29 Ekim 2020 Perşembe

Mora Türkleri Tarihten Silindiler

Mora Türkleri Tarihten Silindiler

CUMARTESI, OCAK 31, 2015 
YAZAR YÖNETICI 0 YORUM

Ege Denizi, Ege Adaları ve Türk- Yunan İlişkileri üzerine çalışmaları ile tanınan Doç.Dr.Ali Fuat Örenç ile yapılan mülakatta görülen ilginçlikler.



Yıllar İtibari ile Yunan Toprak Kazanımları
Ege Denizi, Ege Adaları ve Türk-Yunan ilişkileri üzerinde çalışmalarıyla tanınan Doç. Dr. Ali Fuat Örenç`ten ilginç tespitler.

- Kitabınızdan aldığımız bilgilere göre Mora`nın Türk tarihi açısından çok önemli yeri var?

Bu önem neden kaynaklanıyor?

Osmanlıların Balkanlarla ve Mora`yla bu kadar ilgilenmelerinin sebebi nedir?
ALİ FUAT ÖRENÇ:
Gerçekten Mora Yarımadası veya günümüz Yunanistan`ının anakarası olarak tarif edilen topraklar, tarih boyunca Balkan coğrafyasında stratejik önemini hep korumuştur.
Türkler, Rumeli`ye geçtikten yaklaşık bir asır sonra ancak Mora Yarımadası ve Yunanistan`ın kalanı ile alâkadar olabilme gücüne erişebilmişlerdi.
Zira Türk fethinden önce Mora`da Bizans despotları, Attika Yarımadası`nda ise Latin Dukaları hâkimiyet kurmuş durumdaydılar.
Bölge, bizzat Fatih Sultan Mehmed`in katıldığı seferler ve çok çetin mücadeleler sonucu 1460 yılında Türk hâkimiyetine girdi.

Osmanlıların bölgedeki egemenlikleri, daha sonraki yıllarda Avusturya ve Rusya`nın çok kısa süreli saldırı ve işgalleri dışında 1830 yılında bağımsız bir Yunanistan devleti kurulana kadar aralıksız devam etti.
Buralara Anadolu`dan yüzbinlerce Müslüman-Türk ahali yerleşti.
Bu Müslüman aileler bölgeyi vatan edinip imar ettiler.
Bölgedeki asırlık Türk hâkimiyeti döneminde, Müslim ve Gayrimüslimlere ayırım yapmadan hizmet vermek amacıyla, bir çoğu vakıf sisteminde teşkilatlanmış binlerce hayır eseri inşa edildi.


http://3.bp.blogspot.com/-b2z7Xpoue9s/VMvMUc123NI/AAAAAAAAByg/RRpaq17Mf-E/s1600/%281982%2BYunanistan%2BK%C3%BClt%C3%BCr%2BBakan%C4%B1%2BMelina%2BMerk%C3%BCri%E2%80%99nin%2Bda%C4%9F%C4%B1tt%C4%B1%C4%9F%C4%B1%2Bharita%29.jpg

(1982 Yunanistan Kültür Bakanı Melina Merküri’nin dağıttığı harita)
Mora`da yüzyıllarca hizmet veren bu muhteşem eserler, bağımsız bir Yunan Devleti kuruluşu sürecinde bölge Türkleri ile birlikte yok edilmek suretiyle tarihin karanlık sayfaları arasında unutulup gittiler.
- 1821 Rum isyanının günümüz Türk-Yunan ilişkilerindeki etkisi nedir?
ALİ FUAT ÖRENÇ:
Öncelikle şu hususun altını çizmek gerekir ki, Osmanlı İmparatorluğu`ndan bağımsız bir Yunanistan Devleti`nin kurulması, çok sancılı ve onulmaz acılarla dolu bir süreç sonrasında gerçekleşti.
1821`de başlayan isyan yaklaşık 10 yıl şiddetini sürdürdü.
Dönemin Avrupalı büyük devletleri olan İngiltere, Fransa ve Rusya`nın Rumlar lehine diplomatik ve askerî müdahaleleri ve asileri açıktan desteklemeleri, Osmanlı Devleti`nin isyanı bastırmasını adeta imkânsız hale getirdi.
Mesela 1827 yılında bahsi geçen üç devlete ait gemilerin, ortada hiçbir geçerli sebep yok iken Osmanlı Donanmasını Navarin Limanı`nda anî bir baskınla yok etmeleriyle bağımsız Yunan Devleti`nin önündeki en büyük engel bertaraf edilmiş oluyordu. İsyan döneminde ve sonrasında bölge Türklerinin yaşadığı çok dramatik hadiseler ise hiç şüphesiz iki ülkenin gelecekteki sorunlu ilişkilerinin şekillenmesinde önemli derecede belirleyici etki bıraktı.
Zira Avrupalı müelliflerin de kabul ettiği gibi, 1821 isyanı çok kısa bir sürede acımasız bir din ve ırk savaşı haline gelmişti.
Bu süreçte, genel tanımlamasıyla Mora Türkleri ve bölgedeki Yahudiler sistematik bir şekilde yok edildiler.
Bu nedenle Türk-Yunan ilişkilerindeki tartışmaları sadece bugünün hukukî, politik, ekonomik, askerî ve stratejik gelişmelerini dikkate alarak anlamak mümkün görünmemektedir.
Zira, bazen üzerinden yüzlerce yıl geçmiş travmalar ve acılar ile zaferlere dair imgeler, algılar, düşünceler ve duygular, bunlarla ilgili ruhsal etkiler, kuşaktan kuşağa aktarılmaktadır.
- Yunanistan kuruluşu sürecinde ve sonrasında asırlarca bölgeyi vatan edinen Müslümanların akıbeti hususunda biraz daha ayrıntı verebilir misiniz?
ALİ FUAT ÖRENÇ:
Biraz önce belirttiğim gibi, geçmişin derinliklerinde unuttuğumuz Mora Türkleri, asırlar boyunca Rumlarla birlikte yaşadıktan sonra ayaklanma sürecinde, olaylara bizzat şahit olan, insaf sahibi bazı Avrupalı müellifleri bile isyan ettirecek vahşet görüntüleri eşliğinde tarih sahnesinden silindiler.
Ortodoks din adamlarının öncülüğündeki Rum âsiler, isyanın ilk günlerinde kendilerine tam destek veren Avrupa kamuoyuna hitaben, mutlak hedeflerinin tam bağımsızlık ve Mora`da bir tek Türk kalmayana kadar savaşmak olduğunu açıkça ilan etmişlerdi. İsyan başladığında bu topraklarında en az tahminle 90 binin üzerinde Müslüman nüfusun yaşadığı bilinmekteydi.
Bağımsızlık ilan edilince bu rakamdan eser kalmadı. Mora Türkleri isyan süresince canlarından, sağ kalabilenler ise Yunanistan`ın bağımsızlığı sonrasında mallarından oldular.
Canlarını kurtarma imkânı bulup Osmanlı`nın çeşitli mahallerine dağılan ve bütün mal varlıklarını yitiren bu ilk Yunanistan göçmenleri yıllarca ekonomik sıkıntılarla boğuşmak zorunda kaldılar.
- Günümüzde Yunanistan ile ilişkilerde bilhassa Ege Adaları meselesi ön plana çıkıyor.
1830`da Yunan Devleti kurulurken ve 1832`de Avrupalıların Osmanlıyabaskıları sonucu sınırları genişletilirken Ege`de statü nasıl belirlendi.
Adaların tamamı Yunanistan`a mı verildi?

ALİ FUAT ÖRENÇ:

Öncelikle önemli bir hususun daha altını çizmek gerekir.
Acaba Osmanlı Türkleri Ege Adaları`nın hangi devletten fethettiler?
Bu konunun bilinmesi önemli. Osmanlılar, kuruluş ve yükselme yıllarında Bizans İmparatorluğu`nun denizlerdeki egemenliğinin çöküşü sonrasında bilhassa Anadolu kıtasına yakın Ege Adaları gruplarından Boğazönü (Limni, Bozcaada, Gökçeada ve Taşoz gibi ada ve adacıklar) ve Saruhan Adaları (Midilli, Sakız ve Sisam gibi adalar) bölgede egemenlik kurmuş olan denizci İtalyan devletlerinden Venedik ve Cenevizlilerin kontrolündeydi.
Doğu Akdeniz`in stratejik adalarından olan ve Menteşe Adaları grubuna dahil olan Rodos ve Onki Ada ile etraftaki küçük adalar ise Akka`nın Müslümanlar eline geçişi sonrası Kudüs`ten kaçıp Akdeniz`i mesken tutan Saint Jean Şövalyeleri tarikatı mensuplarınca elde tutuluyordu.
Dolayısı ile Ege adalarının Türklerden önceki sahipleri, bugünkü Yunanlıların kendilerini varisleri olarak gördükleri Bizanslılar değildi.
Osmanlılar adaları bu denizci İtalyan devletlerinden ve Rodos Şövalyeleri`nden, üstelik dönemin Padişahlarının da bizzat katıldığı çok kanlı mücadeleler sonrası fethettiler.
Bu stratejik fetihler ardından 1571`de Kıbrıs ve 1669`da da Girit Adası alınarak Akdeniz`de Türk egemenliği tam manasıyla sağlanmış oldu.
Osmanlılar Mora`da olduğu gibi adalarda da asırlık egemenlikleri döneminde vakıfları bulunan birçok hayır müessesi meydana getirdiler.
Yunanlılar bugün buOsmanlı eserlerinin bir çoğunu ya yok ettiler yada amacı dışında kullanmaya başladılar.
Diğer taraftan Osmanlılar, adaların idaresine verdikleri önemi gösterilmek için sadece bölgenin idaresine mahsus bir eyalet birimi oluşturdular.
O günün dünyasında beklide bir ilk olan bu uygulamaya Türk denizcisi Barbaros Hayreddin Paşa`nın 1533`de Osmanlı hizmetine girişi sonrasında 1534`de Cezayir-i Bahri Sefid Beylerbeyiliği`nin onun uhdesine verilmesiyle daha da güç kazandı.
Bu eyaletin esas nüvesini adalar oluşturuyordu.
Osmanlı döneminde meskun olmayan bir çok adaya ahali yerleştirilerek şenlendirildi ve imar edildi.
Adaların önemli kısmı vakıf sistemi içine alındı.
Osmanlı İmparatorluğu`nun Ege`deki asırlık mutlak hakimiyetini sarsan en önemli gelişme ise yukarıda değindiğimiz, bağımsız Yunan Devleti`nin kuruluşu oldu.
Üç Avrupa Devleti`nin baskıları sonucu Şubat 1830`da ilan edilen Londra Protokolü ile bağımsız bir Yunan Krallığı oluşturuluyordu.
Osmanlı Devleti bütün itirazlarına rağmen Yunanistan`ı himaye eden Avrupalı büyük devletlerinin tehdit ve baskılarına dayanamadı ve yeni krallığı 24 Nisan 1830 tarihi itibariyle tanıdı.
1832 yılında yine üç devletin baskıları ile Yunanistan`ın kara sınırları, çok büyük haksızlıklar yapılarak, Rumeli yönünde genişletildi.
Bahsi geçen anlaşmalarda Yunanistan`ın deniz sınırları da tespit edilmişti.
Buna göre Mora ana karası için stratejik önemi bulunan Eğriboz Adası ile Sporad ve Kiklad adaları gruplarında yer alan adalar anlaşmada isimleri zikredilmek suretiyle Yunanistan`a terk edilmiş oldu.
Bu yeni düzenlemeye göre Ege`de 39 derece kuzey enleminin kuzeyindeki adalar ile 26 derece doğu boylamının doğusunda kalanların bütün adalarda mutlak Osmanlı hâkimiyeti devam etmekteydi.
Yani eskiden olduğu gibi Boğazönü, Saruhan, Menteşe ada guruplarındaki mutlak Türk hâkimiyeti sürmekteydi.
1830 sonrası Ege`deki bu paylaşım esasta mantıklıydı. Anakaraya yakın ve stratejik önemi bulunan adalar, ilgili devlete bırakılarak bir denge oluşturulmuştu.
Bu denge 1911 Trablusgarp ve 1912-13 Balkan Savaşlarını kadar sürdü.
- Sizin Ege adaları hakkında da çalışmalarınız bulunuyor.
Bilhassa son günlerde Yunan Dışişleri Bakanı ve Kıbrıs Rum yönetimi liderinin Türkiye`yi suçlayıcı açıklamaları ışığında günümüzde çok tartışılan 12 Ada, Ege`deki adacıklar meselesi ve egemenliği devredilmemiş adalar hususunda ne gibi tarihî ve güncel gelişmelerden bahsedebiliriz?
Bu konuda Türkiye`yi neler bekliyor?

ALİ FUAT ÖRENÇ:

Bu sorunuza cevap vermeden önce bazı rakamlara değinmekte yarar görüyorum.
Meselenin altında yatan ve iki ülkeyi savaş aşamasına kadar getirebilen gerçekleri anlamamız için elimizde bir takım ciddi tarihî ve güncel veriler olması gerekiyor.
Günümüzde Türkiye`nin ithalat ve ihracat ulaşımının yaklaşık % 95`i deniz yoluyla gerçekleşmektedir.
Yani Türkiye dış dünya ile büyük ölçüde denizler yolu ile bağ kurmaktadır.
Ülkemizin bu deniz ulaşımı önemli derecedeAkdeniz bağlantılı olarak Ege Denizi yoluyla gerçekleşmektedir.
Mesela, sadece petrol ithalatının % 75`i Ege geçişlidir.
Türk sanayisi bu güzergâha mutlak derecede muhtaçtır.
Kısaca; Ege Denizinden geçen deniz ulaştırması Türkiye`nin can damarıdır ve Yunanistan`ın Ege`nin tümüne sahiplenme girişimleri ile bölgede tek taraflı Türkiye aleyhine statüko değişimlerinin önlenmesi bu noktadan bakıldığında son derece güncel ve hayati önem taşımaktadır.
Ayrıca Türkiye`nin Ege bölgesindeYunanistan`ın toplam nüfusunun iki katı kadar insanı yaşamaktadır.
Ege Denizi, keşfedilen petrol rezervi, turizm, denizcilik ve balıkçılık faaliyetleri açısından da büyük öneme sahiptir.
Sadece bu veriler bakıldığında bile Yunanistan`ın Ege`yi tek taraflı olarak bir Yunan gölü haline getirme gayretleri karşısında asla kayıtsız kalınamayacağı aşikardır.
Türkiye yaşamsal menfaatlerini görmezlikten gelemez.
Nitekim, 1995 yılında Kardak`ta meydana gelen gerginlik, Yunanistan`ın Avrupa Birliğini de arkasına alarak uzun süredir yürüttüğü Ege`de tek hâkim olma politikaların Türkiye açısından kabul edilemez aşamaya gelmesinden kaynaklanmıştır.
1995 Kardak krizi ile birlikte yüzyıllardan itibaren Osmanlı/Türk hâkimiyetinde olup her hangi bir uluslararası anlaşma ile bir başka devlete devredilmeyen coğrafi formasyonlar (ada, adacık ve kayalıklar) üzerindeki egemenlik sorunu da gün yüzüne çıkmış oldu.
Yani Ege`de bir ihtilaflı ada olgusu meydan çıktı.
Şu hususu da burada ayrıca vurgulamak gerekir ki, Ege Denizinde sayıları 1800`ü geçen adalardan sadece 24 adedinin yüzölçümü 100 km2 den büyüktür.
Adalardan ancak 100 kadarı meskûndur. Kalanlar insan yaşamına uygun olmayan yapıdadır.
Yukarıda bahsettiğimiz her hangi bir anlaşma ile egemenliği devredilmeyen adalar ise Ege`nin % 5`i gibi önemli bir alanını oluşturmaktadır.
Bu adacıklar bölgede kıta sahanlığı, karasuları ve FIR hattı gibi egemenlik alanlarının belirlenmesinde büyük öneme sahiptirler.
Bu egemenliği belirlenmemiş adaların en önemli kısmı Rodos ve Oniki ada çevresinde yer almaktadır.
Bilindiği gibi bu adalar önce 1912 yılında İtalyanlar tarafından işgal edilmiş ve Uşi Andlaşması ile bu ülkeye bırakılmıştı.
Ege`de geriye kalan adaların çoğunluğu Yunanistan tarafından işgal edilmişti. I. Dünya Savaşı sonrasında ve ardından 1923 Lozan Andlaşması ile Yunan işgalindeki adaların, isimleri zikredilerek, bu ülkeye devri kabul edildi.
İtalyan işgalindeki adalar ise 1947 yılında Paris Anlaşması ile Yunanistan`a verildi.
Bu son anlaşmada da Yunanistan`a verilecek adalar ismen zikredildi. Bahsi geçen anlaşmalarda isimleri zikredilmemiş ada, adacık ve kayalıkların statüsünün belirlenmesi husus bugünün en önemli tartışmasını oluşturmaktadır.
Yunanistan anlaşmalarla kendisine verilmeyen ve Anadolu için stratejik önemi bulunan bu adacıkları tek taraflı olarak sahiplenmek istemektedir.
Kara suları ve kıta sahanlığı hususunda tek taraflı kararlar alıp uygulama gayreti içine girmektedir.

Bu teşebbüsler tamamen Türkiye`nin menfaatlerine aykırıdır.

Nitekim Türkiye, Ege`deki bu statü değişikliği girişimlerini casus belli, yani savaş sebebi olarak ilan etmiştir.
Bugünün en önemli ve aşılması gereken sorunlarından bir diğeri ise Yunanistan`ın Türkiye ile tarihi ve güncel olan meselelerini Avrupa Birliği çerçevesinde çözme yönündeki adımlarıdır.
Bu noktadan bakıldığında Ege meselesi Türkiye ile Avrupa Birliğini oluşturan ülkeler arasındaki bir sorun haline gelme durumu ile karşı karşıyadır.
Dolayısıyla Kıbrıs meselesinde olduğu gibi Ege`de de Türkiye`yi bir takım oldubittiler ve daha çetin müzakereler beklediği ön görüsünde bulunmak yanlış olmayacaktır.
- Kitabınızın önemi hakkında birkaç cümle söyler misiniz?

ALİ FUAT ÖRENÇ:

Kitabımızda, yukarıda çok az bir kısmına değindiğimiz Mora Türkleri ve muhacirlerinin yaşadıkları korkunç mezalime değinilmesi dışında, Avrupabüyük devletlerinin güçsüz durumda yakaladıkları Osmanlı Devleti`ne Yunan bağımsızlığı için dayattıkları ağır şartları ve cereyan eden diplomatik skandalların gün yüzüne çıkarılması bakımından ibret verici bilgilere de yer verdik.
Gerçekten, bilhassa 1832 yılında Yunanistan`ın sınırlarının genişletilmesi esnasında Rumeli`deki özbeöz Türk topraklarının adeta gasp edilerek Yunanistan`a verilmesi esnasında oynanan oyunlar, tarihte her halde pek az rastlanır türdendir.
Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa`nın yardımı ile Mora`daki isyanı bastırma aşamasına gelmiş bulunan Osmanlı Devleti, 1826`da Yeniçeri askerini lağvetmek zorunda kalmış, bu karmaşık dönemde 1827`deki baskınla donanması yanı sıra en seçkin deniz askerlerini de kaybetmiş, ardından 1828-29 Rus savaşında ağır bir yenilgi alarak her türlü saldırıya ve dayatmaya açık hale gelmişti.
1830`da Yunan sınırı belirlenmişken ertesi yıl Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa devlete isyan edince, bu yeni durumdan da yararlanan üç devlet, 1832 anlaşması ile Yunan sınırlarını daha da genişlettiler.
Bu haksız toprak kayıplarının şokunu yaşayan Osmanlı Devleti, Rumeli`de 1832`de terk ettiği İzdin ve Bardacık gibi yerlerdeki Müslümanlara bu terk kararını iletme cesaretini gösterememiş, buradaki Müslümanlar gerçeği kapılarına dayanan Yunan askerlerinden öğrenme felaketini de yaşamışlardı.
Ayrıca kitabımızda, tamamen orijinal arşiv belgeleri rehberliğinde olmak üzere, Yunanistan`a terk edilen yerlerdeki Türk emlaki ile vakıf eserlerinin tasfiyesi sürecinde yaşanan ve iki ülkeyi zaman zaman savaş aşamasına getiren sorunlara da değinerek, günümüzdeki problemlerin derinliklerine ışık tutmaya gayret etmiş olduk.
Son olarak şu hususu da belirtmek isterim ki, Avrupalıların Helen hayranlığı ile sınırsız desteğini gören Yunanistan, kurulduğu tarihten 1947 yılında Rodos ve Oniki Ada`nın kendisine bahşedildiği güne kadar Osmanlı Devleti aleyhine topraklarını yaklaşık % 300 büyütebilmeyi başarmıştır.
1830`da 47.516 km2 olan yunan toprakları 1947`de 132.562 km2 olmuştur.
Üstelik bu toprak kazanımlarının hemen hemen tamamını, Osmanlıya karşı kaybettiği savaşlar ardından Avrupa diplomasisinin destekleriyle, yapılan anlaşmalarda, yani masa başında edinmiştir.
Böylece Yunanlıların megali idea olarak tarif ettikleri emellerinin büyük kısmı hayatiyet kazanmış, kalanın gerçekleşmesi için ise faaliyetlere bilhassa Ege`de 1995`ten sonra hız verilmiştir.
Not: Acaba Yunanın Türkiye aleyhine toprak talepleri nihayetlenmiş midir? Burnumuzun içindeki kayalara dahi sahiplenen Yunanın megali ideası ve hangi şer odakları ile dayanışma içerisinde olduklarının ipuçları aşağıdaki haritada resmedilmektedir.
Batı Anadolu Denizine Ege denizi, Batı Anadolu bölgemize Ege bölgesi, İç Anadolu bölgemize de Kapadokya demeye devam edersek bu haritayı da arar hale geleceğimizi tahmin etmek zor olmasa gerek.


***

Yunan Ayaklanması Günlerinde Mora'daki TÜRKLER Nasıl Yok Edildiler,

Yunan Ayaklanması Günlerinde Mora'daki TÜRKLER Nasıl Yok Edildiler,


TÜRK TARİH KURUMU BELLETEN 
Cilt: LXII Nisan 1998 Sayı: 233
YUNAN AYAKLANMASI GÜNLERİNDE MORA'DAKİ TÜRKLER NASIL YOK EDİLDİLER? 
SALÂHİ R. SONYEL 

Mora'da Rus-Grek Düzenleri ,

"Peloponez (Peloponisos)" adıyla da anılan Mora Yarımadası, ilkin Sultan Beyazıt I tarafından 1397'de Bizanslılardan alınarak kısmen Osmanlı İmparatorluğu'na bağlanıyor; Yunanistan'ın her yanında, Katolik Lâtinlerin zulmü altında inleyen Ortodoks Hıristiyan Grekler, 1460'da Mora'yı tümüyle fetheden Sultan II. Mehmet'i bir kurtarıcı olarak karşılıyorlardı . 1698'de imzalanan Karlofça Antlaşması'yla, Osmanlılar, Mora'yı Venediklilere vermek zorunda kalıyor; ama 1718'de aktedilen Pasarofça Antlaşması'ndan sonra, Mora, yeniden Osmanlı egemenliğine geçiyordu . Yunanistan tarihi uzmanı olan ve şimdi hayatta olmayan Profesör Dr. Douglas Dakin, Unification of Greece, 1770-1923 (Yunanistan'ın Birleşmesi) adlı kitabında şöyle der: 
“Mora'nın (Grek) sakinleri, yeniden kurulan Türk yönetimini Venediklilerin yönetimine tercih ediyorlardı, çünkü vergiler daha hafifti; yönetim daha az yetenekli olmakla birlikte daha ılımlıydı ve kâfir (yani Osmanlı), Roma Katoliğine oranla daha çok tolerans sahibi idi .”
Osmanlılar Mora'da bir paşalık (vilâyet) kuruyor; 400.000 kadar Grek'in yaşadığı bu ilde, zamanla 50.000 kadar Türk ve öteki Müslüman da yaşam sürmeye başlıyordu. Grekler ve özellikle kentlerde yaşayanlar, tüm rahatlıklarına karşın Çar Deli Petro zamanında Ruslarla düzen çevirmeye başlıyor; Rus ajanlar Mora'yı dolaşarak halkı isyana kışkırtıyor ve Bizans İmparatorluğu'nun diriltilmesi için yapılan bu düzenler, İmparatoriçe II. Katerina döneminde de sürüp gidiyordu . 

Fransız-Grek Düzenleri 

1789 yılında patlak veren Fransız İhtilâli, Ortodoks Hıristiyan Rum toplum önderlerinden bazılarını oldukça etkiliyor; Rus Çarı ve ögeleriyle çevirmekte oldukları 
 

John (İoannis) Kapodistrias

düzenlerde başarı sağlayamayan bu önderler, Napolyon Bonapart'ın sahnede belirmesi üzerine, ümitlerini Fransa'ya aktarıyorlardı. O sırada Balkanlar'da dolaşmakta olan Fransız ajanlar, Grekleri durmadan kışkırtıyor; Fransız koruyuculuğu altında özerklik veya bağımsızlık sözleriyle onları çeliyorlardı . Napolyon'un saygınlığı Grekler arasında o kadar yayılıyordu ki, güney Mora'daki Mani bölgesinin Rum kadınları, onun resmini, evlerindeki putların koleksiyonuna ekliyorlardı . 
Ancak, İngiliz orduları Başkomutanı Wellington Dük'ü, 1815 yılı Haziranında Napolyon'u Waterloo'da yenilgiye uğratınca, Grekler, ümitlerini yine Çarlık Rusyası'na bağlıyor; Çar I. Aleksander'in Rum asıllı dışişleri bakanı John (İoannis) Kapodistrias'tan yardım görmeyi ümit ediyor ; dış ülkelerde gizli tedhiş ve ihtilâl örgütleri kurmaya, gazete ve dergiler yayınlamaya başlıyorlardı. 

Grek İhtilâl ve Tedhiş Örgütleri 


Filiki Eteria

Bu örgütlerden Athena adlısı, Yunanistan'a, Fransa'nın yardımıyla, Phoenix adlısı da Rusya'nın yardımıyla bağımsızlık sağlamaya ümit ediyordu; ama, bu iki örgütten daha azılı ve hırslı bir örgüt olarak, 1814'te, Odesa'da, Filiki Eteria kuruluyor; aralarında Balkan Hıristiyanları da olmak üzere, tüm 'Helenleri' kapsayacak bir ayaklanma kışkırtmak için eyleme geçiyor ; bu tedhiş örgütünün pençesi, 1818 yılı Ekim ayında Kıbrıs'a kadar uzanıyordu. O tarihte, Eteria'nın Mısır ve Kıbrıs gizli ajanı, Metsovolu Dimitrios İpatros, Kıbrıs'a giderek, başpiskopos Kiprianos'u örgüte üye kaydediyor ve ondan maddi ve manevi yardım sözü alıyordu . 
Yunan ayaklanmasının başlıca kışkırtıcıları, Yunanistan'ın dışında yaşayan ve Avrupa'daki akımlara benzer ulusçu bir akım yaratmak hevesine kapılmış olan "dış Helenler" (apodimi Ellines)'di. Ayaklanmayı ilk başlatan ve finanse edenler de onlardı. Ancak, Filiki Eteria, bu akımın öncülüğünü üstleniyor; her yana bir ahtapot gibi yayılıyor; Osmanlı İmparatorluğu'nda geniş kapsamlı bir ayaklanma plânlıyordu . O sıralarda adalar ve Mora'daki Rus konsoloslar, Grekler arasında düzen çevirerek onları ayaklanmaya kışkırtıyor; Greklere yurtseverlik duygusu aşılamaya çalışıyorlardı. 
Ne var ki, ayaklanmanın öngünlerinde, Osmanlı İmparatorluğu'ndaki Rumlar gönenç ve dirlik içinde yaşam sürüyor; varlıklı ve eğitim görmüş olanlara devlet kapıları açılıyordu. İmparatorlukta Rumların çoğunlukta oldukları bölgelerde onların kendi belediyeleri, devletten müdahale olmadan çalışıyor; merkezi İstanbul'da bulunan Rum Ortodoks Patrikhanesi, İmparatorluğun yönetimine katılan imtiyazlı bir kuruluş haline geliyordu . Öyleyse Yunan ayaklanması niçin patlak verdi? 
Sabırlı ve kararlı bir padişah olan II. Mahmut, yıllardan beri zayıflamakta olan Osmanlı İmparatorluğu'nu yeniden dinçleştirmek için eyleme geçince, Yanya Valisi Tepedelenli Ali Paşa ile arası açılıyor; onun 1820'de padişaha karşı ayaklanması, Yunan ayaklanmasına da neden oluyordu. Ali Paşa'nın başkaldırmasından yararlanan Grek âsiler, Türklerin gücünü bölmek için ivedilikle harekete geçiyorlardı . 
Başta vali Hurşit Paşa olmak üzere, Mora'daki Osmanlı yetkililer, Grekler arasındaki akımın farkına varınca, Tripolitsa kentinde toplanarak, yerel Grekleri, silâhlarını yetkililere teslime ve bazı Grek önderleri durumu kendileriyle görüşmek üzere, kişisel olarak Tripolitsa'ya gitmeye çağırıyorlardı. Ancak, bu Grek önderler, verilen emre karşı çıkıyor ve ayaklanmayı körüklüyorlardı. Yunanlılar, Mora'daki ayaklanmayı 6 Nisan 1821'de şu sloganla başlatıyorlardı: "Mora'da tek bir Türk bırakılmamalıdır". Âsiler, bu slogana tamamen uyacak ve tüm Türk ve öteki Müslümanları yok etmeye başlayacaklardır . 

Yunan Ayaklanması Nasıl Başladı? 

Ayaklanma şöyle başlamıştır: 1819'da Filiki Eteria'ya üye kaydedilmiş olan Patras metropoliti Yermanos, Tripolitsa'ya gitmek için almış olduğu emirden kaygılanarak yola çıkıyor; bir dağ kenti olan Kalavrita'ya yakın Ayia Lavra manastırında konaklıyor; orada, kendisi gibi, ne yapacaklarına karar veremeyen öteki piskoposlarla buluşuyor; sonunda, Türklerin kendilerini hapse atacakları veya öldürecekleri yolunda bizzat bir mektup sahteleyerek orada bulunanlara okuyor; halkın arasında baş gösteren coşkudan yararlanarak, 6 Nisan 1821'de isyan bayrağını çekiyor ve Grekleri silâhaltına çağırıyordu. Âsilerin ilk bayraklarının üzerinde, altı üste getirilmiş bir hilâlin veya kesilmiş bir Türk kafasının üzerinde bir haç'ı tespit ediyordu . 

Metropolit, öteki piskoposlarla birlikte Patras'a dönerek, orak, sopa ve kamalar taşıyan ve sayıları gittikçe kabaran ayak takımı onlara eşlik ediyordu. Piskoposlar, geçilen her yerde, Grek güruhu, "dinsiz Müslümanları yok etmeye" kışkırtıyor; kleftes olarak anılan haydutlarla armatoli olarak anılan Grek uç bekçileri, dağlardan inerek Türk köylerini yağmalamaya başlıyorlardı. Çok geçmeden, ayaklanmanın elebaşları, âsiler üzerindeki etkilerini yitiriyor; tüm ülke, her yanı kasıp kavuran silâhlı âsilerin eline geçiyordu. İngiliz yazar William St. Clair'a göre, Grekler arasındaki bu "vahşice öç alma iştiyakı, çok geçmeden katletme zevkine dönüşüyordu". David Howarth adlı başka bir İngiliz yazar da, "Grekler, bu cinayetleri işlerken, herhangi bir neden aramıyorlardı. Kan dökme şehvetine kapıldıkları için öldürüyorlardı" der . Bu sırada, Patras'taki Rus konsolosluğu, Filiki Eteria ile Mora'daki Eteria ajanları arasında yapılan yazışmaları kolaylaştırıyor; âsilerle Rus hükümeti arasında bağlantı kuruyordu . 

Türkler Yok Ediliyor 

1821 yılı Mart ayında, Mora'da 50.000'e yaklaşık Müslüman'ın yaşadığı tahmin edilir. Bunların arasında kadın ve çocuklar da vardı. Bir ay kadar sonra Grekler paskalyalarını kutlarken, Mora'da tek bir Müslüman kalmamıştı. Aralarından pek az sayıda kişi kaçarak, müstahkem kentlere sığınmışlarsa da, açlık çekmeye başlamışlardı. Her yanda öldürülen Türklerin gömülmemiş cesetleri çürüyordu. Yine İngiliz yazar St. Clair şöyle der: "Yunanistan'ın Türkleri pek az iz bıraktılar. 1821 yılı ilkbaharında ani olarak, tümüyle ve dünyanın haberi olmadan, yok edildiler". 

St. Clair şöyle devam eder: 

"20.000'i aşkın Türk Erkek, Kadın ve Çocuk, birkaç hafta süren boğazlamalar sırasında Grek komşuları tarafından katledildiler. Onlar kasten ve vicdan azabı duyulmadan öldürüldüler... Çiftliklerde veya tecrit edilmiş toplumlar halinde yaşayan Türk aileler, kısa bir sürede öldürüldüler; yakılan evleri, cesetlerinin üzerine yıkıldı. Olaylar başlayınca evlerini bırakarak en yakındaki kente sığınmaya çalışanlar da, Grek güruh tarafından yollarda öldürüldüler. Küçük kentlerde, Türkler, evlerine kapanarak kendilerini korumaya çalıştılar, ama pek azı kurtulabildi. Bazı yerlerde açlığa dayanamayarak, hayatlarının bağışlanacağına dair onlara söz veren âsilere teslim oldular, ama yine de öldürüldüler. Ele geçirilen Türk erkekler derhal öldürülüyor, kadınlarla çocuklar köle olarak âsilere dağıtılıyor, ama daha sonra onlar da öldürülüyorlardı. 
Mora'nın her yanında, sopa, orak ve tüfeklerle silâhlı Grek âsiler, çevreyi dolaşarak öldürüyor, yağmalıyor ve ateşe veriyorlardı. Çoğu kez Ortodoks papazlar, onlara önderlik ediyor ve bu sözde 'kutsal' eylemlerinde onları kışkırtıyorlardı" . 
 


Petros Mavromihalis

Rum Ortodoks Kilisesi'nin tarihini yazan İngiliz yazar Steven Runciman, kilisenin Basil (Vasili) gibi büyük babalarının, 1821'de Mora'da isyan bayrağını çeken piskoposların bu hareketinden tiksinti duyacaklarını kaydeder . Bu, Yunanlıların bağımsızlık veya kurtuluş savaşı değildi; Türklere ve öteki Müslümanlara karşı başlatılmış olan bir yok etme savaşıydı ve başlıca kışkırtıcılar, Rum Ortodoks Hıristiyanlardı. 

Ayaklanma başlar başlamaz, Grek haydut Petros Mavromihalis, öteki adıyla Petrobey, çapulcularıyla birlikte dağlardan inerek, liman kenti olan Kalamata'ya giriyor ve Patras'taki güruhu gölgede bırakacak bir şekilde bütün Müslüman erkekleri öldürüyor; genç kadın ve çocukları köle olarak satıyordu. Bu "zaferi" kutlamak için kentteki ırmağın kenarında 24 papaz ayin düzenliyordu. Kalamata felâketini, Patras ve Livatya'daki bütün Müslümanların katli izliyordu . 

Diri Olarak Ateşte Yakılan Türkler 

Nisan ayında Hidra, Spetsa ve Psara adalarının Grek sakinleri âsilere katılıyor; Osmanlı bayrağını taşıyan gemilere saldırıyor; gemicileri yakalayarak öldürüyor veya denize atıyorlardı. Mekke'ye Hacca gitmekte olan birçok Müslümanları da yakalayarak öldürüyorlardı. St. Clair, Howarth ve Miller gibi İngiliz yazarların anlattıklarına göre, bir Türk gemisinin 57 tayfası yakalanarak, zafer çığlıkları arasında Hidra adasına götürülüyor ve orada, sahilde, diri olarak ateşte yakılıyorlardı . 
Tesalya, Makedonya ve Halkidiki'de birçok Grekler ayaklanmaya katılıyor ve acımasızca Türklere saldırıyorlardı. Bazı bölgelerde âsi önderler, bütün Greklerin ayaklanmaya katılmalarını sağlamak amacıyla Türkleri kasten kırımdan geçiriyorlardı. Türk komşularını gaddarca öldüren alelâde Grek köylüler, bu ayaklanmayı dinsel yok etme olarak görüyor; onlara önderlik eden piskoposlarla papazlar da aynı görüş ve duyguları paylaşıyorlardı . 

Monemvasia ve Navarin Kırımları 

1821 yılı Ağustos ayında, sarılmış bulunan Monemvasia adlı küçük kentin Müslümanları, açlığa ve hastalığa dayanamayarak, âsilere teslim oldukları halde, gaddarca boğazlanıyor; bu olaylar, Batı Avrupa'da "liberalizmin ve Hıristiyanlığın bir zaferi" olarak ilân ediliyordu . Birkaç gün sonra, Navarin Müslümanları da aynı akıbete uğruyor; 2.000 ile 3.000 arası Müslüman öldürülüyordu. Türk kadınlar çırıl çıplak soyularak altın eşya bulmak için üzerleri aranıyor; kurtulmak için denize atlayan bazı kadınlar suda vurularak öldürülüyor; Müslüman çocuklar, denize atılarak boğduruluyor; yavrular ise, annelerinden koparılarak, kayalara çarpmak suretiyle canlarına kıyılıyordu. Yarı çıplak ve korku içinde canlı tutulan Müslüman kız ve erkek çocuklar, daha sonra fahişe olarak satışa çıkarılıyor; bazıları aklını oynatmış bir halde yıkıntılar arasında dolaşıp duruyorlardı . 

Çok geçmeden Mora'daki kentleri, surlar dışında başı kesik cesetlerin çürümesinden meydana gelen bir koku sarıyor; başıboş köpekler ve vahşi kuşlar, cesetleri parçalıyor; ölü dolu kuyulardaki sular zehirleniyor; veba salgını baş gösteriyordu. Her yanda, iskeletleşmiş ve korku içinde bulunan Müslüman genç kız ve erkek çocuklar, yarı çıplak biçimde inliyorlardı. Bu arada Navarin Grekleri, orada vuku bulan korkunç kırımı övünerek anlatıyorlardı. Greklerden birisi, 18 Türk'ü öldürdüğünü övünerek açıklıyor; başka birisi, 9 kadın ve çocuğu yataklarında bıçaklayarak nasıl öldürdüğünü anlatıyordu. 
Bu acımasız katiller, kısa bir süre önce ırzlarına geçerek, kol ve bacaklarını kestikten sonra surlardan aşağı attıkları kadınların cesetlerini, Helen savına yardımcı olmak üzere Avrupa'dan gelmiş bulunan gönüllülere gururla gösteriyorlardı . Ama bu korkunç sahneler Avrupalı gönüllüler üzerinde iyi izlenim bırakmıyor, onlarda şok ve tiksinti duyguları uyandırıyordu. Almanyalı Lieber, gönüllüleri, hala hayatta olan ve ırzlarına tecavüz edilen bu kadınlara tasallût etmeye çağıran Grek âsilere karşı ne kadar nefret ve tiksinti duyduklarını anlatır . 

Tripolitsa Kırımı, 

Mora'da Türk valinin ikamet ettiği ve 35.000 Türk, Arnavut, Musevi ve öteki sakinlerden oluşan Tripolitsa kentinde, 5 Ekim 1821'de yapılan ve iki gün süren kırım sonunda 10.000 kişi öldürülüyor; onların çoğunun kafaları kesilerek vücutları parçalanıyordu . Paralarını gizledikleri sanılan Müslümanlara işkence yapılıyor ve St. Clair'la Howarth, İngiliz Sömürgeler Bakanlığı ile Dışişleri Bakanlığı raporlarına göre, "kollarıyla ayakları kesilerek ateşte yavaşça yakılıyorlardı". Hamile kadınlara neler yapıldığını tahmin edebilirsiniz. 
Çoğu kadınlardan oluşan 2.000'e yaklaşık tutsak, büsbütün soyularak, kentin dışındaki bir vadiye sürülüyor ve orada öldürülüyordu. Bu olaydan sonra, haftalarca açlık içinde kıvranan Müslüman çocuklar, ümitsizlik içinde şuraya buraya koşuyor; coşku içinde olan ve ağızları köpüren Grek âsiler tarafından boğazlanıyor veya vurularak öldürülüyordu . Yunan tarihinin sözde "kahramanları" arasında yer alan baş çapulcu Thedoros Kolokotronis de, bu korkunç kırım ve yağmalara zevkle katılıyordu . 
Tripolitsa kırımı sırasında kentte bulunan ve aralarında İskoçyalı Albay Thomas Gordon da olan Avrupalı subaylar, oradaki tüyler ürpertici sahnelere şahit oluyor ve bazıları, daha sonra bu olayları bütün çirkinlikleriyle anlatıyorlardı. Albay Gordon, bu Helen/Grek/Yunan/Rum barbarlıklarından o kadar tiksiniyordu ki, Greklerin hizmetinden çekiliyordu. Bu sahnelere dayanamayan Almanyalı Helen dostu genç doktor Wilhelm Boldemann, zehir içerek intihar ediyordu . Hayal kırıklığına uğrayan Helen yandaşı öteki kimi Avrupalılar da intihar ediyorlardı. 

Akrokorinth Kırımı, 

1822 yılı Ocak ayının sonuna doğru, Akrokorinth kentinde 1.500'den çok Müslüman, âsilere teslim oluyor, ama Kolokotronis ve öteki âsi önderlerin adamları tarafından korkunç bir şekilde öldürülüyorlardı. Bu kanlı olaylar, daha sonra bir Alman subay tarafından şöyle anlatılıyordu:  
"Güzel Müslüman kadınların canları bağışlanıyor, ama köle olarak satılıyorlardı. Bu satışlardan sağlanan paralar, Mavrokordatos gibi âsi elebaşların ceplerine akıyordu. Mavrokordatos, kadınları, bir İngiliz gemisinin kaptanına satıyordu" . 
Türk kadınlar, yaşa ve güzelliğe göre, 30 ile 40 kuruş arasında satılıyordu. 
Brengeri adlı bir İtalyan gönüllü, Korinth'e gitmeden önce, yolda, bir Türk'ün cesedine rastlıyor, biraz sonra da onun karısıyla yavrusunu canlı ama aç olarak buluyordu. Yardım olmak üzere kendisi ve arkadaşları kadına biraz para veriyorlar, ama oradan uzaklaşırlarken, bazı Greklerin, kadınla yavrusunu öldürerek parayı çaldıklarına tanık oluyorlardı . Brengeri, Korinth kırımı sırasında bazı Greklerin bir Türk ailesini öldürmeye çalıştıklarını görüyor; Türk'ün karısını öldürmeden önce peçesini yırtarak yüzünü görmeye çalışıyorlardı. Tam o sırada, kadını bağışlamalarını rica ediyor; âsiler de 50 kuruş karşılığında onu öldürmekten vazgeçiyorlardı . 
Akrokorinth'de, teslimden sonra sahile doğru yürümekte olan bir Türk çift, çocuklarını taşıyamayacak kadar aç ve cılız oldukları için yavruyu bir Grek'e uzatıyorlar, o da bir kama çekerek, anne-babanın gözleri önünde yavrunun kafasını kesiyor ve ona engel olmaya çalışan bir Alman subaya, Türklerin yetişip büyümelerine engel olmanın iyi olduğunu anlatmaya çalışıyordu  . 
1822 yılı yazına dek, Yunan ayaklanması, 50.000'den çok Türk, Rum, Arnavut, Musevi ve öteki kişilerin hayatına mal olmuştu. Binlerce kişi de kölelik veya yoksulluk seviyesine düşürülmüştü. Doğrudan doğruya yapılan karşılıklı çarpışmalarda, buna oranla pek az kişi ölmüştü. Bu sözde "Yunan bağımsızlık savaşı", bir savaş olmaktan çok, "fırsatların silsilesi" haline gelmişti. Öldürülen Türklerin ve âsi Greklerin çoğunluğu asker değildi, sivil kişilerdi. Kurbanlar, ayrı ayrı yerlerde, mensup oldukları cılız toplumların kefaretini ödüyorlardı .
 
Atina ve Akropolis Kırımları, 

Bu sırada, uzun bir süreden beri Atina'nın Akropolis semtinde kuşatılmış bulunan ve susuzluk çeken birçok Müslümanlar, piskoposların, papazların ve âsi önderlerin, onların canlarına kıyılmayacağına dair vermiş oldukları söz üzerine, 21 Haziran 1822'de teslim oluyor; ama yabancı konsoloslarca ve büyük güçlükler içinde kurtarılmış olan birkaç kişi dışında hepsi de acımasızca öldürülüyorlardı. Aynı zamanda, Atina kentinin savunmasız 400 Müslüman sakini de sokaklarda parçalanıyordu. 
Grek âsiler Modon'a saldırırken, surlar dışında yakaladıkları bir Türk'ün kafasını kesiyor; kazık üzerine takarak Navarin'e götürüyor ve sokakta, top gibi tekmeliyorlardı . İngiliz gemicilerin anlattıklarına göre, âsiler, denizde yakaladıkları Türklere çok işkence yapıyorlardı. Hollandalı Anemat'a göre, âsiler, denizden baygın halde kurtarılan Türk denizcileri ayıltıyor, sonra da onları işkencelerle öldürerek cesetlerini parçalıyorlardı. Hollandalılar, Grekleri, "korkak ve barbar" olarak niteliyorlardı . 

Dervenaki Kırımı,
 
1822 yılı yazında Türk ordusu Korinth'de belirince, Argos'ta kurulmuş olan sözde Grek yönetimi panik içinde sahile doğru çekilmeye ve gemilerle kaçmaya çalışıyor; tüm Argos ovasında binlerce Grek göçmen de onları takip ediyor ve Mainotlu Grek haydutlar, kaçmadan önce, bizzat kendi ırktaşlarını soymaya çalışıyorlardı. Türk ordusunun erzak ve mühimmatı çok geçmeden tükeniyor; Korinth'e çekilmeye çalışıyor, ama dağ geçitleri Kolokotronis'in çapulcularının işgalinde olduğu için, Dervenaki olarak anılan geçitte yüzlerce Türk kırımdan geçiriliyordu. Âsiler cesetleri soymakla vakit geçirmeseler, tüm Osmanlı ordusu büsbütün perişan olabilirdi. Yıllardan sonra bölgeyi gezen turistler, Türklerin yığınak halinde kemikleriyle karşılaşıyorlardı . 

Navplia Kırımı, 

1822 yılı Aralık ayında sıra Navplia liman kentine geliyordu. Uzun süreden beri âsilerce kuşatılmış olan bu kentin sokaklarında açlıktan ölen çocukların cesetlerine sık sık rastlanıyor; iskeletleşmiş kadınlar, çirkefler arasında yiyecek bulmaya çalışıyorlardı. Navplia olayları sırasında kentte hazır bulunan Avrupalı gönüllülerden Kotsch adlı bir Alman subayın anlattığına göre, Türklerle ilişki kurduğu sanılan bir Rum papazın parmakları Grek âsilerce kırılıyor ve tırnakları yakılıyordu. Daha sonra Grekler tarafından üzerine kaynar su dökülüyor; boğazına kadar toprağa gömülüyor ve sineklerin saldırısına uğraması için yüzüne pekmez sürülüyordu. Papaz, altı gün can çekiştikten sonra ölüyordu. Kentten kaçmaya çalışan bir Musevi, büsbütün çırıl çıplak soyularak, organları kesiliyor; o durumda kentte dolaştırıldıktan sonra asılıyordu . 

Navplia kenti 12 Aralık'ta âsilere teslim olunca, korkunç bir kırım başlıyor; âsiler, öldürülenlerin kafalarını bir piramid gibi diziyorlardı. Bu sırada, deniz yarbayı Hamilton'un kaptanlığını yaptığı Cambrian adlı İngiliz savaş gemisinin limana gelişi, kentin Müslüman ve Musevi sakinlerinden bazılarını ölümden kurtarıyordu . Kentte yapılan yağmada arslan payını Grek âsiler alıyordu. Avrupalı subaylara ödül olarak iki veya üç Türk kız veriliyor; onlar, kızları Atina'ya götürerek konsoloslara satıyor; konsoloslar da kadınları Anadolu'ya sevk ederek kurtarıyorlardı. Misolongi açıklarında karaya oturan bir Türk gemisinde, kendi ülkelerine dönmekte olan 150 Arnavut, Mavrokordatos'un vermiş olduğu söz üzerine teslim oluyor, ama âsi önderlerden biri tarafından paraları çalındıktan sonra hepsi de öldürülüyordu. 
Yunan Yandaşı Avrupalı Gönüllüler de Öldürülüyor, Grek âsiler, hayvanî davranışlarında o kadar ileri gidiyorlardı ki, kendilerine yardımcı olmak üzere yabancı ülkelerden ve özellikle Avrupa'dan gelen yandaşlarını da öldürüyorlardı. Navplia liman kenti âsilerin eline geçtikten sonra, bazı Greklerin, yabancı kimi yandaşlarını, kentteki bir hamama sokarak öldürdükleri meydana çıkıyordu. Grek hamamcı, yabancıları, giysilerini çıkarmaya inandırıyor ve böylece, onları öldürürken, elbise ve çizmelerinin kana bulanmamasını sağlıyor; onları daha sonra satıyordu . 
Mora'daki jenosit orjisi, ancak öldürülecek Türk kalmayınca sona eriyordu . Yunanistan'a yardıma giden ve 1822 ile 1823 yılları arasında yurtlarına dönmeye başlayan Helen yandaşı gönüllüler, o korkunç günlerin kâbusundan hayatları boyunca kurtulamıyorlardı. Helen/Grek/Yunan ve Rumlardan çok şeyler beklerken, hayal kırıklığına uğruyor; onlardan nefret ediyor ve onlarca aldatıldıkları için kendi kendilerini lânetliyorlardı. Birçokları, Avrupa'daki Grek derneklerinin baskılarına karşın, kendi tecrübelerini kâğıda dökmeye başlıyorlardı. Bütün yazılanlarda aynı duygular yansıtılıyordu. Bir örnek verelim: "Başkalarının, benim işlemiş olduğum hataları işlememesi için bu yazıyı kaleme alıyorum. Modern Yunanistan, eski Yunanistan gibi değildir. Grekler, şükran bilmeyen, gaddar ve barbar bir soydurlar" . 

Lord Byron Nasıl Kullanıldı? 

Grek Asiler, Lord Byron gibi tanınmış İngiliz şairleri de kendi kötü işlerinde istismara kalkışıyorlardı. Oysaki onlardan diledikleri tek şey, özellikle Lord Byron'un servetine el koymaktı . Lord Byron, 19 Nisan 1824'de sözde Grek "özgürlük savaşçılarını zafere ulaştıran bir önder" olarak değil, tutulmuş olduğu hastalıktan kurtulamayarak kendi yatağında can veriyordu; ama Grekler, onu, kendi sözde "bağımsızlık ihtilâlinin bir mücahidi" olarak efsaneleştirmişlerdir . 
Bu arada Girit, Kıbrıs, Sisam, Sakız, Tesalya, Makedonya ve Epir'de de ayaklanmalar oluyor ; Osmanlı katlarının âsilere karşı almış olduğu sert önlemler, Helen yandaşları ve propagandacıları tarafından Batı'ya, "Hıristiyan halka karşı Türk barbarlığı" olarak yansıtılıyordu . Yunanistan'daki Türklere karşı girişilmiş olan yok etme eylemlerine kör ve sağır kalan Batı, Osmanlı tepkisine karşı ses yükseltiyordu. 1821 yılı Ağustos ayında, Hamburg'da dağıtılan şu bildiriye bakınız: 
“Almanya'nın gençliğine çağrı. Din, yaşam ve özgürlük savaşımı bizi silâhaltına çağırıyor; insanlık ve görev, bizi, kardeşlerimiz olan asil Greklerin yardımına çağırıyor. Kutsal dava için kanımızı, hayatı-mızı feda etmeliyiz. Müslümanların Avrupa'daki yönetiminin sonu yaklaşıyor. 
Avrupa'nın en güzel ülkesi, canavarlardan kurtarılmalıdır! Var gücümüzle mücadeleye atılalım... Tanrı bizimledir, çünkü bu, kutsal bir davadır - insanlık davasıdır - din, hayat ve özgürlük için savaşımdır...”  
Bu Helen yandaşı ve Grek propagandasının antidotu, Mora'daki kanlı olaylara görgü tanığı olarak yurtlarına dönen Batılı gönüllüler olmuştur. 1822 yılı Nisan ayında Yunanistan'dan Marsilya'ya dönen birçok Fransız su-baylar, Grekleri şöyle gösteriyorlardı: "Alçak, korkak ve iyilikbilmez bir soy!" Korinth kırımına şahit olan Prusyalı bir subay, oraya gitmeye hazırlanan yeni gönüllülere şöyle sesleniyordu: 
"Orada yalnız sefalet, ölüm ve nankörlükle karşılaşacaksınız. Size Almanya ve İsviçre'de söylenenlere inanmayınız; yaşlı bir askerin söylediklerine inanınız' . 
Prusyalı başka bir Subay şunları yazıyordu: 
"Eski Grekler artık yoktur. Solon, Sokratis ve Dimosthenis'in yerini kör cehalet almıştır. Atina'nın makul yasalarının yerini barbarlık almıştır... Grekler, basın aracılığıyla yabancılara vermekte oldukları çekici sözleri yerine getirmiyorlar" . 



İpsilântis,
 
Aynı subay, Tripolitsa'nın âsilerce işgalinden sonra orada kaydedilen olayları şöyle anlatıyordu: 
"Trova'nın kraliçesi Helen kadar güzel, genç bir Türk kız, Kolokotronis'in erkek yeğeni tarafından vurularak öldürüldü; bir Türk çocuk, boğazına halat takılarak çevrede dolaştırıldı; bir çukura atıldı; taşlandı, bıçaklandı ve sonra, hala hayatta iken, bir tahtaya bağlanarak ateşte yakıldı; üç Türk çocuk, anne ve babalarının gözleri önünde, bir ateşin üzerinde yavaşça yakıldı. Bütün bu çirkin olaylar olurken, ayaklanmanın elebaşısı İpsilântis (? Aleksandros Mavrokordatos) seyirci kalıyor ve âsilerin bu davranışlarını, 'savaştayız; herşey olur' şeklinde mazur göstermeye çalışıyordu" . 

Sonuç ;

Yunan ayaklanması günlerinde İngiliz, Fransız ve Rus hükümetleri, âsilere dolaylı biçimde yardımcı oluyorlardı. Onlara para, silâh ve savaşçı gönderilmesine ses çıkarmıyor; kendi gizli istihbarat servislerince de yardımda bulunuyorlardı. Öte yandan, 1826'da Yunanistan'da bulunan İngiliz rahip John Hartley, daha sonra kaleme aldığı ve 1831'de Londra 'da yayınlanan Researches in Greece and the Levant (Yunanistan ve Levant'ta araştırmalar) adlı kitabında, Türklerin Hıristiyan olmayı kabullenmedikleri için, Greklerin ellerinde birçok kötülüklere uğradıkları ve Osmanlı İmparatorluğu'nda kanlı olaylar kaydedildiği iddiasında bulunuyordu. 
1825 yılında şans değişerek, Mısır valisi Mehmet Ali Paşa'nın oğlu İbrahim Paşa'nın ordusu Mora'yı yeniden ele geçirmeye başlayınca, teslim olan Grek âsilerin hayatları bağışlanıyor ve kimsenin kılına bile dokunulmuyordu. 1826 yılı Nisan ayında Tripolitsa, Argos, Kalamata ve Misolongi yeniden Türklerin eline geçince, tüm Avrupa Türklere karşı cephe alıyordu. 

Türklerle Yunanlıların arasını bulmak amacıyla 4 Nisan 1826'da İngiltere ile Rusya arasında St. Petersburg'da bir protokol imzalanıyor; daha sonra bu protokole Fransa da katılıyordu. Yunan yandaşı İngiltere, Fransa ve Rusya'nın 6 Temmuz 1827'de imzaladıkları Londra Antlaşması gereğince duruma karışmalarıyla ve 20 Ekim 1827'de Türk donanmasının Navarin'de, aynı devletlerin donanmaları tarafından batırılması üzerine, 22 Mart 1829'da bağımsız bir Yunanistan'ın hudutlarını saptayan bir protokol imzalanıyor; bir yıl sonra Yunan devleti kuruluyor; bu zoraki devlet, 1832'de Bavyera kralının oğlu Prens Otto'ya krallık öneriyor; böylece Yunanistan krallığı kuruluyor ve Meğali İdea'dan esinlenen Yunan emperyalizmi, Osmanlı İmparatorluğu'na ve daha sonra Türkiye Büyük Millet Meclisi yönetimine karşı yayılma politikası izlemeye başlıyor; 9 Eylül 1922'de, Batı Anadolu'da, Türk'ten, hiç de unutamayacağı bir ders alıyordu .


***

23 Ekim 2020 Cuma

HAYALİN BÖYLESİ: GÜNEYDOĞU ANADOLU’YU PKK’YA BIRAKAN ORTADOĞU’YU ŞEKİLLENDİRME PEŞİNDE..,,

 HAYALİN BÖYLESİ: GÜNEYDOĞU ANADOLU’YU PKK’YA BIRAKAN ORTADOĞU’YU ŞEKİLLENDİRME PEŞİNDE..,,




Ümit ÖZDAĞ
27 OCAK 2015


Başbakan Ahmet Davutoğlu 25 Ocak 2015’de Diyarbakır’da AKP’nin il kongresinde bir konuşma yapmıştır. Konuşma Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı tarafından yapılmasa ciddiye alınacak ve üzerinde düşünülecek bir tarafı olmayan bir konuşmadır. Ancak iktidar partisinin genel başkanı ve başbakan olan bir zat tarafından yapılınca ( her ne kadar Türkiye artık fiili başkanlık sistemine geçtiği için başbakanlık artık bakanlarına dahi söz geçiremeyen sanal bir kuruma dönüşmüştür.) 

Üzerinde durmayı gerektirmektedir. 

  Çünkü bu konuşma nasıl bir zihniyetin Türkiye’nin yönetimine hakim olduğunu göstermektedir. Davutoğlu’nun konuşmasını satır satır tahlil etmek için Davutoğlu’na ait olan cümleleri, kırmızı-bolt-italik yazdım. Siyah normal puntolar bana aittir.

“Rahmetli Özal zamanında bir çözüm süreci başlatmıştı. O sürecin önemli isimlerinden Eşref Bitlis rahmetliyi şehit ettiler. (Ortada herhangi bir delil yok iken ve devletin raporları aksi bir hakikatten yani kazadan bahsederken, bir başbakanın böyle konuşması ayıptır.) Arkasından da Özal vefat etti ve o çözüm süreci akamete uğradı. Ardından rahmetle andığımız Gaffar Okan’ı…(Hizbullah’ın şehit ettiğini söylemiyor.) Onun ismi bugün dahi kardeşliğin sembolü olmuştur. Rahmetli Erbakan çözüm için çaba sarf ettiğinde 28 Şubat süreci başlatıldı. (Bu açıklamanın gerçekle hiçbir ilgisinin olmadığını kendisi de bilmesine rağmen söylüyor.) 2005’te Diyarbakır konuşmasıyla çözüm süreci tekrar ihsas edilmeye başlandığında 2006’da Cumhuriyet mitingleri tertip edildi. (Cumhuriyet mitingleri ile 2005 Diyarbakır konuşması arasında ilk kez bir ilişki kurulmuş oldu böylece.) Devlet içindeki çeteler 90’lı yıllardaki gibi karanlık bir dönemi başlatmak istediler.
Diyarbakır’dan Somali’ye de selam olsun. MİT müsteşarımıza kumpas kurdular. Biz yılmadık. Çözüm sürecine ivme kattık. Silahlı unsurlar Türkiye’yi terk etmeye başlamışken Gezi provokasyonları yaptılar.(PKK’nın hiçbir zaman göstermelik bazı yaşlı, hasta ve sakat unsurlar dışında PKK’lıyı yurtdışına çekmediği bilinen bir gerçektir. Üstelik Davutoğlu kendisi bu durumu halka açıklamadık diyerek, Türk Milleti’ne nasıl doğrunun söylenmediğini açıklamış bir başbakandır. Şimdi Davutoğlu birbiri ile hiç alakası olmayan Gezi olayları ile PKK’nın sözde geri çekilmesini bir araya getirmekte ve sanki PKK Gezi olaylarından dolayı çekilmedi gibi bir hava yaratmaktadır.) Ve bir anda bütün bir ülkeyi karanlığa boğmak istediler. Ama biz çözüm süreci yasasını çıkarttık. Çözüm süreci yasal bir çerçeveye oturdu.

Ama durmadılar. Sayın cumhurbaşkanımızla Ak Parti olağanüstü kongresinde devir teslim yaparken yaptığımız konuşmamda çözüm sürecinin önemini vurguladık. O cumhurbaşkanı ben başbakan olarak işte bir daha söylüyorum çözüm süreci her ne olursa olsun başarıya ulaşacak. (Ne demek her ne olur ise olsun. Bir Başbakan “her ne olur ise olsun” diye cümle kurar mı? PKK böyle bir cümleyi teslimiyet ve zaaf olarak okumaz mı?)

Türk ve Kürt kardeşler birlikte Kudüs’ün, Şam’ın özgürlüğü için çalışacaklar. (Türkiye Cumhuriyetini iki milletli devlet yapmanın psikolojik alt yapısını Davutoğlu’nun ağzından ifade edildiğini görüyoruz. Ancak Türk Milleti’nin birinci meselesi Kudüs ve Şam mı?) Çözüm sürecini hiç aksamayan bir mekanizması çerçevesine oturttuk. Yeni Türkiye için tekrar yola çıkmışken 6-7 Ekim olaylarını çıkardılar. (Kim çıkardı? Neden başarılı gittiğini söylediği “Çözüm”ün diğer ortağı PKK tarafından çıkarıldığını söylemiyor Davutoğlu olayların?) Kobani için çıkmadı o olaylar. Kobani’ye buradan selam ediyorum. Kobani’deki her kardeşimin alnından öpüyorum. Kobani bize tarihin emanetidir. (Başbakan Davutoğlu’nun Kobani dediği Ayn El Arap’ta çatışmaların başlaması üzerine Recep Tayyip Erdoğan’ın ifadesi ile hiçbir Ayn El Araplı kalmamıştır. Bu durumda Davutoğlu’nun selam yolladığı kişiler halen Ayn El Arap’ta IŞİD ile çarpışan PKK’lılardır. Davutoğlu’nun resmi adı Ayn El Arap olan bir şehre PKK’nın koyduğu adla hitap etmesi de ayrı bir yanlıştır.)

Tarihdaşlık çözüm sürecinin ortak noktasıdır. Olaylar sakinleştiğinde bu kez de Cizre provokasyonları oldu. Onlara karşı da tedbir aldık. Ama bilisin ki her bir Cizreli bizim kardeşimizdir. Türk ulusalcıları diyor ki Selçuklu’yu, Osmalı’yı, Osmanlıcayı unutun gelin tarih öncesi bir medeniyet inşa edelim. (Kendilerini ulusalcı olarak nitelendirenlerin eksik tarih yorumları olduğu doğrudur ancak hiçbir Türk ulusalcısının Osmanlı ve Selçuklu’yu unutalım dediğini duymadım, okumadım) Kürt Baasçıları da unutun o İslam asırlarını daha öncesine Medlere Perslere gidin diyorlar. Ama bilsinler ki Anadolu’nun mayası İslam mayası tevhit mayasıdır.

Bir ara dedim tarihin parantezini kapatıyoruz. (Parantez diye bahsettiği başbakanı olduğu Türkiye Cumhuriyeti devletidir. Bir devlet eğer o ülkenin kuruluş felsefesine düşman olan bir yaklaşım ile yönetilir ise sonunda kaçınılmaz olarak, yıkılır, dağılır. Davutoğlu, bu yaklaşımı ile laleci Babuşoğlu’ndan hiçbir farkı olmadığını göstermiştir.) Türk, Kürt, Zaza yiğitler yine yan yana olacaklar. İnşallah bu ebedi kardeşlik daim kılınacak. İşte 28 Şubat’ta hilal İslamı temsil ediyorlar diye hilali, bayraktan kaldırmak isteyen Türk ulusalcılar çıktı.

(Türk bayrağını Diyarbakır’da kabul ettirmek için Türkiye Cumhuriyeti başbakanı “Türk bayrağı” diyemiyor ve doğru olmayan bir süreç olduğunu burada tartışmaya dahi açmayacağımız 28 Şubat’ta ‘hilali bayraktan çıkarmak istediler’ şeklinde bir dedikoduya başvurması utanç vericidir. Türk Silahlı Kuvvetlerinde sancak devir teslim töreninde şöyle yemin edilir:

Rengi ile mübarek ecdad kanını,
Kumaşı ile şehit tenini,
Parıltısı ile zaferlerin ışığını,
Ayyıldız ile hürriyet ve istiklali,
Yazısı ile kahramanlık ve fazileti,
Gönderi ile millî iradeyi,
Sırması ile şeref ve mesuliyeti temsil etmektedir.)

Bu al bayrak dünyada mazlumların tevhidin bayrağıdır. Bizler hilalin temsil ettiği İslamı temsil etmeye devam edeceğiz. Yeni bir Ortadoğu hedefliyoruz. (Güneydoğu Anadolu’da kendi parti teşkilatlarını dahi koruyamayan, asker ve polis ailelerini ateş içine atan bir iktidarın Ortadoğu’ya düzen verme hayali ancak gülünecek bir hayaldir.) Suriye’deki zalimlere karşı her yerde Türklerin, Kürtlerin ve Arapların oluşturduğu yeni bir Ortadoğu istiyoruz.”

Türkiye hızla bir felakete doğru sürüklenmektedir. Seçimlerde AKP’nin 2002’den bu yana birinci parti çıkması Türkiye’nin çok iyi yönetildiğinin ve felakete sürüklenmediğinin kanıtı değildir. Yugoslavya’da Miloseviç yönetimi de seçmen tarafından bir çok kez büyük çoğunlukla iktidara taşınmıştır. Sonuç Büyük Yugoslavya rüyası görürken, gerçeklerden kopunca küçük Sırbistan olmuştur.

   Bugün Davutoğlu’nun Güneydoğu Anadolu’da herhangi bir kentte başbakan olarak şehrin bir başından diğerine tek başına ve başına bir şey gelmeden yürüme şansı yok iken Ortadoğu’da kurtarıcı olma rüyası görmesi gerçekten çok üzücü.


https://groups.google.com/forum/#!topic/Turkiye-icin-el-ele/RRCepFTBFdM


***

22 Ekim 2020 Perşembe

LAİKLİK ARTI ELEKTRİK !.

 'LAİKLİK ARTI ELEKTRİK' !. 

Atlla İlhan
12 Temmuz 1994 

Bizde Humeyni de, İran İslam Cumhuriyeti de, radikal dinci sayılmaktadır; Olivier Roy öyle saymamış, onları İslamcı siyasi hareket içinde incelemiş, çünkü ona göre, Suudi ya da Cezayir Radikal dinciliğinin altında, siyasi İslamcı hareketin başansızhğı yatıyor. 

Humeyni Laik filan değildir ama, şeriatla yetinmez, bir anayasa yapar, siyasi meşruiyetini bu anayasadan alır; kadını - örtünerek de olsa- sosyal hayatın 
dışında yaşatmaz, ona hem dışarda yaşama ve çalışma, hem kamu hizmetlerine katılma hakkını tanır; gerçekte bu tavır, Batı teknolojisi ve üstünlüğü karşısında, üçüncü dünyacı tam bir bağımsızlık hareketinin, ya da ulusal kimlik mücadelesinin, belki de dinsel bir çerçeve içersinde meydana çıkışıdır. 

İşte burada İran'daki Humeyni hareketinin, emperyalizmin zora başvurup devirdiği üçüncü dünyacı Musaddık hareketini takip ettiğini, üstelik artık ClA'den maaş aldığı saptanmış Şah'a karşı gerçekleştirildiğini unutmamak lazım. Şah, sömürgeci Hıristiyan Batı'nın, 'komprador alafrangalığını' temsil etmekteydi; bu bakımdan Humeyni ve hareketi bir yerde III. Selim'e başkaldırmış ve iktidan ele geçirmiş bir 'irtica' hareketidir; şu farkla ki, Şeriat'la yetinmeyip üçüncü dünyacı bir bağımsızlığa ve sanayileşmeci bir kalkınmacılığa sahip çıkıyor. 

Başarabiliyor mu, o ayn bahis! 

Olivier Roy'ya göre ülkemizdeki İslamcı hareket doğrudan doğruya Nizam Partisi'nden başlayıp, Refah Partisi'ne ulaşan çizgide yer almıştır. 
Hareketin önde gelenleri, laik öğretimden geçmiştir, Batı teknolojisine, dolayısıyla sanayileşmeye hayrandır; onların mücadelesi de siyasi eylem yoluyla iktidan ele geçirmek, emperyalist Batı'nın gizli Hıristiyan yozlaştırmasına karşı bağımsızlığı ve kimliği muhafaza etmektir. 
O kadar mı, hayır! Refah Partisi de, ardılı olduğu öteki İslamcı partiler gibi, büyük ve ciddi bir sanayileşmeden yanadır, böylece Türkiye'yi tekrar cihan devleti yapacağına inanıyor. 

Tabii Refah'ın sorunu, İslamcı siyaseti laik bir devletin mevzuatı içinde gerçekleştirebilmek sorunu; bu da hareketi ciddi bir ikilem içinde bırakıyor; 
laik çerçeveyi kabul ederse Refah Partisi, Avrupa'daki Hıristiyan demokrat partilerin Türkiye'deki muadili olur, bireysel ve bireyci bir dindarlıkla, sınırlı 
bir muhafazakârlıkla yetinir; anayasal laik düzeni bozamaz, bozmayı da düşünemez; bu takdirde şeriatı uygulayabilmesi imkân dışında kalır; aksi takdirde laik cumhuriyet mevzuatı içinde tartışma gündemine getirir. 

Dahası, son gelişmeler aslında Refah Partisi'nin de mütecanis (türdeş) bir parti olmadığını, içindeki geleneksel İslamcısından, çağdaş İslamcısına, çağdaş İslamcısından köktendinc isine, bir sürü eyilimi barındırdığını ortaya koymuştur. 

Öyle görünüyor ki, tartışmalar ve olaylar, sonunda Refah Partisi'ni ya bütünlüğünü koruyarak Müslüman demokrat bir parti olmaya götürecek, ya da hareket çeşitli eyilimlere göre çeşitli marjinal partilere bölünecektir. 

Fakat asıl önemli olan, başka bir şey! 

Olivier Roy İslamcı hareketi bir formüle bağlarken demiş ki: 

"Şeriat artı Elektrik", yani çağdaş gelişme düzeyi, sanayi teknolojisi ve şeriat! 
Bu bir hayal, başarılamayacağı önceden belli bir ütopia! 

Nedeni de çok açık ve çok seçik, öyle İran'ın ekonomik zorluklar içinde yerinde saydığına filan bakmaya gerek yok; bakılacak yer, hem hayran hem de şiddetle karşı olduklan Batı medeniyeti ve teknolojisi! 

Olivier Roy'nın formülünü kullanarak diyebiliriz ki, Batı medeniyeti, 'Hıristiyan şeriatı artı elektrik' formülüne göre gerçekleşmedi; 

Batı ancak laik olduktan, yani bilimsel gelişmeyi kabul edip, pozitif bilimleri üretim teknolojisine uygulayarak, o medeniyete ve o teknolojiye ulaşabiliyor; bir bakıma, Hıristiyan şeriatını ve din düşüncesini, bireyin vicdanına bıraktıktan sonra! Şu halde o başarının, formülü bellidir ve şudur: 

' Laiklik artı Elektrik '! 

Türkiye Cumhuriyeti'nin başarısı, bu formülü, bütün öteki İslam ülkelerinden önce, keşfedebilmiş olmasında değil midir? 

***

SİYASİ İSLAM, NEDEN BAŞARISIZ.

SİYASİ İSLAM,  NEDEN BAŞARISIZ ?. 



ATİLLA İLHAN
14 Temmuz 1994 

Belki de yazmışımdır: Batı medeniyetini, yeryüzü medeniyetler zinciri içinde değerlendirirken, Malraux, bu güçlü medeniyetin ilk ve tek 'laik' medeniyet olduğunu belirtir; öncekiler hep din üzerine kurulu medeniyetlerdir; zaten bu saptama bile, Siyasi İslam'ın muhtemel başarısızlığım önceden sezdiren gerçek bir sebep; laik yani rasyonalist, yani pozitivist, yani bilimlere dayanıp onlarla yükselen bir medeniyete; onun çoktan aştığı - hatta ezdiği - manevi ve dogmatique değerlerle karşı çıkamazsın; oysa Siyasi İslamcılığın yapmaya kalkıştığı işte bu, başarısız olacağı önceden belli, dini ancak toplumsaldan çıkarıp bireysele intikal ettirebilen bir İslam toplumu, laikliği başardığı ölçüde, çağdaş medeniyet seviyesini tutabilecektir, burası çok açık görünüyor. 

Mustafa Kemal, boşuna mı, 'Hayatta en hakiki mürşit ilimdir' demişti? 
Olivier Roy, Siyasi İslam'ın fiyaskosundan iki sonuç çıkarıyor: 

Biri Suudi Arabistan türü radikal dincilik -ki onu 'şeriat artı rant' diye ifade etmiş-; öbürü Cezayir türü radikal dincilikki onu, 'şeriat artı işsizlik' diye formüle bağlamış-; ikisinde ortak nokta, toplumu devlet yoluyla değil, aşağıdan yukarıya yeniden İslamileştirmek, bu da bireylerin gündelik yaşantıları içinde şeriata göre yaşamalarını içeriyor, yani neleri, alkol yasağını, kadının mutlaka örtünmesini, haremi ve selamlığı, cinselliğe, kumara, eğlenceye karşı tavır koymayı, din eğitiminin - özellikle Arapçanın- ağırlık kazanmasını ve yaygınlaştırılmasını, vs. 

Belki bu iki radikal İslamcılığı, siyasi İslamcılıktan ayıran asıl önemli fark, Siyasi İslamcılığın Üçüncü Dünyacı (anti/ emperyalist) ve kalkınmacı çabasına mukabil, bunların ya işbirlikçiliği tercihi (Suudi Arabistan, Kuveyt vs.), ya da siyaseti bırakıp toplumsal terörizmi yeğlemesi (Cezayir). 

Olivier Roy Siyasi İslamcılığın başarısızlığından söz ederken diyor ki: "...o, İslam ile siyasi modernlik arasında bir andı, kırılgan bir sentez, sonuçta kök salamadı." Yeni radikal İslamcılığın çıkmazı ise, 'düşünce düzeyinde topluma, dindarlığın dışında hiçbir vaatte bulunamaması'! 

Sahiden sorun soyut bir 'maneviyat' ortamından çıkarılıp, çağdaş gelişmişliğin son derece karmaşık, ilişkileri son derece çetrefil, özlemleri ve imkânları zengin 'maddiyat' ortamına yerleştirilirse, siyasi İslamcılığın da, yeni İslam radikalizminin de, insanlara vaadedebüdiği ancak 'ahire tte' mutlu olmak; önerdiği ise, İslama uygun yaşamak, yani fazüet sahibi olmak! 

Böyle bir 'program'ın, ister az gelişmiş, ister gelişmekte olan olsun, çağdaş toplumlarda insanlara yeteceğini söylemek mümkün değildir. 

' Öyleyse Nasıl güçleniyorlar? 

Basit: Batı'lı emperyalist 'Sistem' üçüncü ülkeleri öyle itip kakıyor, öyle hor görüyor, kültürlerini öyle ezip dağıtıyor ki, zaten milli burjuvazisi oluşamamış, millet olamamış bu toplumlar, Batı'ya olan öfke ve tepkilerini dine, yani İslam'a sığınarak, onu destekleyerek gösterebiliyorlar; bu, temelinde, ideolojik olmaktan çok politik, hatta duygusal bir destek, İslamı siyasi iktidar yapsa bile, başarılı olmasına yetmez. 

Nitekim Yetmemektedir, çünkü: 

1/ İslam ağırlıklı yönetimler, ne İran'da, çağdaş ve alternatif bir toplum modeli oluşturabilmişlerdir, ne Suudi Arabistan'da, ne de Libya'da! 
2/ Dini komplekslerini asr-ı saadete dönmek özlemini, çağdaş siyasi bir sistemi, gerekli sosyal kurumları vs. yaratmaya yeterli sanıyorlar; oysa yetersizliği açıkça görülüyor. 
3/ Bireyi fazilet sahibi kılmak, çağdaş bir toplum içinde, hem son derece zor, hem de toplumsal çetrefilliği çözmekte başarısız kalıyor. 
4/ Ekonomik düzeydeki önerileri ya yok, ya Üçüncü Dünya bir devletçilik edebiyatı, ya da üretimi değil spekülasyonu ve rant gelirlerini içeren uyduruk bir liberallik! 

Batı'lı emperyalist 'sistem'e direnebilmenin doğru yolu, onlar 'millet' sonrası aşamalarına ilerlemiş iken, Müslüman toplumları 'ümmet' aşamasında tutmakla, ya da 'ümmet' aşamasına döndürmekle değil; laik ve demokratik 'millete' dönüşmelerini gerçekleştirmek; 'maneviyat' ortamında değil, 'maddiyat' ortamında, yani pozitivist teknolojiyle güçlenerek, karşılarına çıkmakla mümkün! 
Türkiye Cumhuriyeti, ta başında bu yolu seçen tek İslam ülkesidir, onun ayağmı bu kadar çelmeye uğraşmalarının sebebi de bu değil mi? 

Türkiye'de 'geri kalmış olan', ne yazık ki 'ilerici' aydınların bir kısmı; çünkü laiklikleri 'demokratik' değil 'totaliter' (yani 'yasakçı'), yani bunlar hâlâ Milli Şef döneminin o dikensiz gül bahçesi 'alafrangalığını' özlüyorlar, 'totaliter' özellikleri ağır basıyor; o takdirde niçin İtalya'dakl, ya da Almanya'daki gibi neo-faşlst bir parti kurmuyorlar anlaşılmaz. 

Laiklik, şeriatın siyasi iktidar olmasına, devlet) eline geçirmesine, tahakkümüne direnmek anlamına gelir; şeriata geçit elbette yok; elinde diyalektiğin kılıcı, dine dayalı her dünya görüşü ile yasalar çerçevesinde sonuna kadar çata çat mücadele edeceksin; ama bin yıllık İslam ülkesi yurdunda Hıristiyanlığı hoş görüp, kendi dinine yasak koyamazsın; bakın ne diyorum, athee yani dinsiz bir komünist bile olsanız, eğer demokrasiye inancınız varsa, eğer demokratsanız, bu böyledir. 


***

ULUSLARARASI POLİTİKA VE TÜRK DIŞ POLİTİKASI AÇISINDAN SINIRAŞAN SULARIMIZ., BÖLÜM 2

ULUSLARARASI POLİTİKA VE TÜRK DIŞ POLİTİKASI AÇISINDAN SINIRAŞAN SULARIMIZ., BÖLÜM 2 


su kaynakları, A. Nazmi ÜSTE,Fırat, Dicle,Hidrolik Enerji,sanayi gelişimi, sınıraşan sular,Türk Dış politikası,GAP,Suriye,PKK,Benjamin Netenyahu,
Arap Zirvesi,

"1984'te başlatılan Güneydoğu Anadolu Projesi (GAP), memleketimizi gelecek yüzyıla taşıyacak muhteşem bir eserler manzumesidir. Dünyada bu çapta bir projeyi göze alabilecek az memleket vardır. Atatürk Barajı'nı gören yabancı ziyaretçiler, devlet adamları, bana, "Türkiye bununla nereye varmak istiyor? 
diye sorar, hayranlıklarını gizleyemezdi..." (İnan, 1995, s:66) 
Sözleriyle Kamran İnan projenin görkemini ve dış dünyanın bakış açısını açık bir şekilde vurgulamaktadır. 

Dış dünyanın Güneydoğu Anadolu Bölgesi'ndeki vatandaşlarımızla ilgili olarak sık sık gündeme getirdikleri "insan hakları", "yaşam koşulları", "fırsat eşitsizlikleri" gibi sorunların çözümünü destekler görünürken, GAP gibi tüm bu olumsuzlukları giderebilecek "Bir İnsanlık Projesi"ne destek vermemeleri kesinlikle çelişik bir durumdur. Bu durum, Suriye ve Irak'ın GAP'a yönelik olarak geliştirdikleri uluslararası kamuoyu oluşturma girişimlerinde Türkiye'den daha başarılı olduklarının açık bir kanıtıdır. Belki de bunun için tüm Ortadoğu liderleri içinde en zekisinin Hafız Esad olduğu savunulmaktadır (Bkz.John Bulloch, Adel Darwish, 1994, s:55). Ne var ki Esad bu zekasını barışcı bir yolda kullanmayı tercih etmemektedir. 

Suriye dikkate alındığında, Irak daha uzlaşmacı bir politikaya sahiptir denilebilir. Bu belki de, petrol gelirlerinin etkisiyle projelere ağırlık vermesinden kaynaklanmış tır. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nin 6 Ağustos 1990 tarihli ambargo kararına karşın Irak hareket alanında bir takım tarımsal projelere devam etmiş ve tarım üretimini 1987'ye göre, 1990 sonunda %70 arttırabilmiştir (John Bulloch, Adel Darwish, 1994, s:126). Ancak, Irak'ın Körfez Savaşı'nın etkisinden henüz kurtulamamış ve su sorunu yeteri derecede yaşamamış haliyle sergilediği tutum yanıltıcı olmamalıdır. Çünkü henüz GAP tamamlanmamıştır ve Dicle'den şimdiye kadar engelsiz yararlanan Irak, Dicle üzerinde inşa edilecek olan Batman, Dicle ve Kralkızı Barajları'nın etkisini hissetmemiştir. 

GAP'ın Dicle bölümündeki çalışmalar tamamlanınca Irak'ın bugünkü kadar yumuşak politika uygulamayabileceğini Türkiye'nin dikkate alması ve bu 
doğrultuda hazırlıklı olması gerekmektedir. Irak yönetiminin başında halen Saddam Hüseyin'in bulunduğu da dikkate alınırsa konunun önemi ortadadır. 
GAP, Türkiye'nin çağı yakalama yarışındaki en büyük kozudur; hatta, birçok toplumsal ve ekonomik sorunu çözebilecek, dış politikada güç ve prestij 
kazandırabilecek kadar büyük bir kozdur denilebilir. 

Güney komşularımızın GAP'a endeksli barış önerilerini kabul etmek ve böyle bir anlaşmaya imza atmak neredeyse Sevr'e imza atmak kadar "yıkıcı" ve "bölücü" olabilecektir. Bu komşularımızın Türkiye'ye karşı "Arap Birliği" çabaları günümüzde hız kazanmıştır. Türkiye'nin İsrail'le imzaladığı "Askeri Eğitim İşbirliği Anlaşması"nı öne çıkararak sık sık toplanan Arap liderler İsrail ve Türkiye'ye karşı olan tavırlarına netlik kazandırmaktadırlar. Özellikle İsrail'deki son seçimleri sağcı Benjamin Netenyahu'nun kazanmasının ardından yoğunlaşan Arap zirvelerinden çıkan kararlar Arap Birliği'ne gidişin işaretlerini vermiştir. 

Mısır Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek, Suriye lideri Hafız Esad ve Suudi Arabistan Veliaht Prensi Abdullah arasında gerçekleştirilen iki günlük zirvede, 21-23 Haziran 1996 da Kahire'de genişletilmiş bir Arap zirvesinin yapılması kararlaştırılmış ve zirveye Irak dışındaki tüm Arap ülkeleri davet edilmişlerdir. 

Bu zirvede Türkiye'nin İsrail'le imzaladığı son anlaşmanın da gözden geçirilmesi gerektiği vurgulanmıştır (Yeni Yüzyıl, 9 Haziran 1996, s:13). 

Kahire'deki Arap Zirvesi'nde Suriye Türkiye'yi, sınırlarına askeri birlik yığmakla suçlamış ve kendisinin İran'la müttefik olduğunu vurgulayıp, Türkiye'nin İsrail'le yapmış olduğu anlaşma konusunda kınanmasını istemiştir. 

Ürdün, Suriye'ye karşı tavır alırken; Mısır, Suriye'nin Türkiye ve İsrail ile olan anlaşmazlıklarından tedirgin olduklarına değinerek, Türkiye'ye ilişkin olumlu görüşlerini belirtmişlerdir. 

Bu toplantıyla ilgili şöyle bir yorum getirilebilir: Arap ülkeleri tüm anlaşmazlıkları na karşın bir araya gelebilmektedirler. 

    Su konusunda ortak bir tavır alamamaları, hiçbir zaman almayacakları anlamına gelmemektedir. Toplantıda belirginleşen bir diğer konu; Mısır, Türkiye ve İsrail gibi Amerikan müttefiki üç ülkenin asgari müştereklerde birleşmeleridir. 

Bunun bölgedeki Amerikan politikasının etkinliğinin göstergesi olduğu söylenebilir. 

C-Bölge Dışı Ülkelerin Politikaları ve Senaryolar 

Ortadoğu, zengin petrol yataklarıyla öteden beri bölge dışı güçlü ülkelerin dış politikalarında bu bölge her zaman öncelikli olarak yer almıştır. 

Bölge ülkelerinin çeşitli çıkar mücadelelerinin yanında, dış kaynaklı güçlerin uygulamaya çalıştıkları politikalar, Ortadoğu'yu çok hassas dengelere 
oturtmuştur. 

Su üzerinde oynanan bölgesel politikalar yanında sıkça bölge dışı ülkelerin de konuya eğilimleri, hatta bölgede kendi politikalarını uygulama çabaları dikkat çekmektedir. Bölgenin petrol kaynaklarının zenginliğinden kaynaklanan bu durumu açıklamak zor değildir. Özellikle güçlü olarak tanımlanabilecek ülkelerin (ABD, Almanya v.b) bölgeye yönelik politikaları, çözüm sürecine bölge ülkelerinin politikalarıyla beraber, hatta daha önde katılmakta ve neredeyse kilitlenmiş bir satranç oyununu anımsatan çözümsüzlüğe katkıda bulunmaktadır. 

Çıkan en küçük bir çatışmayı bu çerçevede değerlendiren bölge dışı söz sahibi ülkeler, çıkarları gerektirdiğinde müdahaleden kaçınmazlar. 
Ancak bu ülkeler böylesine hassas olan bölgede politikalarını büyük bir gizlilik içinde yürüttüklerinden dolaylı amaçları ancak meydana gelen olayların birleştirilmesi sonucu tahmin edilebilmektedir. Bazen de bu tahminler ışığında bir takım senaryolar üretilebilmektedir. 

Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra tek süper güç olarak değerlendirilen ABD'nin bölgedeki etkinliğini yadsımak olası değildir. 

Bu gücün farkında olan Fransa, Almanya ve Japonya gibi güçlü ülkeler, petrole duydukları gereksinmelerini de dikkate alarak ABD'ye Ortadoğu politikasında 
destek verme durumunda kalmışlardır (Bulloch, Darwish, 1994, s:16-17). 

Ortadoğu ülkelerinin ekonomik, sosyal ve siyasal gelişmişlik düzeyleri dikkate alındığında, bölge dışı etmenleri değerlendirmeye katmadan politika 
üretemeyecekleri son derece açık görülmektedir. Buradan, sınıraşan sular konusunda Türkiye, Suriye ve Irak'ın aralarında bir çözüme ulaşması, bu 
çözümün başta ABD olmak üzere bölgede etkili diğer güçlü ülkelerin çıkarlarına zarar verilmediği ölçüde mümkün olacağı söylenebilir. 

Bölgede dikkat çeken diğer bir olgu İran'ın ABD faktörüne karşın başına buyruk bir politika izlemesidir. Suriye gibi İran'ın da, politikasının önemli bir kısmını teröre destek vererek devam ettirme çabasında olduğu görülmektedir. 

Bu arada ABD, Ortadoğu dengelerinin ekonomik globalleşmeye uygun olarak yeniden kurulmasını İran'daki rejimin yıkılmasıyla olası görmektedir (Bahçacı, 
1995, s:36). 

İran'ın bölgede etkin bir güç görünümünde olması, bu gücün kaynağının ne olduğu sorusunu gündeme getirmiştir. Batı kaynaklı gelişmiş bir teknolojiyi arkasına almadan böyle bir karşı gelişin olamayacağı düşüncesi, Almanya'nın Ortadoğu'ya ilişkin politikalarındaki son dönemdeki aktivite ile birleşince İran-Almanya dayanışmasının olduğu iddiaları ortaya atılmıştır (Bahçacı, 1995, s:36). 

Amerika'nın Ortadoğu'daki en önemli müttefiklerinden biri olan İsrail'in İran ile ortak sınırlarının olmayışı, İran'a karşı mücadelede ABD açısından bir dezavantaj olarak değerlendirilmektedir. Bu noktada İran'la komşu olan Türkiye, stratejik bir konuma gelmiştir. 1996 Şubat'ı ile ivme kazanan Türk-İsrail yakınlaşmasını bu perspektiften değerlendirmek olasıdır. Böylece ABD'nin desteklediği Türkiye ve İsrail, terörizmi kullanan ve bölgesel istikrarsızlığı körükleyen İran ve Suriye'ye karşı etkin bir baskı oluşturabilecektir (Nokta, 2-8 Haziran 1996, s:12). 

ABD'nin İran'a yönelik politikaları Orta Asya petrollerinin değerlendirilmesinde bir avantaj yakalayabilmeyi de içermektedir. 
Bu arada İran, Orta Asya Cumhuriyetleriyle oldukça önemli bağlar kurmuş bu durumdan yararlanmaya başlamıştır. Açıklamalardan da anlaşılacağı üzere bölgedeki dış kaynaklı politikalar sadece suya endeksli değildir, ancak bu paylaşımın su yakın bir gelecekte önemli bir soruna dönüşeceği anlamına gelmektedir. 

Bölge ülkeleri (Türkiye, Suriye, Irak) çözüm sürecinde önceliklerini gözden geçirirken bölge dışı etmenleri gözardı edemez durumdadır. Gerçi gözardı etmek fiilen olanaksızdır. Çünkü bölgeye aktarılmış, Çekiç güç gibi oldukça önemli, bölge dışı askeri kuvvetler bulunmaktadır. 

Su kaynaklarına sahip Türkiye bu avantajını kullanabilmenin planlarını bu günden yapmalı gerçekleşebilir politikalar üretmelidir. ABD'nin ünlü mühendislik-müteahhitlik firmalarından Brown and Root, Körfez Savaşı sonrası değişen koşullar ve Türkiye'nin bölgedeki değişen rolü çerçevesinde bir projeyle ilgili olarak hazırladığı fizibilite raporunda, Türkiye'nin 2000 yılında bölgenin su imparatoru olacağını, yılda 15 milyar doların üzerinde gelir elde edeceğini iddia ederken; Türkiye açısından oluşabilecek kazanımların yalnızca bir yönünü vurgulamaktadır (Ayna, Güz 93, s:30). 

Türkiye'nin elde edebileceği bu konumun öneminin güçlü ülkeler yanında, bölgesel ülkeler de farkındadırlar. Böylece Türkiye merkezli politikalar hızla üretilmektedir. Bunun en somut göstergelerinden biri komşularımızdan Ermenistan, İran, Irak, Suriye ve Yunanistan'ın PKK terörüne verdikleri destektir (Bahçacı, 1995, s:36). Ayrıca Suriye ve Yunanistan arasında imzalanan işbirliği anlaşmaları Türkiye'yi Doğu ve Batı'dan rahatsız edebilecek yansımalara sahiptir. Aynı zamanda ABD'nin Kuzey Irak'ta Otonom Kürt Yönetimine destek vererek (Canbolat, 1993, s:355) bir Kürt Devleti oluşumuna katkı sağladığı yönünde sıkça ortaya atılan iddialar da dikkate alınırsa; üretilmesi gereken politikanın çözeceği denklemin ne kadar çok bilinmeyeni olduğu ortaya çıkacaktır. 

Türkiye'yi yönetenlerin giderek tırmanışa geçen sorunlar karşısında ne derece duyarlı olduklarını ve hangi konulara öncelik verdiklerini belirleyebilmek amacıyla, 20-24 Mayıs 1996 tarihlerinde, ileriye yönelik tahminlerimize ışık tutabilmek için Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde milletvekillerine tek sorulu bir anket çalışması yapılmıştır. 

IV. SINIRAŞAN SULARIN TÜRK DIŞ POLİTİKASINDAKİ ÖNCELİĞİ 

T.B.M.M'nde yaptığımız anket çalışmasında, milletvekillerinin, sınıraşan sular sorununu 2000'li yıllarda Türk dış politikası açısından ne kadar öncelikli 
gördükleri araştırılmıştır. Araştırmada T.B.M.M'nin %50'si hedeflenmiş, ancak %10'luk bir oranda cevap alınabilmiştir. Elde edilen oranın açıklayıcılığı zayıf 
olmakla beraber, yapılan çalışmanın çok yeni olması ve sınıraşan sularımızla ilgili çarpıcı bir bulguya ulaşması nedeniyle incelememiz içinde yer almasında 
yarar görülmüştür. 

Anket çalışmasından elde ettiğimiz sonuçlara göre, Milletvekillerine yöneltilen "2000'li yıllarda Türk Dış Politikası'nın öncelikli sorununun ne olacağı" konusundaki soruyu yanıtlayanların %58'i önceliği sınıraşan sular sorununa vermişlerdir. Türk-Yunan ilişkileri %27 ile su sorunundan sonra değerlendirilmiştir. 

Türki Cumhuruyetlerle ilişkiler %6 ve Rusya ile ilişkiler %4 oranında öncelik taşımış, yanıt veren Milletvekillerinin %5'i ise bu soruyu boş bırakmıştır (Bkz. 
Tablo-I). 

ULUSLARARASI POLİTİKA VE TÜRK DIŞ POLİTİKASI AÇISINDAN SINIR AŞAN SULARIMIZ TABLO 1

Tablo-I bize ileriye dönük olarak olumlu işaretler vermektedir. Milletvekillerinin sınıraşan sular konusundaki duyarlılıkları bizi, Türkiye'nin olası bir krizde hazırlıksız yakalanmayacağı, bu konuyla ilgili politikasını önceden saptayabileceği varsayımına ulaştırmaktadır. 
Ancak düşündürücü bir soru vardır: 
Potansiyel olarak duyarlı milletvekillerinin sıkça yaşanır olan hükümet krizleri nedeniyle düşündüklerini realize edebilme olanakları nedir? 

Bu sorunun yanıtı belki de daha düşündürücü olacaktır. O nedenle Türkiye'nin siyasal istikrarının biran önce sağlanması oldukça yaşamsaldır. 

V.SONUÇ 

1950'li yıllardan itibaren giderek ivmesini hızlandıran ekonomik gelişmeye yönelik çabalar, ülkeleri maliyeti yüksek yatırımlara yöneltmiş; eldeki kaynaklardan yararlanma çabalarının yoğunlaşmaya başlaması sınırdaş ülkeler arasında yeni sorunların ortaya çıkışına zemin hazırlamıştır. Ülkelerin daha çok kaynak kullanma isteğine koşut olarak, kıt kaynaklara olan talep artmış ve aralarında çıkan sorunların temelinde çoğunlukla bu kıt kaynaklar yer almıştır. Nitekim Güney komşularıyla arasındaki su paylaşımına yönelik sorunlar, Türkiye'nin sınıraşan sularından Fırat ve Dicle üzerinde Güneydoğu Anadolu Projesi'ni yaşama geçirmeye başlamasıyla belirmiştir. Türkiye'nin özellikle yıllardır ihmal edilişi ve geri kalmışlığının şikayet konusu edildiği Güney Doğu Bölgeleri için yaşamsal değeri olan ve ülkenin ekonomik potansiyelini geliştirmek açısından büyük önem taşıyan bu proje ilerledikçe, su sıkıntısı çekecekleri konusunda endişeleri artan Suriye ve Irak, tepkilerini çeşitli boyutlarda göstermiş ve göstermektedirler. 
 Türkiye ile aşağı çığır ülkelerinden Suriye ve Irak arasındaki bazı temel anlaşmazlıklar göze çarpmakta, bunlarda çözümsüzlüğün bir kader olarak 
belirmesine neden olurken, uluslararası hukukta sınıraşan sularla ilgili çok net bir kabulün bulunmaması, çözüm sürecinin uzamasına katkıda bulunmaktadır. 
Suyun Türkiye'den kaynaklanıyor olması, Suriye ve Irak'a karşı önemli bir koz olarak değerlendirilebilmektedir. Özellikle su kaynakları Irak'a göre çok daha az 
olan Suriye, Türkiye'ye bağlımlı olmaktan duyduğu rahatsızlıkla suya karşı terör kozunu kullanmak istemiştir. 

Güney komşularımızın, özellikle Suriye'nin uluslararası hukuka ve insanlığa aykırı politikalara bel bağlamasına karşın, Türkiye sertlik yanlısı bir politika izlememekte dir. Bunu ekonomik çıkarlarını dikkate alma gerekliliğine bağlamak olasıdır. Çünkü Türkiye'nin ihracat yaptığı ülkelerden önemli bir bölümünü Arap ülkeleri oluşturmaktadır. Türkiye'nin uyguladığı bu pasif politikaya bir diğer gerekçe de dış dünyanın alışılmadık bir uygulamaya göstereceği tepkiden çekinmesi gösterilebilir. Burada 1974 Kıbrıs Barış Harekatı sonrasında Türkiye'ye yöneltilen tepkilerin henüz belleklerden silinmemesi nin etkisi var denilebilir. 
Türkiye'nin en büyük yanılgısı, kendisini haklı gördüğü konularda girişimci olmayışıdır. Olumsuz etkilerini halen hissettiren ve kalıcı bir çözüme henüz ulaştırılamayan Kıbrıs Sorunu'nun başlangıcında, haklılık tezi ile konuya gereken hassasiyetle yaklaşmayan Türkiye'ye karşın; dünya kamuoyunu etkilemek için, uluslararası platformları propaganda fırsatı olarak değerlendiren Yunanistan, kolaylıkla harekete geçebildiği bir kamuoyu desteğine sahip olabilmiştir. 

Bu konuda hayli geciken Türkiye en haklı olduğu tezlerinde uluslararası kamuoyunu iknada zorluk çekmektedir. 

Kıbrıs Sorunu konusundaki deneyimi Türkiye'nin bekle-gör politikasından çok şey kaybedeceğinin delilidir. Türkiye bir kez daha hataya düşmemek için Ortadoğu'da giderek önemli bir soruna dönüşeceğinin sinyallerini veren "sınıraşan sular" konusunu ciddiye almalı ve geçmişteki hataları yinelenmemelidir. Sınıraşan sular sorununa ilişkin gerçekçi politikalar oluşturmaktaki başarı, çözümde de başarıyı getirecektir. 

Sınıraşan sular konusunda Türkiye'nin alması gereken önlemlerin başında teröristlerle aynı safta bulunan ülkelere karşı dünya kamuoyunu harekete 
geçirmek gelmelidir. Türkiye geri kalmışlık paradoksundan kurtulacaksa, bunun ilk adımı GAP'ı yaşama geçirmek olacaktır. Bu nedenle Ortadoğu politikasını 
tekrar değerlendirilmeli ve PKK-GAP pazarlıklarına ortam oluşturacak yanlışlara fırsat verilmemelidir. Son dönemde İsrail'le olan işbirliği çalışmaları, Arap Dünyası'nı her ne kadar rahatsız etse de, Türkiye'nin Ortadoğu politikasındaki tercihinin netleşmesinin en açık işareti ve ikili askeri anlaşmalarla çevreleme politikası izleyen komşu ülkelere karşı önemli bir kozdur. 

Atatürk'ün "Yurtta Barış, Dünyada Barış" idealine ulaşmada Ortadoğu'da sağlanacak başarı önemli bir adım olacaktır. Bu adımı atabilmek büyük ölçüde 
"Suda Barış, Bölgede Barış" özleminin giderilmesiyle olasıdır. 

KAYNAKÇA 

AKMANDOR, Neşet; PAZARCI, Hüseyin; KÖNİ, Hasan (1994); Ortadoğu Ülkelerinde Su Sorunu, TESAV Yayınları, Yayın No:4, Ankara. 
ALACAKAPTAN, Aydın G. (1993); "Sınıraşan Sularımız Dicle ve Fırat'ın Arap Komşularımızla Büyük Sürtüşmelere Neden Olmaları Beklentileri Abartılıdır" Su Sorunu, Türkiye ve Ortadoğu, Bağlam Yayıncılık, Yayına Hazırlayan: Sabahattin Şen, İstanbul. 
BAHÇACI, Çınar (1995); Türkiye'nin Ortadoğu'ya Yönelik Dış Politikası, Türk Demokrasi Vakfı, Ankara. 
BULLOCH, John; DARWISH, Adel (Ocak 1994); Su Savaşları, Altın Kitaplar Yayınevi, 1.Basım, İstanbul. 
CANBOLAT, İbrahim S. (1993); "Yeni Dünya Düzeni'nde Ortadoğu ve Türkiye Gerçeği", Su Sorunu, Türkiye ve Ortadoğu, Bağlam Yayınları, İstanbul. 
CHALABI, Hassan; "Fırat'ın Suları ve Uluslararası Kamu Hukuku" Ayna Dergisi, Kış 1993-Bahar 1994, Sayı 2, "Conference Implications" tarafından çevrilmiştir. 
ERGİL, Doğu (Aralık-Ocak 1990); "Ortadoğu'da Su Savaşları Mı?" Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, Cilt: XLV, Not 4. 
İNAN, Kamran (1995); Hayır Diyebilen Türkiye, 2.Baskı, Timaş Yayınları, İstanbul. 
İNAN, Kamran (1993); Dış Politika, Ötüken Neşriyat A.Ş, Kültür Serisi:73, İstanbul. 
KUT, Gün (1994); "Türk Dış Politikasında Su Sorunu", Türk Dış Politikasının Analizi, Derleyen: Faruk Sönmezoğlu, Der Yayınları, İstanbul. 
MANGO, Andrew (1995); Türkiye'nin Yeni Rolü, Türkçesi: Erhan Yükselci-Şükrü Demircan, Ümit Yayıncılık, Ankara. 
ÖZCEL, Berk (Güz 1993); "Güvensizlik Kurbanı: Ortadoğu Barış Suyu Projesi", Ayna. 
REGUER, Sara (January 1993); "Controversial Waters: Exploitation Of The Jordon River, 1950-1980", Middle Eastern Studies, Vol.29, No:1, pp. 
53-90, Published By Frank Cass, London. 
TEPLER-DREZON, Marcia (April 1994); "Contested Waters And The Prospects For Arab-Israeli Peace", Middle Eastern Studies, Vol. 30, 
No:2, pp. 281-303 Published By Frank Cass, London. 
TURAN, İlter (1993); "Sunuş", Su Sorunu, Türkiye ve Ortadoğu, Bağlam Yayıncılık, Yayını Hazırlayan:Sabahattin Şen, İstanbul. 
Turkish Review Of Middle East Studies, Formerly Puplushed as" Studies On Turkısh-Arab Relations", 1993, İstanbul. 

GAZETELER 

İSTANBUL TİCARET GAZETESİ, Sayı 1911, 24 Mayıs 1996. 
YENİ YÜZYIL GAZETESİ, 9 Haziran 1996. 
MİLLİYET GAZETESİ, 22 Haziran 1996. 
 

***