsayımın, bilimle dinin, akılla inancın ayrımını bilinçle yapan, atılımlarıyla gerçek ve çağdaş milliyetçiliği, Atatürk milliyetçiliğini benimseyen, yurttaşlarını hiçbir nedenle ayırmadan toplumsal, kültürel, siyasal ve ekonomik düzeylerini iyileştirip yükseltmeye çalışan, bağımlılığın ve sömürünün her türüne, her zaman ve her durumda karşı çıkan gerçek ilericiler umut ve güç kaynağıdır.
Ülkeyi ve ulusu kapsayan bir insan ve hukuk kurumu olan devletin düzenini, ulusal yaşam düzeyini olumlu yönden değiştirmeyi de anlatan ilericilik, başka uluslar karşısında kendi ulusal varlığının korunup savunulmasını da içerir. Bunun temel koşulu da tam bağımsızlıktır. Diplomatik gerekleri, devlet olma niteliğini bozucu durumlarda gerekeni yapmakla birlikte eğilip ezilmemek, ulusal onuru ödünsüz korumak, ilericiliğin doğasında yoğunlaşır.
Herkes ilerici olamaz. Sözle ilerici olunamaz. Günümüzde yapay, sanal, sahte nitelikler oluşmuştur. Sahte demokratlar, sahte ilericiler, sahte milliyetçiler, sahte dindarlar, sahte Atatürkçüler türemiştir. Ne çekiyorsak bunlardan çekmekteyiz. Hemen hemen her alanda, her dalda her meslekte, her yerde sahtekarlara sahtekarlıklara, sahte ürünlere, işlemlere rastlanmaktadır. Söylemiyle eylemi birbirine uymayan, halkını aldatan, yalanlarla yalpalayan, çıkarı için her kılığa girip her yola başvuran, gericilerle anlaşan, katı, tutucu, ilkesiz, tutarsız kişiler asla ilerici olamazlar. Önceleri yandaş olup savunduklarını bırakmış görünüp simdi asla yaraşmadıkları değerlerin yanında görünme çabaları, kişiliksizliklerini, güvenilir olmadıklarını kanıtlayan bozukluklarıdır. Siyasal partilerde, medyada tiksinti ve ibretle izlenen bu kötü örneklere bakıp ilericilik ve ilericiler suçlanamaz. Gerçek ilericileri yalanlarla, hiç geçmemiş olaylar uydurarak, hiç olmamış ilişkiler ileri sürerek, anlamadıkları ya da anlamak istemedikleri yazıları yanlış ya da tersine yorumlayarak suçlamaya, kötülemeye çalışanlar kendi kötülüklerinin bağımlılıklarının ve koşullanmışlıklarının ipuçlarını vermektedirler. Gerçek ilerici, gerçeğin insanıdır. Gerçek adamdır. Gerçek siyasetçi ve gerçek yazardır. Yalan, dolana asla sapmaz, şamata ve yaygarayı yeğlemez, hiçbir madrabazlık ve maskaralığa bulaşmaz, kiralanamaz, alınıp satılamaz. Kukla, maşa, uydu ve uşak olamaz. Kişiliklidir, terbiyelidir, onurludur, seçkin ve saygındır. Her tür çirkinliğin, oyunun, düzenbazlığın, bağımlılığın karşısındadır. Toplum önderidir. İnanla, güvenle, sevgiyle karşılanıp kucaklanır.
Gençlerimizi, önce kendilerine karşı dürüst olmalarını önererek, iyi örnekler vererek, her gün artan devingenlikle kendilerini yenileme ve güçlendirme çabalarını destekleyerek yetiştirelim. Gençliği olmayanın geleceği olamaz. İyi insan, iyi yurttaş, iyi gençlik iyi gelecektir. Gelecek, ilericilerindir. Baskıları, dayatmaları, gözdağlarını, kuşatılmayı, sömürüyü, soygunu, talanı ilericiler önleyecektir. Atatürk'ün "İleri!.." buyruğunu unutamayız. 

http://www.turksolu.com.tr/ileri/10/ozden10.htm


***

Milliyetçilik,

Milliyetçilik,



Yekta Güngör ÖZDEN,

Çrş Ekim 24, Ekim  20O2 
15:14 Çarşamba

Milliyetçilik.,

Milliyetçilik” sözlüklerde “ulusçuluk” diye geçiyor. “Ulusalcılık” diyenler de var. Millicilik değil, milliyetten geldiği için “ulusçuluk” daha uygun düşüyor. Önemli olan kullanma amacı ve anlatım gücü, bir de alışkanlık. Millliyetçiliğin değişik tanımları yapılabilir. Ben “ideoloji mi, psikoloji mi, karma bir kurum mu?” ayrıntıya bilimsel ağırlığa girmeyeceğim. “Bergson, Anderson şöyle dedi. Marks böyle dedi, Gellner ile A. Smith şunları anlattı, Ziya Gökalp şunu savundu, şimdiki siyasal amaçlı yorumcular ve parti yandaşı bilimciler ise şöyle yazıyor.” diye yollamalı bir anlatımdan da uzak kalacağım. İçten, yalın ve daha çok günümüzle ve özellikle ülkemizle ilgili durumlara, bunun için de öncelikle nasıl açıklanabileceğine değinmeyeceğim. Türlerine, örneğin “liberal milliyetçilik, tarihi milliyetçilik” gibi girmeyeceğim. Şimdi “saldırgan milliyetçilik, savunan milliyetçilik” gibi türlerden de söz ediliyor. Milliyetçilik, kanımca, bağnazca bir soy güdüsü değildir. Aynı zamanda bir disiplindir. Soyunun üstün değerlerini koruyarak ve güçlendirerek ulusal yapıyı her yönden daha iyi duruma getirmektir. Bizim için, Devrimin değerlerini geliştirip sürdüren bir anlayış olarak da tanımlanabilir. Türkiye için bir güç kaynağıdır. Bu bağlamda Atatürk milliyetçiliği, Türkiye’de yaşayan herkesi Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı kurumunda tam eşitlikle birleştirip soy ve inanç özelliğini özgürce açıklama olanağı veren bir ilkedir. Tüm ayrımları dışladığı, akılcı, ilerici, uygar ve gerçekçi olduğu için “çağdaş milliyetçilik”tir. Toplum yapısını özellikleri ile kavrayan sağlıklı bir anlayışa oturtmaktır. Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran halk, hangi soy ve inanç bağından olursa olsun, ulusu oluşturduğuna göre açılımları bu yapıya göre tanımlayıp yönlendirmek gerekir. Ulusal birliğin temel öğesi, dil ve ortak yaşam istenci ile tarihsel değerlerdir. Din nedeniyle acılar çekilmiş, saldırılara uğranılmış olsa da din, milliyetçiliğin gerçek öğesi sayılamaz. Irkla din karıştırılmışsa da, milliyetçilikte, ulusalcılıkta din dayanak olamaz. Ulus yapısında olması ayrıdır. Uluslaştıktan sonraki aşama için değildir. Irkçılık, ulusal birliği dil, gelenek, ülkü öğelerine, insanlık ilkelerine değil de ırk temeline bağlamak isteyen kafatasçılık, bana göre çağdışı bir akımdır. Ulusçuluk yayınları da ulusalcılık, “soy” ağırlığını da geride bırakan, dinsel birlikteliğe karşın ortak değerlerde yükselen, bu değerlerden kaynaklanan bir olgudur. Sanayileşmeyle başlayan uluslaşma süreci, bağımsızlık tutkularıyla aşama kazanmıştır.

Milliyetçiliğin, bizde, laiklikten çok dinciliğe dayandığını görmek istemeyen, siyasal ve etnik kimliklerin savaşımı gibi sunan, savaşımcıları vardır. Çağın gerçeklerini kavrayamayanlar, ümmetten ulusa, kapıkulu-kölelikten-tebalıktan bireyliğe geçmeyi anlayamamışlardır. Milliyetçilik, tutuculuk; tutuculuk da milliyetçilik değildir. “Milli-manevi değerler” ile “milliyetçi muhafazakarlar” sözlerini dillerinden düşürmeyenlerin çoğu, bu kavram ve sıfatların ne olduğunu bilmediği gibi adlarının karıştığı çirkin olaylar, çete-mafya ilişkilerine uzanan durumlar, siyasal çıkar aracı türü kullanmalar da sözde kaldıklarını göstermekteir. Milliyetçilik, geriye çeken, gereksizleri, yarasızları da koruyan bir tutum değil, ilerici atılımcı, insana ve değerlerine saygılı bir anlayıştır. Aynı topraklar üzerinde yaşayan insan topluluklarının bu birlikteliği koruma amacı, ayrılıkçı duygu ve düşünceleri geçersiz kılar. Geçmişi özetleyen tarih ortaklığı; toplumsal varlığın en güçlü dayanağıdır. Dil, düşünce, ahlak, kültür-gelenek ortaklığıyla geleceğe ilişkin amaçla birleşmek, tüm bunları koruma güçlendirme, yüceltme çabasında yoğunlaşmak, çağımızın milliyetçiliği olarak algılanmalıdır.

Ulus olmadan, uluslaşma, ulusallaşma söz konusu olamaz. Ulus, hepimizin bildiği gibi, ülke, ilke ve ülkü birlikteliği ile kaynaşmış yurttaşlardan oluşan siyasal ve toplumsal bir yapıdır. Yurttaşlar arasındaki bağları kuran öğeler bu kavramlar içindedir. Etnik öncelik, üstünlük ve ağırlık savıyla ayrıcalık istemi, ırkçılığa götürür. Gerçek, içtenlikli milliyetçilik, tutsaklığa, sömürgeciliğe ve her tür bağımlılığa temelden karşıdır. İçte, soy ve inanç ayrımı gözetmemeyi; dışta uluslararası eşitliği benimser. Tersine tutum kavgacıdır, barışçı değildir.

Çevremize baktığımızda milliyetçiliği ırkçılıkla eş tutmaktan ötede, özdeşleştiren eğilimler görmekte, kimi sakıncalı durumlara tanık olunmaktadır. Hatta dinselleştirenler vardır. Türbanla ve dinsellikle ilgisi olmayan, sıkmabaş, başbohçalama, kara örtünme olaylarında “Tebkir!” çığlıklarına uyarak kargaşa çıkaranların elleriyle yaptığı işaretler bu durumu açıklamaktadır. Böyle olursa yani dinleşirse ulus, ümmet olur. Milliyetçilik ümmetçilikle birleşemez ona destek veremez. Ümmetçilik, Arap milliyetçiliğidir. Ülkede, bir ırkın, bir etnik grubun üstünlüğü savına dayanan tutum, ulusu daraltmak, bölmek, milliyetçiliği küçültmektir. Milliyetçiliğin ahlakla ilgisi, ıranın (karakterin) belirginleşmesidir. Ekonomik amacı olmayan milliyetçiliğin kültürel temelini savunmak da inandırıcı olmaz. Milliyetçilikte ekonomik amaç, bağımlılığın önlenmesidir. Ekonomik bağımlılık, milliyetçiliği gölgeler ve engeller. Belirgin özellik, eşitlik özgürlük, birliktelik, geçmişe bağlılıkla gelecekte de var olmak amacıdır.

Atatürkçülükte Milliyetçilik

Az önce belirtmeye çalıştığım anlayışla özetlenebilir. Sunuşlarım, benim kişisel görüş ve düşüncelerimdir. Şimdi böyle düşünüyorum, böyle görüyorum. Katılmayanlar olabilir, doğaldır. Toplumsal barış, ulusal dayanışmanın temelidir. Soylu bir ulusun bireyi olarak kıvanç duymak başka, bu bağı baskı, üstünlük aracı olarak kullanmak başkadır. Büyük Atatürk, Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı tam birliktelikle zafere ulaştırmıştır. “Büyük işleri büyük uluslar yapar. Türk ulusu dünya uygarlığı ve insanlığı için örnek çalışmalar yapmıştır. Devrimler yapan yetenekli bir ulustur. Cesuruz, zekiyiz, çalışkanız, yüksek amaçlar uğruna ölmesini biliriz.” sözlerinde yansıyan anlayış, bugün için de en iyi örnektir. “Ne mutlu Türk’üm diyene!” özdeyişinin “Ne mutlu Türk olana!”dan ayrılığı açıktır. Hangi soy kökeninden olursak olalım “vatandaşlık” bağımız hepsinin üstünde, hepsi bu bağın altındadır.

Her Türk’ün özgür doğup özgür yaşadığı gerçeğine uygun yaşam, en çağdaş milliyetçilik olduğunu söylediğim Atatürkçülüğün, her alandaki tam bağımsızlık ilkesine uygun ereği (hedefi) dir. Türk ulusu, insanlığa karşı sorumluluğunun bilincinde, insanlık ailesinin bağımsız ve onurlu bir üyesidir. Kurtuluş ve ilerlemenin özgücü olan özgürlük, Türk milliyetçiliğinin değişmez doğrultusudur. Türk milliyetçiliği halkçılıkla içiçedir. Halkın sorunlarına sırtını çeviren milliyetçi olmaz, milliyetçi olan halkçı, halkçı olan milliyetçi olur, tersini düşünmek yanlıştır. Milliyetçilik, gerçek, bilimsel ve en olumlu anlamıyla ulusal yaşam ve yönetim sürekliliğidir. Ulusun üstün niteliklerini, güzel geleneklerini koruyarak varlığını barış içinde, uyum ve uzlaşma ile sürdürmesi, ulusun gücüne inanıp dayanmayı, ulusunu sevip saymayı, varlığıyla övünmeyi, ahlak ve adaletle yönetmeyi bilgi ve bilimle çalışıp ilerlemeyi gerektirir.

Atatürk “Türk milliyetçiliği, ilerleme gelişme yolunda uluslararası ilişki ve görüşmelerle, tüm çağdaş uluslara koşut ve onlarla yanyana yürümekle birlikte Türk toplumunun özel karakterini ve başlı başına bağımsız kimliğini korumaktır.” demiştir. “Türkiye halkı, ırksal yayınları da dinsel ve kültürel yönden birleşmiş, birbirine karşı saygı ve özveri duygularıyla dolu, kaderi geleceği ve çıkarları ortak bir toplumdur.” Serüven, düş ve gerçekdışılık Atatürk’ün anlayışında yoktur. Milliyetçiliğin başka yerlere çekilmesi, başka nedenlerle kullanılması, sakıncalı eğilim ve akımlara araç kılınması da Atatürkçülükle bağdaşamaz. Atatürk, Turancılığı “Büyük ve boş hayaller peşinde koşup yapamayacağı şeyi yapacak gibi gösteren sahtekarlardan değiliz” sözleriyle eleştirirken Suriye’de, Yemen’de yitirdiği binlerce evladının acısını çeken Anadolu halkına nasıl kıyıldığını vurguluyordu. Ana-babaların çektiği acıyı yüreğinde duymayan, milliyetçi olamaz. Enver Paşa’nın 1915’te Sarıkamış yöresinde, Allahuekber Dağları’nda, Rusları arkadan çevireceğini sanarak, aralık ayının buzlu gecelerinde, yazlık giysili 65-85 bin evladımızı şehit vermesi unutulamaz. Halkına karşı sorumluluk duymayan da milliyetçi olmaz. Atatürk “sorumluluk duygusu, ölüm duygusundan ağırdır” sözleriyle bu gerçeği belirtmiştir. “Türk Ulusu, Kurtuluş Savaşı’ndan beri, hatta bu savaşa atılırken bile tutsak ulusların özgürlük ve bağımsızlık uğraşlarıyla ilgilenmeyi, o çabalara yardım etmeyi benimsemiştir. Böyle olunca kendi soydaşlarının özgürlük ve bağımsızlığına ilgisiz kalması elbette uygun görülemez. Fakat milliyet davası, bilinçsiz ve ölçüsüz bir dava biçiminde düşünülmemeli ve savunulmamalıdır. Milliyet davası siyasal bir savaşım (mücadele) konusu olmadan önce bilinçli bir ülkü (ideal) sorunudur. Bilinçli ülkü demek, bilimlere, bilimsel yöntemlere dayandırılmış bir ve amaç demektir.” yaşamında tek onur kaynağı ve servetinin Türklükten başka bir şey olmadığını söyleyen Atatürk, Medeni Bilgiler kitabının 376-378. sayfalarında görüşlerini şöyle sürdürmektedir: “bugünkü Türk Ulusu’nun siyasal ve sosyal topluluğu içinde kendilerine Kürtlük fikri, Çerkezlik düşüncesi ve hatta Lazlık düşüncesi yayınları da Boşnaklık düşüncesi propaganda edilmek istenmiş vatandaş ve yurttaşlarımız vardır. Fakat geçmişin, bu keyfi yönetim zamanlarının sonucu olan bu yanlış adlandırmalar, düşmana alet olmuş birkaç gerici beyinsizden başka hiçbir yurttaşımız üzerinde üzüntü yapmaktan başka bir etki yapmamıştır. Çünkü, bu ulusun bireyleri de, genel Türk toplumu gibi aynı ortak geçmişe, tarihe, ahlaka ve hukuka sahip bulunuyorlar. Bugün içimizde bulunan Hıristiyan, Musevi vatandaşlar yazgılarını ve geleceklerini Türk Ulusu’na vicdani istekleriyle bağladıktan sonra yan gözle, yabancı gözüyle bakmak, uygar Türk Ulusu’nun soylu ahlakından beklenebilir mi?”

Yine Atatürk, 1931’de, “Ülkenin ve Devrimin içerden ve dışardan gelebilecek tehlikelere karşı güvenliği için tüm Cumhuriyetçi ve milliyetçilerin bir yerde toplanması gerekir.” demiştir. Bu sözüyle cumhuriyetçilikle milliyetçiliğin ayrılmaz birlikteliğine değinmiştir. Altıok’un birbirinden ayrılması olanaksız, birbirini tümleyen anlamı daha iyi anlaşılmıştı.

Şu sözler de Atatürk’ündür: “Türk Ulusu, ulusal duyguyu, dinsel duyguyla değil, insancıl duyguyla düşünmekten zevk alır. Vicdanında, ulusal duygunun yanında insancıl duygunun onurlu yerini sürekli korumakla övünür. Türk Ulusu’nun uygarlık yolunda tüm uygar uluslarla ilişki kurması gereklidir. Ulusumuz her uygar ulus gibi uygarlığa hizmet etmiş insanların ve ulusların değerini bilir ve anılarını saygıyla korur.” 1929’daki bu sözlerini, aşırılıktan kaçınma ve inançla sarılma yönündeki şu sözleriyle tamamlamak istiyorum: “Biz doğrudan doğruya ulusseveriz ve Türk milliyetçisiyiz. Bu toplumun bireyleri ne kadar Türk kültürü ile dolu olursa o topluma dayanan cumhuriyet deo kadar güçlü olur. Biz öyle milliyetçileriz ki bizimle işbirliği yapan tüm uluslara saygı duyarız. Onların milliyetlerinin her gerçeğini tanırız. Bizim milliyetçiliğimiz, bu durumda, bencil ve gururlu bir ulusseverlik değildir.”

Türk Ulusu’nda kimi yapı değişikliklerinin doğal olduğunu, binlerce yıl kaynaşmış, eski bir toplumun birbirine tam benzemesi de çocuklarının aynı kök, uzun ve ortak geçmişin belirli tipi olduğunu söyleyip Türk! Övün, çalış, güven!” buyruğuyla da varlığıyla övünürken çalışmayı, kendine ve ulusuna güvenmeyi öğütlemiştir.

Görülmektedir ki Atatürk’ün milliyetçilik anlayışı gerçekten insancıl ve barışçıdır. Ulusal birliğin ve ülke tümlüğünün harcı ve güvencesi olduğunu 57. hükümetin programında da saptıyoruz. Evrensel boyutla da barışçı, insancıl ve laiktir. “Ne zaman İslam birliği, Türk birliği oldu?” sorusu da günümüzdeki gerçeklere uygundur. Roma İmparatorluğu, Osmanlı İmparatorluğu ve son olarak SSCB. Dayanamadı, uluslaşmaya karşı çıkmada başarı sağlayamadı. Bağımsızlık ve özgürlük ateşi sonuç aldı. Ulusal Kurtuluş Savaşı sonundaki ulus devlet yapımız bu nedenle gerçekçi, sürekli ve sağlıklıdır. Tito, küçük kültürleri bağımsızlaştırarak, birlikteliği sağlayacağını sandı, aldandı. Atatürk onları birleştirip uluslaştırarak birlikteliği sağladı ve başarılı oldu. Yalnız din bağı etkili olsaydı İran-Irak savaşmaz, yalnız soy bağı olsaydı Sırplar’la Boşnaklar çatışmazdı.

Güneydoğu sorunu, Türkiye’yi güçlendirmemek, engellemek çabasının ürünüdür, yapaydır. Ama, içte barışı ve birlikteliği koruyamazsak başka örgütlerle, başka kukla ya da maşalarla biz uğraştıracaktır. Demokrasimiz diktatörlükleri, laikliğimiz köktendinci yönetimleri için kötü örnek olan ülkeler de bizi zayıf kılmaya çalışmaktadır. Atatürk’ün Amasya’dan Cafer Tayyar’a “Tüm milleti mahvetmeden Kürt devleti kuramazlar.” dediğini unutmamalıdır.

Ekonomi önemli bir katkıdır. Sanayileşme, kaynaşmayı sağlar. Ekonomide kendinize özgü gücünüz olmalı. İnsan kaynaklarıyla desteklenmeli sosyal adalet gerçekleşmeli, emek ve alınteri, karşılığını hakça almalı.

Ayrıca, Rusya’yı karşımıza geçiren, bağımsızlıklarını yeni kazanan Türk Cumhuriyetlerini çekingenliğe ve duraksamaya düşünen “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne kadar...” sözleriyle “Türk Ulusu” ya da “Türk halkı” yerine “Türkiye Halkı” denilmesini de yararlı bulmuyorum. Atatürk nasıl “TBMM’de yalnız Türk yalnız Kürt, yalnız Çerkez yok demişse ülkemizde değişik kökenden toplulukları vardır. Ve hepsinin ortak adı, ulusal kimliği “Türk”tür. Ulusal kimliğini yadsıyan, yurttaş olamaz. Yurttaşlıkta birleşince de sorun kalmaz. Kışkırtmalarla söylenen yalanlara kimse inanmaz. Hakkari’deki Mehmet’le Ankara’daki Yekta’nın Anayasal ve yasal hak özgürlüklerde, yurttaşlık olanaklarında hiçbir ayrımı yoktur. Bu topraklara “Türkiye” adını da 10. yüzyılda Avrupalılar koymuştur. Çoğunluğun dili dilimiz, adı adımızdır. Çağdaş, özgür bireylerinden ayrılan oluşan toplum hepimizin amacıdır. Atatürk, 1927’deki Büyük Söylev’inin sonunda “Bu sözlerimle ulusal varlığı sona ermiş sayılan bir ulusun bağımsızlığını nasıl kazandığını, bilim ve tekniğin en son ilkelerine dayanan ulusal ve çağdaş devletin nasıl kurduğunu anlatmaya çalıştım.” derken yurt tümlüğüne duyarlı, birlikteliğe özen gösteren tutumunu ulusal düzeyde açıklamıştı. 10. yıl söylevindeki “Türk Milleti” vurgulamaları ile “Ulusal Ülkü” ve “Türklüğün unutulmuş büyük uygar niteliği ve büyük uygar yeteneği, bundan sonraki gelişmesiyle geleceğin yüksek uygarlık ufkunda yeni bir güneş gibi doğacaktır.” sözleri boşuna değildir. Bunlarla “Türk’ün onuru, gururu ve yeteneği çok yüksek ve çok büyüktür. Böyle bir ulus tutsak yaşamaktansa, yokolsun daha iyidir. Bu nedenle, ya bağımsızlık, ya ölüm!” sözleri birleştirilip değerlendirilirse ulusal amacı tüm açıklığıyla ortaya çıkar. Bilge Kağan da Ey Türk Oğuz Beyleri! Üstte gök çökmedikçe, altta yer delinmedikçe, biliniz ki Türk ulusu, Türk yurdu, Türk devleti, Türk töresi bozulmaz demişti. Usu (aklı), bilimi, gerçeği ve karakteri dışlamadıkça, çağdaş milliyetçilikten uzaklaşılmaz.

Atatürk’ün, Misak-ı Milli sınırları içinde ve tam bağımsızlık temelinde, tüm yurttaşları özgür ve her yönden eşit yaşatan, yayılmacılığa, sömürgeciliğe yaşamsal olmayan savaşlara, siyasal ve ekonomik bağımlılıkları karşı çıkan ulusal egemeliği ve birliği üstün tutan yapıyı amaçladığını Recep Peker’in 9-16 Mayıs 1935’teki CHP 4. Kurultayı’ndaki şu sözler de doğrulamaktadır: “Atatürk ulusçudur. Ulus devletçidir. Bu nedenle de sosyalist değildir. Karmaşık devlet yapısının zararlarını yaşayan Atatürk’ü 5.2.1937’de TBMM’de yaptığı konuşmayla Şükrü Kaya da desteklemiştir. “Uygarlık düzeyine ulaşmak, bunun için de millici olmak gerekir. Ama dar ve tekelci değil. Tüm dünya için, insanlık için erinç ve mutluluk amaçlayan bir milliyetçilik.” Atatürk’ün birleştirici ve tümleyici ulus devletini benimsediği milliyetçilik kökenci değildir, sınıf ve zümreci değildir. Ulusal egemenliğe karşı değildir. Tersi olursa ulusun değil, sınıf zümre ya da ırkın egemenliği olur. Dinsel de değildir. Dinsel olursa bir din ya da mezhebin egemen olma kavgası-savaşı gündeme gelir. Gerici ulusalcılık (daha önce değindiğim siyasi ninni ve masallarla) da milliyetçilik olamaz. Donmuş ve kalıplaşmış 19. yüzyıl milliyetçiliği (Cemal Kutay Gözlem, 17.05.1999), Ziya Gökalp’in “pantürkizm”ini yenilenmiş göstererek gündeme getirmek sakıncalıdır. Tarihsel ve toplumsal temellere dayanan uygar bir anlayışı soy ve yapı özelliği ile ayrımcılığa dönüştürüp, uygar dünyadan soyutlamak büyük yanlıştır. Öbür uluslarla uyumu ve karşılıklı saygıyı gözeten anlayıştan ayrılmamalıyız. Atatürk 1933’te “Doğu’dan yükselecek güneşe bakınız. Bugünün ağardığını nasıl görüyorsam, uzaktan tüm Doğu uluslarının uyanışını da öyle görüyorum. Bağımsızlık ve özgürlüğüne kavuşacak çok kardeş ulus vardır...” sözleri çağdaş, uygar, barışçı milliyetçiliğin, akılcı milliyetçiliğin açıklanışıdır. Ulusun, soyların karıştığı bir tümlük; toplulukların, halkların, soyların, kucaklaşması olduğu, yayılmacılık ve kavganın anlamsızlığı anlatılmaktadır. Kültürleri ayrıştırmak yerine birleştirmeyi seçen Atatürk, siyasal, ekonomik, hukuksal, yepyeni bir örgüt oluşturdu. Anlayışından bireylerine, ilkelerinden kurumlarına yepyeni, milliyetçi, demokratik, laik, sosyal Türkiye Cumhuriyeti.

Anayasalarda Milliyetçilik

1921 Anayasası’nın laikliğin de temeli olan 1. maddesi egemenliğin bağsız koşulsuz Ulus’un olduğunu öngörmektedir. Bu madde 1923’teki değişiklikte de korunmuştur. 1924 Anayasası’nın 3. maddesine alınan ulusal egemenlikten sonra 1937 değişikliğiyle bu Anayasa’nın 2. maddesinde devletin “milliyetçi” olduğu belirtilmiştir. 1961 Anayasası başlangıcında ulusal özellikler, ulusal bilinç ve ülkü, ulusal birlik, “Milli Mücadele Ruhu”ndan sonra, ulusal dayanışmaya yer verilmiş, 2. maddesinde de Türkiye Cumhuriyeti’nin öbür nitelikleri yanında “ulusal (milli)” bir devlet olduğu öngörülmüştür. 1982 Anayasası’nın birinci paragrafında “Atatürk’ün belirlediği milliyetçilik anlayışı...” beşinci paragrafında”.. milli menfaat...” , “Atatürk milliyetçiliği...” altıncı paragrafında “milli kültür...”, yedinci paragrafında “.. milli gurur ve iftiharlarda, milli sevinç ve kederlerle, milli varlığa karşı hak ve ödünlerde...” belirlemeleri yer almıştır. “Cumhuriyetin nitelikleri başlıklı 2. maddesinde “... milli dayanışma... Atatürk milliyetçiliğine bağlı...”anlatımları bulunmaktadır. 4. maddesi bu niteliklerin değiştirilmesinin önerilemeyeceğini pekiştirmektedir. 42. maddede eğitim ve öğretimin Atatürk ilke ve devrimleri doğrultusunda yapılacağı açıklığından sonra, milletvekili andında (Madde 81) ve Cumhurbaşkanı andında (Madde 103) “Atatürk ilke ve devrimleri” yinelenmiştir.

Anayasa’nın konuyla ilgili “Türk vatandaşlığı” başlıklı 66. maddesi, anlatımlarımızı doğrulayacak bir biçimde “Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür.” açıklığını içermektedir. Bundaki “Türk Devleti” 1. ve 3. maddedeki “Türkiye Devleti”, 2. maddedeki “Türkiye Cumhuriyeti”dir.

Milliyetçilik, soyun “en üstün soy” olduğunu, başka ulusların aşağılanmasını öngörmez, ulusun varlığına, bağımsız yaşamına tutkunlukla, üstün değerlerini yükseltip güçlendirmeyi amaçlar. Özseverlik değil, özgüvenle çağdaşlaşıp başka uluslarla kendi kendi özgünlüğüyle yarışmaktır. “Soydaş”lıkla “yurttaşlık” aynı değildir. Atatürk milliyetçiliği ayrılıkçı “soydaşlığı” değil, birleştirici yurttaşlığı seçmiştir. Üstelik ulusal “Türk” kimliğiyle çoğunluğu tartışmasız biçimde odağa yerleştirerek. “Kavm-i necip” üstün soy anlayış, çağdaş milliyetçilikle bağdaşmaz. Ayrılıklarla savaş ve bölünme yerine birleşerek büyüme ve güçlenme yeğlenir. Milliyetçilikte kültür de evrensel kültüre ulaşmayı amaçlar. Bu nedenle alt kültürleri bağımsızlaştırmak değil, ulusallaştırarak evrenselleştirmekten sözedilir. Bu gelişmelerle birlikte öz, özellik korunur, yitirilmez.

Anayasa Mahkemesi Kararlarında Milliyetçilik

Geçmişi yadsımadan geleceğe tüm varlığıyla koşmak olarak da tanımlanabilecek milliyetçilik konusunda Anayasa Mahkemesi’nin birçok kararı vardır. Atatürk milliyetçiliğinin vurgulandığı bu kararlardan Esas 1984/9, Karar1985/4; Esas1989/1, Karar 1989/12 ile Esas1993/3, Karar 1994/2 sayılı olanları ve şu ortak yargıyı belirtmekle yetiniyorum: “Atatürk milliyetçiliği, gelişme ilerleme yolunda, uluslararası uyum içinde yürümekle birlikte, Türk toplumunun özel yeteneklerini ve bağımsız kimliğini koruma olarak tanımlanan Türk milliyetçiliğinin, Türk olmak mutluluğunu duyan herkesi kapsayan biçiminin adıdır. Atatürk milliyetçiliği, Türk devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkesi Türk sayan; dil, ırk ve din gibi düşüncelerle yapılacak her türlü ayrımı reddeden, birleştirici ve bütünleştirici bir anlayışı temsil eder.”

Ulusu oluşturan öğeler dil birliği, ulusal duyguyla yanyana insanlık duygusu, siyasal varlıkta birlik, yurt birliği, tarihsel birlik, ahlak, gelenek ve geçmiş ortaklığı, geleceğe yönelişte birliktelik milliyetçiliğe de yansır. Medeni Yasa’nın gerekçesinde, laikliğin siyasal ve hukuksal birliğin yanında ulusal birliğin de harcı olduğunun belirtilmesi, yurttaşlık bağının gücünü ortaya koymaktadır.

Milliyetçilik, bölücülüğe, ayrılıkçılığa, köktendinciliğe, ırkçılığa, Turancılığa, faşizme, komünizme de karşıdır. Yargı kararlarında devletin tek’liğinin, ülkenin tüm’lüğünün, ulusun bir’liğinin ödünsüz korunacağı yinelenmiştir.

Ziya Gökalp’in deyişiyle “Orduyu yeniçerilerle, yargıyı kadılarla kotaracak kara ve kızıl tehlike”nin silahlı kuvvetlerine karşıtlığı da içerdiği, millliyetçilikle uyuşmadığı gözardı edilmemelidir. Söz milliyetçiliği değil, öz milliyetçiliği gerekir. Hiçbir yararlı davranışı olmadan, çığırtkanlıkla bir yere varılamaz. Soygun, çete-mafya, çıkar oyunları, gözdağı, işkence ve öldürme olayları milliyetçilikle bağdaşmaz. Ezmeyen, ezilmeyen soylu duruş, milliyetçiliğe yaraşır çizgidir. Ayrılıkçı tezler ileri sürülerek milliyetçi olunamaz, milliyetçilik yapılamaz. Milliyetçilik, ulusa hizmetle olur, eziyetle olmaz. Milliyetçilik yalnız “ad”a değil, tüm varlıklara sahip çıkmaktır, geleceği güvenceye almaktır. “Küreselleşme, globalleşme” adıyla yürütülen dış ekonomik dayatmalara, “özelleştirme” adıyla gerçekleştirilmek istenen gelişigüzelliğe, yağmaya-talana, her tür yolsuzluğa, haksızlığa, “uluslararası tahkim” adıyla ulusal yargıyı dışlamaya, borç bağımlılığına karşı çıkmayı gerektirir. Bunlar kafatası ölçüsüyle değil, kafa içi aydınlığı ve yürek gücüyle olur. Siyasal simge olarak kullanılan, inançla ve dinsel gereklerle ilgisiz örtü ve giysilerin, sarı-kırmızı-yeşil bölücü simgeden ayrılığı yoktur. Amaçta ve sonuçta ikisi de ayrılıkçı, bölücü ve yıkıcıdır. Milliyetçiliği ırkçılıkla özdeşleştiren anlayış da böyledir. Ulus-devlet, ulusun devletinin sahibi olması, ulusallığın hukuksal aşamasıyla somutlaşmasıdır. Barışçılığı, gerçekçiliği, ırkçılık ve Turancılığa kaymaması nedeniyle Atatürkçülük, Atatürk milliyetçiliği, bizim ulusal ülkümüzdür. Jeopolitik konumumuz da bunu zorunlu kılmaktadır. Söyleyecek bir şeyi bulunmayan kimileri telaşa kapılıp köktendinciliğe destek vermeye hatta ona sarılmaya başlamışlardır. Bu çarpık tutumun milliyetçilikle ilgisi yoktur. Ülke sevgisi, ulus saygısı, laikliğe bağlılık içermeyen milliyetçilik, geçerli olamaz.

Bir bez parçasını için laik cumhuriyete karşı çıkanların milliyetçilik anlayışına gülünür. Bayrağa, İstiklal Marşı’na ayağa kalkmayanlar, Atatürk’e ve Atatürkçülüğe karşı çıkanlar milliyetçi olamazlar. En büyük Türk milliyetçisi Atatürk’e saldıranlar, insan olamazlar ki inançlı olsunlar, Türk olamazlar ki Türk Milliyetçisi olsunlar. Benim için günümüzdeki Türk milliyetçiliği, Atatürk milliyetçiliğidir. Bu milliyetçilik akıl, bilgi, ahlak, bilinç, yürek ve kişilik ister.

Şimdilerde başkalarından daha yurtsever ve inançlı olduğunu, bayrağa, ezana saygılı olduğunu söyleyen sözde, yapay, sanal milliyetçilere rastlanmaktadır. Özü olmayanın sözüne de inanılmaz. Dış baskılara, ekonomik-siyasal bağımlılıklara karşı uyanık olmalı, Sevr özlemcilerini sevindirmemeliyiz. İçimizdeki barış, karşılıklı sevgi, saygı ve güven duygusuyla dokunan ulusal dayanışma, en etkin gücümüzdür.

Etnik Sorun

Ülkemizde Lozan Barış Antlaşması’nda belirtilenlerle Bulgaristan’la imzalanan anlaşmada gösterilenler dışında “azınlık” yoktur. PKK davasında hiç kimseye göstermediği anlamsız ilgiyi örgüt başına gösteren Batının kışkırtması, demokrasi ve insan hakları savıyla yürütülen siyasal oyunlar düşmanın uyumadığının belirtileridir. Etnik sorun yoktur, çıkarılmaya çalışılmaktadır. “Kürt sorunu” yoktur, “Güneydoğu sorunu” vardır, işsizlik, yargı, üniversite sorunları gibi.

Alparslan Türkeş’in adıma gönderdiği 19.09.1991 günlü yazısından şu bölümü aktarmakla yazımı bağlıyorum:

“Ulus birliği-ülke bütünlüğü üzerindeki açıklamalarınız, yaşamakta olduğumuz şu karanlık dönemde her yurtseverin çoşkuyla sarılacağı kutsal bir ülküdür. Bunun için yaşamakta ve savaşmaktayız. Yüce Atatürk’ün “Ne mutlu Türküm diyene!” sözü yolumuzu aydınlatmaktadır. Yüce konuşmanız içinde “çağımız özgürlük, vs, bilim ve adalet çağıdır” ve “her siyasal çıkarın üstünde ülke yararı vardır” görüşleri hayranlıkla kabul edebileceğimiz düşüncelerdir. Baştan aşağıya memleketimize huzur ve yükseliş yolunu gözeten konuşmanız...”

Umarım, kimilerinin, kimi düşünceleri daha saydamlaşacaktır. Boş yere zaman ve güç yitirmeden kurtulacaklardır.

Gelelim, sonuca... söylenecek çok şey var. Altı büyük kentimizin en zenginleri Kürt kökenli yurttaşlarımız, Cumhurbaşkanı oldular, Başbakan oldular, Meclis Başkanı oldular, bundan iki dönem önceki mecliste 160’tan fazla Kürt kökenli milletvekili vardı. Neyi olamadılar? Hepsi yalandır. Onun için Türkiye’de hiçbir etnik ayrım yoktur. Neredeyse ben kuşkulanacağım, acaba ben mi azınlığa düşüyorum diye.

Türkiye’de Musevi inancında olan yurttaşlarımızın, Hıristiyan yuttaşlarımızın şikayeti yok. Geçen gün Ermeni Patriği söyledi, hiçbir şikayet yok da Türk adını kıvançla taşıması ve “Ne mutlu Türk’üm diyene!” derken göğsü kabarması gereken Kürt kökenlilerin mi mi sorunları var? Hiçbirinin yok... burada açıkça söylüyorum, etnik köken ayrımcılığı ve dayatmacılığı Türkiye’yi Türkiye olmaktan çıkarmak isteyen, sözde Batılı dostlarımızın oyunlarından başka bir şey değildir. Biz de toplumsal ve ekonomik önlemlerle, katkılarla Güneydoğu’yu kalkındırmalıyız.

Aynı şey küreselleşme, globalleşme adı altında Türkiye’ye dayatılan ekonomik ilericilik ve yenilikte vardır sözde. Ama kendileri yapıyorlar. Kutsal toprakta baldırı çıplak Amerikalı kadın askeri nöbet bekliyor ama demiyorlar ki Suudi Arabistanlılar’a “demokrasiyi kurun!”.

Sözü Türkiye’ye getiriyorlar. Nereye getirdiler? DGM dayatmasına getirdiler. Peki, Türkiye’nin adaletinden kuşku duyanlar, Türkiye’den şeffaf adalet beklediğini söyleyenler, Türkiye’ye akıl öğretmeye kalkışanlar ne yaptılar? Bader-Mainhof Çetesi’ni bir gecede kim ortadan kaldırdı Almanya’da? Ağzı bantlı Amerikalı yurttaşlarını duruşma salonlarına, üstelik ayaklarında demirlerle kim soktu? Bakın medya burada. Amerika’daki duruşma salonlarına bir tane gazeteci girebiliyor mu? Peki, Korsikalılar’ın yurttaşlığını Fransız yurttaşlığı kapsamında saymak isteyen yasayı, toprağı ayrı, ırkı ayrı, inancı ayrı Korsikalılar’ı bu ek tanımı bile kendi anayasalarına aykırı bulup iptal eden anayasa konseyi Fransa’da değil mi? Niye Türkiye’ye bunu söylüyorlar? İtalyanlar Apo’yu dolaştırıp dolaştırıp baş konuk gibi ağırladılar. Kendi üzerlerine düşen “iade” görevlerini yerine getirmedikleri gibi yargılamaktan da kaçındılar. Ondan sonra bizden şeffaf yargı bekliyorlar. ETA ne yaptı? İspanya’da nasıl karşılandı?

İRA İrlanda’da nasıl işlem gördü bana söyleyebilir misiniz? Türklerin adaleti yansızdır, bağımsızdır, şanlı ve şereflidir. Bize söylemek isteyenler önce kendilerine dönüp bakmalıdırlar. Onu söylemek istiyorum.

Şimdi burada milletvekili arkadaşlarımda var ben isterdim ki Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin tutanaklarına geçsin ama vekillerimizin tutanağa geçirtmediklerini millet geçirtsin istiyorum. Biz, DGM yasasındaki değişikliği, “askeri yargıçlarımız bağımlıdır, komuta altında, emirle karar verip uygulamıştır” diye değiştirmiyoruz. İmza koyduğumuz anlaşmaların gereğini, onlar kötüye de kullansa, ona uyum sağlamak için yapıyoruz. Yoksa DGM’de çalışan askeri yargıçaların kimilerinin, sivil yargıçlardan çok daha yürekli olduğunu buradan hukukçu olarak söylüyorum. Onun için kimse kimseyi kandırmasın.

Değerli İzmirliler, son sözlerim şudur. Biz en az Avrupalılar kadar demokratız. Birbirlerine Haçlı Seferlerinde kıyanlar, “Doğu-Batı” diye ayıranlar, komünizmi yaşayanlar, işte Mussolini unutuldu, Stalin gitti, Salazar gitti, Franco gitti. Hepsi gitti ama Atatürk kaldı. Daha iki yıl evvel Küba’nın lideri Castro, “Yeniden Atatürk” dedi. Düşünebiliyor musunuz? Onlar biliyor ama içimizde bunu anlamak istemeyenler var. İnşallah onların kulağındaki paslar, dillerindeki kirlikler, beyinlerindeki küfler bir an önce çözülür, aydınlığa kavuşurlar.

Her şeyin üzerinde insanlık vardır. İnsan olarak birleşebiliyorsak, anlaşabiliyorsak, soydaşlığın üzerindeki yurttaşlık kavramında da el ele tutuşabiliyorsak, hangi etnik kökenden olursak olalım, hiçbir önemi yoktur.

Ama bir şeyin önemi vardır: Atatürkçü olmanın...

Yekta Güngör ÖZDEN, 
Ağustos 2002


http://www.guncelmeydan.com/pano/milliyetcilik-yekta-gungor-ozden-t32874.html



***

Üçüncü Meşrutiyet,

Üçüncü Meşrutiyet,




Yekta Güngör ÖZDEN,
31 Ekim 2002 Çarşamba,

Bıkkınlıktan ötede tiksinti veren olayları izledikçe karamsarlığa kapılmamak olanaksız. Birbirine eklenen aykırılıklar, çelişkiler, yanlışlıklar ve sakıncalı eylemler, aydınlığımızın üzerine ağır gölgeler biçiminde düşmekte, yolumuzu kesmektedir. Türkiye aydınlanmasının önündeki bağnazlık, aymazlık, sapkınlık engelleri yıllardır ırkçı-faşist, köktendinci-şeriatçı, bölücü-kürtçü akımlarla, çıkarcılık güdüsü ve mezhepçilik çabalarıyla desteklenerek sürmektedir. Tam bağımsızlığı, özgürlüğü, ulusal egemenliği, çağdaşlığı amaç edinmiş Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın özünü oluşturan Müdafaa-i Hukuk ruhu, Kuvva-yı Milliye ateşi, Misak-ı Milli ereği tümüyle unutulmuş, ABD etkisi AB dayatmaları IMF buyrukları doğrultusunda nereye varılacağı, ne olacağı düşünülmeden küreselleşme sarmalının dişlileri arasına katılma yarışına katılınmıştır. Onur, saygınlık, ilkelilik, eşitlik, adalet gözardı edilmiştir. Tüm bu olumsuzluklar siyasal öncülerin (liderlerin) özendirmesi, tartışma ve eleştirme kabul etmez tutumlarıyla giderek artmaktadır. Daha ileri gideceğimize daha geri gitmekteyiz. Tarihimizde acılı bölümleri de olsa umutla karşılanan 1. ve 2. Meşrutiyet, saltanat-hilafetle özetlenen teokratik oligarşiden (dinci tek kişi yönetiminden) halkın katılımı anlamındaki Meclisli yönetime geçişe yönelmekle ileriye gidişi anlatırken, şimdiki durum, demokrasinin yönetimdeki adı, yaşama geçiş biçimi olan cumhuriyetten geriye gidişi, tersine dönüş olduğundan tam bir irticadır. Siyasal irtica, günümüzden geçmişe dönmenin, azınlık yaratma, dinsel yönetim özlemlerinin, bunlara yol açan öneri ve düzenlemelerin başka anlamı yoktur. Hepsi 3. Meşrutiyet’in ağır belirtileridir. Siyasal Partiler Yasası, Seçim Yasaları, Anayasa kuralları ve öbür yasa kuralları olduğu gibi durmakta, siyasal parti liderlerinin saltanatı sürmekte, içerdeki sapkın, bağnaz, aymaz ortaklığıyla dışardaki sözde dost (gerçekte düşman) işbirliği, amaçlarına ulaşmak için her yolu denemektedir. Karalama, kötüleme, yalan, bilgi ve terbiye yoksunluğu yansıtan davranışları, kişilik bozukluğunu sergileyen tutarsızlıklarıyla yerleştirilip yerleştikleri medya köşelerinden Türk mucizesi ve en büyük Türk Devrimi olan laik cumhuriyete saldırmaktadırlar. Yaşam felsefemiz, ulusumuza özgü dünya görüşü Atatürk ilkeleri, işlerine gelince adını arsızca kullananlara “modası geçmiş...” olarak nitelenebilmektedirler. Şeriat tellallarıyla, AB tamtamcılarının ulusal kimliği yadsıyan goygoycuların varlık nedenlerini kavrayamamaları bir yana, çıkarları için, evrensel değerlerle örtüşen ulusal değerlerimizi, ulusal dayanışmayı, toplumsal barışı, sürekli yenilenmeyi, tam bir mütarekeci yapısıyla yıkma uğraşları acıdır. 1. ve 2. Meşrutiyetler mutlakiyetten kurtulma iken 3. Meşrutiyet mutlakiyete dönüş, cumhuriyetten kaçış dönemidir.

1919-1922 içteki yönetimle birlikte yayılmacı sömürgeci dış güçlere karşı Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın zaferle sonuçlandığı yıllardır. 1923-1938 demokrasiyi amaçlayan cumhuriyetin ilanıyla birlikte devrimler dizisinin gerçekleştiği, kuruluşun tamamlanarak bayındırlık çabalarının doruğa ulaştığı, İkinci Dünya Savaşı yıkımından uzak kalındığı yıllardır. Tam eşitlikçi yurttaşlar düzeni, tam bir halk demokrasisi, kimsesizlerin kimsesi olan Türkiye Cumhuriyeti, yozlaştırılan siyaset sulandırılan demokrasi ile tanınamaz duruma gelme aşamasındadır. Bundan daha iyi meşrutiyet olur mu?

Son günlerdeki sözde demokratik, siyasal oyunlar düşündürücü değil mi? Birkaç kişiye bağlanmış kısır ve yüzeysel bir demokrasi anlayışı, çoğulcu-katılımcı, kurallar ve kurumlar düzeni demokrasinin temeli hukuku dışlamaya kalkışmıştır. Yabancı sözcükler, alıntılar ve aktarmalarla süslenen konuşma ve yazılarla sonuç alınmaya çalışılmaktadır. Demokrasi suçu işlemiş, ulusu inanç ve soy bağı ayrımlarıyla bölmeye, birbirine düşman olmaya kışkırtmış, bundan böyle de aynı tutumu daha sakıncalı biçimde izleyeceği belli kişileri kurtarmaya yönelik önerilere, görüşlere, eleştirilere, çirkinliklere eğilmek yeter. Anayasa değişiklikleri içinde hukuk devletini güçlendirme, yargının bağımsızlığı ile devletin tüm işlem ve eylemlerinin bağımsız yargının denetimine açık olma, yasama sorumsuzluğu korunmakla birlikte milletvekili dokunulmazlığını sınırlama, af yolunu kapatma, uluslar arası tahkimi kaldırma, cumhuriyet senatosunu kurma, siyasal yaşamı demokratik kılma, Devlet Güvenlik Mahkemelerini kaldırma, milletvekili sayısını azaltma, yolluk ve ödeneklerini düzenleme, yasama denetimlerini etkin kılma, KHK’lerin görüşülmesini sağlama vd. konularda bir atılım yok. Yasama organı, suçluların sığınağı değildir. Her suç, kamu düzenine aykırı eylemdir. Demokrasinin bir öğreti, eğitim, terbiye ve disiplin düzeni olduğunu unutup oy toplamak ve hoş görünmek için, kimilerine yaranmak için ırasını (karakterini) bozmak bağışlanamaz.

Partilerin durumu, başta liderleri kimi siyasetçilerin tutumu, başkanlık sistemi hevesleri apaçık ortada iken cumhuriyeti “ismi var, cismi yok” durmuna getirmeye karşı, “meşrutiyet” yakıştırması yadırganamaz. Hangisinde çağdaşlık, bilimsellik, hukuksallık, demokratlık, bağımsızlık, ilkelilik, nitelik ve düzey özlemi var? 1950’lerden bu yana izlediğim seçimlerin öncekilerden daha olumsuz sonuçlar verdiğini saptamanın üzüntüsüyle doluyum. İnsan hakları ve barışçılık yerine başıbozukluk, başıboşluk ve kavga var. Ayrımcılık var. Batılılaşma çabası olarak gündeme gelen 1. Meşrutiyet (23.12.1876-13.02.1978) siyasal yaşamda bir umudun doğuşu idi. 1808’deki Sened-i İttifak’ın Padişahla varılan anlaşmayı içermesi, dış baskıların da ağırlık koyduğu 1839 Tanzimat, 1856 Islahat Fermanları’nın yön çizmesi 1867-1875’lerde Paris’te Jöntürkler’in yayımladığı Genç Osmanlılar bildirilerinin etkilemesiyle eşitlik, özgürlük, adalet, insan hakları, seçimli meclisle yönetim ilkeleri gündeme gelmişti. 20.03.1877’de Padişahın söyleviyle açılan meclis, 31.08.1876’da tahta çıkan II. Abdülhamit’in 23.12.1876 günlü Kanun-i Esasi’nin 113. maddesindeki yetkiye dayanan kararıyla 14.02.1878’de kapatıldı. Hükümdarın yetkilerini parlamentoyla paylaşması, hükümdarın oluruyla yasa önerileri verilebileceği öngörülen meşrutiyet, bir tür koşullu monarşi, Osmanlılar için teokratik monarşidir. Dinsel ağırlıklı, kişisel yönetim.

Genç Osmanlılar hareketinin yayılması, asker ve sivil öğrencilerin örgütlenmesi, Şam’da Vatan ve Hürriyet Cemiyeti’nin kurulması, Makedonya’daki 3. Ordu’nun ayaklanmasına Edirne’deki 2. Ordu’nun katılması, Manastır’da ilanından iki gün sonra Abdülhamit’i 23.07.1908’de 2. Meşrutiyet’i ilan zorunda bıraktı. 1876 Anayasası yeniden yürürlüğe konuldu ve Meclis açıldı. Böylece halka, özlediği düzelme ve gelişme olanakların sağlanacağı sözü verildi. 08.08.1908 değişikliğiyle sıkıyönetim ilanını öngören 113. maddedeki padişahın aşırı yetkisi kaldırıldı. Özgürlükler güvenceye bağlandı. Abdülhamit, iktidarına ortak olmak isteyen asker-sivil bürokrasinin yetkilerini sınırlamasını durdurmak için dine sarılarak panislamizmle imparatorluğu sürdürmek istiyordu. Bu yol, saray ve saraydışı kutuplaşmasını, zıtlaşmasını getirdi. Mutlak monarşi yerine uygulamaya geçirilen meşruti monarşi bilinçli bir seçim değil bürokrasinin imparatorluğu kurtarma çabalarının bir açılımı idi. Batı yanlısı meşrutiyetçiler, gerçeği Atatürk’le yaşanan insanlık, akıl, bilim, kültür ve sanat ortamıyla uygarlığın ve çağdaşlığın simgesi sayılan “Batı”nın etkisinde idiler. Batıya bağımlılık o gün bile bugünkü boyutta değildi. Değişik düşünce akımları birleştirici bir sonuca ulaşamamıştı.

2. Meşrutiyet 21.12.1918’e kadar sürdü. İlk iki sadrazam (Başbakan) Said Paşa ve Kamil Paşa idi. 1908-1920’de Meclis-i Mebusan 4 kez dağıtıldı, 24 hükümet değişti. 2. Abdülhamit 31 Mart 1909’da tahttan indirildi. 2. Mahmut’la başlayan yönetimde yenileme çalışmaları biçimsel olmaktan öteye geçemedi. Akçalı durumun kötüleştiği, meşrutiyetleri satıldığı, halkın güvensizlik ve yoksulluktan bunaldığı günlerde Abdülaziz tahttan indirilip yerine V. Murat getirilmiş, onun yerine de Anayasa ve Meclis açma sözü veren II. Abdülhamit tahta çıkarılmıştı. Tutucuların direnmesine karşın Rüştü Paşa’nın yerine gelen Mithat Paşa 11 bölümden oluşan 119 maddelik Kanun-i Esasi’ye benimsetmişti. Genel Meclis, padişahın Meclis-i Mebusan üyelerinin yarısını geçmemek üzere yaşamboyu görev için atadığı Heyet-i Ayan ve Meclis-i Mebusan yapısı yasama bölümünü oluşturmaktaydı.

Toplumsal ve güncel gereksinimlerle benimsenen batıya yönelme, batılılaşma, batıyı örnek alma ve batının baskısını durdurma çabalarına bağlanacak meşrutiyetler, ulusal yapıyı kökten değiştirerek uygarlığın tüm olanaklarını edinmeye, çağdaşlığın kazanımlarını yaşamaya odaklanmışTürk Devrimi ve Atatürk ilkeleriyle asıl amacına ulaşmıştır. 20.1.1921 günlü Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun 1. maddesi “Egemenlik bağsız koşulsuz Ulusun olup yönetim biçimi halkın geleceğini kendisinin belirleyerek kendisini yönetmesidir” içeriğiyle varılan doruğu belirlemiştir. Bu temel, günümüzdeki ulusal egemenlik ilkesinin kaynağıdır. 1961 Anayasası’ndan bu yana ulusumuz egemenliğini yetkili organlar eliyle kullandığından, egemenliğin yaşama geçtiği alan, yalnız yasama organı olmadığından, TBMM egemenliğin yasama alanında yetkili kılınan bir organdır. Yineleyelim, egemenlik TBMM’nin değil, ulusundur.

1. ve 2. Meşrutiyetler, günlerinin devrimi sayılabilecek gerekli ama yetersiz atılımlardı. Padişahlık düzeninde, yoksunluklar yalnızlıklar ve karışıklıklara karşın bir Anayasa yürürlüğe koymak azımsanacak ve küçümsenecek bir olay değildir. Tersine, bu uğurda başlarını veren yöneticiler gözetilirse, o günlerde olanlarla bugünlerde olması gerekenler karşılaştırılırsa, meşrutiyetlerin önemi ve değeri daha iyi anlaşılır. Osmanlı Hazinesi’nin tam takır olduğu, Rumların Edirne’yi geçip Yeşilköy’e kadar dayandığı dönemlerde asker-sivil bürokratların yurtseverliklerinin kazanımı olan meşrutiyetler, sömürge durumuna düşmüş Osmanlı İmparatorluğu sonrasını da etkileyen siyasal oluşumlardır. Deneyimleriyle bilinçlenen Mustafa Kemal Atatürk’ün gerçekçiliğinin, ileri görüşlülüğünün ulusumuzu nerden nereye taşıdığını iyi bilmeliyiz. Biçimsel düzenlemeler öze dayanmadıkça, özlemleri gerçekleştirmeyi akıl ve bilim ağırlığıyla amaçlanmadıkça, yaşama geçip somutlaşmadıkça yararlı olamaz. Batılılaşma, batıya yönelme, çağdaşlaşma bir özenti ve gösteri değil, “Batı” sözcüğüyle özetlenen ve bu sözcükte simgeleşen insanlık değerlerinin, yaşamın her alanıyla ilgili gelişme zenginleşmenin uzandığı ulusal bir erektir. Bu sonucun, tam bağımsızlık ilkesi özenle korunarak, günümüzün gerektirdiği askeri, ekonomik, siyasal işbirlikleri ve ortaklıklarda eşitlik gözetilerek sağlanması yaşamsal koşuldur. Barış, güvence, yenileşme ve düzelmeyi özgürlük ve adalet temelinde öngören meşrutiyet hepsini kapsayan, çağımızın en gerçekçi, en yararlı düzeni olan cumhuriyetçi demokrasiyle erişeceğimiz düzeyde bir devrim atılımı olarak anılacaktır. Ülkemizin geleceği, çıkarlarından başka şey düşündükleri kuşkulu anamalcı dernek ve vakıfların, yabancı destekli tekelcilerin, yeni Sevr’cilerin, bir kesimi terör aygıtından beter medyadaki tetikçilerin, mütarekeci ve mandacıların, numaracı, soyguncu ve hortumcuların, mafya bağlantılarının, mutlakiyet özlemcilerinin, kiralık ve satılık kalem ve ağızların, bağımlılığı benimsemiş uyduların eline bırakılamaz. Siyaset soylu, ahlaklı, ve adaletli bir yönetim sanatıdır. Palyaçoların, maskaraların, madrabazların, kuklaların, hacıyatmazların, korkakların ve ürkeklerin sahnesi, cambazların sirki, döneklerin pisti, ajanların tüneme yeri değildir. Ülkeyi eğitimsizliğin ve karşıdevrim koşullanmışlığının karanlığından kurtarmak, kafaların arındırılmasına bağlıdır. Bu da meşrutiyet yerine laik cumhuriyet donanımlarıyla gerçekleşir. Yoksa yerimizde sayar, geri gider, yıkılırız.

Yekta Güngör ÖZDEN, 
Ekim 2002


***

Çok İyi Düşünmek Gerek,

Çok İyi Düşünmek Gerek,




Yekta Güngör ÖZDEN,
Aralık 2002


Atatürk sonrası Türkiyesi’ni İsmet İnönü dönemini de içine alacak biçimde belirleyenlere katılmıyorum. Mustafa Kemal Atatürk’ün yaşam çizgisinin kesildiği yerden Demokrat Parti iktidarına uzanan yıllar da kanımca Atatürk’lü zaman dilimidir. İkinci Dünya Savaşı’nın ağır koşulları, ortamı özgün kılan öbür öğeler, 15 yıllık Cumhuriyet’in özünden kopmadan yücelmesini sanıldığı ölçüde engelleyememiştir. Gelişimi, özlenen düzeyde olmasa da değişik kökenli ve yönlü cumhuriyet karşıtlıkları önlenmiş, Türk Devrimi ve Atatürk ilkeleri doğrultusundaki çabalar sürdürülmüştür. Ekonomik olanakların yetersizliği, siyasal alandaki çelişkiler, savaş sonrası uluslararası kuruluş çalışmaları, demokrasi rüzgarının dalga dalga yayılışı, yeni siyasal partilerin oluşumu, önemi yadsınmayacak dönemeçlerdir. Dünyanın acılarla, yoksunluklarla, yıkımlarla sarsıldığı yıllarda Türkiye, Atatürk’ün yokluğunu duyurmamaya, boşluk bırakmamaya çalışan İsmet İnönü yönetimi de esenliğe çıkmıştır. Bu nedenle “Atatürk sonrası” sınırını 1950’den çekmek gerekir.

Toprak reformuna karşı çıkan muhalefetin en az 22 yıl iktidar sorumlularından olduğu unutularak “27 yıl” karalaması tutmuş, toprak beklerken topraktan uzak kalanların oylarıyla iktidar değişikliği gerçekleşmiştir. Yeni iktidarın başı TBMM’de kendi partisinin çoğunluğuna “siz isterseniz hilafeti getirirsiniz” dedikten başka, “millete mal olan-mal olmayan inkılaplar” ayrımını diline dolamış, “ben istersem orduyu assubaylarla idare ederim. Odunu aday göstersem seçilir.” sözleriyle dikta açılımının belirtilerini vermiştir. Üniversite öğretim üyeleri için “kara cübbeliler” nitelemesini yapmış, laik cumhuriyet karşıtı bir tarikat başını yeşil sarığı ve cübbesiyle makam arabasına almıştır. Halk dalkavukluğu giderek boyutlarını arttırmış, hukuk tanımazlık, kökten dinciliğe verilen ödünler, “vatan cepheleri”nin yaygınlığı 1960 devrimine yol açmıştır. Sonraki yıllarda ustalarına özenen çıraklar, “Yürümekle yollar aşınmaz.” “Bu anayasa lükstür, bize bol gelmektedir.” “Hükümetin üzerinde Danıştay, meclisin üstünde anayasa mahkemesi olmaz.” “Bana sağcılar adam öldürttü dedirtemezsiniz.” “Tesbih çeken elle silah çeken el bir olmaz.” “Devlet laik olur insan laik olmaz.” “Verdimse ben vedim.” “Dün dündür, bugün bugündür” diyebilmişledir. Bu geri gidişlere daha sonra “devlet dinin hizmetindedir.” sözüyle yenileri eklenmiştir. “Kanlı-kansız geçiş” ile “bizim partimize oy vemeyenler patates dinindendir” sözleri belleklerdedir. Köktendinci terörün dayanağı yapılan şeriata karşı yürüyen kadınlarımıza “şeriat dindir dine karşı yürünmez” diyen başbakanlar çıkmıştır. Kendisine umut bağlanan bir Başbakan da “Gardrop Atatürkçülüğü” suçlamasını pekiştirir biçimde “inançlara saygılı laiklik” ayrımını getirmiş, “yargıdan kurtulmak için yurtdışından kaçan bir tarikatçının okullarını övebilmiştir. Bu aymazlıkların neden olduğu aydın kıyımı saldırıların laik cumhuriyet ve kurucusu karşıtlarını, özetle karşı-devrimcilerin iç ve dış destekli eylemleri olduğunda duraksamaya yer bırakmamıştır.

Atatürk Müdafaa-i Hukuk ruhu, Kuvayı-Milliye ateşiyle gerçekleştirilen, Misak-ı Milli doğrultulu tam bağımsızlık, özgürlük, ulusal egemenlik ve aydınlanma amaçlı ulusal kurtuluş savaşı ile utkuya ulaştırılan Türkiye mucizesinin yaratıcısıdır. Türkiyemizin, tüm ulusal varlık ve değerlerimizin özeti ve simgesidir. Türkiyemizle özdeşleşerek kurumlaşmış bir ilkeler anıtıdır. Bağımsızlık, özgürlük, onur, insanlık demektir. İlkelerinin temel olduğu Türk Devrimi, Türk ulusunun yaşam felsefesidir. Yönetimlerin, yöneticilerin kusurlarını, Cumhuriyet’e yükleyerek haksız ve çirkin eleştirilere kalkışan, bağnaz, aymaz, sapkın, dönek, çıkarcı, iyiyüzlüler yurttaşlık kimliğini yadsıyan nankörler, özellikle medyanın büyük kesimine yerleşmiş ve yerleştirilmiş yalakalar, şakşakçılar, çekirgeler, halkımızın tertemiz duygularını sömürerek kendi yalanlarına yuva aramaktadır. Nereden nereye geldiğimizi hangi koşullardan geçtiğimizi bilmezlikten gelerek kendilerinin, çevrelerinin, patronlarının yararlarını gözeten asalaklar, yabancıların uydusu durumuna düşmüşlerdir. Akçalı bağımlılıkları, devleti, toprağı, sınırı, ulusu, ulusallığı dışlama durumuna sürüklemiştir. Tebaadan birey, ümmeten ulus, sömürgeden bağımsız devlet oluştuğu bilincini yitirmişlerdir.

3 Kasım 2002 baskın milletvekili seçiminden sonra büyük bir bölümünün terör aygıtı gibi çalıştığını yinelemek zorunda kaldığım medya desteğinde gerici akımlar, etkinliklerini egemenlik düzeyine çıkarma çabalarını yoğunlaştırmışlardır. Eğitim-öğretimdeki bozukluklar, yaşam-geçim güçlükleri, hukuksuzluk, adaletsizlik, ahlaksızlık, satılmışlık, sapıklık-sapkınlık, tembellik, çıkarcılık, tüm kötülükler sanki Avrupa Birliği’ne üye olununca ortadan kalkacakmış gibi sakat bir anlayışla ödünler verilmekte, verilmesi düşünülüp söylenmekte, varlığımıza karşı olan sözde dostların oyunlarına araç olunmaktadır. Birbirinden ayrı olması gereken ve böyle olduğu söylenen AB ve Kıbrıs, son günlerde birbirinin koşulu durumuna getirilmiş, Kopenhag’da görüşme için tarih verilmesi, Birleşmiş Milletler genel sekreterinin Kıbrıs Planı’nı kabule bağlamıştır. Açık zorlama ve dayatmaya alkış tutan, insanlığı, hukuku, demokrasiyi, adaleti, eşitliği önemsemeyen, Kıbrıs’ın ve Türkiye’nin güvenliğine aldırış etmeyen medya korosu sahneden inmemektedir. Ekonomik güçlüklerin çözümü için başta kaynak sağlanması, hukuksal ve siyasal çözümler için öneriler hazırlanması, ciddiyetten uzak bir biçimde ele alınmaktadır. Temiz, dürüst, onurlu siyaset için seçim öncesi verilen sözler unutulmuş, kinle, inatla, takiyyeyle, güdümlü tarikat iktidarı oluşturularak karşı devrime başarı kazandıracağı umulan düzenlemelere ve kadrolaşmaya girişilmiştir. Dünyada müslüman çoğunluğun bulunduğu elliden fazla ülke içinde demokrasinin yaşatıldığı tek yer Türkiye’dir. Herkesin inancını en özgür biçimde yaşadığı da tartışılmaz bir gerçektir. Dinsel görevler ve gerekler yerine getirilmiyormuş gibi Tanzimatçı, Meşrutiyetçi, mütarekeci, mandacı, Batı adamı çıkarcıların öncülüğünde, düşünce ve inanç özgürlüğünün en sağlıklı güvencesi olan laikliğe saldırmak, cumhuriyet düşmanlığı yapmaktır. Dilden giyime her alanda gerçekleştirilen devrim, tam eşitlikçi yurttaşlar düzeni Cumhuriyet’le bugünlere getirmiştir. Barış içindeki 79 yıl, değerini bilenler için en güzel kazanımdır. 1950’de başlayan ödünlerle geriye dönüş hızlanmış, yaşamı gölgeleyen, hatta karartan olumsuzluklar birbirini izlemiştir. Şimdi, yasama organındaki sayısal çoğunluğun her şeyi yapacağı sanılarak toplumsal barışı bozacak yeni adımlara hazırlanılmaktadır. İçte ve dışta sorunlar dizisi karşımızdadır. Bu ortamda Atatürkçülerin görevi daha büyük önem taşımaktadır. Sorumluluk duygusu onurlu kişiliğin temel öğesidir. Özveri ile, Atatürk’ün 1927’deki Büyük Söylevi’yle yüklediği ödev anımsanmalı, Bursa konuşmasının yönü bilinmelidir. İlk aşamada sahte Atatürkçüler dışlanmalıdır. Tanıtılıp gerçek Atatürkçülerle ilgileri olmadığı herkese anlatılmalıdır. Rozet takmanın, nutuk atmanın, resim asmanın Atatürkçülük olmadığı, zorunlu nitelikler gerektirdiği belirtilmelidir. Türkiyemizin yeniden kurulurcasına “yeniden Atatürk!” denilerek yola çıkılması gerekir. Atatürk’e, laik Cumhuriyet’e dönüşün biçimsel oluşumlara değil, anlayıştan başlayarak her alanda Atatürk’e yaraşır olma çabasıyla geçerli olacağı vurgulanmalıdır. Atatürkçüyü karalayıp engelleyen, bu tür kişi ve kuruluşlara işbirliği yapan bencil, çıkarcı, tembel, kavgacı, ilkesiz, tutarsız, ahlaksız, Atatürkçü olamaz. Atatürkçü olmayanın da, yukarıda Atatürk’ün ne anlama geldiğini belirtmiştim, Türkiye ve Türk ulusu için hiç bir yararı söz konusu edilemez. Atatürk çizgisinde birleşmedikçe yakınmalardan kurtulacağımızı, sorunları çözeceğimizi sanmıyorum. Türkiyemize özgü, kendini her zaman yenileyen, evrensel değerleri ulusallaştırarak yaşamamızı gönendiren ilkeleri yadsımak, demokrasi amaçlanarak kurulan Cumhuriyet’i numaralandırmak, gerçek dışı savlar, terbiye dışı söz ve yazılarla bozukluklarını yansıtan görüşlerini dayatmak, insanlıkla bağdaşmaz. Kanımca ne çektiysek Atatürk’ü unutmak ve unutturmaktan kaynaklanmaktadır.

Türkiyemizi, Atatürk’ü, Atatürk ilkelerini, öncelikle bu ilkelerin üzerinde yükselen Türk Devrimini anlamalı anlatmalı, tanımalı ve tanıtmalıyız. Türk hukuk kurumunda tanık olduğum konuşmasında Atatürk’ün büyük söylevinin okullarda zorunla ders olarak okutulacağını söyleyen önceki Milli Eğitim Bakanı Metin Bostancıoğlu’nun yapamadığı yapılmalıdır. İnsanlığın; demokrasinin, barışın, çağdaşlığın bağımsızlık ve özgürlükle ulusal egemenlik ortamında nasıl gelişeceği yinelenerek eğitim-öğretim düzeni ve izlenceleri yeniden düzenlenmelidir. Zorunlu-kesintisiz eğitimi 12 yıla çıkarılmalıdır. Din dersleri zorunlu olmaktan çıkarılmalıdır. Kültüre, sanata, felsefeye ağırlık verilmelidir. Hukukun üstünlüğü ilkesi ödünsüz uygulanmalıdır. Söyleye yaza bıkıp uzandığımız Anayasa, siyasal partiler, Seçim yasaları ile öbür yasalar değiştirilmelidir. Doğal kaynaklarımız üretime açılmalı, üretim arttırılarak tutumlu yaşam yeğlenmeli, iç ve dış borçlar hızla giderilmeli, işsizlik önlenmelidir.

İlerici güçler kişiyi ve kuruluş olarak ayrıntıda ayrılmayı bırakmalı duygusallıktan uzaklaşmalı, Türkiye için her özveriye katlanarak bir araya gelmeyi, dayanışmayı ve birlikteliği arttırmayı görev bilmelidir. Yapaylık, savsaklama, tembellik, ilgisizlik, tepkisizlik, bölücülük, bozgunculuk, yıkıcılık, çekememezlik, engelleme en tehlikeli toplumsal sayrılıklardır. Yabancıların ve içimizdeki işbirlikçilerinin oyunları bozulmalıdır. Kimlerin satılık ve kiralık olduğu ortaya konulmalıdır. Demokratik kitle örgütleri bilinçli çabalarla, el birliğiyle, gönül birliğiyle kara bulutların ufkumuza çöküşünü durdurabilir. Bu bağlamda en iyi örnek 1919 yürüyüşü , Atatürk’ün Anadolu İhtilalidir. Yoktan var eden, ölüm-kalım savaşındaki koşullardan daha kötüsü ile henüz kuşatılmış değiliz. Bizi bu günlere getiren başlıca neden: Türk Devrimi’ne ve en büyük Türk devrimi Cumhuriyet’e tam sahip çıkılmaması, köktendincilere verilen siyasal kaynaklı ödünler, eğitim-öğretimdeki düzensizlik ve yetersizlikler, umursamazlık, tembellik, zıtlaşma ve inatlaşma ile ekonomik güçsüzlüktür. Yolsuzluk, soygun, hortum, kayırma-torpil, rüşvet, mafya ve çoğunluk diktası heveslisi siyasal yapılar bu saydığım olumsuzlukların üzerine oturmuştur. Çocuklarımızı ezbercilikten kurtarıp tartışarak gerçeği arama, kendini eleştirip sorgulayarak eğitime, düşünerek ve araştırarak yaratma, toplumsal etkinliklerle donanma, demokratik yaşamın tüm gerekleriyle güçlenme için yetiştirmeliyiz. İnançlarıyla akıllarına tavan koymamalıdırlar. Vatanı olmayanın dini, aklı olmayanın Allahı olmayacağını bilmelidirler. Gericiliğin insanlık için en büyük tehlikelerden biri oduğunu asla unutmamalıdırlar. Din siyasallaşırsa demokrasi dinselleşir. “Hukuku siyasallaştırmak yerine siyaseti hukuksallaştırmak gerekir” sözlerimi içtenlikle yineliyorum. Çalışmak gençlerimizin en iyi alışkanlığı, Atatürkçülük en büyük tutkusu, yurtseverlik en benzersiz onuru olmalıdır. Yalnız değerleri yitirdiğimiz zaman birleşirsek daha bir çok değeri yitiririz. Değerlerimizi yaşattıkça yaşarız. Yüreğiyle, beyniyle inan ve güven duyuran ilkeli, ülkülü, kişilikli, nitelikli yurttaşlarla yurdumuzda sonsuza değin bağımsız yaşamak mutluluğunu tadarız. Özellikle ulusal konularda duyarlığımızı, özenimizi diri tutmalıyız. Günümüzün olayları karşısında milletvekili niteliği ile yasama dokunulmazlığı konularına önem vermeliyiz. Demokrasiyi parti içi yaşamda gerçekleştirmeye öncelik ve ivedilik verilmelidir. Halkevleri ile köy enstitülerinin kapatılması, Türkiye aydınlanmasını durdurup geriye çeviren, karanlığa dönmemize neden olan büyük yanlışlıktır. Eğitime, okumaya çok önem verilmelidir. İmam hatip okullarının yan bahçeleri öğrencileri militanları gören siyasal anlayışın, terörü geçirle sayan kökten dinciliğin amacından asla vazgeçmediğini, takiyyelerle sonuç alma hırsını sürdüreceğini unutmamak gerekir. Okuyanları çoğaltmak için yayın izlencesi ivedilikle ele alınmalı, kağıt, baskı ederleriyle öbür öğelerde kolaylıklar sağlanmalıdır. Adaleti hızlı doyurucu ve yansız çalışan bir ülkede sorunlar azalır. Adaleti daha etkin kılmak, yakınma nedenlerini gidermek için af yasaların dönülmelidir. Demokrasinin bir öğreti bir disiplin olduğu, kuralsızlık olmadığı bilinci kökleşmelidir. Temeli bireylerin yüreğinde ve beyninde olmayan hiçbir değer yaşatılamaz.

Daha bir çok öneri getirilebilir. zaman almamak ve sayfa ölçüsünü aşmamak için bu özetlerle yetiniyor, okuyucularına geçen yıllardan her yönden daha iyi yeni yıl diliyorum.

Yekta Güngör ÖZDEN, Aralık 2002


***

Bağımsızlık Tutkusu,

Bağımsızlık Tutkusu,



Yekta Güngör ÖZDEN,
Bağımsızlık Tutkusu


  Kişisel yaşamda özgür, istediği gibi davranma ya da serbestlik anlamına gelen bağımsızlığın, ulus ve devlet bağlamında ülke sınırları içerisinde hiçbir devletin koruması, el atması ve etkisi olmadan egemenlik hakkını kullanarak kendini yönetmesi, içe ve dışa karşı yetkilerinin gereklerini yerine getirmesi biçiminde tanımı yapılabilir. Bağımsızlık yalnızca siyasal ve yönetsel bir olgu türü olarak algılanırsa sınırlanmış, daraltılmış bir kavrama dönüşür. Gerçek bağımsızlık, yargıda, yürütmede-yönetimde, askerlikte, ekonomide, her alanda bağımsızlık demektir. Özetle, tam bağımsızlıktır. İlke olarak bağımsızlığın benimsenmesi, Anayasalarda ve Yasalarda öngörülmesi, kurulların ve kurumların çalışma düzenlerinden, yapılanmalarından söz edilirken bağımsızlığın sözcük olarak kullanılıp vurgulanması gerçekte bağımsız olunduğunu göstermez. Kağıt üzerinde bir amaç, bir özlem, bir erek olarak kalmaktan çok yaşama geçmesi, sınırsız, koşulsuz, gerçekten yaşanması gerekir. Giderek küçülen dünyanın ülkeleri, kentleri, insanları da birbirine yaklaşmakta, uzaklıklar yakın olmaktadır. Birliktelik nedenleri arttıkça ilişkiler yoğunlaşmakta, kimi değişik tür ortaklıklar gündeme gelmektedir. Anlayış, özveri, uyum, uzlaşma, karşılıklı ödünle sağlanan denge, bağımsızlığın sınırlanması sayılsa da eşit konum bağımsızlığı temelde korumakta, yitirilmesini önlemektedir. Bu nedenle güvenlik, ekonomi, siyaset, bilim, sanat, kültür ve spor alanlarıyla başka konularda ortaklıklar kurulmuştur. Özde, evlilikle oluşan aile kurumu da bireylerin bağımsızlıklarının karşılıklı özveriyle, esenlik ve mutluluk kazanmak için sınırlanmasıdır. Aile, eşlerin ortaklığıdır. Uluslararası ortaklıklar (örgütler, paktlar vd.) ilgili devletlerin bağımsızlıklarından ortak yarar için karşılıklı ödün vermeleriyle çalışır. Bağımsızlığı ilke alarak, aykırı, çelişkili, gölge düşürecek durumlardan kaçınmak, bağımlı saydıracak ilişki ve oluşumlardan uzak kalmak özeni devletler için geçerlik koşulu, varlık nedenidir. İnsanlık tarihi, bağımsızlık için çekilen sıkıntıları, katlanılan güçlükleri, girişilen savaşları, dökülen kanları, verilen canları anlatır. Bağımsız olmayan devlet devlet değildir, Anadolu İhtilali’ni gerçekleştirip tam bağımsızlık temel amaçlı Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı kazanan Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşlarının bağımsızlığa ne ölçüde önem verdiklerini, bu konudaki özen ve duyarlıklarını yansıtan nice olay ve unutulmaz sözleri vardır. Bu bir insanlık aşkıdır. Bu bir soylu, kutsal ,benzersiz tutkudur. Bağımsızlığı karakteri bilen onurlu kişilerin köle, uşak ve uydu ruhlularla, mandacı ve mütarekecilerle anlaşması olanaksızdır. İlkesiz ve ülküsüzler kiralanabilir, satılabilir, her yol ve yöntemle sapkınlık yapabilir. Bağımsızlığı erdem bilenlerin bu ilkeden herhangi bir nedenle ödün vermesi düşünülemez.
Son yıllarda giderek artan dış borç yükü, siyasette karşılaşılan bozukluklar, beceriksizlikler, yalpalama ve sapmalar yabancı ülkelerin yardımını gerekli kılınca, istenen karşılıklar da artmıştır. Doyumsuz, yayılmacı, yeni sömürgeci dış güçler bağımsızlıkla bağdaşmayacak isteklerde bulunmayı doğal saymışlar, ekonomik ve siyasal destek arayan iktidarlardan kolaylıkla ödünler koparmışlardır. ABD’nin gericileri konuk edercesine koruması bir yana, “İslamcı Hükümet” nitelemesiyle açıkladığı umudu TBMM kararıyla suya düşünce, yöneticilerinin sinirli davranışları, sakıncalı ve sert sözleri, kırıcı tutumları birbirini izlemiştir. ABD Başkanı Bush’un kimi sözleri kendi kişisel zayıflıklarının, bağımlılıklarının, sınırsız güdülerinin yansıması da olsa devletinin gidişine ilişkin bir açıklıktır. Birleşmiş Milletler Anlaşması'nın 51. Maddesi’ne aykırı Irak saldırısının BM Güvenlik Konseyi’nin 678, 679 ve 1441 sayılı kararına dayanılarak savunulması güçtür. “Koalisyon” adını verdikleri saldırı ortaklığının eylemi, tam bir işgaldir. Güvenlik Konseyi kararı olmadan, Irak’ı denetlemek ve tehlikeli bir durumu olduğunda hemen yönelmek varken yaralanmalara, sakatlanmalara, yıkımlara, ölümlere neden olan bir savaşa girişmenin haklı bir yönü yoktur. Ortadoğu’dan başlayarak coğrafya deşikliklerini kendi çıkarlarına göre gerçekleştirmek, petrol kaynaklarına el koymak, ekonomik sarsıntıları savaşla durdurup iyileştirmek gerçek uygar, gerçek demokrat bir yönetimin işi değildir. Kıbrıs’ta birleşmeye zorlayanların Yugoslavya’da olduğu gibi Irak’ta dağıtmaya, parçalamaya çalışmaları ağır bir çelişkidir. Perle, Cheney, Rumsfeld, Halilzad, Powell ekibinin şahinliği barış istemleri karşısında giderek kararmakta, kınanmaktadır. Günümüz Başbakanının “Yeni talepler gelebilir” sözüyle beklediği ABD Dışişleri Bakanı Powell ile görüşen Dışişleri Bakanı Gül’ün “koalisyonun içindeyiz” sözü ulusal ilkemiz “Ülkede Barış Dünyada Barış”la çatışmaktan ötede ABD ve ortaklarıyla saldırıya katılma, savaşta yer alma, taraf olma açıklamasıdır. Her yönüyle yanlı ve sakıncalıdır. Daha iktidar olmadan yapılan geziler, gerçekleştirilen görüşmelerle Kıbrıs ve AB üyeliği konusunda ödünlere hazır duruma girilmiştir. “Stratejik müttefik” sloganıyla ateşe girmenin, içte ve dışta büyük sakıncalar olasılığına yol açmanın hiçbir anlamı ve yararı yoktur. İki Bakanın konuşmasıyla hemen değiştiği söylenen ilişkilere güvenilmesi de yanlıştır. 1991 Körfez Savaşı’na ilişkin sözlerini tutmayan, Musul ve Kerkük'teki Türkmenler için ciddi hiçbir söz vermeyen, Irak”ın kuzeyindeki Kürt aşiretlerine ayrıcalık tanıyıp destek sağlayan, PKK-KADEK konusunda susan ABD Türkiye için güvenilir olmaktan çıkmıştır. Ama asıl kriz bugünkü iktidardır. Bizim olmayan bu savaşta, Güvenlik Konseyi’nin kararıyla, Birleşmiş Milletler üyesi olmanın gerektirdikleri dışında bir katkımızın olamayacağını başta beri anlatmak olanağını ödünlerle yitirdik. Bu ödünler iç siyasetteki açılımlara karşı aranan destek nedeniyle olmuştur.
Lozan’da gözlemci bulundurup Antlaşmayı imzalamayan ABD ile Sevr kursağında kalan Avrupa, kendi çıkarları için Irak savaşı konusunda ayrılsa bile Irak’ın kuzeyi için hepsi Türkiye’ye karşı birleşmiştir. Bu ilginç durum, Türkiye karşıtlıklarının, AB üyeliği, Kıbrıs, Yunanistan, Ege denizi konularına değin uzanan ikilemli, özel amaçlı, yan tutmalarının kanıtıdır. Günümüz iktidarını bu sorunların Türkiye zararına çözümlenebilmesi için elverişli bulmuşlardır. Musul-Kerkük ve Türkmenler konusunda oyalayıp aldatmaca, Kürt aşiretleri konusunda avutup kandırmaca, böylelikle açıklanıp tanınma aşamasına gelen Kürt devletini meşrulaştırma çabası, ABD için, ağırlık ve öncelik kazanmıştır. Dünya kamuoyunu yönlendirmede medyanın büyük desteği, sansür sayılacak tutumlarla, oyunlarla, yalanlarla, dedikodularla haklı görünme çabası sırıtmaktadır. Ama evdeki hesap çarşıya uymamıştır. Katı ve koyu ırkçılık, önlenemez çıkar ve egemenlik hırsı, diktatör baskısından bunalan bağımsızlıkçı Irak halkının istencine yenik düşmektedir. Olanaklar, sayılar gözetilirse Koalisyon zafer kazanmış sayılamaz.
Birleşmiş Milletler’i, dünya halklarını, kendi ülkesindeki karşıtlıkları, insan hak ve özgürlükleriyle demokrasiyi hiçe sayarak yürütülen savaş, geleceğe ilişkin sorunların tohumlarını atmaktadır. Ateşle, kanla, zulümle ve ölümle alınan sonuç geçerli olamaz. Böyle bir saldırı, uluslararası terördür. Dünya nüfusunun %4’ünden biraz fazlasını barındıran ABD’nin dünya ekonomisinden %30’u bulan pay alması bile ona yetmemektedir. Egemenliğini kurmak için işgale, yok etmeye, kıyıma ve yıkıma başvurmaktan çekinmemektedir. İsteğine uymayanları tehditten de geri kalmamaktadır. Kapitalizmin acımasızlığı ve doyumsuzluğu, komünizmin kanlı uygulamalarıyla yer değiştirmiştir. Kapitalizm, yozlaştırılmış komünizmin sonucudur. Tıpkı Türkiye’de bugünkü iktidarın dünkü iktidarın eseri olduğu gibi.
Bağımsızlığımızı onur bilerek ödünsüz korumalıyız. Para için pazarlıklarla siyaset yapılması diplomasi rezaletidir. İktidar için, kimi sorunları çözmek için, kimi kazanımlar sağlamak için savaşa kalkışmak ya da savaşanlar yanında yer almak insanlık suçuna ortak olmaktır. Türk Ulusu’nu komşu ülke halklarıyla karşılaştırmak, savaştırmak, kin ve düşmanlık yaratarak parçalamaya kalkışmak sözde dostların bilinen yöntemleridir. Tarih bu kötülüklerin acı örnekleriyle doludur. Kan dökerek, yakıp yıkarak almaya çalıştıkları sonuç unutulmaz sorunlar, onarılmaz yaralar, doldurulmaz boşluklar çıkaracaktır. Dünyanın her yerinden yükselen barış seslerini güvenlik güçlerini kullanarak susturmaya çalışanlar, yarın kendi tepelerinde Koalisyon güçlerini görebileceklerini de düşünmelidirler. Çok kötü de olsa, bu bir olasılıktır. Ülkemizin uydu ve uşak olmadığını, sömürge olmadığını, işgal edilemeyeceğini, ulusumuzun güdülemeyeceğini Atatürk ve arkadaşları en anlamlı biçimde kanıtlamıştı. İçimizdeki korkakların, çıkarcıların, karşıdevrimcilerin ve işbirlikçilerin fırsat bulduklarını sanmaları yanılgıdan ötede büyük bir aymazlıktır. Ajan, besleme, kiralık, odalık ve satılıkların kışkırtması kimseye yarar sağlamaz. Yeşil sermaye ve köktendinci desteği, güç katmaz. Tarihten ders almayanlar uslanmazlar ve eninde sonunda yitirirler. Mustafa Kemal’in TBMM’nin gazi ünvanıyla mareşallik rütbesini vermesi nedeniyle 21 Eylül 1921’de Başkomutanları olarak Ordu’ya iletisinden iki tümceyi aktarmakla yetineceğim:
“Ulusumuzu yabancıların elinde köle olmuş görmemek için giriştiğimiz bu savaşta (Sakarya Savaşı) ..-Yirmi bir gün yirmibir gece ulusun bağımsızlık fikriyle, başka bir ulusun işgal ve yağma fikri birbiriyle boğuştu. Sizin, başınızı eğmeye katlanmayan bağımsızlık fikriniz, ilerleyen düşmanı geri çekilmek zorunda bıraktı. Kızgın bir ufuk üzerinde tüten ve yanan yüzlerce köyümüzü arkasında bırakarak düşman ordusu, ceza önünden kaçan bir katil gibi, geldiği yerlere gidiyor. Halbuki o bir savaş değil yalnız bir akın düşünüyordu. Fikir ve imanın kesin kudretinin gücüyle kazandığımız zafer kadar büyük bir kanıt olamaz. Zulme uğramış ulusumuzu tarihin tehlikeli bir zamanında yeniden ışığa ve kurtuluşa kavuşturan savaşta sizin Başkomutanınız olduğum için bir insan yüreğine dolabilecek en derin mutluluk ve kıvancı duydum.”
Medyada barıştan çok savaştan söz edilmesi, çocukların ruh sağlığını bozucu görüntülerin yinelenmesi, saldırganlara akıl verilip yol gösterilmesi üzüntüyle karşılanmaktadır. Savaş çılgınlığına medya terörü de eklenmiştir. İktidar, kadrolaşmayı hızlandırmıştır. THY’den sonra Diyanet İşleri, TRT, Milli Eğitim Bakanlığı ve öbür Bakanlıklar ve Genel Müdürlükler, okullar ele geçirilmektedir. Özellikle, TBMM’de temsilcisi bulunan siyasal partilerin daha etkin olmaları beklenmektedir. Köktendincilerin, iktidara destek için suskunluk ve uslulukları dikkat çekicidir. Muhalefette olsalar, yapmayacakları şey kalmazdı. 

Atatürkçülerin dağınıklığı da teslimiyetçi iktidara yaramaktadır. İkinci Dünya Savaşı’ndan Türkiye’yi koruyanlar ışıklar içinde yatsın.

Bağımsızlık için can adanır. Bağımsızlık, onurlu varoluştur. Yaşamsal olmayan savaşlar, savunmayı aşan kalkışmalar, acıya biten serüvenler olmaktan ileriye gidemez. Ulusların bağımsızlık ve özgürlük tutkusunu hiçbir araç söndüremez. Bu, kutsal bir ateştir, sahibini aydınlatıp gönendirir, karşıtını yakar, kavurur. Haklı ve geçerli olmayan savaşın kazananı olamaz. Kullanılmaya, aldatılmaya elverişli olmayanı da kimse kullanamaz, aldatamaz. İnsanlık, dostluk ve barış. Dünyanın esenliği için tüm uluslar, her birey uğraş vermelidir. Asıl savaş açlıkla, yoklukla, hastalıkla, kötülükle, yıkımla, kıyımla, baskı ve ölümle savaştır. Yaşatmayı düşünmeyenlerin yaşamak hakkı tartışılır. Düşmanlıklara son verip içtenlikli dostluklar kurarak, birbirini destekleyip güçlendirerek, kalkındırarak evrensel aydınlığı ve mutluluğu arttırabiliriz. Kargaşa, kavga ve karşıtlıklar karanlık getirmekten başka bir şeye yaramaz. Gözyaşları ve yürek acıları düşmanlıkları körükler. Karşılıklı saygı ve güvenle geleceği kurtarabiliriz. Hukuk tanımazlık, hukuk bilmezlikle birleşirse güvencesiz kalırız.

KAYNAK;
http://www.turksolu.com.tr/ileri/15/ozden15.htm


http://eyvatan1923.blogspot.com/2015/09/bagmszlk-tutkusu.html


***