18 Kasım 2019 Pazartesi

DEĞİŞEN ULUSLARARASI SİSTEMDE ABDNİN ORTADOĞU POLİTİKALARININ SÜRDÜRÜLEBİLİRLİĞİ BÖLÜM 1

DEĞİŞEN ULUSLARARASI SİSTEMDE ABDNİN ORTADOĞU POLİTİKALARININ SÜRDÜRÜLEBİLİRLİĞİ BÖLÜM 1




Murat ERCAN* 
Ali AYATA**
* Doç. Dr. Bilecik Şeyh Edebali Üniversitesi İ.İ.B.F ,Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü Öğretim 
Üyesi, murat.ercan@bilecik.edu.tr 
**Prof. Dr., Karamanoğlu Mehmetbey Üniversitesi İ.İ.B.F ,Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi, aayata@kmu.edu.tr 



Özet 

Uluslararası sistemin tarihsel sürecine baktığımızda her yüzyılda sistemi etkileyen başat güç konumunda yeni devletlerin ortaya çıktığı görülmektedir. Modelski’nin de kuramında belirttiği gibi başat güç durumuna yükseliş 
ve düşüş ortalama yüz yıllık sürelerle olmaktadır. Her yüzyılda belirli bir devlet yükselerek dünya denizlerinde egemen duruma geçmekte ve bu egemenliğini hemen hemen yüz yıl sürdürmektedir. Bu süreç içerisinde başat güce meydan okuyan başka bir güç ortaya çıkmış ve bu iki güç arasındaki çatışmalardan üçüncü bir devlet yeni başat güç olarak denizaşırı alanlarda küresel dünya egemenliğini ilan etmiştir. Örneğin 15–16. yüzyılda önce Portekiz, sonrasında İspanya, 17 yüzyılda Hollanda, 18. yüzyılda Fransa, 19. yüzyılda İngiltere ve 20. yüzyılda ise ABD Osmanlı İmparatorluğu’nun zayıflamaya başlamasıyla sırasıyla dünya egemenliğini ilan etmişlerdir. 

20.yüzyılın başat gücü ABD ise, 19. yüzyılda dönemim başat gücü İngiltere ile Almanya arasındaki rekabet ve çatışmayı fırsata dönüştürerek küresel dünya egemenliğini ilan etmiştir. Dolayısıyla ABD 20. yüzyıl boyunca uluslararası sisteme yön vermiştir. “Değişen Uluslararası Sistemde ABD’nin Ortadoğu Politikalarının Sürdürülebilirliği” başlıklı çalışmada 21. yüzyılın nasıl şekilleneceği ve bu bağlamda ABD’nin başat güç statüsünü devam ettirebilmek için nasıl bir yol izleyeceği sorunsalı üzerinde durulacaktır. Ayrıca çalışmada eğer 
ABD güç kaybetmekte ise ABD’ye meydan okuyan devlet veya devletler hangileridir? Yeni yüzyılın küresel dünyasında başat gücü olarak hangi devlet ön plana çıkabilir? Gibi sorular analiz edilerek yenidünya düzeninin nasıl şekillenebileceğine dair muhtemel senaryolar ortaya konulmaya çalışılacaktır. 

Giriş 

İnsanlık tarihine bakıldığında hemen hemen her yüzyılda, dönemin koşullar ve şartlarına göre devletlerin başat güç pozisyonuna yükseldiği veya dünya siyasetindeki gücünü kaybettiği görülmektedir. Bilim insanları başat güce yükselişin ve güçten düşmenin ortalama olarak yüzyıllık bir süreyi kapsadığını ifade etmektedirler. Bir Devletin başat güç konumuna yükselişi veya düşüşünü 
devletlerin birbirileri ile çatışmasına veya çekişmelerine bağlamaktadırlar. Bilim insanları devletlerin başat güç konumuna yükselişini birbiri ile çekişen veya çatışan devletten birinin değil, bu iki devlet arasındaki çekişmeyi fırsata dönüştüren üçüncü bir devletin bu pozisyona yükseldiğini ifade etmektedir ler. Bu çerçevede bakıldığında 15–16. yüzyılda önce Portekiz, sonrasında İspanya, 17 yüzyılda Hollanda, 18. yüzyılda Fransa, 19. yüzyılda İngiltere ve 20.yüzyılda ise ABD Osmanlı İmparatorluğu’nun zayıflamaya başlamasıyla sırasıyla dünya egemenliğini ilan etmişlerdir. Bu devletlerin nasıl başat güç pozisyonuna yükseldikleri veya nasıl bu pozisyonlarını kaybettikleri gerek siyasi tarih, gerekse uluslararası ilişkiler uzmanları tarafından kaleme alınarak analiz edilmiştir. 
Dolayısıyla bu çalışmada sadece ABD ilgili konuya yer verilmesi uygun görülmüştür. 

18. yüzyılın sonu ve 19. Yüzyılın başlarında bağımsızlığını ilan eden ABD, kısa bir süre sonra Monroe Doktrini ilan etmiş ve bu doktrinle birlikte kıtada hâkimiyetin sağlanmasının ve problemli Avrupalı devletlerin devletlerinin Amerika kıtasından uzaklaştırılması gerektiğini göstermiştir. Monroe Doktrini ile ABD uzun bir süre “Amerika Amerikalılarındır” mantığı ile hareket ederek, Avrupalıları Amerikan kıtasından uzak tutmayı başarmıştır. Avrupalı devletleri Amerikan kıtasından uzak tutmayı başaran ABD, öncelikle kıtada tamamen hâkimiyetini sağlamıştır. ABD kıtada hâkimiyetini sağlarken, Avrupa kıtasında ise savaş ve çatışmalar baş göstermiştir. Avrupa kıtasında 1815 Avrupa uyumu bozulmuş ve Avrupalı devletlerarasında rekabet artmış ve sömürge yarışı hız kazanmıştır. Özellikle 
Almanya’nın ulusal birliğini sağlamasıyla birlikte kıta Avrupa’sında ticaret, ekonomik ve sömürge alanlarında rekabet artmış ve Avrupa kıtasında dengeler değişmiştir. Bilhassa Almanya’nın ulusal birliğini sağlamasıyla Almanya, başta İngiltere olmak üzere Fransa ile ekonomik, ticari ve sömürge rekabetine girişmiş ve bu girişim Avrupalı devletleri kitlesel savaşlara sürüklemiştir. 

Devletler arasındaki bu rekabetten dolayı Avrupa kıtasında 20. yüzyılda iki büyük kitlesel savaş yaşanmıştır. Özellikle dönemin başat gücü İngiltere ile Almanya arasında yaşanan çatışmalar neticesinde ABD’nin başat güç olma yolunu açmıştır. 20.yüzyıl ABD’nin uluslararası sisteme yön vermesiyle şekillenmiştir. 

Fakat ABD’nin 20. ve 21.yüzyıl dış politika tarihine baktığımızda, ABD’nin tarihi pek çok yanlış kararlar ve kararlar sonrası yapılan muhasebeler ile doludur. Başta Vietnam Savaşı’nda yapılan hataları ABD karar vericilerinin sonraki dönemlerde de, özellikle Irak’ın işgali sürecinde de yaptığı görülmektedir. 

Bu iki savaşta da ABD kendini tekrar keşfetmeye çalışmış ve benzer hataları yapmıştır. 
Ancak ABD karar vericilerinin yapmış olduğu bu hatalar 21. yüzyılda Washington’un uluslararası siyaset üzerindeki hegemonyasının çatırdamasına ve ABD’nin Doğu Avrupa ve Ortadoğu’da ciddi kırılmalar yaşamasına neden olmuştur. Bu süreçte her ne kadar ABD Batı kanadı gücünü dengede 
tutarak yeni stratejiler geliştirmiş olsa da, geliştirilen bu stratejiler ABD’nin günbegün güç kaybetmesinin önüne geçememiş, bilakis bu stratejiler ABD gemisinin derin çatlaklar almasına neden olmuştur. Hatta yapılan bu yanlış muhasebeler, gemisinde çatlaklıklar oluşan ABD’nin gelecek tartışmalarını başlatmış, daha önce ABD’ye stratejik olarak yol gösteren stratejistleri bugün artık ciddi hastalığa yakalanan ABD’ye reçeteler yazmaya başlamışlardır. ABD’nin yakalandığı güç erozyonu hastalığı Clinton döneminde başlamış, Clinton sonrası Bush ve Obama döneminde hız kazanmıştır. 

Trump döneminde ise en son safhasına ulaşmıştır. “Batı Cephesinde ABD’nin Varlık Mücadelesi; Evanjelizm–Siyonizm-BOP İttifakına Karşı SykesPicot Koalisyonu ve Diğer İttifaklar” başlıklı bu çalışmada öncelikle ABD’nin başat güç pozisyonuna giden süreç incelenerek analiz edilmekte, akabinde ise çalışmada ABD’nin bu süreç boyunca uyguladığı politikalarda ne kadar başarılı olduğu 
tartışılmaktadır. Ayrıca çalışmada, ABD’nin 20.yüzyıl sonu 21.yüzyıl başlarında hayata geçirmeye çalıştığı Ortadoğu inisiyatifi (BOP) projesi, yani Yenidünya düzeni politikası analiz edilmektedir. Bu çerçevede ise çalışmada şu soruların cevabı aranmaktadır; “ABD’nin hayata geçirmek isteği Ortadoğu inisiyatifi (BOP) projesi nedir? Ve ABD neden böyle bir projeye ihtiyaç duymuştur? ABD’nin bu 
projesinden kimler, neden rahatsız olmuşlardır? ABD’nin projesinden rahatsız olan veya proje karşı olan devletler nasıl bir karşıt politika uygulamaktadırlar?” Ayrıca çalışmanın en önemli kısmını oluşturan veya çalışmada cevabı aranan en önemli sorulardan biri de, “21. yüzyılda ABD’nin güç kaybedip etmediği ve gelecek kaygısı olup olmadığı sorusudur. Neticede çalışmanın sonuç bölümünde 
de ifade edildiği üzere ABD’nin dünya siyaseti üzerindeki gücünü kaybettiği ve bu güç kaybının ABD’ye ve uluslararası sisteme ciddi etkileri olduğu görülecektir. Ayrıca çalışmanın sonuç bölümünde yapılan tartışmalar neticesinde uluslararası sistemin yeni başat gücünü aradığı tablosu ortaya konulacaktır. 

Başat Güç Statüsünden Yalnızlığa Giden Süreçte ABD’nin Varlık Mücadelesi 

ABD bağımsızlığını ilan ettikten kısa bir süre sonra Monroe Doktrini ilan etmiş ve bu doktrinle birlikte hem kıtada hâkimiyeti sağlamanın ve hem de problemli Avrupalı devletlerin Amerika kıtasından uzaklaştırılması gerektiğini göstermiştir. Monroe Doktrini ile ABD uzun bir süre “Amerika Amerikalılarındır” mantığı ile hareket ederek yalnızlık  politikası izlemiştir. (Armaoğlu, 2010: 996)

Monroe doktrini ile ABD kıtada hâkimiyetini sağlarken, Avrupa kıtasında 1815’te sağlanan Avrupa uyumu bozulmuş ve Avrupalı devletlerarasında rekabet artmış ve bu devletler sömürge yarışına hız vermişlerdir. Özellikle Almanya’nın ulusal birliğini sağlamasıyla dönemin küresel gücü olan İngiltere ile ticari, ekonomik ve denizaşırı alanlarda rekabete girişmesi Avrupa’da dengeleri alt üst etmiştir. 
İngiltere ile Almanya arasındaki bu rekabet kıta Avrupa’sını kitlesel savaşlara sürüklemiştir. 

Almanya’nın İngiltere’ye meydan okuması 20. yüzyılda Avrupa topraklarında iki kitlesel savaşın yaşanmasına neden olmuştur. İki ülke arasında yaşanan bu çatışmalar 20. yüzyılda ABD’nin küresel başat güç olma yolunu açmıştır. 

Nasıl mı? Çok basit; 

ABD’nin bugünkü gücünün altında Avrupa’da yaşanan iç savaşlar yer almakta dır. 
Avrupa topraklarında yaşanan I. ve II. Dünya Savaşlarında ABD, Avrupalı devletlerin savaşlarda güç kaybetmesini beklemiş ve Avrupalı devletlerin güçten düşmesiyle birlikte hem savaşın uzamasını sağlamış, hem de Avrupalı devletlere yapmış olduğu yardımlar ile Avrupalı devletleri kendine bağımlı hale getirmiştir. Başka bir ifadeyle ABD 1823 Monroe Doktrini ile bir yandan Avrupalı devletleri Amerika kıtasından uzak tutmayı başarmış, diğer taraftan da Avrupa’da yaşanan çatışmaları fırsata dönüştürerek Avrupa’nın iç işlerine müdahil olmuş ve Avrupalı devleri kendine bağımlı hale getirmiştir. Nitekim bu fırsatçı politika ile ABD İngiltere’nin pek çok kolonilerini veya sömürgeleri üzerinde hâkimiyet kurmuştur. Yani İngiltere sömürgelerinin bir kısmını ABD’ye bırakmak zorunda kalmıştır. Çünkü her ne kadar İngiltere ve Fransa savaşın galibi tarafında yer alsalar da, savaş sonunda bu ülkeler tamamen güçten düşmüşler ve ayakları üzerinde ABD’nin yardımı ile zor durabilir hale gelmişlerdir (Nagler, 2017: 33). 
Aynı zamanda da ABD 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren dünya üzerinde egemenliğini ilan etmiştir. 

ABD’nin bu üstünlüğüne karşı II. Dünya Savaşı sonrası itibariyle Sovyet Rusya 
meydan okumaya başlamıştır. Sovyet Rusya’nın ABD’ye meydan okumasıyla uluslararası sitem ideolojik, askeri, siyasi ve ekonomik çerçevede Doğu Batı olarak iki kutuplu yapıya dönüşmüştür. 
Bu dönemde ikiye  bölünmüş uluslararası sistem küresel Sovyet - Amerikan rekabetine dayandırılmış, sanki bütün dünya Washington ve Moskova arasındaki ilişkilere endekslenmişti (Trenin,2001:283). 

Ayrıca iki devlet de nihai olarak medeniyet rollerini de belirlemiş oluyordu. Stratejik olarak ABD Batıyı ve Avrasya kıyılarını benimsemiş, Rusya ise kendi etrafında Avrasya’nın kıtasal mekânlarını birleştirmiştir (Dugin, 2004:51). 

ABD - Sovyet Rusya arasındaki bu mücadele 1990’lı yılların başına kadar devam etmiştir ve neredeyse iki devlet bloklar arasında yeni bir kitlesel savaşın vuku bulmasına neden olacaklardı. 
Fakat dünyanın iki süper gücünden biri olan Sovyet Birliği, 1985 yılından itibaren meydana gelen iç sorunların sonucunda güç kaybetmeye başlamıştır. 
Bu da, aynı zamanda Doğu Blokunun dağılmasına ve Sovyet Rusya’nın parçalanmasına neden olmuştur. Sovyet Rusya’nın dağılması ile birlikte jeopolitik denge göreceli olarak Atlantikçi Batı Bloku veya piyasa medeniyeti 
lehine değişmiştir. Başka bir ifade ile uluslararası denge göreceli olarak ABD lehine değişti ve ABD uluslararası sistemin tek güçlü devleti olarak durumunu korumuştur. Bu ise Batı dünyasına özellikle ABD’ye ekonomik siyasi ve askeri açıdan uluslararası sistemi yeniden şekillendirme fırsatı vermiştir. 
Yeni sistem ABD’ye bu fırsatı sunarken, ABD ise pek çok uzman ve stratejistin kendilerini uyarmasına rağmen, 1990-2000’li yıllar arasında Rus tehdidini görmezden gelerek uluslararası sistemi “Yenidünya Düzeni” adı altında yapılandırmaya çalışmıştır. Oysaki Rusya, Soğuk Savaş döneminde kaybettiği gücü geri kazanmak için 1990-2000’li yıllar arasında toparlanma sürecini başlatmıştı. 1990- 2000’li yıllarda hem ekonomik hem de siyasi, askeri ve 
teknolojik sorunları aşan Rusya, 2000’li yıllarda eski gücüne geri dönerek, ABD’nin şekillendirmeye çalıştığı Yeni Dünya Düzeni karşısında yer alarak ABD’ye meydan okumaya başlamıştır. 

Zaten ABD, Soğuk Savaş’ın bitmesiyle uluslararası sistemin küresel gücünü ve etkisini birden kucağında bulmuş ve bu gücün vermiş olduğu sarhoşlukla sanki yeryüzünde kendisinden başka bir devlet yokmuş gibi hareket ederek Avrasya, Kafkasya ve özellikle Ortadoğu’ya yönelik politikalarını şekillendirmeye çalışmış, diğer yandan da Küresel dünyayı tehdit eden yeni tehdit unsurlarıyla tek 
başına mücadele etmek istemiştir. Çünkü ABD’nin bu dönemdeki dış politika stratejisinde ikinci bir güçlü devlete rol biçilmemiştir. ABD açısından, ABD’nin yanında yer almak isteyen devletler veya örgütler ancak onun yanında kullanılabilecek maşa olabilirlerdi. Dolayısıyla ABD 21. yüzyıl dış 
politikasını bir yandan demokrasi, insan hakları, insani müdahale ve terörle mücadele çerçevesinde şekillendirirken, diğer taraftan da böl parçala yönet mantığı ile hareket ederek PKK, YPG, DEAŞ ve FÖTÖ gibi terör örgütlerini destekleyerek küresel uluslararası sistemi yeniden inşa etmeye çalışmıştır 
(Gazetevatan, 2017;Yeni Akit, 2017). ABD’nin 21. yüzyıl dış politikasının nihai hedefi “Genişletilmiş Ortadoğu İnisiyatifi” (Büyük Ortadoğu Projesi-BOP) projesini hayata geçirmektir. Başka bir ifadeyle ABD, temelleri 20.yüzyılın sonlarında atılan ve 43. Bush hükümeti tarafından 2004 yılında Büyük 
Ortadoğuadıyla duyurulan, en batıda Fas'ın Atlantik kıyılarından, en doğuda Pakistan'ın kuzeyindeki Karakurum yaylalarına, Kuzeyde Türkiye'nin Karadeniz kıyılarından Güney’ de Aden ve Yemen'e kadar uzanan bölgede, Müslüman ülkelere demokrasi ihracını ve bu ülkelerin pazarlarının Batı’ya özellikle ABD’ye açılmasını amaçlamıştır. Zira ABD bu proje ile Batı dışında yükselmeye başlayan Çin, Hindistan, Rusya, İran ve Türkiye gibi ülkelerin ikinci bir gücü 
oluşturmasının önüne geçerek kendi menfaatlerini korumayı ve enerji kaynaklarını kontrol altına almayı hesaplamaktadır (Açıkgöz, 2006: 81; Çakmak, 2006: 164–165). 

Fakat ABD bu yeni politikayı hayata geçirmeye çalışırken, bir yandan Soğuk Savaş psikolojisinden kurtulmuş Rusya’yı göz ardı etmiş, diğer taraftan da Rusya, İngiltere, Fransa, Almanya, İran ve Türkiye gibi ülkelerin etkisinin devam ettiği topraklarda ayrılık yanlısı terör gruplarını destekleyerek, bölgede veya coğrafyada isyanlar çıkartarak nüfus kurma stratejisini tercih etmiştir. Başka bir ifade ile 

ABD, 20.yüzyıl- Soğuk Savaş dönemi iş birliği politikasını terk ederek, özellikle Ortadoğu coğrafyasını yalnız başına şekillendirmek istemiştir. Ayrıca ABD “Yenidünya Düzeni” altında uluslararası sistemi, özellikle de Ortadoğu’yu yeniden şekillendirmeye çalışırken,hemAvrasya’da, Ortadoğu’da ve Orta Asya’da Rusya’yı çevreleyerek Rusya’nın bölgedeki nüfusunu kırıp, yalnızlaştırma politikasını uygulamaya koymuş, hem de bir zamanlar bölgede hâkimiyet sağlamış batılı- İngiltere, Fransa ve Türkiye gibi ülkeleri planına dâhil etmemiştir. Dolayısıyla ABD hem Rusya’yı, hem de bir zamanlar bölgede hâkimiyet sağlamış Osmanlı’nın mirasçısı Türkiye’yi ve bölgeyi 20. yüzyılda şekillendirme hevesi içerisinde olan Sykes-Picot ittifakını hesaba katmamıştır. 

Yukarıda ifade edilen devletlerin “Yeni Dünya Düzeni” planına dâhil edilmemesinin veya etkisiz hale getirilmeye çalışılmasının faturası ABD’ye pahalıya mal olmuş ve özellikle ABD’nin 2000’li yıllarda Ortadoğu’yu yeniden şekillendirme yönelik girişimleri gerek Rusya, gerekse diğer ittifaklar tarafından 
engellenmiş ve ABD’nin başarısız olmasına neden olmuştur. 11 Eylül terör saldırısıyla ABD Ortadoğu projesini hayata geçirmek için düğmeye basmış, saldırı sonrası ABD, Afganistan ve Irak topraklarının işgal etmiş ve işgaller sonrasında İslam dünyasını adeta ikiye bölünmüştür. ABD’nin 11 Eylül terörü sonrasında İslam dünyasını hedef seçmesi ve İslam ülkelerini terörist olarak göstermesi, akabinde de George Bush’un haçlı seferi (Erler, 2017: 8) tanımlamasında bulunması, İslam dünyasında ABD’ye karşı öfkeli seslerin yükselmesine neden olmuştur. İslam dünyasının bu öfkesi ABD’nin Ortadoğu ve Afrika bölgesinde veya coğrafyasında yandaş ve güç kaybetmesine neden olmuştur. Birde 11 Eylül sonrası ABD’nin Afganistan ve Irak operasyonlarının gerekçesi olan nükleer silah gerekçesinin asılsız olduğunun belgelerle deşifre edilmesi, ABD’nin asıl amacının ortaya çıkarmıştır. Özellikle ABD’nin 2003 Irak operasyonun asıl hedefinin Büyük Ortadoğu Projesi’nin gerçekleştirmek olduğunun deşifre 
edilmesi sonucu bölge ülkelerinin tepkisi daha da artmış ve bu durum bugün bölgede ABD’nin birkaç ülke haricinde dostunun kalamamasına neden olmuştur. Aynı zamanda bu gelişme ABD’nin bölgedeki ve uluslararası sistemde gücünün zayıfladığı anlamına gelmektedir. 

Evanjelizm–Siyonizm-BOP İttifakına Karşı Yeni Sykes Picot İttifakı veya Yeni İpek Yolu Projesi mi? 

2000’li yıllarda ABD’nin tek başına dünyanın jandarmalığına soyunması, “Yenidünya Düzenini” tek kutuplu olarak algılaması ve 21.yüzyılın tek süper gücü gibi davranması Rusya’nın tepkisini çekmesine neden olmuştur. Ayrıca ABD’nin 11 Eylül sonrası NATO’nun sınırlarını Rusya’nın yakın sınırlarına doğru genişletme çabası ve Rusya coğrafyasında gerçekleşen renkli devrimlerin arkasında ABD’nin olması, Rusya’yı hayli endişelendirmiştir. Bu gelişmeler karşısında Rusya, özellikle Putin’in iktidara gelmesiyle uluslararası arenaya geri dönmüş ve ABD’ye meydan okumaya başlamıştır. 

ABD’nin 2003 Irak operasyonu sonrası Rusya 2008 yılında Gürcistan, 2014’te Ukrayna, 2015’te Suriye’de ABD’ye karşı tepkisini ve kararlılığını ortaya koymuş ve iki tarafta Baltık’ta, Doğu Avrupa’da, Balkanlar’da Karadeniz’de Libya’da, Irak’ta ve Suriye’de karşı karşıya gelmişlerdir(Yeni Akit, 2016). Hatta uluslararası kamuoyu bu iki ülkenin bahsedilen bölgelerde sert restleşmelerine tanık olmuş ve bu restleşmeleri Rusya’nın ABD’ye meydan okuması olarak değerlendirmiştir. Rusya’nın ABD’ye meydan okuması ABD’yi endişelendirmiştir. Fakat ABD’nin tepkisi Rusya’ya göstermelik ekonomik ambargo uygulama kararından ileri gidememiştir. Dolayısıyla ABD Rusya’nın 2008’te Gürcistan, 2014’te Ukrayna ve 2015’te Suriye’deki faaliyetlerini sessizce izlemiştir. Bunun en açık göstergesi Rusya, Türkiye ve İran’ın Suriye soruna çözüm ararken Astana ve Soçi görüşmelerine ABD’yi dâhil etmemeleridir (Bernath, 2018). Büyük umutlarla ABD başkanlığına oturtturulan Trump yönetimi dahi uluslararası gelişmelere veya sorunlara çözüm üretememesi ABD’nin gücünü kaybettiği 
ve var olma çabası içerisinde olduğunun göstergesidir. 

ABD’nin yalnızlaştığının bir göstergesi de Batılı pek çok devletin, özellikle de İngiltere ve Fransa’nın günümüz ABD politikalarını desteklememesidir. Geçmiş tarihten de hatırlanacağı üzere Fransa zaten ABD’nin Avrupa’nın iç işlerine karışmasını istememekteydi. Hatta Soğuk Savaş döneminde dahi Fransa NATO’nun Avrupalı devletlerin güvenlik politikalarına müdahil olmasına karşı olmuş, Avrupalı devletlerin kendi güvenlik sistemini kurmasını istemişti. Ve hatta Fransa İngiltere’nin ABD ve NATO yanlısı dış politika uyguladığı gerekçesiyle uzun bir süre İngiltere’nin AET’ye katılmasını veto etmişti. Bugün de Fransa’nın Soğuk Savaş dönemindeki dış politika anlayışı devam etmektedir. 

Üstelik ABD’deki ciddi araştırma kuruluşlarından PEW’in Ağustos 2017 raporuna göre Fransız halkının yüzde 36’sı Trumplı ABD’yi bir tehdit olarak algılamaktadır (PEW, 2018). Fransız halkının ABD’yi bir tehdit olarak algılaması Fransa’nın dış politikasına yansımaktadır. Macronlu Fransa’nın son zamanlarda ABD’nin özellikle İran, K. Irak ve Kudüs gibi önemli Ortadoğu politikalarında ABD’yi desteklemediği görülmektedir.Bugün Macron liderliğindeki Fransa küreselleşmeye vurgu yaparak liberal bir yaklaşımla çok taraflı bölgesel denge politikası izlemektedir. Başka bir ifade ile Fransa’nın Ortadoğu stratejisi, ABD’den farklı olarak liberal politika eşliğinde, çok taraflı, bölgesel denge anlayışına dayalı, savaştan önce diplomasiye önem veren ve teröre karşı iş birliğine dayanan mücadele anlayışına dayanmaktadır(Tamer, 2017). Dolaysıyla Fransa bölgede 20. yüzyılda olduğu gibi aktif bir siyaset izlemek istemektedir. Fransa’nın bu stratejisi ABD ile uyuşmadığı gibi, akıllara ABD’nin BOP’na karşı, “Fransa’nın yeni bir SykesPicot mu doğuruyor? “ sorusunu akıllara getirmekte dir. Fransa’nın bölgeye yönelik stratejisine bakıldığında, Fransa’nın stratejisinin, Ortadoğu bölgesinde yeni bir ittifak ilişkileri kurmak ve bölgede ABD’nin nüfusunu kırmak adına önemli bir araç olduğu ifade edilebilir. Fransa’nın yeni Ortadoğu açılımı ABD’yi “Yenidünya Düzeni projesinin ”hayata geçirilmesi hususunda hem yalnızlaştırmış, ABD’ hem de uluslararası alanda güç 
kaybetmesine neden olmuştur. Ayrıca Fransa gibi Batılı devletlerin ABD’nin yanında yer almaması ABD’nin yalnızlaşıp güç kaybetmesine neden olduğu gibi, aynı zamanda da ABD’nin terör örgütlerine yönelmesine neden olmuştur. ABD’nin terör örgütlerine yönelmesi ise Washington’un uluslararası arenada itibarsızlaşmasına neden olmaktadır. 

Fransa’dan sonra ABD’den uzaklaşan ve ABD’yi bir tehdit olarak gören diğer bir Batılı ülke İngiltere’dir. Aslında İngiltere aşağı yukarı yüzyıldır uluslararası politikada ABD ile aynı safta yer alıyordu. Her ne kadar İngiltere I. ve II. Dünya Savaşlarında küresel politikadaki belirleyici rolünü ABD’ye bırakmış olsa da, İngiltere Obama dönemine kadar arka planda ABD’nin kas gücünü  oluşturuyor du. Hatta II. Dünya Savaşı sonrası dünyaya yayılan liberal serbest ticaret sistemi Anglosakson modeliydi ve küresel ticaret, ekonomi, diplomasi ve diğer sistemler bu model üzerine inşa edilmişti. ABD ile İngiltere arasındaki bu yakın ilişki Obama dönemi ile bozulmaya başlamıştır. Obama döneminde ABD’nin NATO’nun sınırlarını Rusya’ya dayandırması ve Ortadoğu’da yaptığı hataların bedelini Avrupalı ülkelere ödetmesi İngiltere’yi telaşlandırmıştır. Birde Obama döneminde ABD’nin Almanya ile sıkı ilişkiler kurması, Angelo-Amerikan modelli küresel düzeni kendine prensip edinen İngiltere’yi daha çok endişelendirmiştir (Şebnem, 2017). 

Bu endişeler İngiltere’yi AB’den çıkma kararına sevk etmiş ve İngiltere’nin AB ve ABD’ye mesafe koymasına neden olmuştur. Ayrıca İngiltere’nin Japonya ve Çin üzerinden ABD ile rekabete girişmiş olması taraflar arasında gerilimin artmasına neden olmuştur. Çünkü 1966 yılında kurulmuş olan Asya Kalkınma Bankasını ABD’nin Japonya ile kontrol altına alarak Asya-Pasifik’i İngilteresiz etki altına almaya çalışması İngiltere’nin tepkisine neden olmuştur. Dolayısıyla İngiltere ABD’nin bu hamlesini Angelo-Amerikan modelini terk etmesi olarak okunmuş ve İngiltere ABD’nin bu hamlesine karşı olarak 2013 yılında kurulan Asya Alt Yapı Yatırım Bankası’nın (AIIB) kurucu üyesi olarak ABD’nin oyununu bozmak istemiştir. 

İngiltere’nin ABD’ye karşı uyguladığı bu karşıt politika İngiltere-ABD ilişkileri tarihinde de bir ilkin yaşanmasına neden olmuştur. Başka bir ifadeyle iki ülke ilk defa bir birbirlerine karşı dış politikada ayrı saflarda yer alıyorlardı (Diller, 2017; Gökçe, 2018). Bunun nedeni olarak ABD’nin Yenidünya Düzeni veya Ortadoğu İnisiyatifi projesi kapsamında İngiltere’ye rol biçmemesi ve İngiltere’yi sistem 
dışında bırakma çabalarıdır diyebiliriz. 

ABD ile İngiltere arasındaki bu yeni dış politika anlayışı akıllara, ABD’nin BOP’ne karşı İngiltere yeni “SykesPicot ittifakını mı?” veya Çin ile ilişkileri geliştirerek yeni “İpek Yolu projesini mi?” hayata geçirmeye çalışıyor sorusunu getirmekte dir. Bu girişimlerle ilgili ilk adımı İngiltere Brexit ile birlikte atmıştır. Çünkü İngilizlere göre AB üyesi pek çok devlet, kendi içeresinde ırkçı politikalarla 
uğraşırken, ABD’nin hayata geçirmeye çalıştığı Yenidünya Düzeni Proje ’sini kavrayamamış ve AB içerisinde ABD’ye karşı tek sesli bir dış politika uygulanamamıştır. Oysaki daha düne kadar ABD’nin küresel dünyadaki rakibi AB idi ve ABD’ye göre AB’nin tasfiye edilmesi gerekmekteydi. Lakin 
İngiltere’nin AB’den ayrılmasıyla ABD bu düşüncesinden vazgeçmiş, Trump yönetimindeki ABD, Obama yönetiminden farklı olarak, kendine bağımlı bir birlik kararını almıştır. Fakat İngiltere ve Fransa haricindeki AB üyeleri ABD’nin bu politikasını görememiştir. 

ABD’nin hayata geçirmek istediği projenin kendileri için ne anlama geldiğini iyi okuyan İngiltere, Birlik içerisinde kalmanın bir anlamının kalmadığı, AB’de kalmanın faturasının çıkmaktan daha fazla olacağı düşüncesiyle hareket etmiş ve Birlikten ayrılma kararı almıştır (Superhaber,2018; Diller, 2017). Bu karar ile İngiltere ABD’nin hayata geçirmek istediği stratejisini de engellemek istemiştir. Ayrıca İngiltere ABD’nin bu politikasına karşı SykesPicot ittifakına Türkiye’yi ’de dâhil ederek tarihi İpek Yolu Projesi’nin yeni açılımını yapmıştır. 


2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder