30 Temmuz 2016 Cumartesi

KIRIM TATARLARINDAN DERS ALMALIYIZ,


 
 
KIRIM TATARLARINDAN DERS ALMALIYIZ
 
 
Prof. Dr. Ata ATUN ,
 
 
 

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
Prof. Dr. Ata ATUN*
 
5 Haziran 2016
 
 
Yosif V. Stalin adıyla tanınan tarihin en büyük diktatörlerinden biri olan Yosif Visaryonoviç Cugaşvili, İkinci Dünya Savaşı sırasında Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nde (SSCB) Parti liderliği, Hükümet Başkanlığı ve Sovyet Orduları Başkomutanlığı görevlerini bir arada yürüttü. İkinci Dünya Savaşının sonlarına doğru, Kırım Tatarlarının 18 Mayıs 1944′te sürgüne gönderilmesi emrini verdi.
 
Kırım Tatarlarının sürgünü, 18 Mayıs 1944 tarihinde Kırım’ın tüm yerleşim yerlerinde başladı. Sürgün emrinin eksiksiz yerine getirilebilmesi için 32 binden fazla, dönemin SSCB’sinde İçişleri Halk Komiserliği olarak bilinen NKVD’nin özel birlikleri görev aldı. Sovyetler Birliği’nin “Gizli Polis Teşkilatı” (OGPU) ve ÇEKA’nın yerini alan “Devlet Güvenlik Baş Müdürlüğü” (GUGB), NKVD’nin en çok bilinen ve en korkunç birimleriydi.
 
Bu insanlık dışı olayda toplam olarak 193 bin 865 Kırım Tatarı, evlerinden, yurtlarından koparılarak trenle, son derece kötü koşullarda, oturma yeri dahi olmayan susuz, yemeksiz, tuvaletsiz ve penceresiz tahta hayvan vagonların içinde sürgüne gönderildi. Aylarca süren insanlık dışı yolculuk sonunda bunlardan 151 bin 136 tanesi Özbekistan S.S.Cumhuriyetine, 8 bin 597 tanesi Mari Özerk S.S.Cumhuriyeti’ne, 4,, bin 286 tanesi Kazakistan S.S.Cumhuriyeti’ne ve geriye kalan 29 bin 846 kişi de Rusya Sovyet Federatif Sosyalist Cumhuriyeti’nin çeşitli oblastlarına (eyaletlerine) taşındı.
 
18 Mayıstan, 10 Kasım 1944 tarihine kadarki süreç içerisinde Özbekistan’a sürülen Kırım Tatarlarından 10 bin 105 kişi açlıktan öldü. NKVD verilere göre nüfusun yüzde yirmisini oluşturan yaklaşık 30 bin kişi, Kırım Tatar araştırmacılarına göre de nüfusun neredeyse yarısı (% 46) bir buçuk yıl içinde öldü.
 
Sürgün boyunca, 68 bin sürgüne gönderilen Kırım Tatarı yani toplam nüfusun yaklaşık % 45′i, açlık, susuzluk ve hastalık nedeniyle öldü. Kayıtlara göre, pek çok Kırım Tatarı, Sovyetler GULAG sistemi tarafından yapılan büyük ölçekli projeler için köle koşullarında işçi olarak çalıştırıldı.
 
17 Mayıs 2016 Salı günü,  Kırım Tatar Sürgününün 72. yıldönümü arifesinde,  Ukrayna’nın farklı yerlerinde düzenlenecek etkinlikler kapsamında Kiev’in 165 numaralı okulundaki öğrencileri için Kırım Tatar sürgün kurbanları anısına ders düzenlendi. Okul Müdiresi Bayan Lyudmila Vaşkulat, “Kültürlerin karşılıklı zenginleştirilmesi herkes için faydalıdır. Bu tür etkinlikleri düzenlemek çok önemli. Tohumları ekmek önemli. Sürgün, canlı bir tarih ve çocuklara canlı tarih örneklerini anlatarak eğitim vermek en iyisidir” diyerek anı dersinin gerekçesini açıkladı.
 
Bu özel derse katılan Ukrayna Müslümanları Dini İdaresi Müftüsü Said İsmagilov, sürdürdükleri haklarını savunma mücadelesinde Kırım Tatarlarını desteklediğini belirterek, “Kardeşlerimizin anısını, bu korkunç sürgün sırasında ölen Kırım Tatarlarının anısını anmak bizim kutsal görevimiz. Günahlar, geçmişte ve şu an işlenen suçlar hakkında hiçbir zaman susmamalıyız. Eğer biz susuyorsak, suç ortağı oluyoruz” diyerek anı dersi ile ilgili düşüncelerini ortaya koydu.
Bizim ülkemizde [KKTC] ise bazı aklı evveller, 1963-1974 yılları arasında yaşadığımız katliamları, bize silah zoru ile dayatılan insanlık dışı yaşam koşullarını ve uğradığımız soykırımı unutturmaya çalışıyorlar. Utanmadan ve arlanmadan, bir dönem tarih kitaplarımızdan bile çıkardılar yapılan katliamları, yağmalanan evlerimizi, çalınan hayvanlarımızı, el konulan zahirelerimizi ve yakılıp yıkılan köylerimizi.
 
Kırım Tatarlarından ders almalıyız.
 
Kırım Tatarları 1944 yılında yaşadıkları lanet sürgünü “Soykırım” olarak tanıtmaya ve kabul ettirmeye çalışırlarken, biz, Kıbrıslı Rumlar ve Yunanistan tarafından bize uygulanan gerçek “Soykırımı”, bazı akılsızların “müzakereler devam ederken Rumları gücendirmeyelim” felsefesi ve yaygarası ile bırakın “Soykırım” olarak tanıtma çalışması yapmayı, kitaplarımızdan çıkarttık.
Geçmişini bilmeyen nesiller yetiştirdik ve şimdi de ağlıyoruz, “gençlik niye geçmişi, Kıbrıslı Rumların bize yaptıklarını ve katliamları bilmiyor” diye…
 
Ata ATUN
 
İnternet sitesi: http://www.ataatun.org
Facebook: Ata Atun
 
 
 
..
 

SALDIRI ALTINDAYIZ.

 
 
 
SALDIRI ALTINDAYIZ.
 
 
TALAT  ŞALK
06 HAZİRAN 2016
 
 
 
6 Mayıs 2016
 
 
Alman Parlamentosu 2 Haziran günü 1915 yılında Türklerin Ermenilere soykırım yaptığı ile ilgili tasarıyı oyladı. Tasarı kabul edildi. Tasarıya bir Alman parlamenter ret oyu verdi bir parlamenter de çekimser kaldı.
1915 ve 1920 yılları arasında Türkler Ermenileri toplu katletmedi, fakat emperyalist devletler tarafından silahlandırılan, kendilerine Osmanlı İmparatorluğu toprakları üzerinde devlet kurmaları vaat edilen Ermeniler savaş sebebiyle korumasız kalan Türk köylerine saldırdılar. Ermeni çetelerinin 1915 -1920 yılları arasında katlettiği ve toplu mezarlara gömdüğü vatandaşlarımızın sayısının 800.000’i geçtiğini tarihçilerimiz tespit etmiştir.
 
Ermenilerin 1915-1920 yılları arasında, Doğu ve Güney Doğu bölgelerimizde yaşayan savunmasız halkımıza, toplu katliam yaptığını gösteren tarihçilerimizin elinde çok sayıda delil vardır, fakat Türklerin Ermenilere yönelik toplu katliam uyguladıklarını gösteren bir tek delil yoktur.
 
Birinci Cihan Savaşı sonunda İstanbul’u işgal eden İngilizler, çoğunluğu İttihatçı olan 145 Osmanlı yetkilisini gözaltına almış ve tutuklamışlardır. Bu, 145 Osmanlı yetkilisi yargılanıp cezalandırılmak üzere Malta Adası’na gönderilmişlerdir.
Malta Adası’nda iki yıldan fazla hapis kalan Osmanlı yetkilileri hakkında “Ermenileri toplu olarak katletmek” suçunu işledikleri iddiasıyla adli soruşturma yapılmıştır. Soruşturmayı Londra’daki Kraliyet Başsavcılığı yürütmüştür.
İngiliz Kraliyet Başsavcılığı’nın soruşturması, Sevr Anlaşması’nın Ermeni katliamı iddialarıyla ilgili 230 ve 231. maddelerine dayandırılmıştır.
 
İşgal Sürecinde el konulan ve büyük bölümü Londra’ya taşınan Osmanlı arşivinin yanında Amerika’da olduğu varsayılan tüm belgeler taranmış ötesinde, Mısır’da, Irak’ta, Kafkasya’da Ermeni katliamına dair kanıt aranmıştır.
 
Kraliyet Başsavcılığı’nın bütün çabalarına rağmen, Osmanlı yetkililerinin işledikleri iddia edilen suçla ilgili, bir ceza mahkemesinde geçerli sayılabilecek tek delil bulunamamıştır.
 
Bunun üzerine İngiliz Kraliyet Başsavcılığı, 145 Osmanlı yetkilisi hakkında takipsizlik kararı vermiştir. İngiliz Dış İşleri Bakanlığı’na, 21 Temmuz 1921 tarihli bir yazıyla açılacak bir davada ellerinde bulunan kanıtlarla Ermeni katliamıyla suçlanan Malta Adası’ndaki Türklerden hiçbirinin cezalandırılmasının mümkün olmadığını bildirmiştir.
 
İngiliz Dış İşleri Bakanlığı, Kraliyet Başsavcısı’ndan, tutuklu Türkler aleyhine cezai bir dava açılamayacaksa, siyasi bir dava açılmasını istemiştir. Gerçek bir hukukçu olduğu anlaşılan Kraliyet Başsavcısı, İngiliz Dışişleri Bakanlığı’nın bu teklifini kabul etmemiştir.
 
1915 yılındaki Ermeni tehciri katliam olarak nitelendirilemez. Tehcir, Birinci Cihan Savaşı sırasında gerekli görülmüş bir tedbirdir.
 
Benzer tedbiri, 2. Cihan Savaşında ABD, Japon asıllı vatandaşlarına uygulamıştır. Japon asıllı vatandaşlarının, ABD’ne, yönelik tek bir eylemi olmadığı halde, ABD riski göze alamamış, Japon asıllı vatandaşlarının, savaşta hasmı olan Japon Devleti lehinde faaliyette bulunabileceği düşüncesiyle, bulundukları yerlerden zorla almış, onları savaş sonuna kadar ABD toprakları ortasında bir kampta tutmuştur. ABD bu tutumu sebebiyle kimse tarafından suçlanmamıştır.
 
Suçlanamaz da.
 
Biz de, Birinci Cihan Savaşı şartlarında vatandaşlarımızı Ermeni çetelerinin baskınlarından korumak, ordumuzun geri hatlarını ve ikmal yollarını emniyete almak için Ermenileri tehcir etmemiz sebebiyle soykırım yapmakla suçlanamayız. Tehcir, asla soykırım olarak nitelendirilemez. Bir tedbirdir soykırım olarak nitelendirilmesi vicdansızlıktır.
AİHM’nin verdiği Perinçek Kararı vardır. Gerçi AİHM, Perinçek kararında, olayı AİHS’nin düşünceyi açıklama özgürlüğünü düzenleyen 10’uncu maddesine göre incelemiştir.
AİHM; “Türkler Ermenilere soykırım yapmadı,” demeyi suç kabul eden İsviçre yasasının AİHS’nin 10’uncu maddesini ihlal ettiği hükmünü vermiştir.
AİHM kararın gerekçesinde ayrıca önemli tespitte bulunmuş, 1915 olaylarının, Almanların Yahudilere uyguladığı soykırımla benzerliğinin olmadığını vurgulamıştır.
Alman Parlamentosu’nun çıkardığı, Türkleri Ermenilere soykırım uygulamakla suçlayan yasanın hukuki geçerliği yoktur. Böyle bir kararı ancak yetkilendirilmiş uluslararası bir ceza mahkemesi verebilir. Bu hususu Alman parlamenterlerin de bildiğini sanıyorum. Burada amaç, Türkiye’yi siyasi baskı altına almaktır. Almanya bu konuda yalnız da değildir. Merkel’in, ABD’nin isteği ile bu kararı Alman Parlamentosu’ndan çıkardığını söyleyenler de vardır.
 
Türkiye gerçekten saldırı altındadır. Büyük milletimiz bu saldırıları elbette karşılayacak güçtedir.
 
Bugünkü dünyanın siyasetçilerine güvenmiyorum. Hukuka inanıyorum, hukukçulara güvenmek istiyorum. Alman Parlamentosu’nun, Türkiye Ermenilere soykırım yaptı, kararı almaya yetkisi yoktur. Vatan Partisi bu kararın iptali için dava açmaya hazırlanıyor. Burada Vatan Partisi yalnız bırakılmamalı, bütün Türkiye bu kararın iptali için birlik olmalı, çalışmalıdır. Bu görev, öncelikle mevcut hükümete düşer. Almanya’ya uygulanacak yaptırımlar da düşünülebilir, fakat ben, Alman Parlamentosu’nun bu kararının, AİHM veya Birleşmiş Milletler kararıyla iptal edilebileceğini düşünüyorum. Alman Anayasa Mahkemesi de kararı iptal edebilir. Türkiye, parlamentonun, soykırım ile ilgili kararını iptal talebiyle Alman Anayasa Mahkemesi’ne götürmenin bir yolunu bulmalıdır.
Bir konuya daha değinmek istiyorum. CHP İstanbul Milletvekili Selina Doğan, Alman Parlamentosu’nun kararını doğru bulmuş; ”Bu tarz kıyımlar, insanlığa karşı işlenen suçlardır. Kınayarak, oradan büyükelçileri çağırarak, Mercedes kullanmayalım gibi hamasetlerle geçiştirilebilecek bir konu değil” diyor. Selina Doğan, “1915 yılında Türkler Ermenilere toplu katliam yaptı” diyor ve Türkiye’nin uluslararası bir ceza mahkemesine gitmesini söylüyor.
 
Yukarıda ayrıntıları ile anlattım. Birinci Cihan Savaşı sonunda İstanbul’u işgal eden İngilizler, savaşta görev almış, çoğu ittihatçı 145 Osmanlı bürokrat ve siyasetçisini gözaltına aldı ve tutuklattı. Tutuklu Osmanlı görevlilerini Malta Adası’na gönderdi. Osmanlı görevlileri, Malta Adası’na yargılanmaları için gönderilmişlerdi. Osmanlı görevlileri ile ilgili adli soruşturmayı, İngiltere Kraliyet Başsavcılığı yaptı. İsnat edilen suç, Ermenilere toplu katliam yapmaktı. Kraliyet Başsavcılığı yetkisini, Sevr Anlaşmasına Ermenilerin bize toplu katliam yapıldı iddiaları ile ilgili konan 230 ve231. maddelerinden alıyordu. Kraliyet Başsavcılığı iki yılı aşan süre araştırma yaptı. Araştırmaları sonucunda Ermenilere toplu katliam yapıldığını gösterir ve dava açılmasını gerektirecek hiçbir delil bulamadı. Osmanlı görevlileri hakkında takipsizlik kararı verdi.
 
Herhalde anlaşılmıştır. Bizim elimizde uluslararası yetkilendirilmiş adli bir merciin, İngiltere Kraliyet Başsavcılığı’nın, Türkler Ermenilere toplu katliam yaptı iddiaları ile verdiği bir takipsizlik kararı var. Biz neden uluslararası bir ceza mahkemesine gidelim. İngiltere Kraliyet Başsavcılığı’nın verdiği takipsizlik kararını beğenmeyen Ermenilerdir. Ermenilerin elinde delil varsa parlamentolardan hukuki hiçbir geçerliliği olmayan kararlar çıkartmaya çalışmasınlar, uluslararası bir ceza mahkemesine gitsinler, ama gidemezler, çünkü soykırım iddiası yalandır. 1915 yılında savunmasız Türk köylerine baskın yapan ve yaşlı, genç, kadın, erkek ayırımı yapmadan hepsini katleden Ermeni çeteleridir. Selina Doğan’a bunu söylemek istedim…
 
 
 
 
..
 
 

TÜRK SİLAHLI KUVVETLERİNDEN AÇIKLAMA ,




TÜRK SİLAHLI KUVVETLERİNDEN AÇIKLAMA,



 
 
17 Temmuz 2016, Saat: 16 50
 
15 Temmuz 2016 akşam saatlerinde Türk Silahlı Kuvvetleri bünyesinde yuvalanan illegal çete mensubu terörist hainlerin girişimleri Türk Silahlı Kuvvetlerinin kahraman mensuplarının ezici çoğunluğunun anında verdiği tepki ve kahraman Emniyet mensuplarımızın da bu konuda göstermiş olduğu kararlılık ile reddedilmiş ve hainler amaçlarına ulaşamadan etkisiz hale getirilmişlerdir.
Darbe girişimi başladıktan hemen sonra olayı duyan kadirşinas halkımız kendi bağrından çıkmış olan Türk Silahlı Kuvvetlerinin gerçek evlatlarını korumak ve demokratik hukuk sistemimize vurulacak darbeyi engellemek maksadıyla sokaklara çıkmış ve bu hainlere gereken en güzel ve en büyük dersi vermiştir. Yapılan hain girişimin engellenmesindeki en büyük rol yüce milletimizindir.
İllegal yapılanma mensubu darbeciler şu an itibariyle etkisiz hale getirilmiş olup hukuk sistemi içerisinde hak ettikleri en ağır şekilde cezalandırılacaklardır.
Bu darbe girişimi esnasında şehit olan kahraman silah arkadaşlarımıza, kahraman emniyet mensuplarımıza ve içerisinde çok sayıda gencimizin de bulunduğu kadirşinas milletimizin kahraman evlatlarına Yüce Allah’tan rahmet, değerli aile fertleri ve yakınlarına başsağlığı ve sabır, bütün yaralılarımıza acil şifalar diliyoruz.
Türk Silahlı Kuvvetleri Devletimizin ve yüce Milletimizin emrinde, görevinin başındadır.
 
Kamuoyuna saygı ile duyurulur.
 
 
19 Temmuz 2016, Saat: 13 00
 
 
“1- 15 Temmuz 2016 akşam saatlerinde Türk Silahlı Kuvvetleri bünyesinde yuvalanan illegal çete mensubu terörist hainlerin (FETÖ) girişimleri 17 Temmuz 2016 günü saat 16:00 itibariyle bütün yurt genelinde tam anlamıyla bastırılmış ve Türk Silahlı Kuvvetleri birlik ve kurumlarının tamamında mutlak kontrol sağlanmıştır.
2- Her ne kadar bu darbe girişimi Türk Silahlı Kuvvetleri bünyesinde başlatılmış olsa da, bunu yapmaya kalkışan hainlerin, halkımızın Peygamber ocağı olarak adlandırdığı Türk Silahlı Kuvvetlerinin, vatanını, milletini, bayrağını seven ezici çoğunluktaki mensuplarıyla kesinlikle hiçbir alakası yoktur.
3- Bu kapsamda: 15 Temmuz 2016 Cuma günü saat 16:00 sularında Milli İstihbarat Teşkilatı tarafından verilen bilgi, Genelkurmay Karargahında; Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hulusi AKAR, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Salih Zeki ÇOLAK ve Gnkur. II’nci Başkanı Orgeneral Yaşar GÜLER’in katılımıyla değerlendirilmiştir. Bu değerlendirmeye bağlı olarak;
a- Genelkurmay Başkanı tarafından;
  1. Silahlı Kuvvetler Komuta Harekat Merkezi Amiri Tuğgeneral İlhan KIRTIL aranarak, Türk hava sahasında ikinci bir emre kadar hiçbir askeri hava aracının (uçak, helikopter vs.) havalanmaması, havada bulunanların derhal üslerine dönmesi,
  2. Kara Havacılık Komutanlığına gidilerek orada bulunan personel konuları ve hava araçlarının uçmaması dahil gereken her türlü tedbirin alınması,
  3. Etimesgut’taki Zırhlı Birlikler Okulu ve Eğitim Tümen Komutanlığına gidilerek tank ve zırhlı araçlar başta olmak üzere tüm araçların hareketlerinin durdurulması ve hiçbir şekilde dışarı çıkmamaları yönünde gereken tedbirlerin alınması emirlerini vermiştir.
b- Gnkur. II’nci Başkanı tarafından da; Gnkur. Bşk.nın emriyle Hava Kuvvetleri Komutanlığı Harekat Merkezi aranmış ve Türk Hava Kuvvetlerine ait tüm hava araçlarının uçuşlarının durdurulması talimatı verilmiştir.
4- Böylece, alınan bilgi doğrultusunda bu alçak ve sefil girişime karşı ilgili/sorumlu makamlara gerekli ikaz ve emirler anında ve en geniş şekliyle iletilmiştir.
5- Bünyemizde ur haline gelen, kendilerine emanet edilen ve düşmana karşı kullanılması gereken silahları devletimize, silah arkadaşlarına ve halkımıza karşı kullanmakta tereddüt dahi etmeyen illegal çete mensubu terörist hainler (FETÖ) tarafından ihanet belgesi olan sözde (2 numaralı) bildirinin Genelkurmay Başkanınca imzalanması ve televizyonda okunması yönünde kendisine tehdit ve zorlamada bulunulmuştur. Hainlerin bu talepleri Genelkurmay Başkanı tarafından hakaret içeren ifadelerle, hiddetle ve kesinlikle reddedilmiştir.
6- Bu kapsamda; yüksek siyasi liderlik, Türk Silahlı Kuvvetlerinin gerçek evlatlarının ve kahraman emniyet mensuplarımızın anında verdiği tepki ve asil milletimizin engin bir anlayış ve kahramanca karşı koymasıyla içimizde urlaşan cunta heveslisi illegal çete mensubu terörist hainler (FETÖ) ile kahramanca mücadele edilerek, bağrımızda beslediğimiz yılanlara alanda layık oldukları cevap verilmiştir.
7- Bu zilleti ve rezaleti, Türkiye Cumhuriyeti Devletine, mazisi şan ve şerefle dolu Türk Silahlı Kuvvetlerine ve asil milletimize yaşatan alçaklar en ağır şekilde cezalandırılacaklardır.
8- Bu nedenle Yüce Milletimizin asker elbisesi içerisine girmiş eli kanlı canilerden oluşan illegal çete mensubu bu terörist hainler (FETÖ) ile görevinin başında olan, ülkemizin bekası için, aynı zamanda BTÖ ile de canla başla mücadele eden Türk Silahlı Kuvvetlerinin kahraman ve fedakar mensuplarını çok iyi ayırt edecek şekilde davranışta bulunacağına inanıyoruz. Bunun da ülkemizin ve asil Milletimizin birlik, bütünlük ve güvenliği bakımından hayati önemi haiz olduğunun bilincindeyiz.
9- Bir kez daha, bu darbe girişimi esnasında demokrasi ve hukuk düzenine sahip çıkma adına şehit olan kahraman silah arkadaşlarımıza, kahraman emniyet mensuplarımıza ve içerisinde çok sayıda gencimizin de bulunduğu kadirşinas milletimizin kahraman evlatlarına Yüce Allah’tan rahmet, değerli aile fertleri ve yakınlarına başsağlığı ve sabır, bütün yaralılarımıza acil şifalar diliyoruz.
10- Türk Silahlı Kuvvetleri en genç erinden en yüksek rütbeli general/amiraline kadar tüm personeliyle demokratik hukuk sistemi içerisinde Devletimizin ve yüce Milletimizin emrinde, görevinin başındadır.
11- Zafer, hukukun üstünlüğüne, demokrasiye, asil milletimizin yüksek değer ve hedeflerine inananlarındır.
Kamuoyuna saygı ile duyurulur.”
21 Temmuz 2016, Saat: 14 55
 
 
1.Daha önce açıklandığı üzere; 15 Temmuz 2016 Cuma günü saat 16:00 sularında Milli İstihbarat Teşkilatı tarafından verilen bilgi, Genelkurmay Karargâhında; Genelkurmay Başkanı, Kara Kuvvetleri Komutanı ve Gnkur. II’nci Başkanı’nın katılımıyla değerlendirilmiştir. Bu değerlendirmeye bağlı olarak;
a. Genelkurmay Başkanı tarafından;
(1) Silahlı Kuvvetler Komuta Harekât Merkezi telefonla aranarak, Türk hava sahasında ikinci bir emre kadar hiçbir askeri hava aracının (uçak, helikopter vb.) havalanmaması, havada bulunanların derhal üslerine dönmesi,
(2) Kara Havacılık Komutanlığına gidilerek orada bulunan personel konuları ve hava araçlarının uçmaması dahil gereken her türlü tedbirin alınması,
(3) Etimesgut’taki Zırhlı Birlikler Okulu ve Eğt.Tüm. Komutanlığına gidilerek tank ve zırhlı araçlar başta olmak üzere tüm araçların hareketlerinin durdurulması ve hiçbir şekilde dışarı çıkmamaları yönünde gereken tedbirlerin alınması emirleri ilgili personele verilmiştir.
b. Gnkur. II’nci Başkanı tarafından da; Gnkur. Bşk.nın emriyle Hava Kuvvetleri Komutanlığı Harekat Merkezi aranmış ve Türk Hava Kuvvetlerine ait tüm hava araçlarının uçuşlarının durdurulması talimatı verilmiştir.
 
2. Bu kapsamda;
a. Türk Silahlı Kuvvetlerinin ayrılmaz bir parçası olan ve milleti için var olan Hava Kuvvetlerine sızmış olan illegal çete mensubu terörist hainlerin (FETÖ) girişimlerine yönelik olarak Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hulusi AKAR’ın talimatları doğrultusunda büyük çoğunluktaki mensupları ile mücadele edilmiş ve durum kontrol altına alınmıştır.
b. Genelkurmay Başkanlığının, uçuşların durdurulması ve havadaki görevli uçakların indirilmesine ilişkin talimatı Hava Kuvvetleri Harekat Merkezine iletilmiş, bu direktif Eskişehir’deki Hava Harekât Merkezi tarafından tüm birliklere tebliğ edilmiş, uçuşların durdurulmasına ilişkin işlemler saat 19:26 itibariyle tamamlanmıştır. Direktif, 19:56 ve 20:31 itibariyle tüm birliklere teyyiden tekrar iletilmiştir.
 
3. Hava Kuvvetleri Harekât Merkezi ve Eskişehir’deki Hava Harekât Merkezinde görevli ekiplerce direktifin gereği yakından takip edilmiştir. Tüm bu ikaz ve uyarılara rağmen 21:45’ten itibaren bir kısım meydanlardan değişik tanıtıcı kodlar ve çağrı isimleri kullanılarak kalkış yapıldığı tespit edilmiştir.
 
4. İllegal çete mensubu hain teröristlerce (FETÖ) öncelikle Hava Kuvvetleri Harekât Merkezinin kontrol altına alınmasının istenmesi üzerine İstanbul’da bulunan Hv.K.Komutanı Org.Abidin ÜNAL tarafından Ankara’da Hava Kuvvetleri Kurmay Başkanı Vekiline Hava Kuvvetleri Harekat Merkezinin teröristlerden temizlenmesi ve tüm bağlantıların kesilmesi talimatı verilmiştir. Talimatın gereği yapılarak Hava Kuvvetleri Harekât Merkezi işlevsiz hale getirilmiştir. Aynı anda tüm yetkilerin Eskişehir’deki Hava Harekât Merkezinde olduğu, Hava Kuvvetleri Harekât Merkezinin hiçbir talimatının yerine getirilmemesi, Hv. K. Komutanı talimatı olmadan hiçbir uçuşa izin verilmemesine ilişkin direktif, mesaj ile tüm birliklere yayımlanmıştır.
 
5. Ayrıca Hv. K. Komutanı Ankara’da AKINCI Üssü lojmanları bölgesinde bulunan Orgeneral Akın ÖZTÜRK’ü arayarak kendisine 4’üncü Ana Jet Üssü AKINCI’dan kalkan uçakların yasa dışı olduğunu, ivedilikle AKINCI’ya giderek oradaki kalkışmada bulunanları ikna etmesini istemiştir.
 
6. Üs Komutanlarına verilen doğrudan direktifler sonucu, kalkışmanın 3 meydan ile sınırlı olduğu belirlenmiştir. Eskişehir Hava Harekât Merkezinde bulunan personeli takviye amacıyla üst rütbeli generaller görevlendirilmiştir. Bu işlemlerden sonra İstanbul’da Karargah dışında bulunan Hv.K.Komutanı Org. Abidin ÜNAL ve beraberindeki Muh.Hv.Kv.Komutanı Korg. Mehmet ŞANVER illegal çete mensubu terörist hainler (FETÖ) tarafından gözaltına alınmıştır.
 
7. Bilahare Sn.Başbakan ve Milli Savunma Bakanı’nın bilgisi ve direktifleri doğrultusunda planlamalar yapılmış, öncelikle illegal kalkışlara reaksiyon olarak, değişik meydanlardan F-16 alarm reaksiyon uçakları kaldırılarak havadaki uçaklar inişe zorlanmış; talimatlara uymamaları durumunda vurulacağı bildirilmiştir.
 
8. Müteakiben uçakların kalkış yapmalarını engellemek amacıyla meydan üzerinde baskı kurulmuş, AKINCI meydanındaki uçuş pistleri F-4 uçakları ile bombalanarak kapatılmıştır. Ayrıca aynı meydandan kalkış yapmak isteyen helikopterler taciz ateşiyle engellenerek, AKINCI meydanı kontrol altına alınmıştır. Tüm bunlara ilave olarak illegal çete mensubu terörist hainlerin (FETÖ) teslim olmalarını sağlamak maksadıyla, üs içindeki bazı noktalar bomba ile vurularak baskı devam ettirilmiş ve eylemin kırılması sağlanmıştır.
 
9. Bu zilleti ve rezaleti, Türkiye Cumhuriyeti Devletine, mazisi şan ve şerefle dolu Türk Silahlı Kuvvetlerine ve asil milletimize yaşatan alçaklar en ağır şekilde cezalandırılacaklardır.
 
10. Türk Silahlı Kuvvetleri en genç erinden en yüksek rütbeli general/amiraline kadar tüm personeliyle demokratik hukuk sistemi içerisinde Devletimizin ve yüce Milletimizin emrinde, görevinin başındadır.
 
Kamuoyuna saygı ile duyurulur.
 
 
 
..

 

15 TEMMUZ’UN AYAK SESLERİ ..,



15 TEMMUZ’UN AYAK SESLERİ ..,
 
Sadi Somuncuoğlu

 
 
 
 
30 Temmuz 2016
 
 
15 Temmuz darbesinin ayak sesleri çok önceden duyuluyordu. Bu köşede, Türk Milletini ve Devletini kuşatan tehdit ve tehlikelere ilişkin 29.11.2014’de yayımlanan “Türkiye’deki ‘paraleller’ ve bekâmız” başlıklı yazımızda uyarılarda bulunmuştuk. Söz konusu yazımızdan bazı bölümleri aynen aşağıya alıyoruz.
“Son dönemde tartışılan ‘Paralel Devlet’ kavramını, herkes kendine göre yorumluyor. Kimi ‘Cemaat’, kimi PKK/KCK, kimi de AKP ‘paralel devleti’ diyor. Diyelim ki bunlar doğru, peki Türkiye Cumhuriyeti Devletine ne oldu? Yok mu oldu diyeceğiz? Hayır… Sadece, ‘Türkiye Cumhuriyeti’nden paralel devletler(!) çıkarıldı’ diyeceğiz. Ortak adları ‘paralel devlet’ ama amaçları, mücadele metotları ve mahiyetleri birbirinden çok farklı. Bu konuda çok yazılıyor, konuşuluyor, ama bunlar neyin nesi pek bilinmiyor.
 
Önce Birinci ‘paralel’den başlayalım:
 
2002’de kurulan iktidarın ayrılmaz parçalarından biri olarak görünen ve iki yıl öncesine kadar ‘kuzu sarması’ gibi bir ve bütün olarak ülkeyi yöneten ‘ortaklar’ arasına birdenbire ‘kara kedi’ girdi! Belki de ‘sen fazla güçlenmeye başladın. Yoksa hesabın patron olmak mı? kuşkusu, kavgaya sebep oldu. Kurucu olanı, ortağına ‘Paralel devlet’ adını taktı, ‘savaş açtı’. Yetmedi ‘darbeci’ dedi, yakasına yapıştı. Bu da yetmedi, MGK’da alınan ‘irtica ile mücadele’ kararı çerçevesine yerleştirdi.
 
İkinciParalel’, Pek çok mahkeme kararlarına ve uluslararası toplumun resmî kabulüne göre bölücü-ırkçı-terör örgütü PKK/KCK ‘devleti’dir. Örgüt terörü, önce vatanımız üzerinde ayrı bir devlet kurmak için başlatmış, ama yenilmiştir. Sonra ‘Demokratik Cumhuriyet’ diyerek, ülkeye ortak olma yolunu seçmiştir. Bu amaçla yapılan, Oslo ve İmralı görüşme tutanak ve mutabakatlarındaki yol haritasına göre bugünlere gelinmiştir. Kısaca; Devletimizin güvenlik güçleri ‘alan hâkimiyeti’ stratejisini terk edince bölücü terör örgütü ovaya, Oslo ve İmralı mutabakatlarındaki ‘çatışmasızlık’ ve ‘özerk yönetim’ şartı da kabul edilince şehirlere inmiştir. ‘Barış süreci!’ denilen bu dönemde terör örgütü, çok büyük kazanç sağlamış, bölge hâkimiyetini artırarak, silahlı güçleri şehirler dâhil her yerde kol gezmeye başlamıştır.
 
Üçüncü ‘ Paralel Devlet ’, iktidar partisine aittir. Geçen 12 yıl zarfında devleti, kendi kurum ve kurallarıyla değil de, arka planda çalışan, gayri mesul kişiler ve bazı cemaatlerden oluşan ekiplerle yöneten yapının adıdır. Onlara göre; ‘dönüştürülmek’ istenen devletin mevzuatı, kadroları ve kuralları engelleyicidir; onlara güvenilemez. Amacın; 1923’de kurulan millî (ulus) ve üniter Devletin, çok ortaklı/ çok etnikli (ırklı) bir yapıya kavuşturularak, Türkiye’nin büyütülmesi olduğu iddia edilmektedir.
 
Bize göre şöyle düşünülmüş olabilir: Irak, Suriye, Mısır, Sudan, Libya, Yemen vb. ülkeler bölününce, buralarda ortaya çıkacak, bize yakın gruplarla (meselâ İhvan hizipleri gibi) bir bütünleşmeye gidebiliriz. Projenin sahibi emperyalistler, madem bu ülkeleri bölecekler, biz de görev alıp bu fırsattan yararlanarak, ‘Müslüman ülkeler topluluğu meydana getirsek’ kötü mü olur? Bu hesapla bazı somut adımların atıldığı basında yer aldı. Mesela; Mısır’da Mursi’ye 2 milyar dolar verildiği, Libya’da Ulusal Geçiş Konseyi Başkanı Mustafa Abdülcelil’e elden, taksitler halinde 300 milyon dolar yardım yapıldığı, bütün dünyaya duyuruldu. Suriye ve Yemen’de çatışan gruplara silah gönderildiği, yerli ve yabancı basında yoğun şekilde yazıldı.
 
Zaten Davutoğlu, ‘ Stratejik Derinlik ’ kitabında, mealen şöyle demiyor muydu?'   ''Büyük devletlerle çatışmak yerine onlarla birlikte olup ortaya çıkacak fırsatlardan yararlanarak çıkarlarımızı korumak ve genişletmek çok daha doğru olur.  Gelinen noktada hayaller uçtu, acı gerçekler kaldı…”
 
DİKKAT, DİKKAT!
 
Bugün ise içeride PKK terörü azmış, IŞİD vd. Pusudadır.
Dışarıda; ABD denetiminde Musul, Telafer, Menbiç, Halep, Azez, Afrin ve İskenderun üzerinden Akdeniz’e ulaşan “Kürt koridoru” için büyük bir savaş başlamak üzeredir. Bu Türkiye’nin savaşı demektir. Buna göre “Darbe bitmedi” diyenler başta olmak üzere, ilgili herkesi uyarıyoruz. Türk Milletine yaslanarak; lütfen, meydanlardaki şenlikli “demokrasi nöbetine(!)” son verin, askeri birliklerin önündeki  iş makinalarını hemen çekin… Devletin ve TSK’nın yapısını, Motivasyonunu, İtibarını ve şerefini Koruyun!..
 
 

Evet FETÖ’yü Mutlaka Yok Edelim Ama TSK’ya Kıymayalım!



Evet FETÖ’yü Mutlaka Yok Edelim Ama TSK’ya Kıymayalım!

 
 
30 TEMMUZ 2016 CUMARTESİ
Yazar: Cahit Armağan DİLEK
 
15 Temmuz FETÖCÜ terörist darbe girişimin hemen sonrasında yazdığımız yazılarda ve katıldığımız TV programlarında şunları söylemiştik;
– 15 Temmuz önceki yıllardaki kumpaslar sürecinin ikinci safhası olduğunu ve onu tamamlamak üzere uygulamaya sokulduğunu görmeliyiz.
– Her ikisinde de Türkiye’nin ağırlık merkezi TSK hedef alınmıştır. Ağırlık merkezini yok ettiğiniz ya da etkisiz hale getirip belini kırdığınızda ana hedefi ya da ana kütleyi (ki burada Türkiye) etkisiz hale getirmek mümkün olacaktır.
– 15 Temmuz gecesinde yaşananlar darbe girişiminin bir Etki Odaklı Harekat olarak planlandığını, bu bağlamda darbe girişiminin arkasındaki esas güçlerin darbenin başarısız olmasını, yaratılacak etkiyle sonuç almayı ana hareket tarzı olarak benimsediklerini öne çıkarmaktadır.
Bu kapsamada;
– Türkiye’de muhtelif alanlarda anayasal yasal değişikliklerin yapılmasını zorlamak,
– Türkiye’deki bölünmeleri hızlandırmak,
– Türkiye’yi içinde bulunduğu Batı ittifakının taşeronu haline getirmek,
– Jandarma dahil TSK’nın etkisiz hale gelmesi ülke içinde gittikçe artma meylinde olan terör sarmalına karşı mücadelede başarısız olmasını ve ülkenin bir savaşa sürüklenmesinin önünü açmak,
– Türkiye’nin en başta gelen milli gücü TSK’yı Türkiye’nin dış politikasını destekleyemez duruma sokmak, böylece sınırlarının hemen dışında aleyhimize gelişmelere müdahale edemez konuma sokmak,
– Sadece ülke içinde değil TSK içinde de bölünmeler yaratmak, ayrıca TSK ile Polis’i düşman taraflar olarak konumlandırmak, istihbarat teşkilatının güvenirliğini sıfırlamaktır.
Jandarma ve Sahil Güvenlik’in İçişleri Bakanlığı’na bağlanması
İşte 15 Temmuz darbe girişiminin yarattığı bu etkilerle TSK’nın bir daha darbe yapamaz hale getirilmesi fikrini en üst sıraya çıkartırmış, bu kapsamda darbeye ortam hazırlayan gerçek sebepler araştırılmadan TSK’nın bağlantılarının, yapısının, görevlerinin değiştirilmesi tek çözüm olarak kabullenilmiş, uygulamaya geçilmiştir.
 
Nitekim FETÖ ile mücadele bağlamında Jandarma ve Sahil Güvenlik tam olarak İçişlerine bağlandı. Bu teşkilatları doğrudan İçişleri Bakanlığına bağlayarak FETÖ’nün TSK’ya sızmasının ve etkisinin önleneceği, FETÖ ile mücadele edileceği hesap ediliyorsa da gerçek sebebin bu olup olmadığı bilinmediğinden doğru sonuç almak mümkün olmayacak gözükmemektedir. Çünkü halihazırda İçişleri Bakanlığı emrindeki Polis’ten atılanların sayısı ortada, MEB’deki öğretmenlerin sayısı ortada, Sağlık Bakanlığındaki doktorların, Adalet Bakanlığındaki savcıların hakimlerin sayısı ortada. Yani Bakanlık bağlısı olmak sorunu çözmüyor. Dolayısıyla Jandarma ve Sahil Güvenliği tam olarak İçişleri Bakanlığına bağlamak sorunu çözmeyecektir.  Zaten Jandarmanın İçişlerine bağlanması 15 Temmuz’da gündeme gelmiş bir konu da değildir. Bu konunun uzun yıllar öncesinden buyana zaten Hükümetin gündeminde olduğunu düşündüğümüzde işin başka yönlere kayabileceğini ve FETÖ ile mücadeleden beklenen sonucun alınamayacağı kaygısını ifade etmekte fayda var.
 
Yapılan KHK bağlantı değişikliğiyle Jandarma artık askeri bir kuvvet değil silahlı genel kolluk kuvvetidir. Sahil Güvenlik de aynı şekilde. Bunların askeri kimliği olmadığı söyleniyor ama askeri rütbeler kullanmaya devam edileceği anlaşılıyor. Görev yapan personele subay veya astsubay, general amiral demeye devam ediliyor.  Askeri olmayan bu kuvvetlere er tertiplemeye devam edilecek mi? Subay ve astsubay kaynakları olarak yine TSK’nın okulları mı kullanılacak? KHK de bunlar yazılmamış. KHK’ye göre İçişleri Bakanı Jandarma Sahil Güvenlik Emniyet personelini birbirleri içinde görevlendirebilecek yani karma karışık bir yapı bizi bekliyor. Jandarmanın silah ve teçhizatları Polise devredilebilecek. Böylece Polisin ağır silahları olacak. Polis bu ağır silahları şehir içinde nerede kullanacak? Bu düzenlemelerle Jandarma ve SG kimliği, yapısı, görevi, kapsamı, kültürü karmaşık, karışık birimlere dönüşmüştür. Özellikle Jandarmanın askeri kültürünün ortadan kalkması TSK’nın desteklenmesinde, ülkenin bekasının sağlanmasında ve güncel olarak terörle mücadelede büyük sıkıntılar yaratacaktır.
 
TSK’nın Konumu ne olacak?
 
Bir diğer darbe önleme tedbiri de TSK üzerinden uygulanmaya çalışılıyor. O da Genelkurmay ve Kuvvet Komutanlıklarının nereye nasıl bağlanacağı konusu. Nitekim CB Erdoğan “MİT ve Genelkurmay Başkanlığı Cumhurbaşkanlığı’na, Kuvvet komutanlıkları ise Milli Savunma Bakanlığı’na bağlansın istiyoruz” dedi. Jandarma ve Sahil Güvenlik’in İçişleri Bakanlığı’na tam olarak bağlanmasından sonra gelen bu tür önerileri ve alınacak kararlar konusunda çok daha dikkatli olmak gerekiyor. Özellikle yukarıda Jandarmanın konumunu açıkladıktan sonra daha dikkatli olmak gerekiyor. Bir ordu düşünün en tepe noktasını ayırmış başka bir makama, geri kalan gövdesini başka bir makama bağlamışsınız. Böyle bir teşkilatlanma bırakın askeri bir yapıda sivil bir yapıda bile olmaz. Bu durumu tarif et deseniz başı koparılmış gibi ortalıkta dolaşan tavuk gibi derim.
Bu durum emir komuta birliğini, zincirini koparmak demektir. Yani harp prensiplerinden biri olan emir-komuta birliğinin yok sayılmasıdır. Yine, Jandarma ve SG’yi de birlikte ele aldığımızda CB’nın önerdiği şekilde yapılacak bir değişiklikle Ordu’nun organizasyon ve teşkilat yapısı harp prensiplerinden biri olan “Sadelik”i de ihlal edecek, karmaşık bir yapı ortaya çıkacaktır. Bu durum TSK bünyesinde diğer Harp prensiplerinin de peşpeşe etkisiz hale gelmesi demektir. Harp prensiplerinden biri de Moral’dir. Kumpas davalarıyla başlayan süreç ile birlikte son 15 Temmuz darbe girişimi TSK’nın moralini zaten alt üst etmiştir. Bu çok kısa özetin anlamı şudur. İktidarın öngördüğü yeni TSK yapılanması bu haliyle gerçekleşirse TSK’nın harp prensiplerinden tamamen uzaklaşması haline dönüşecektir. TSK bir daha darbe yapamaz hale getirilsin diye yapılan düzenlemeler TSK’yı savaşamaz hale getirecektir. Bu da 15 Temmuz darbe girişiminin neden başarısızlık üzerine kurulup etki odaklı harekat olarak icra edildiğini göstermektedir. TSK üzerindeki bu tür hesapsız, uzun vadeli öngörülerden yoksun kararlardan uzak durulmalıdır. Çünkü 15 Temmuz tam da bu tür kararlar alınmasına zorlamak için yapılmıştır.
Bu yazıda sadece TSK kime nasıl bağlanacak konusunu ana hatlarıyla ele aldık. Askeri Liseler ve Harp Okullarının konumu da TSK’nın gücü açısında çok önemli. Harp Okullarını ve hatta Harp Akademilerini bile kapatacak kadar uçuk fikirlerin ortalıkta dolaştığını görüyoruz. Dediğimiz gibi 15 Temmuz’un etki odaklı harekat uygulaması maalesef bu uçuk fikirlerin benimsenmesi tehlikesini içermektedir. Bu uçuk fikirler benimsenirse TSK’nın sonu hazırlanmış olunur.
 
Daha önce de söyledik. Bu tür önemli kararlar sadece iktidarın siyasi öncelikleri ve dar bir bürokrasi kadrosuyla verilecek kararlar değildir. Konunun uzmanı sivil ve askeri (emekliler dahil) uzmanların katılımıyla çalıştay ve arama konferanslarıyla bu sorun incelenmelidir. Ani reaksiyonel kararlardan uygulamalardan sakınılmalıdır.
 
TSK’yı Kıymayalım!
 
İşte bütün tespitlerden sonra şunu hatırlamakta fayda var. Kendi ordusu ve kendi güvenlik güçleriyle karşılaştığı tehditlerle mücadele edemeyen ülkelerin (Afganistan, Irak ve Suriye örneği) dış güçlerden yardım istemek zorunda kalacağı unutulmasın. Böyle bir durumda Türkiye’nin müracaat edeceği yer mevcut konjonktürde, mevcut güvenlik ittifakları yapısı içinde ABD-NATO’dur. ABD-NATO’nun 15 Temmuz darbe girişimindeki yaklaşımları ise hiç de iç açıcı değildir. ABD Merkez Kuvvetler Komutanının ve ABD Ulusal İstihbarat Direktörü Clapper’ın darbecileri müttefikleri ya da Türkiye’deki muhatapları olarak nitelemeleri çok düşündürücüdür. Her iki açıklamadan anlaşılan şu ki ABD Türkiye ile ilişkilerinde kurumsal değil kişisel ilişkiler üzerinden planlarını yürütmeye çalışmış. Bu ikili ilişkiler açısından çok tehlikelidir. Ayrıca İngiliz gazetelerinde çıkan haberlerde İngiltere’nin Türkiye’de ikinci bir darbe girişimi ve iç savaş beklentisiyle Türkiye’deki vatandaşlarını tahliye maksadıyla büyük bir tahliye-işgal operasyonu planladığı haberlerine de bu bağlamda dikkat çekmek gerekir. Bütün bunlar ortadayken, Türkiye’nin içine düşeceği bir güvenlik-savunma tehdidine karşı ABD-NATO kanadından gelecek desteğin yardımın neye yarayacağı, neye hizmet edeceği şüphelidir.
 
Bugünlerde Batı medyasında TSK bölük pörçük duruma geldi, zayıfladı yorumları yapılmaktadır. Maalesef bu değerlendirmeler belli oranda doğrudur. 15 Temmuz FETÖCÜ terörist darbe girişimi yarattığı etkiyle ve sonuçlarıyla TSK’yı hedef almıştır. İşte yukarıda özetlediğimiz bütün bu tespit, öngörü ve önerileri dikkate alarak FETÖ en küçük izi kalamayacak şekilde başta TSK olmak üzere tüm kurumlardan silinmeli, yok edilmelidir. Ancak hedefin TSK’nın belinini kırılarak aslında Türkiye’nin diz çöktürülmesi olduğu farkında olarak TSK’nın zayıflatılmasına, etkisizleştirilmesine, savaşmaz hale getirilmesine strateji ve harp prensiplerinin aksine yapılanmalar içine sokulmasına izin verilmemelidir. Yani TSK’ya kıyılmamalıdır, TSK’ya kıymak Türkiye’yi her türlü iç ve tehdide yem etmek anlamına gelir. Dış politikasının arkasında askeri güç desteği olmayan Türkiye’nin sınırlarının hemen dışındaki dış politika konularında söz sahibi olamaması, sonuç alamaması demektir. Bunun için de TSK’yı bir milli ordu kimliğinden uzaklaştıracak askeri kimliğini zedeleyecek, geçmişinden koparacak, kendi içinde güveni zedeleyecek, harp prensiplerinden uzaklaştıracak, ordu-millet bağını kesecek, askere karşı polisi öne çıkaracak yaklaşımlardan, uygulamalardan, kararlardan uzak durulmalıdır. Dolayısıyla, evet FETÖ’yü mutlaka yok edelim ama TSK’ya kıymayalım…
 
 
 
 
 
 
..
 

MEŞRULAŞTIRILAN PKK GAYRIMEŞRULAŞTIRILAN DEVLET




MEŞRULAŞTIRILAN PKK GAYRIMEŞRULAŞTIRILAN DEVLET



1 EYLÜL 2013
HÜSEYİN ÖZBEK ,
 
 
 
Baldıran zehri bünyeye yayılırken kurbanını nasıl geri dönülemez ölümcül uykuya sürüklerse, bilinçlere zerk edilen Açılım Uyuşturucusu da aynı etkiyi yapıyor. Kamuoyu, terörün son bulacağı, PKK unsurlarının dönmemek üzere ülke dışına çıkacağı illüzyonuyla uyutulacak, böylece bölgeyi gerçekte kimin terk ettiğinin anlaşılmaması sağlanacaktı. Yalanın ömrü sabah çiği misali kısa sürüyor. Ne yapılsa mızrak çuvala sığmıyor, açılım makyajı çabucak dökülüveriyor. Açılım maskesinin ardındaki sinsi tezgahın Atlantik ötesi kurmayları ise kurguladıkları senaryonun sahnelenişini dikkatle izliyor.
 
Ulus ötesi kurgunun yerel uygulayıcısı PKK’ nın bölgede kamu otoritesini yok etme, devleti hükümet konaklarıyla karakollara hapsetme stratejisinden bazı somut örnekler verelim: Haziran ayında Şırnak’ın Cizre ilçesinde terör örgütünün gençlik yapılanması olan Yurtsever Demokratik Gençlik Hareketi (YDG-H) bir başka açılıma imza attı! PKK’nın yerleşim birimlerinde paralel devlet oluşturma ve kamu otoritesini işlemez hale getirme stratejisinin yeni bir uygulaması gerçekleştirildi. Cizre’ de asayiş gücü oluşturduklarını ilan eden YDG-H, 23 Haziran günü tören düzenleyerek, üzerinde Öcalan’ın resmi bulunan siyah kıyafetler giyip, yüzlerini poşu ile kapatan gruba diploma dağıttı.  Örgüt üyeleri törenden sonra Nusaybin ve İdil caddelerinde lastik yakıp, yoldan geçen araçları durdurarak kimlik kontrolü yaptı.
 
Yüzü poşulu bir PKK’lı tarafından okunan açıklamada; “Diyarbakır’da Nevruz kutlamalarında ilan edilen demokratik kurtuluş ve özgür yaşamı inşa hamlesiyle birlikte yılların özgürlük mücadelesi yeni bir sürece girdi. Kürt ve Kürdistan’ ın varlığının kabul edilmeye başlandığı bu süreçle birlikte temel mücadele alanının yeni özgür yaşamı  inşa etmek olacağı kesindir. Bunun ilk ve temel ayağı şüphesiz öz savunmadır. YDG-H olarak öz savunma endeksli asayiş güçlerini oluşturmayı tarihsel bir sorumluluk olarak üstleniyoruz.” denildi.
 
YDG-H’ nin daha sonra Lice, Diyarbakır, Yüksekova ve diğer kent merkezlerinde benzer eylemleri sürdürmesi ortada masumiyet makyajıyla gizlenemeyecek bir durum olduğunu göstermektedir.  Devletin resmi kolluğunun, dayanağını hukuktan alan asayiş uygulaması ve yol denetimlerinin PKK uzantılı üniformalı gruplar tarafından valilik ve kaymakamlıkların gözü önünde, şehir merkezlerinde yapılır hale gelmesi, Türkiye Cumhuriyeti’nin yüksek dozda verilen açılım narkozuyla uyutulduğu ameliyat masasından kalkamayacağına işarettir.
 
Atlantik ötesinde hazırlanıp siyasi iktidar’ ın eline tutuşturulan Açılım reçetesiyle yutturulan ilaçların devlet organizmasında ve toplumsal bünyede beklenen iyileşmenin aksine ölümcül sonuçlara yol açacağı bilinmelidir. Türk halkına, açılım’la birlikte terör örgütünün yenilgi psikozu içinde sınır dışına çıkacağı söylenirken yaşanan süreç tam tersi bir duruma işaret etmektedir. Ülkeyi terk eden bir örgütün silahlı unsurları ve bölgedeki yandaşlarında beklenen ruhi çöküş ve umutsuzluğun aksine, Türkiye Cumhuriyeti’ ne karşı kazanılan büyük zaferin coşkusu gözlemlenmektedir. 
 
PKK’nın devlete diz çöktürdüğü, sürdürdüğü savaşımın siyasi sonuçlarını almaya başladığı, bundan sonraki aşamanın otoritesi, saygınlığı, caydırıcılığı asgariye indirilen T.C. ‘ nin mülki ve askeri unsurlarının bölgeden kovulmasıyla Kürdistan’ın kurulması olacağı propagandası yapılmaktadır.
 
Yaratılan zafer atmosferinin özgüveniyle bölgede yapımı sürdürülen karakollara ve kamu inşaatlarına PKK milislerince kitlesel baskınlar düzenlenmekte, medya ordusunun eşliğinde iş makineleri tahrip edilerek şantiyeler kundaklanmaktadır. Kırsaldaki çatışmalarda ölen PKK’ lıların kemikleri toplanarak, yatıra dönüştürülecek örgüt mezarlıklarına gösterişli  törenlerle defnedilmektedir. Yöresel şenlikler bahane edilerek oluşturulan seyyar askerlik şubelerinde ( ! ) PKK’ ya kayıt kabul işlemleri yapılmaktadır.   
 
Kamu otoritesine meydan okuyan hukuk dışı milis ve sempatizan eylemlerinin ulaştığı kitlesellik PKK’ ya bir tür meşruiyet kazandırırken, acze düşmüş  görüntüsüyle devlet etnik histeriye kapılmış kitlelerin nezdinde gayri meşrulaşmaktadır.
 
Şu anda Güneydoğu’da yaşanan süreç, tadilat yutturmacasıyla yeni bina yapımına benzemektedir. Bilinen numaradır. Mülk sahibi eski binası için tadilat projesi yaptırarak ruhsat alır. Yerel yönetimle işi pişiren açıkgözün etrafını iyice perdelediği inşaat bitip etraftaki perdeler kaldırıldığında ortaya çıkansa yepyeni bir binadır!  Kazan kazan denklemiyle işleyen tadilat dümenin iki tarafını mülk sahibi ile yerel yönetim oluşturmaktadır. Bu alicengiz oyununun kaybedeniyse hukuk dışı bir durumun söz konusu olmadığı, yasal sınırlar içinde tadilat yapıldığı söylemiyle uyutulan halktır. Açılım tadilatının tarafları ise PKK ile devlettir. PKK’ nın çekildiği, terörün bittiği, bundan sonra anaların ağlamayacağı propagandasıyla millet uyutulurken açılım ruhsatıyla perdelenen arsada gerçekte Kürdistan inşa edilmektedir. Yaşanan bu süreçle bölgede devletin mülki ve askeri otoritesi sıfırlanırken, paralel devlet yapılanması KCK’ nın yaşamın her alanında inisiyatif katsayısı geometrik olarak artmaktadır.
 
Haziran, Temmuz, Ağustos aylarında yaşananların kısa kronolojisi ayrılıkçı terör cephesinin Açılım sürecindeki kazanımlarını ve beklentilerini görmemizi kolaylaştıracaktır. 15 – 16 Haziran’ da Diyarbakır’ da,  İran, Irak, Suriye ve Türkiye’den katılımcılarla gerçekleştirilen “Kuzey Kürdistan Birlik ve Çözüm Konferansı”nın 13 maddelik sonuç bildirgesindeki taleplere göz atmak yeterlidir.
Bildirgenin 1.maddesi; “Sn. Abdullah Öcalan Kürt Sorununun demokratik ve barışçıl çözümü için tarihi bir fırsat yaratmıştır. Kürt hareketi sorunun barışçıl ve demokratik çözümü için samimi ve ciddi adımlar atmıştır. 

 Konferansımız, bu bağlamda, müzakere sürecini sağlıklı ve güvenli bir biçimde sürdürülmesi için demokratik çözüm sürecinin başat aktörü Sn. Abdullah Öcalan’ın özgürlüğünü talep eder ”
cümleleriyle başlamaktadır. Karakol yapımlarının, askeri hareketliliğin ve yeni koruculuk kadrolarının açılmasına derhal son verilmesi istenen bildirgenin sonraki maddeleri Kürdistan’a statü, anayasal güvence, kamu kaynaklarında pozitif ayrımcılık, terör örgütü üyeliğinden tutuklananların beraatı, azınlıklara geri dönün çağrısı, Rojova’ ya destek, PKK’ nın terör örgütü listesinden çıkarılması, ulusal konferans çağrısı gibi taleplerle devam etmektedir.
 
Konferans çağrı metninde olsun, İmralı mesajlarında olsun, Kandil ültimatomlarında olsun değişmeyen talep Türkiye’nin 29 Ekim 1923 kuruluş denkleminden vazgeçmesidir. Ulus devlet, üniter yapının tasfiyesi ile Türkiye’nin siyasal tapusunda -o da müstakil tapuya geçinceye kadar, şimdilik – paydaşlık ısrarıdır. Türkiye müstakil tapusundan, tekli mülkiyetten vazgeçmesi için tehdit edilmektedir. Darbelere geçit vermeyecek sivil anayasa demogojisiyle bölünmenin, ayrışma ve ayrılmanın hukuki meşruiyeti sağlanmaya çalışılmaktadır.
Kısacası açılım masalıyla bilinci uyuşturulan halkla birlikte Türkiye’nin devlet duyarlılığı da felç edilmişken, yüzyılın fırsatını kaçırmak istemeyen PKK da kentlerde başlatacağı etnik kalkışmanın son provalarını yapmaktadır.


http://millidusunce.org/postmodern-acilimin-turfanda-meyves-merulatirilan-pkk-gayrimerulatirilan-devlet/


..

DİN MAKYAJLI ETNİK STRATEJİ



 
DİN MAKYAJLI ETNİK STRATEJİ
 
 
 
26 ARALIK 2013
HÜSEYİN ÖZBEK ,
 
 
Yakın geçmişin Türkiye pratiği etnik hedefli politik stratejinin iki yöntemden birini tercih ettiğini göstermektedir. Etnik ajanda sahipleri sol yapılanmalar içinde ise başlangıçta solun genel söylemi ve eylemiyle örtüşen bir tavır sergilemektedirler. Antikapitalist, antiemperyalist, emek yanlısı siyasal mücadelenin savaşçısı olarak davranmaktadırlar. Çıkış noktası siyasal dincilik olan bir yapı içindeyse, kavmiyetçiliği reddeden, ümmeti esas alan bir anlayışı savunmaktadır.
Dâhil oldukları yapıda İnisiyatif kazandıktan sonra ise etnik pusula doğrultusunda yön ve tavır değişikliği için müdahaleler başlamaktadır.
Bu müdahaleler sonucu çoğu kez eksen kayması yaşanmakta, çıkış noktasından ideolojik ve eylemsellik olarak uzaklaşılmaktadır. Sol yapılanmalarda emek yanlısı, antikapitalist tutumun yerini etnik söylem ve tavır almaktadır. Sonuç olarak hasım ve müttefik tanımında esaslı değişiklikler yaşanmakta, hareket çıkış ideolojisine ve hedeflerine yabancılaşarak kitle tabanının da kaybetmektedir.
Dinci söylemle makyajlanmış etnopolitik ajanda sahipleri siyasal İslamcı partilerde de benzer yöntemleri kullanmaktadırlar. Yalnız bu kesimde dinci söylem mütedeyyin kitlelerde daha etkili olmakta, merkezle ayrışmayı hızlandırmaktadır. Ulus devletle, rejimle, kurucu unsur ve kurucu ideoloji ile köprülerin atılması daha kolay sağlanmaktadır. Cumhuriyet’in kuruluş felsefesine, rejimin tasfiyesine yönelik etnik taarruzun dinle maskelenmesi yıkım maliyetini düşürmektedir.
Bu genel girişten sonra 24 Kasım tarihli Hürriyet Gazetesi’nde Lazca Eğitim İstiyoruz başlığıyla çıkan haberden -yorumunu sona bırakarak – alıntıya başlayabiliriz: Türkiye’de sayıları 600 bini bulan Lazlar, çatı kuruluşu olarak Prof. Dr. Mehmet Bekaroğlu başkanlığında Laz Enstitüsü kurdu. Bekaroğlu Lazların taleplerini “ Yer adlarının iadesi, Lazca’nın anasınıfından lisansüstü eğitime kadar eğitim dili olması şeklinde sıraladı. Caddebostan Kültür Merkezi’nde bir araya gelen Lazlara, BDP Diyarbakır Milletvekili Altan Tan da destek vererek, “ Sizi damdan düşenler anlar. Biz de damdan düşenlerdeniz “ dedi.”
Lazca’nın UNESCO raporlarında tehlike altındaki diller listesinde yer aldığını belirterek, barış süreci nedeniyle Başbakan Tayyip Erdoğan’a teşekkür eden Bekaroğlu;  “ Kimseye husumetimiz yok ama görevini yapmaya davet ediyoruz. Lazca’yı unutturan devlet şimdi görevini yapacak. Karadeniz’de ya da Düzce’de kurulacak üniversitede Lazcayı öğretecek. Laz Dili ve edebiyatı öğretmeni yetiştirecek. Enstitünün imkânı olsa bile diploma veremeyeceğimize göre bunu üniversite yapacak. Bizim Lazca yayın yapan televizyon kanalları kurmaya gücümüz yetmez. Devletin bunu desteklemesi gerekiyor. Gerekirse başvurular yapacağız, davalar açacağız. Her dilin kendini ifade edeceği bir Türkiye istiyoruz.Türkiye özgürleştikçe Lazca da özgürleşecektir. Barış süreci bize de yaradı. Lazca’nın özgürleşmesinde barış sürecinin de payı var.”sözleriyle konuşmasını tamamlıyor.
Ev sahibi ile konuk milletvekilini Laz Enstitü’sünde bir araya getiren etnopolitik paydanın şifreleri ikilinin siyasal geçmişlerinde saklı. TBMM’ de 21. Dönem Refah Partisi Rize milletvekili olarak görev yapan Bekaroğlu, partinin Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılmasından sonra aynı çizginin devamı olan Fazilet Partisi, Saadet Partisi ve Halkın Sesi partilerinde politik yaşamını sürdürdü.  Ertuğrul Günay’la Yeni Bir Siyaset ( Müslüman Sol ) denemesine girişen Bekaroğlu’nun, Günay’ın AKP ye geçişinin ardından son durağı Laz Enstitüsü.
24. Dönem BDP Diyarbakır milletvekili olarak TBMM’ de bulunan Altan Tan, Refah Partisi MYK üyeliğinin yanında siyasal İslamcı kesimde yazılarıyla, konferanslarıyla tanınıyor. Bekaroğlu ile dam arkadaşının yakın geçmişte Refah Partisi ve benzer oluşumlardaki din ağırlıklı eylem ve söylemleri hatırlardadır. Milli Nizam Parti’sinden başlayarak devamı niteliğindeki partilerde kavmiyetçiliği reddeden, ümmeti esas alan, milleti öteleyip din kardeşliğini kutsayan bir siyasal atmosferin ulus bilincini ciddi ölçüde aşındırdığı son dönemde yaşananlarla daha iyi görülmektedir.
Dinci söylemle maskelenen etnik strateji sahiplerinin bir taşla ikiden fazla kuş vurdukları anlaşılmaktadır. Siyasal dinci söylem, Türk milletinin derin bilinçaltında yaşattığı ulusal kodları silerek, ortak ideallerin, yön duygusunun, geleceği müştereken inşa etme iradesinin yok olmasına neden olmaktadır.   Sonuçta soyut bir ümmet kardeşliği söylemiyle millet gerçekliği tahrip edilmektedir.
Açılım hipnozuyla toplumsal bilincin kısa devre yaptığı bir ortamda dam arkadaşları artık ihtiyaç duymadıkları maskelerini atarak gerçek yüzleriyle karşımızdadırlar.  Günümüz Türkiye’ sinin açılım masalıyla içine düşürüldüğü durum etnik kumpanyalar tarafından maskeli balodan maskesiz curcunaya her türlü oyunun sahnelendiği bir arenadan farksızdır. 

http://millidusunce.org/dn-makyajli-etnk-stratej/

TERS ORANTILI ETNİK DENKLEM… GÜNEYDOĞU’YU BÜTÜNLEŞTİRİRKEN TÜRKİYE’Yİ AYRIŞTIRMAK




TERS ORANTILI ETNİK DENKLEM… GÜNEYDOĞU’YU BÜTÜNLEŞTİRİRKEN TÜRKİYE’Yİ AYRIŞTIRMAK ,



HÜSEYİN ÖZBEK,
 
22 KASIM 2013
    Adını sıkça değiştirse de Etnopolitik çizgisini asla değiştirmeyen ayrılıkçı hareketin legal partisi şimdilik BDP adını kullanıyor. BDPnin Politik söylemi bölgelere ve etnik kimliklere göre ilginç özellikler göstermektedir. Kürt kökenli yurttaşlarımızda etnik tansiyonu yükseltecek bir iletişim dilini kullanırken, Türklerde sol söylemi tercih etmektedir. 
HDP oluşumunun ardında etnopolitik karakterli ayrılıkçılığın siyasi makyajla ülke geneline hazmettirilmesi hesabı yatmaktadır. Halkların Demokratik Kongresi olarak başlanan sürecin Halkların Demokratik Partisi’ne dönüşümün ardından Ankara’da 27 Ekim 2013 günü yapılan kongre yukarıda anlatılan stratejinin hayata geçirilmesidir.
Şekli hukuk açısından bağımsız bir siyasi oluşum gibi görülse de HDP, vasisi olan ayrılıkçı hareketçe çizilen sınırlar içinde faaliyet göstermek zorundadır. Politik misyonu ayrılıkçı hareketin Türkiye geneline yayılmasında köprü hizmeti vermektir. HDP’ ye verilen görev Türk solunu mümkün olabildiğince etnopolitik ve etnofeodal alaşımlı ayrılıkçılığın radyasyonuna maruz bırakarak sol olmaktan çıkarmaktır.
Emeğin ideolojisi, işçi sınıfının politik pusulası olan sola yapılacak en büyük kötülük etnikçiliğin radyoaktif serpintisi altında yok etmektir.
Ankara’da yapılan HDP 1. Kongresinin açılışında katılımcıların 15 ayrı dilden selamlanması çizilen stratejinin ipuçlarını vermektedir.
Kongre açılışındaki selam işçi sınıfına yönelik değildir. Ezilenlerin emek safına çağrısı anlamına da gelmemektedir. Siyasal Kürtçülüğün safına başkaca etnikçi müttefikler katmaya yönelik bir davettir.
Kuşkusuz ki etnofeodal siyasi hareketin Marabasına dönüştürülmüş vatansız solun emek dünyasına bilinç karartmasından başka verebileceği hiçbir şey yoktur.
Sol vatansızlaştıkça halktan uzaklaşmakta, halktan uzaklaştıkça vatansızlaşmaktadır.
Etnopolitik lokomotifin son vagonu olmayı kabullenen haymatlos soldan emek yanlısı, sömürü karşıtı bir kelam çıkmaması kapısına bağlandığı, vesayeti altına girdiği güçlerden kaynaklanmaktadır.
Bizim vatansız solun durumu feodal dönemde mülk sahibi senyörlerin buyruğundaki serflere benzemektedir.
Serf, senyörden izinsiz evlenemez, emeğini özgürce satmak için kente gidemez, ömür boyu efendiye ve toprağa bağlı bir yaşam sürerdi.
Halkıyla bütün bağlarını koparmış, ulusunun değerlerine yabancılaşmış haymatlos sol da etnofeodal senyörlerin tutsağı durumundadır. Bu nedenle yoksul Kürt köylüsünün safında feodal yapıya karşı mücadele yerine siyasal Kürtçülüğün öncülüğüne soyunmuş toprak ağalarının yanında iş tutmaktadır.
Kısacası içeride antikapitalist, dışarıda antiemperyalist duruş sergileyemeyen vatansız solun misyonu etnik virüsü sol makyajla ülke geneline bulaştırmaktır. Türkiye’yi etnik ayrışmaya ve çatışmaya sürükleme stratejisi doğrultusunda Güneydoğu etnopolitik eksende bütünleştirilirken, vatansız solun da katkısıyla ülkenin geri kalanı alabildiğince ayrıştırılmaktadır.
Önümüzdeki yerel seçimler ve gelecekteki genel seçimler için sahaya sürülen vatansız sola verilen görevin atacağı sis bombalarıyla halkın gözünü küllemek, bilincini karartmak olduğu anlaşılmaktadır.



http://millidusunce.org/ters-orantili-etnk-denklem-gueneydouyu-buetuenletrrken-tuerkyey-ayritirmak/

27 Mayıs 1960 Darbeye Gidenyol

 
 
27 Mayıs 1960  Darbeye Gidenyol
 
 
 
 
 
 
Avrupa'daki bütün siyasal olayları göz önüne alarak, cumhuriyeti kuran kadro, tek partili rejimi seçmede bir tercih mi kullandı yoksa I. Dünya Savaşı sonrası şartlarına ayak mı uydurdu?
 
 
Türkiye'de özellikle 1925-1945 arasında tek partili rejim yaşandı. Avrupa'nın her yerinde çok partili demokratik hayat yoktu. Özellikle iki dünya savaşı arasındaki yıllarda ve II. Dünya Savaşı yıllarında, Avrupa'daki devletlerin çoğu otoriter rejimler altındaydılar. Bir kısmına Almanya cebren el koymuştu ancak bir kısmı da Almanya ya da faşizmle ilişkili olmaksızın çok partili bir hayatı değil, tek partili buyurgan bir rejimi yaşıyordu. Yani devrin ruhunda buyurgan bir tek parti rejimi var.
Batı Avrupa'da, İngiltere'de iki partili bir rejim sürüyor. Hatta İngilizler bunun futbolu takliden olduğunu söylerler. Amerika'da da aşağı yukarı böyle bir durum söz konusuydu. Elbette üçüncü ya da dördüncü partiler yasak değildi ama fiilen olmuyordu. İngiltere'de 20. yüzyılın başlarında işçi partisi, liberal partinin yerini alıyor ikinci parti olarak.
 
Cumhuriyetin ikinci çok partili rejim denemesi olan Serbest Fırka'nın başarısızlığını neye bağlıyorsunuz?
 
Serbest Fırka'dan önce ortaya çıkmış olan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, Serbest Fırka'ya göre daha sahici bir partiydi. Serbest Fırka'nın başarısız olmasının nedenlerinden biri, yapay görünmesiydi. Serbest Fırka, ülkenin çok partili bir rejime ve dolayısıyla muhalefet partisine ihtiyacı var diye, Atatürk'ün akıl edip belirlediği bir partiydi. Hatta Serbest Fırka'ya kimlerin katılacağı Atatürk tarafından belirlenmişti. Atatürk, partiyi kurma görevini Paris Büyükelçisi Fethi Okyar'a veriyor. Fethi Bey bu görevi Atatürk'ün ısrarıyla kabul ediyor ve kabul ederken de, herhangi bir korkusu veya çekincesi yoktur, çünkü Fethi Bey'de ordu kökenlidir ve ahbaplıkları çok eski.
 
Serbest Fırka'nın kapanmasının en önemli nedeni olarak "toplumsal muhalefetin odağı olduğu" iddiası vardı. Buna katılıyor musunuz?
 
Evet, Serbest Fırkanın kurulmasından sonra İzmir mitinginde yaşanan olaylar ve rejim muhaliflerinin "Serbest Fırka'ya akmaya başladığı" iddiaları doğrudur ve zaten bu durum da son derece tabiidir. İktidar olmak için elbette belli bir fikir etrafında birleşmek gerekir ama muhalefet genellikle bir koalisyondur. Bu koalisyonda en sağdan ve en soldan çeşitli gruplar çıkabilir ve bu durumlar da son derece doğaldır, ama bu doğallık 1930'da göze alınamadı. Bunda bazı nedenler etkiliydi.
CHP'nin idaresine karşı muhalefet sürdürülürse, Serbest Fırka'yı iktidara taşıyacaktı. Bu durumu göze alamıyorlardı. Serbest Fırka'nın başındaki Fethi Okyar, Atatürk'ün partiler üstü tarafsız bir rol almasını istiyor. Ancak Atatürk aradan çekildiği zaman, Türkiye Cumhuriyeti'nin kazanımlarının ortadan kalkabileceğini düşünüyor. Fethi Bey'in partiyi kapatmasından sonra yaşanan "Menemen Olayı" da çok partili bir rejim denemesinin "irticaı hortlatacağı" endişesi yarattı.
 
Menemen Olayı'nın çok abartıldığı ve CHP'nin tertiplediği yönünde iddialar var.
 
Menemen Olayı'nı CHP falan uydurmadı ama iktidar, bu olayın önemini abartarak genel bir temizlik için kullanacağı mazeret haline getirdi. İşte İstanbul'da Erenköy'de köşkünde oturan Nakşibendî tarikatı şeyhi Esat Efendi, polis karakoluna götürülmüştür ve adam orada ölmüştür. Bu durumun doğrudan doğruya Menemen'de meydana gelen olayla ve kişilerle alakasının olduğunu düşünmek için bir sebep yok.
 
1946'daki üçüncü çok partili rejim denemesine kadar yaklaşık 16 yıl geçiyor. Serbest Fırka'nın kapatılmasından sonra yeniden çok partili rejim denemesi yapılamaz mıydı?
 
Atatürk'ün yerinde ben olsam böyle denemeye kalkışırdım ancak Atatürk, hayatı boyunca böyle bir şeye izin vermedi. İsmet Paşa, Atatürk'ü aşmak istiyordu, çünkü Atatürk pek çok şey getirdi ama demokrasiyi getiremedi. İsmet Paşa, çok partili demokrasi getirerek bir fark yaratmak istiyordu fakat ilk yıllarda karşılaştığı savaş ve ekonomik sıkıntılar ileri gitmesine engel oldu.
Ancak II. Dünya Savaşı sona erdikten sonra "Birleşmiş Milletler" adı altında uluslararası yeni bir örgüt kuruldu. Türkiye'de sanıldı ki, Birleşmiş Milletler'in kurulmasından sonra "artık demokrat olmak" zorunludur düşüncesi oluştu. Ancak Türkiye'de zaten İsmet Paşa istiyordu.
 
Adnan Menderes, Demokrat Parti'den önce, CHP'nin Aydın milletvekiliydi. Menderes'in CHP'den kopuşunun nedenleri nelerdi?
 
Adnan Menderes, CHP'den milletvekili olmadan önce Serbest Fırka'nın Aydın il başkanıydı. Serbest Fırkaya girmesinden de belli ki, Adnan Menderes'in halk partisi iktidarı konusunda bir takım tereddütleri var. Özellikle Atatürk, ölümünden bir yıl önce İsmet Paşa'yı başbakanlıktan atmış ve yerine Celal Bayar'ı getirmişti. İsmet Paşa Cumhurbaşkanı olunca, Celal Bayar'ı yeniden bir iki ay sürecek olan başbakanlık görevine getirdi. Daha sonra Bayar, ayrıldı ve parti içinde muhalif olarak yıllarını geçirdi.
Halk partisi içinde, İsmet Paşa'dan haz etmeyen adamlar hiç şüphesiz mecliste vardı. İşte bu kişiler 1944-45 yıllarında, İsmet Paşa'nın atmak istediği bazı adımlara muhalefet ettiler.
"Çiftçiyi topraklandırma kanunu" aslında bir tarım reformu falan değildi. Temel olarak devletin elindeki toprağı, topraksız köylüye dağıtılması amaçlanıyordu. Böyle bir arazinin bulunmadığı yerlerde de büyük toprak sahiplerinin toprakları -bedeli ödenerek- çiftçilere verilecekti. Ancak bu çok marjinal bir durumdu ama büyük toprak sahiplerini asıl korkutan da bu oldu.
 
Adnan Menderes'i de bu kişilerden birisi olarak görebilir miyiz?
 
Aslında daha çok o grubun temsilciliğine soyundu.
 
Demokrat Parti'yi ön plana çıkaran nedenler nelerdi?
 
Tonla... Bir kere, bizim cumhuriyet devrimleri dediğimiz devrimler, halkın sevgisiyle ve isteğiyle olmuş değişiklikler değil. Halk Partisi'ni (CHP) en çok korkutan da "Özgürlük ve demokrasiye geçecek olursak halk, bu devrimleri geri alır" düşüncesiydi.
Özellikle 1929 Buhranı ve II. Dünya Savaşı yıllarında çok ciddi ekonomik sıkıntılar yaşandı. Bu tür sıkıntılar, rejimle ilgili sıkıntılara eklenince, halk partisinin gözden çıkması ve iktidardan düşürülmesi adeta kaçınılmaz oldu.
 
1946 seçimleri gerçekten hileli miydi?
 
Evet. Zaten bütün seçim sonuçları sandık bazına kadar yayınlandığı halde, 1946 seçimleri hiçbir zaman yayınlanmadı. 1946 seçimleri ilk doğrudan seçimdir ve erken seçimdir. Amaç Demokrat Parti'yi hazırlıksız, demokratları güçlenmeden yakalamaktı. Nitekim 46'da demokratlar öyle bir hava bastılar ki, "Halk Partisi bu hileleri yapmasa demokratlar iktidar olacaktı" diye, bu mümkün değil. Çünkü demokratlar tam olarak örgütlenememişti. 1946 seçimleriyle birlikte çoğunluk sistemi de uygulanmaya başlandı ve 1961 anayasasına kadar devam etti.
 
Menderes'in 10 yıllık iktidarında CHP ilk defa muhalefet durumuna düşüyor. Muhalefetteyken nasıl bir tutum içerisindeydi?
 
CHP hiçbir zaman Demokrat Parti'yle girilen çok partili hayatın kendisine itiraz etmedi, oyunun kurallarına göre oynanmasını söylemeye çalıştı. Demokrat Parti, Halk Partisi'nin buyurganlığını eleştirerek iktidara geldi ama kendisi de halk partisine benzeme sürecine girdi.
1950 seçimlerini aldıktan sonra 54'teki seçimlerde oylarını daha da arttırdı. 1957'de Demokrat Parti'nin oyları bir parça azalırken CHP'nin oyları yükselmeye başlamıştı. Eğer 1960'da bir erken seçim olsaydı Adnan Menderes alabilir miydi alamaz mıydı hep tartışılır.
 
Demokrat Parti, İsmet İnönülü tek partili rejimden nasıl bir ekonomi devraldı?
 
İsmet Paşa tabii mizaç olarak çok sakıngan bir adamdı. Olmadık bir savaşa falan girmek zorunda kalırız, kıyıda köşede hazır paramız olsun düşüncesiyle Türkiye'de çok ciddi bir altın rezervi oluşturmuştu. Demokratlar, dış yardımın yanı sıra bunları da kullandılar, yani Menderes'in yapmış olduğu atılım hamlelerinde bunun da payı var. Menderes'i çökerten, bu hamleleri sürdürebilmek için yeni kaynak bulamamasıdır.
 
Menderes'li yıllarda Türkiye'nin ekonomik ve siyasal durumu nasıldı?
 
Demokrat Parti'nin iktidarında, Türkiye ciddi atılımlar yaşadı, otoyollar yapıldı, yurt dışından maddi destek sağlandı. Zaten bu dış yardımlar ve atılımları, 1945 yılından itibaren görmek mümkündür. Bir de o zamanlarda tabii Türkiye hâlâ tarım ülkesi ve 1948-49 yılları -iklimce- tarım için fevkalade elverişli geçti. Demokrat Parti ekonomik açılımın yaratıcısı gibi göründü. Aslında o yaratmadı. Demokrat Parti, tarımda makineleşmeyi teşvik etti ve böylece daha çok traktör tarıma girince, tarım üretiminde bir patlama yaşandı. Dolayısıyla 1951-52-53'lü yıllar, 54 seçimlerinden de anlaşılacağı üzere son derece başarılı oldu.
Adnan Menderes'in yapmış olduğu bu hamleler ciddi para gerektiriyordu. Bu nedenle de yardım, dış borç ortaya çıkmaya başladı ve bir noktadan sonra da, bugün yine varlığını sürdüren IMF ve Dünya Bankası gibi uluslar arası kuruluşlar, Türkiye'yi frenlemeye çalıştılar, bazı şartlar ileri sürmeye başladılar.
Menderes, Amerika ve Batı ülkelerinden sağlayamadığı fonları, "acaba Ruslardan alabilir miyim" diye düşündü. Bir anlamda başarılı da oldu, Ruslara İzmir Aliağa'da bir rafineri yaptırdı. Ayrıca İzmit Körfezi'nde Paşabahçe cam fabrikası, yine Ruslar tarafından yapıldı. Nitekim "Amerika'nın 27 Mayıs 1960 darbesine yeşil ışık yakmasında Menderes'in Amerika'ya dirsek çevirip Rusya'ya yönelmesi etkilidir" gibi spekülasyonlarda da bulunulur.
 
Demokrat Parti'nin Atatürk inkılâplarına karşı bir tutum içerisinde olduğunu düşünüyor musunuz?
 
Demokrat Parti Atatürk inkılâplarına karşı bir tutum içerisinde bulunmamıştı. Örneğin ezanın tekrardan Arapça okunmaya başlaması kanun değişikliğiyle meydana gelen bir durumdur. Nitekim Adnan Menderes'i çökerten askeri darbe, bu durumu "Türkiye'nin laiklik ilkesine bir müdahale" olarak gördüğünü söyledi. "Söyledi" diyorum çünkü ordunun bu durumu, laikliğe aykırı olarak gördüğünü düşünmüyorum. Demokrat Parti'nin başındaki Celal Bayar, cumhurbaşkanıyken de herhalde ülkedeki en Atatürkçü adamdı.
 
Menderes'i 27 Mayıs'a götüren olayların birçoğunun 1957 seçimlerinden sonra olduğunu savunanlar var, bu konuda neler düşünüyorsunuz?
 
1957-60 arasında önemli olan durum, Demokrat Parti açısından bir propaganda olarak Vatan Cephesi örgütlenmesidir. Yani Demokrat Partinin üyeleri ve destekçilerinden başka, bu iktidardan memnun olanların sivil toplum örgütlenmesidir. Demokrat Parti, radyolarda okunan isim listeleri ile "herkes vatan cephesine katılıyor" diye bir hava yaratmak amacındaydı.
Kızıl Ordu'nun komünizm getirdiği birçok ülkede, tek başına iktidara geçmeye gücü yetmeyen komünist partisi başka bir takım partilerle birleştirilip "Vatan Cephesi" olarak iktidar olmuştu. Öyle bir gelenek var yani.
Türkiye'de Demokrat Parti, "Vatan Cephesi" lafını kullanırken bunu biliyor muydu? Emin değilim. Muhtemelen bilmiyordu.
Demokrat Parti, "Askerleri bize karşı tahrik edip bir darbe yaptıracaklar" diye Halk Partisinden şüpheleniyor. Bu şüpheleri araştırmak için de mecliste tahkikat komisyonları kuruluyor.
Demokrat Parti'nin anayasaya ihanet ettiği gibi laflar, bu tahkikat komisyonlarının kurulmasından sonra ortaya çıkıyor. Tahkikat komisyonları, seçilen milletvekillerinin oluşturduğu komisyonlardır ve bunlar istedikleri adamları sorguya çekebilecekler, evraklara bakacaklar falan.
Ben Yassıada yargılamalarında adaya bir mektup yazdım. "Korkmayın, 1924 Anayasası da kuvvetler birliği fikrine dayanır ve bu anayasaya dayanılarak İstiklal Mahkemeleri bile kurulmuştur. Bu nedenle tahkikat komisyonlarının kurulması, hiçbir şekilde bu anayasaya aykırı denemez" dedim.
Meclisin böyle bir yargı yetkisi var. İsterse mahkemelere kullandırır, isterse de kendi seçtiği üyelere yaptırır. Kuvvetler ayrılığına dayanan liberal demokratik bir düzlemde böyle şey olmaz fakat anayasamız öyle değildi.
 
Demokrat Parti Döneminde özellikle basına karşı ciddi bir baskı uygulandığını düşünüyor musunuz?
 
Evet, bunu söyleyebiliriz. Türk basınının emektar isimleri olan Hüseyin Cahit Yalçın, Ahmet Emin Yalman gibi yetmişini geçmiş sağ liberal denebilecek adamlar, birer bahaneyle tutulup hapse atılıyor. Basına uygulanan baskıya "sansür" lafını kullanmak da doğru değil.
Aziz Nesin, o yıllarda bir dergi çıkartıyor ve "Önceden sansür vardı. Hükümetin istemediği bir şey yazdığımızda yayınlayamazdık, sansür onu çıkartırdı. Şimdi özgürlük var diyorlar. İstediğimizi yazdığımız zaman bizi hapse atıyorlar. Sansürü yapın da bizi hapse atmayın" diyerek alaylı bir yazı yazıyor.
 
Bazı çevreler 27 Mayıs ile 1908 II. Meşrutiyet arasında benzerlikler kuruyor. Bu şekilde bir karşılaştırma yapılabilir mi?
 
27 Mayıs darbesine "devrim" gibi bakan genelde halk çoğunluğu değil, üniversite gençliğiydi. Ben dâhil, neredeyse bütün üniversite gençliği "Despotlaşan Menderes'in devrilmesi iyi oldu" diye düşündü.
Asıl mesele şunda; 27 Mayıs hiç şüphesiz askeri bir darbe ama darbenin hemen peşinden, anayasa yapmak için çok geniş bir kurucu meclis çalışması yürüttüler. 61 Anayasası, o zamana kadar geçerli olan meşruluk ölçülerini genişletti. Daha özgür, daha liberal ve daha demokratik bir yapı getirdi. 1908'deki II. Meşrutiyet de 1913'e kadar böyle bir aydınlanma dönemini başlattı. Bana öyle geliyor ki, 27 Mayıs'ta da özellikle bu anayasa tartışmaları dolayısıyla belki 1965'e kadar devam eden ikinci bir parlaklık dönemi yaşandı.
 
İsmet İnönü, "şartlar tamam olduğunda milletler için ihtilal, meşru bir haktır" demişti. 1960 darbesinde, gerçekten şartlar tamam mıydı?
 
Yanılmıyorsam İsmet Paşa bu sözü, 1960 yılının başlarında mecliste söyledi. O sırada Güney Kore'de bir hareket olmuştu ve diktatör Seungman Yi devrilmişti. İsmet Paşa da bu olay sonrasında "Türk milleti, Kore milletinden daha az haysiyetli değildir" falan demişti. O sırada da "Belli koşullar gerçekleşirse, ihtilal meşru bir hak halini alır"...
İsmet Paşa sadece tehdit ediyordu. Partisinin içinde sahiden askerlerle birleşip Demokrat Parti'yi devirmek isteyenler olduğunu da düşünüyorum ama İsmet Paşa'nın, onların arasında olmadığını sanıyorum. Ordu da iktidarı hemen İsmet Paşa'ya devretmek istemedi ve kendi içerisinde bölündü, 14'ler çıktı.
 
Adnan Menderes olası bir darbeye ihtimal vermiyor muydu?
 
Adnan Menderes, yürütebileceğini düşünüyordu. Taviz vermeye başlarsa nereye kadar, nerede tatmin edebilir? Tahkikat komisyonunu kaldırdık demek, harekete geçmiş olan mekanizmayı durdurabilir miydi? Çok şüpheli.
 
1960 Darbesi, 1980'e göre emir komuta zinciri içerisinde meydana gelen bir darbe değil. Daha çok alt rütbeli subaylar tarafından yapılan bir darbe. Bu durumu neye bağlıyorsunuz?
 
Askerlerin acemiliğine geldi. Çoğunluk binbaşı ve yüzbaşılardaydı. Tesadüfen aralarında bir orgeneral var. Cemal Gürsel, emekli olmak üzere gönderildiği İzmir'den Ankara'ya çağrılıp, sonradan ihtilalin başına getirildi. Cemal Gürsel'i İzmir'den Ankara'ya getirdiler çünkü aralarında çok genç olanlar vardı ve "Bundan sonra memleketi biz idare edeceğiz" demeye de utanıyorlardı. (HP/EÖ)
* Hasan Pehlivan, İstanbul Bilgi Üniversitesi, Tarih Bölümü
 
 
 
 
..