30 Ağustos 2018 Perşembe

Amerikan Derin Devleti, Trump ve Siyonist Plan


Amerikan Derin Devleti, Trump ve Siyonist Plan 


Prof.Dr.Sait Yılmaz 
16 Mayıs 2018 




 














Bir Amerikalıya ülkelerinde „derin devlet. diye var mı diye soracak olsanız, derin devletin Üçüncü Dünya Ülkelerine ait olduğunu, kendi ülkelerinde kesinlikle olmadığını söyleyecektir. Hâlbuki ABD.deki derin devleti açıklamak için kullanılacak doğru terim “derin devlet ve onun da arkasındaki derin devlet” olmalıdır. Derin devletin ana parçaları atanmış ya da daimi bürokratik tabaka ve 17 istihbarat teşkilatından oluşan istihbarat toplumudur. 
Bunlarla daha derin arasında büyük iş dünyası ve Wall Street vardır1. 
Daha derin devleti CFR, Üçlü Komisyon ve Bildelberg temsil eder. Bununla beraber, derin devletin deliği daha da derinlere uzanır. Bu deliğin arkasında daha gizli olan „Skull and Bones. ve „Bohemian Grovegibi örgütler vardır. Kamu ve özel kuruluşlar arasında melez bir yapı derin devlet olarak ülkeyi ve dünyayı yönetmeye çalışır. Wall Street ve Washington D.C..deki beyinler derin devletin en önemli düğüm noktalarıdır. Bütün bu kuruluş ya da Örgütlerin Anahtarı Paradır. 

Para ve hırs ilişkileri iki düğüm noktasını birbirine bağlar. Wall Street.in nakit para desteği derin makineyi yağlar ve ön tarafta aldatıcı bir kukla tiyatrosu oynanır. Eğer siyasiler çizgileri aşar ve statükoyu bozmaya kalkarsa, kiralanmış eller onlara kaybedeceklerini hatırlatmak için hazırda bekliyordur. 

 David Rockefeller, ölene kadar ABD.deki „derin devletin arkasındaki derin devlete yön veren ve merkez bankaları ile siyasi kuruluşları yöneterek kendi gündemini uygulayan ve gücünü geliştiren sistemin başı idi. Küresel olarak derin devletin diğer ana aktörü olan Avrupa merkezli Rothschildin bankacılık hanedanı, 200 yıldır savaşlara ve savaşların sonuçlarına karar veriyor. Arka plandaki derin devletin amacı finansal kapitalizm yolu ile elit bir tabakanın yöneteceği bir (yeni) dünya düzeni diğer adı ile “tek dünya hükümeti” kurmaktır2. 
Bu sistem, kişilerin gizli anlaşmalarına uygun olarak dünya merkez bankalarının uyumlu çalışması ile feodal bir düzende yönetilecektir. 7.5 milyar olan dünya nüfusu nükleer silahların kullanıldığı Üçüncü Dünya Savaşı ile 2 milyara düşürülecektir. Ancak, Rockefeller ve Rothschild arasında uzun zamandır süren çekişme 2012 yılında çatışmaya dönüştü. Küresel hedef değişmese de planlar konusunda anlaşmazlık çıktı. Bunlar olurken derin devlet iki kutba ayrıldı ve ABD.deki derin devletin Rothschild tarafı yeni başkan Trump.ı öne sürdü. Ruslarla kirli işleri olan Trump.ı yönlendirme işinde Siyonist küreselciler ve emekli şahin generaller öne çıktı. Orta Doğu.da neler olduğunu anlamak için önce ABD.de olup-bitenleri analiz etmek zorundayız. 

 Donald Trump, kimin adamı? 

 Trump, 2016 yılındaki ABD başkanlık seçimlerinde ekonomik ve sosyal durumu iyi olmayan özellikle eğitimsiz çalışan sınıfın oylarını aldı. ABD.de artan gelir eşitsizliği Trump.ın popülizmi için uygun bir ortam sağlamıştı. Kendini beğenmiş ve otoriter bir kişiliğe sahip Donald Trump.ın sıkı prensipleri yok, ego merkezli ve her olaydan kişisel olarak yararlanmaya çalışır. Eğer birisi ona zevk, prestij veya para verirse o da ona istediği herhangi bir şeyi verebilir. Ondan önce hiçbir ABD başkanı başkalarını açıkça aşağılamadı, devlet politikalarını twitter üzerinden açıklamadı. Bu yüzden “bebe-başkan” lakabı ile anılıyor ve normal biri olarak görülmüyor. Otelleri, gazinoları ve diğer gayrimenkulleri ile emlak oligarkı olan Trump, Beyaz Saray.a otoriter ve plutokratik yönetim ve acımasız bir ahlak anlayışı getirdi. Beyaz Saray.da cahil beyaz çiftçilerin temsilcisi oldu3. Hâlbuki Wall Street.in başkanlık adayı gündemlerini kesintiye uğramadan sürdürecek olan Hillary Clinton idi. Clinton Ailesi.nin Rothchild ailesi ile eskiye dayanan yakınlığı var. Ancak, herkes Hillary Clinton.ın kazanacağını düşünürken son anda ortaya saçılan iddialar, seçim sürecinin Trumpın lehinde işlemesine neden oldu. 

 Trump iktidarı Wall Street tarafından değil ama petrol, gaz ve kömür endüstrileri tarafından satın alınmıştı. Dış İşleri Bakanı Rex Tillerson, Exxon Mobil.in eski başkanı ve CEO.su idi. Enerji, savunma ve beyaz milliyetçi alternatif sağın medyası Trump kanadını oluştururken; finans, istihbarat ve teknoloji satan „büyük para. karşı tarafta kaldı. Özetle, Trump derin devlet ile mücadele etmiyor, Amerikan derin devleti içindeki yapısal çekişmenin 
bir ürünüdür. Aralık 2016 da Trump a ABD derin devletinden Henry Kissinger takviye oldu. 

Rockefellerin adamının nasıl takviye olduğunu başka bir makaleye bırakalım. Kissinger ile birlikte Trumpın Çin ve Rusya dış politikası şekillenmeye başladı. Trump.ın Yahudi damadı Jared Kushner Ortadoğu konusunda baş danışmanı. Kushner, ABD.nin İsrail büyükelçisi David Friedman ve Jason Greenblatt ile birlikte Ortadoğu politikalarına İsrail ayarı veriyorlar. 
Trump, önceki yönetimlerin “terörle savaş” vizyonunu İran.ı hedef almakla değiştirerek Orta Doğu.da dengeleri yeniden kurguluyor. Şimdi İran savaşının sahnesi geliştiriliyor. Siyonist Plan, İslam ülkelerinin bir araya gelmesinin önlenmesini, Ortadoğu.nun daha küçük devletlere bölünmesini ve İsrail.in bölgesel bir emperyal güç haline gelmesini öngörüyor. Yeni politika temelde Körfez ülkeleri kadar İran petrolünü de hedefliyor olsa da Büyük İsrail ve 
Armageddon (Kıyamet Savaşı) için en doğru zamanın geldiği düşünülüyor. 

 Rockefeller ve Rothschild’in yolu neden ayrıldı? 

30 Mayıs 2012.de Rosthchild.in yatırım şirketi (Rothschild Investment Trust "Capital Partners”) Rockefeller.in finansal hizmetler şirketinin büyük hissesini satın aldı. Bu medyada küresel krizde iki büyük arasındaki savaşın yeni bir dönemeci olarak kabul edildi. Peki, iki kesim arasındaki gerçek sorun neydi? Rothschild.in ana yatırımı hep “altın” olmuştu. 

Dünyada ne olursa olsun Rothschild.in altını hiç bitmeyecekti. Bu dikkatten kaçan ve gürültüsüz bir servet birikimi idi. Rockefeller.in tek dünya hükümetine giden yoldaki savaş planlarında Orta Doğu.nun parçalanması sürecine girilmiş ancak, plan istenildiği gibi yürümemişti. Sırada İran olacaktı ama Obama, buna hazır olmadıkları için İran ile nükleer anlaşma yaparak zaman kazanmak istemişti. Ama asıl sorun gene de bu değildi çünkü ana plan, İran ile birlikte Rusya.yı parçalamayı da öngörüyordu. ABD.deki hâkim elitin planına 
göre; önce Beyaz Rusya ve Kazakistan koparılacak, Katar-Türkmenistan doğal gaz hattının inşası ile Moskova.nın Avrupa üzerindeki etkisi asgariye inecekti. Rusya.da ekonomik krize yol açılacak, çoklu terörist saldırılar (Kafkas Emirliği üzerinden) yapılacaktı. Sonunda Rusya sokaklarını dolduracak protestocular, ülkeyi 1990.lardaki ortama geri getireceklerdi. 

Rosthchild Rusya bölümüne takılmış ve nükleer savaş istemiyordu. Rosthchild.e karşı küreselci gruptan önce organize olmamış bir tepki başladı; ailesini korkutmaya çalıştılar, helikopterini düşürdüler, çocuklarını kaçırdılar. Rosthchild düşman haline gelirken, o da Trump.ın önünü açtı. Trump.ın yanına emekli generaller ile ittifak halindeki Siyonist-küreselciler geldi. Trump, Bannon.un ekonomik milliyetçi stratejisini Obama.nın çoklu savaş askeri yaklaşımı ile değiştirdi ve artık ABD gücünü emekli general elit yönetiyor. Dünyada ki 
gerçek mücadele ne sağ-sol ne de jeopolitik kapsamlı devlet savaşlarıdır; asıl savaş ile Derin Devlet ile Ulus Devletler arasında diğer adı ile Fransız sağcı Marine Le pen.in ifade ettiği gibi küreselciler ve milliyetçilik arasındadır4. Yani Rothschild tarafı da tek dünya hükümetine ulus-devletleri yok ederek ulaşacak hatta Çin ile Üçüncü Dünya Savaşına girecektir. 

   Şimdi gelelim Rothschild.in Trump Planına 5; ABD Federal Rezerv Sistemi „ Dolar Yerine „ Altın esasına dönecektir. ABD, Rothschildten uzun dönemli altın borcu alacak ve Wall Street, borsalar ve ticari bankalar büyük ölçüde çökecektir. Özetle küresel dizginler en büyük altın rezervine sahip olan Rothschild.in eline geçecektir. 

Sonuç.. 

 Küresel derin devletin merkezi İkinci Dünya Savaşı sonunda Londra.dan 
Washington.a taşınmıştı ve o zamandan beri Amerikan ve İngiliz askerlerini kullanarak kendi planlarını uyguluyorlardı. Ancak, iki ana aktörün yolları Rusya konusunda ayrılınca derin devlet kendi içinde ayrıştı. Rothschild tarafına göre Rusya ile barış mümkündür ve nükleer savaştan kaçınılabilir. Ancak, Trump.ın arkasında küreselciler bu sefer İran senaryosunu öne çekmek istediler. Gelinen aşama Rockefeller tarafının ve onun ölümü ile yerini alan ve başını şimdilik Tony Blairin çektiği Batılı yönetici elitin yenilgisi değildir. Sadece geri çekiliyorlar 
ve yerlerini değiştiriyorlar. Irak ve Türkiye, Avrupa.dan parayı kontrol eden Rothschild ailesinin payına düşmüştü. Amerikan atına binen Rockefeller ailesi ise CIA ve benzeri istihbarat ve askeri kurumları üzerindeki etkisi ile Türkiye içindeki oyunların arkasındaki baş aktör oldu. 

Buraya kadar Alattıklarımız içinde Bahsetmediğimiz çok önemli bir konu var; 

Rusyanın Rothschild, Trump ve İsrail ile derin ilişkileri. Rothschildin Rusya sevgisi (!) ve Rusyanın İsrail Sessizliği. 

Onları da başka bir makaleye bırakalım. 


DİPNOTLAR;

1 Alex Newman, Deep State: Follow the Rothschild, Soros, and Rockefeller Money, The New American, (Jan 08, 2018). 
2 Caroll Quigley, The Anglo-American Establishment, G S G & Associates Pub, (1981), 104. 
3 Steven Levitsky and Daniel Ziblatt, How Democracies Die, Crown Publisher, (2018), 87. 
4 Jc Wilcox, Globalists Caused the Chaos, not President Trump, The Nation, (September 29, 2017). 
5 Christina Gerhardt, Rothschilds vs Rockefellers = Trump vs Clinton, Ron Paul Forums, (Oct 12, 2016). 


***

29 Ağustos 2018 Çarşamba

Türkiye Toplumu: Bir Soru İşareti



Türkiye Toplumu: Bir Soru İşareti 

http://www.birikimdergisi.com/guncel-yazilar/7306/turkiye-toplumu-bir-soru-isareti#.VkjHyXYrL4Y 

Ömer Turan 
09 Kasım 2015 


http://www.birikimdergisi.com/images/UserFiles/images/Spot/istikrar.jpg

1 Kasım 2015 Seçimleri AKP’nin geçerli oy kullanan her iki seçmenden birinin oyunu alması ile sonuçlandı. Bu sonucu nasıl yorumlamalı? Bu soru üzerine düşünürken masaya üç fotoğraf koymak gerekiyor. Bu fotoğrafların üçü de seçimden hemen önceki dönem hakkında. 

Birinci fotoğraf 10 Ekim Ankara Katliamı’nın faillerinin kim olduğuna dair beliren ayrıma ilişkin. Katliam yapılalı üç hafta oldu ve biz hâlâ hükümetten IŞİD’i tek fail olarak gösteren bir açıklama duymadık. AKP cenahı ilk andan itibaren fail olarak PKK’yı işaret etme konusunda genel bir strateji benimsedi. AKP yanlısı medya bu yönde manşetler attı. Davutoğlu ve ekibi 100’den fazla insanın 
öldürüldüğü katliam gününden itibaren fail olarak tek odağı işaret etmeme konusunda gayet titiz davrandılar. Bu çerçevede, Davutoğlu “kokteyl terör” kavramını ortaya attı. Fakat katliamın hemen sonrasından itibaren AKP’den bağımsız ve AKP’ye muhalif medyada yer alan yorumlarda IŞİD’in 
baş şüpheli olduğu vurgulanmaktaydı. Dahası, yine ilk günlerden itibaren, 

Ankara Katliamı’nı gerçekleştirmesi olası IŞİD mensuplarının adları, sanları, yaşadıkları şehirler, ailelerinin açıklamaları gibi detaylar gazetelerde etraflıca yazıldı. Kimi gazeteciler Suruç ile Ankara’nın bağlantılı olabileceğini ilk günden itibaren ifade ettiler. Buna karşın, parti sözcüleriyle, kanaat önderleriyle AKP cenahı, henüz cenazeler kaldırılmamışken, esas sorun olarak Demirtaş’ın 
açıklamalarını gördüler; devletin katliamdaki payının vurgulanıyor olmasını eleştirdiler. 

Öyle ki, 2 Kasım sabahı bile AKP yanlısı bir siyaset yorumcusu canlı yayında “DAİŞ – PKK işbirliğinin ortaya çıktığı”ndan söz ediyordu. Hem de 28 Ekim’de Ankara Savcılığı’ndan yapılan yazılı açıklamada, saldırının tek bir örgüt tarafından ve Suriye’deki IŞİD’lilerden gelen talimatla yapıldığı belirtildiği 
halde. Dahası aynı savcılık açıklamasında, aynı örgütün “Mersin ve Adana'daki HDP saldırılarını, Diyarbakır'daki HDP mitingindeki bombalama eylemini ve Suruç'taki bombalama eylemini gerçekleştirdiğine dair kuvvetli deliller bulunduğu” da vurgulanmaktaydı. Ayrım o kadar güçlü ki, savcılığın açıklaması sonrasında dahi AKP katliamın failine ilişkin söylemini revize etmedi. Tersine 
IŞİD’e karşı mücadele eden PYD’yi düşmanlaştırma stratejisine devam etti. 

İkinci fotoğraf 28 Ekim gününden. Kanaltürk televizyonuna ve Bugün gazetesine kayyum atandığı gün. Binanın önünde destek için orada bulunan MHP İstanbul il başkanı ve korumaları polis tarafından tartaklanıyorlar. Aynı anda binanın içindeki CHP’li hukukçu milletvekilleri kayyum ataması sırasında yapılan esasa dair hatalarla usul hatalarını anlatma gayretindeler. Sonraki saatlerde de Demirtaş, Mithat Sancar ve Garo Paylan’dan oluşan bir HDP heyeti destek 
için Kanaltürk binasına geliyorlar. AKP’nin “paralel yapı”ya açtığı savaşta İpek Holding şirketlerine kayyum atanması yeni bir perde. Bu yeni perdede MHP’den HDP’ye farklı görüşten insanlar ciddi bir hukuksuzluk gördüler. Ertesi günkü “Basın Özgürlüğüne Demir Makas” manşetinde Hürriyet de bu hukuksuzluğu vurguladı. Ama benimsedikleri savaş mantığı, çoğu AKP kanaat önderini troller 
gibi düşünmeye yönlendirmiş durumda. Çünkü AKP cenahı, CHP-HDP-
MHP’nin Kanaltürk ve Bugün ile dayanışma göstermesini “paralel yapının gücü”yle açıklıyor ve buradan savaşın sert tedbirlerle sürdürülmesine ilişkin bir sonuç çıkarıyor. Diyalogsuz, karşı tarafı duymaya tamamen kapalı bir ayrım manzarası. AKP cenahının kimi köşe yazarları, kendi medya kurumlarının farklı kesimlerden demeç almasını bile ihanet sayma eğiliminde. 

Üçüncü fotoğraf 16 Ekim’den. Uğur Dündar’ın Halk TV için yaptığı “Halk Arenası” programı İzmir’den canlı yayında. Konuklar Yaşar Nuri Öztürk, Müjdat Gezen ve Levent Üzümcü. İlahiyatçı ve CHP eski milletvekili Öztürk, programda argümanlarını cinsiyetçi argoyla destekliyor. Ağzından çıkan ifade “a... koyarız.” Müjdat Gezen’dan kahkahalar geliyor, salondan alkışlar. İlk iki fotoğraf 
kadar tesir sahası geniş bir fotoğraf değil bu muhtemelen. Arkasında kurumsal bir güç de yok. Ama temsil ettiği ayrım, kendi habitusuna izole olma ve başka kesimlerle diyalogsuzluk hali diğer iki fotoğrafla kıyaslanabilir. 

Bu üç fotoğrafa başkalarını da eklemek mümkün. Örneğin, yine 28 Ekim’de çekilmiş bir fotoğraf: Davutoğlu ile Abdurrahim Boynukalın yan yana. Gençlik Kolları’nın etkinliğinde el sallıyorlar. 
Boynukalın’ın Eylülün başında ülkenin merkez medyasının önemli gazetesi Hürriyet’e karşı kolektif bir şiddet eyleminin başında olmuş bir milletvekili olması muhtemelen parti içinde tatlıya bağlanmış. 

Bir diğer fotoğraf 26 Ekim’den: 8 Eylül’de HDP Genel Merkezi’ni yakanlar aleyhine açılan davadaki tek tutuklu sanık Doğan Haydar Ciritcioğlu tahliye ediliyor. Bir diğer fotoğraf yine 28 Ekim’i 29 Ekim’e bağlayan geceden: Trabzon’da kulüp başkanı hakemleri rehin almış durumda. Araya giren 
polis, vali, AKP genel başkan yardımcısı meseleyi çözemiyorlar. Sabah saat 3’te Tayyip Erdoğan telefon edince mesele çözülüyor. Ceza kanunu madde 109’a göre söz konusu olan nitelikli özgürlüğü tahdit suçu. Fakat bu olayın ülke gündeminde ne kadar yer bulabildiği bile şüpheli. Bir fotoğraf daha: Davutoğlu Suruç katliamı saldırganının adalete teslim edildiğinden bahsediyor. AKP 
cenahı için muteber bir açıklama. Ve aynı anda Davutoğlu’nun açıklaması çoğu insanda haklı bir infial yaratıyor. AKP’nin muteber açıklaması, başkaları için ciddiyetten uzak olmak, öldürülenlere saygısızlık ve eksik soruşturmanın ilanı. 

Bütün bu fotoğraflar bize ne söylemekte? Çıkartılabilecek yorumlardan biri, Birikimsayfalarında uzun süredir tartışılmakta olan Türkiye toplumunun çözüldüğü tespiti. Eğer toplum olma halini izolasyonun tersi olarak düşüneceksek, eğer toplum olma hali farklılıkların birbirlerini duyabildikleri, 
birbirleriyle asgari diyalog/hukuk/ortak zemin içinde olabildikleri bir hal ise, Türkiye toplumunda bu hal çözülmekte. Evet, 2 Kasım sabahında belediye otobüslerinin çalışmadığı, banka ATM’lerinin müşterilerine para vermediği, bakkalların fırınlardan ekmek tedarik edemedikleri bir şehir yok Türkiye’de. İşleyen bir toplum görüntüsü var. Başka deyişle, eğer toplumu insanlar arası düzenli ve karşılıklı iktisadi/ticari ilişkiler olarak tanımlarsak, bir toplumsal iflas görüntüsü olmadığı ortada. Fakat toplum diye adlandırdığımız bütünsellik iktisadi/ticari ilişkilere indirgenemeyeceğine göre, bu bütüncül tanım uyarınca Türkiye toplumunun çözüldüğünü söyleyebiliriz. 1 Kasım seçim sonuçları, 
hem bu çözülmenin sonucudur, hem de bu çözülmeyi hızlandırma etkisine sahip olacaktır. 

Birikim Arşivinde bu tespitin izini sürdüğümüzde, Sivas Katliamı sonrası “Türkiye Çözülürken” dosyasını hatırlamak gerekiyor. O dosya kapsamında Ömer Laçiner şu tespiti yapıyordu: 

“(...) Türkiye toplumu, ister dinî-etnik toplulukların birlikteliği boyutunda, ister farklı yaşayış biçimlerinin biraradalığıyla oluşan kültürel kimlik bazında, ister toplumla kamu/devlet ilişkisinin en genel kural ve kurumları düzeyinde tanımlanan bir ‘toplum düzeni’ olarak ele alınsın; görülecektir ki bunların tümünde, Türkiye toplumu tam bir belirsizlik içine düşmüştür.” 

22 yıl sonra, bu kez Ankara Katliamı’ndan sonra kaleme aldığı yazısında Laçiner, mağdurlara, hükümete güvenlik tedbirlerine ilişkin soru yöneltme hakkını veren, “aynı toplumun bileşenleri olmaktan gelen meşruiyet bağı”nın, AKP cenahının zihninde çoktan kopmuş olduğunu vurguluyordu. BirGün’deki yazısında Necmi Erdoğan da hiçbir toplumun mutlak şekilde “tek bir kültürel iklimde” yaşamadığını belirtiyor; buna karşın, mücadele edilirken üzerinde en azından 
kısmen ortaklaşılan üst kodların toplumda yarattığı bağları vurguluyordu. Erdoğan’a göre bu bağlar farklı toplumsal kesimlerin son kertede ortak bir “ince ahlâkı” paylaşmaları demektir. Erdoğan’ın ifadesiyle, “Türkiye toplumunun” siyasal, kamusal ve gündelik hayatını lafzın ötesinde gerçekten düzenleyen bir “ince ahlak” olmadığı ölçüde Türkiye bir toplum mu sorusu olumsuz bir yanıtı 
gerektiriyor. 

Geldiğimiz noktada, Türkiye toplumunun çözülmesine ilişkin üç tespit mümkün. Birinci olarak ciddi anlamda parçalanmış (fragmante) bir kamusal alan söz konusu. Evet, konuya ilişkin akademik literatür hemen hiçbir toplumda kamusal alanın, sanılanın aksine tekil olmadığını, hemen her durumda parçalı ve çoğul olduğunu, karşı kamusallıkların sınıf ve toplumsal cinsiyet hatları ekseninde oluştuklarını anlatıyor bize. Fakat şu an Türkiye’de farklı kamusallıklar arasındaki mesafenin fazlalığı, normal zamanlardaki çoğulluktan farklı olarak çözülmeye işaret ediyor. Artık farklılıkları aynı anda barındırabilen, yansıtabilen kamusal alanların somut olarak azaldığı bir ortamdayız. Parçalı ve temassız farklı kamusallıklar değil, aralarında husumete dayalı bir ilişki olan kamusallıklar var karşımızda. Bunda AKP’nin parti ve hükümet olarak bir dizi hamlesinin etkisi söz 
konusu: 

- AKP’nin karma televizyon programlarına temsilci göndermemesi, AKP’lilerin kendi görüşlerine destek sunmayan gazetecilere röportaj vermemesi. 

- Merkez medyanın toptan düşmanlaştırılması; Hürriyet’in çoğu AKP seçmeni için şüpheli bir konuma getirilmesi. (Bir fotoğraf daha ekleyelim listeye: 1 Kasım akşamı AKP kutlamalarında “vur vur inlesin / Aydın Doğan dinlesin” sloganı.) 

- 10 yıl önce daha nötr, daha merkez konumda olan Sabah, Akşam gibi gazetelerin Akit’in kulvarına girer hale gelmesi. (Bir diğer fotoğraf: Akit’ten kayyum sonrası Bugün’e personel aktarılması.) 

- Troll hırçınlığında köşe yazarlarının vasatı belirlemesi. 

Ama elbette ana akım medya kuruluşları da eleştiriden vareste değil. Gezi sürecinden itibaren takındıkları kimi zaman mütereddit, kimi zaman teslimiyetçi hal, şüphesiz merkez medyanın çökmesinde pay sahibi. Bu çöküşü anlamak için mesela 10 yıl önce NTV’nin yansıtabildiği çeşitlilikle, bugün NTV ekranına farklı görüşlerin ne derece yansıdığını karşılaştırmak yeterli olacaktır. 

Türkiye toplumunun çözülmesine ilişkin ikinci tespit bu fragmante olmuş kamusal alanda toplumun farklı kesimleri arasında olguların tespitine ilişkin ortak zeminin kaybolmuş olması. AKP’nin “Ankara bombalamasını kendileri (yani PKK) yaptı” iddiasının AKP seçmeninde belirli bir karşılık bulduğunu söylemek gerek. Benzer şekilde çoğu sıradan AKP seçmeni için 2015 yazında Hürriyet’in ve Aydın Doğan’ın PKK destekçisi olduğu da olgusal bir gerçeklik konumunda. Bir sürü “light” konuda da aynı anlaşmazlık gözleniyor. Küba’daki cami meselesinden yerli otomobil projesine bir tarafın olgusal gerçeklik olarak kabul ettikleri, diğer taraf için internette “caps”ler vasıtasıyla alaya alınacak, 
gülünç iddialar… Hemen her durumda fikir ayrılıkları, olgulara dair değerlendirme ayrımlarını körükler. Ama geldiğimiz nokta bunun da ötesine işaret etmekte. Olgular üzerindeki bu anlaşmazlık, çözülmenin önemli göstergelerinden biri. Çünkü bir tarafın olgu dediğine diğer tarafın internet 
şakası muamelesi yapması, bir tarafın olgusunun diğer taraf için hakaret statüsünde olması aradaki düşmanlığı, komplo teorilerinden beslenen bakış açısını kışkırtıyor. 

Türkiye toplumunun çözülmesine ilişkin üçüncü tespit, farklı kesimlerin aidiyet hissetmedikleri kesimlerin mağduriyet iddialarını görmezden gelmelerine ya da kimi durumda o mağduriyet iddialarını boşa çıkarmak için olmayacak argümanlara başvurmalarına ilişkin. AKP’nin Ankara Katliamı ile IŞİD arasındaki doğrudan bağı telaffuz etmekten kaçınması, aslında tam da Barış Mitingi’ne katılan HDP’lilerin, EMEP’lilerin, CHP’lilerin ve kitle örgütü üyelerinin mağduriyetini teslim etmekten kaçınma tavrı. Elbette bu sadece AKP’ye özgü bir tarz değil. Örneğin Sözcü gazetesinin yayın çizgisi ya da “Kürtlere ne veriyorsan aynısını ben de talep ediyorum,” diyen Ertuğrul Özkök’te de gözlenen Kürtlerin mağduriyetlerini görmeme, duymama hatta zaman zaman hafifseme, şaka 
konusu yapma hali oldukça yangın. Örneğin, 2015 yazında Silopi ve Cizre’de keskin nişancılar tarafından öldürülenler Kürtlerin yaşadıkları mağduriyetin bir parçası olarak görülmedi. 

Eylül 2015’te HDP’nin 120’den fazla binasına yönelik pogromlar ve Kürtlere yönelik linçler de Kürtlerin bir mağduriyet yaşadığına ilişkin yaygın bir görüş yaratamadı. Ya da 28 Şubat sürecinin ve üniversitelerde başörtüsü yasağının mağduriyet yarattığına ikna olmak büyük ölçüde grup aidiyetlerine göre belirlenmiyor mu? 

Bu noktada Tayyip Erdoğan için ayrı bir parantez açmak kaçınılmaz. Farklı olaylar karşısındaki açıklamalarını hatırlamak mümkün ama miting alanında Berkin’in annesi Gülsüm Elvan’ı yuhalatması, mağduriyeti yok sayarken sembolik şiddet üretmenin inanılmaz bir örneği olarak hafızalarda. Ve örneğin Soma’da, AKP’li danışman yerde cenaze sahibini tekmelerken, kimi AKP’liler haksız eleştirilere maruz kaldıkları iddiasıyla yine sözü kendi mağduriyetlerine getirme 
uğraşı veriyorlardı. 

Bu görüşe karşı, başkalarının mağduriyetine dair kayıtsızlığın yeni bir durum olmadığı söylenebilir. Dahası, toplumun her zaman belirli bir kayıtsızlık (functional apathy) sayesinde işlev gördüğünü söyleyenler bile olacaktır. Elbette, örneğin toplumun geniş kesimlerinin 12 Eylül’ün mağduriyetler yarattığına ilişkin bir kabule ne zaman ulaştığı meşru bir sorudur. Ya da hafızamızı biraz daha 
zorlayalım. Mesela 1978’de sıradan bir Türk sağcısı, 1 Mayıs 1977 katliamının solcuların kendileri arasındaki bir meseleden çıktığını düşünmüyor muydu? Daha da geriye gidelim. Mesela Haziran 1960’ta Fuat Köprülü “Hadiseler Fatin Rüştü Zorlu’nun ilhamı ile Menderes ve Gedik tarafından tertiplenmiştir,” demecini verene kadar, çoğu DP’li için 6-7 Eylül “olayları”nın faili komünistler değil 
miydi? Öyleyse eski kutuplaşma manzaraları ile Türkiye toplumunun çözülmesine ilişkin güncel fotoğraflar arasındaki farkı nasıl tarif edebiliriz? 

İktisadi/ticari ilişkilere indirgenemeyecek olan toplumun önemli bir unsurunun fragmantasyonunun görece dışında, nötralite atfedilen bir alanın varlığı olduğunu söyleyebiliriz. Merkez basın, özel sektörün büyük oyuncuları, devlet aygıtında görev yapanlar ya da özel politik motivasyona sahip olmayanlar ya bizzat kendilerini bu “nötr” varsayılan alanda konumlandırırlar ya da bu “nötr” 
varsayılan alanın varlığını önemserler, onu bir nevi güvence olarak görürler. Günümüz çözülme tablosunda AKP’nin içeride “paralel yapıya” ve Kürtlere karşı açtığı savaş ve oluşturmak istediği parti-devlet bütünleşmesi manzarası, sürekli olarak bu “nötr” varsayılan alanı daraltmakta. 1970’lerde ya da 1990’larda hiçbir partinin elde edemediği bir rakipsizlik ve uzun süredir iktidarda olma durumunu elde etmiş olması, savaş mantığıyla birleştiğinde, AKP’nin “nötr” varsayılan alanda yer alanları düşman görmesine yol açıyor. 

1970’lerin ya da 1990’ların gerilim ortamlarında da şiddetin zaman zaman merkez medyayı hedef aldığı olmuştur (Abdi İpekçi ve Çetin Emeç cinayetlerini hatırlayalım). Ama hükümet partisinin bir milletvekilinin, partililerle beraber bir gece merkez medyadan bir gazeteyi basmaya kalkması oldukça farklı bir durum. Hemen her durumda ifade özgürlüğüne yönelik devlet/hükümet kaynaklı 
sınırlandırmalar olmuştur. Ama internete yönelik sansür kararları ya da sıradan insanların bile tepesinde Demokles’in kılıcına dönüşen “cumhurbaşkanına hakaret davaları” mekanizması, yine bu nötr alanın daraltılması anlamına geliyor. Eylül 1955’ten sonra, Menderes’in karşısında 6-7 Eylül ile ilgili soru sorabilen bir DP grubu vardı. Bugün bu türden bir parti içi denge-denetim mekanizmalarının da kalmadığına ve AKP içindeki dengeleyici güç odaklarının sönümlendiğine tanık oluyoruz. Bu durumda tamamen kişiselleşmiş/keyfileşmiş bir kontrol mekanizması, denge-denetim mekanizmalarını ikame ediyor. Kişisel yönetim tarzının özeti, “Talimatı ben verdim” cümlesi. Bu ortamda, toplumsal mekanizma, keskinlikleri izale etme işlevini yerini getiremez hale geliyor. 

AKP’nin 1 Kasım’da arkasına almayı başardığı seçmen desteği sonrasında, “nötr” varsayılan alanı daraltma çabasından vazgeçeceğine ilişkin iyimser olmak için elimizde bir neden yok. 1 Kasım öncesinde başkanlık sistemine geçişi öncelikli projeler listesinden çıkaran AKP, seçim zaferinden sonra söze yerli ve milli bir anayasa yapma çağrısıyla başladı. “Yerli” ve “milli” sıfatlarına vurgu, 
akla bir kez daha Türk tipi başkanlık perspektifini getiriyor. Bu perspektifin güç kazanması ve fiilî durumdan cari mevzuata dönüştürülmeye çalışılması, toplumun çözülmesini hızlandıracaktır. Önümüzdeki dönemde, AKP’nin toplumun içindeki farklılıkları eşitlikçi/çoğulcu perspektifte değerlendirmeyeceğini, tahkim ettiği seçmen desteğiyle daha da buyurgan bir yönetim tarzını benimseyeceğini öngörmek mümkün. Karşımıza çıkan tabloda tek iyimserlik noktası, Kürtlerin 

Türkiye toplumunun geneliyle entegrasyonunu hedefleyen HDP’nin barajı ikinci kez geçerek meclis düzlemine çoğul sesleri taşımış olmasıdır. 


 ***

İNCİRLİK MUTABAKATI VE ALMANYA’YA DAİMİ ÜS

İNCİRLİK MUTABAKATI VE ALMANYA’YA DAİMİ ÜS



fft99_mf6930641
Temmuz 2015’te Suruç saldırısı sonrasında IŞİD’le mücadele kapsamında İncirlik Mutabakatıyla Türk Askeri üslerinin daha doğrusu Türk topraklarının yabancı askeri kuvvetlere açılmasıyla birlikte topraklarımızdaki yabancı askeri varlığı artmaya devam ediyor. Eylül 2015’te Amerikalı yetkililer istedikleri büyüklükte askeri gücü istedikleri süre kadar Türkiye’de bulunduracaklarını zaten söylemişlerdi. IŞİD stratejisinin sahibi ABD ne derse o olacağının da işaretiydi bu. Nitekim daha sonra başka ülkeler de Türkiye’ye askeri kuvvetlerini, uçaklarını konuşlandırdılar. Bunlardan birisi de Almanya idi. Ama son gelişmeler Almanya’nın daha ileri bir safhaya geçtiğini gösteriyor.
Daha önce İncirlik Mutabakatının içeriğini, yol açabileceği muhtemel felaketleri anlattığımız yazılarımızda, İncirlik Mutabakatının yazılı, imzalı bir doküman olmadığını, yabancı kuvvetlere ucu açık süreler için sınırsız yetkiler verdiğini, buna bir sınırlama konulmazsa bunun Türkiye’nin adı konmamış bir işgale maruz kalabileceğini söylemiştik. Ayrıca bu gelişmelerin hükümete yetki veren tezkerenin ruhuna aykırı olduğunu, aslında tezkerenin de anayasanın ruhuna ve hükümlerine aykırı olduğunu da belirtmiştik. Gerçekten de tezkere hükümete bir yıl için yetki vermişken, hükümet bu yetkiyi kullanırken yabancı devletlere verdiği yetki ucu açık ve sınırız gözüküyor.
İşte Almanya’nın üs talebi de bu konuda kritik. İncirlik’te yeni inşa faaliyetlerinin bile en az 6 ay süreceği dikkate alındığında Alman askeri ve savaş uçaklarının yıllarca Türkiye’de kalmasından bahsediyoruz. Bu durum daha şimdiden TBMM’nin bir sonraki tezkere görüşmesinde alacağı karar ipotek koymaktan başka bir şey olmadığı gibi Amerikan askerlerinin İncirlik’te sürekli kalması imzalanmış bir anlaşma ve bunun TBMM’den onaylanmasıyla gerçekleşmiş olmasın rağmen Alman askerleri TBMM’den onay almadan Türkiye’de sürekli konuşlanmasının önü açıklanmaktadır. Bu durum Anayasa’ya aykırıdır. Hiç kimse Anayasa’dan kaynaklanmayan bir yetkiyi kullanıp karar verip uygulamaya geçemez, bu suçtur.
Diğer taraftan ABD’nin Türkiye’de askeri varlığı giderek artmaktadır. Hava üslerindeki konuşlanmalarının yanında, son olarak Kilis’teki saldırılar da gerekçe gösterilerek, Amerikan füze sistemlerinin sınır boyunca konuşlanmasından bahsedilmektedir. Bu durum yani sınır güvenliği gerekçesiyle karada da Amerikan kuvvetlerinin artan sayıyla Türk topraklarında konuşlanacağının göstergesidir.
Hükümetin tezkere konusundaki eleştirileri aşmak için IŞİD’le mücadeleyi bir NATO operasyonu şemsiyesi altında sokabileceğini söyleyebiliriz. ABD’nin de bu durumun farkında olduğu anlıyoruz. ABD NATO’nun IŞİD koalisyonun bir üyesi olmasını istediğini bizzat NATO Genel Sekreteri açıklamıştı. NATO eğitim alanında zaten devrede. NATO AWACS uçağı Türkiye’de konuşlanmış durumda. İstihbarat alanında da devreye girmiş durumda. NATO’nun Libya’daki IŞİD tehdidiyle mücadele bağlamında operasyonel olarak işin içine girmesi planlanıyor. Bunun devamının Suriye’de de gelmesini beklemeliyiz. NATO Operasyonuna dönüşecek IŞİD operasyonları için artık her seferinde TBMM’ye gidip onay almak zorunda kalınmayacağından yabancı askeri kuvvetlerin Türkiye’de adeta işgale dönüşecek sürekli varlıklarının önünde başka engel de kalmayacaktır.
Ancak gerçek şudur ki hava sahamızda, karada (Suriye sınırı) ve denizde (Ege) Türkiye’nin güvenliğinin ve egemenliğinin korunmasını yabancı askeri kuvvetlere ve dolayısıyla yabancı ülkelere devretmek Türkiye’nin bağımsızlığını kaybetmesinden başka bir şey değildir. Dolayısıyla Almanya’ya üs verilmesi sadece haber sütunlarında kalacak bir haber değildir. (26 Nisan 2016)

***

TSK Neden Hedef Alındı ve Nasıl Bertaraf Edildi? BÖLÜM 2

TSK Neden Hedef Alındı ve Nasıl Bertaraf Edildi? BÖLÜM 2


Sıradaki Hedef SAT ve SAS Timleri

Genelkurmay Özel Kuvvetler Komutanlığı bu saldırı ve davalarla imajını, kendine güvenini kaybederken aynı süreçte ortaya atılan Poyrazköy kazıları, Kafes Eylem Planı davaları bu işin planlayıcılarının Türkiye ve TSK'yı çok iyi 
çalıştıklarını gösteriyordu. Bu davalar ağırlıklı olarak Deniz Kuvvetlerinin en 
güzide birimleri olan ve Türkiye'nin son yıllarda yaşadığı en önemli askeri 
krizden (Kardak krizi) zaferle çıkmasını sağlayan Dz.K.K.lığı bünyesindeki 
Sualtı Taarruz Timleri (SAT) ile Sualtı Savunma Timlerini (SAS) hedef alması da 
günümüzün moda terimiyle oldukça manidardır.

Özel Kuvvetler Komutanlığı TSK için ne kadar kritik ve önemliyse SAT ve SAS 
timleri de hem TSK hem de Deniz Kuvvetleri için o kadar kritik ve önemlidir. 
Düşman kıyılarında, adalarında gizli örtülü operasyonlarda, klasik deniz 
harekatlarında düşman bölgelerinde yapılacak ön hazırlıklarda ne kadar 
vazgeçilmezler ve hayati rolleri varsa barış döneminde de deniz harekat 
alanlarındaki operasyonlarda (terörle mücadele, kaçakçılık, deniz haydutluğuyla 
mücadele, kriz bölgelerinden sivillerin tahliyesi, arama-kurtarma vb) SAT ve SAS timlerinin kritik rolleri vardır.

Gerek Özel Kuvvetler gerekse SAT/SAS Timlerine yönelik nokta operasyona dönüşen davalar özelde bu birlikleri genelde TSK'nın imajını, güvenilirliğini, 
etkinliğini aşağıları çektiği gibi bu birliklerin çalışma ve operasyon özelliklerin  den kaynaklanan personelin birbirine güvenme, destekleme, ekip olma ve aidiyet ruhuna da zarar vermiş, davalarla tecrübeli personelin aniden tasfiye 
edilmesiyle tecrübe aktarımı sekteye uğramış geride kalan personelin bizim 
başımıza da böyle şeyler korkusuna kapılarak bu birliklerin görevinin 
gerektirdiği "inisiyatif kullanma" yetenekleri körlenmiştir.

Komuta Kademesi yok ediliyor

Davalar bu şekilde sağlı sollu saldırılar şeklinde gelirken ve özel yetiştirilmiş genç ve dinamik birlikler (Özel Kuvvetler, SAT/SAS) ve onun personeli hukuk dışı yapılanmalar ve faaliyetler içinde ama "onların komutanları ve ileride komutan olacaklar da aynı yapı içinde aynı düşüncede" savını vurgulamaya yönelik olarak bu sefer irticayla mücadele eylem planı, internet andıcı ve TSK'ya en büyük darbeyi vuracak olan dijital Balyoz saldırıları gerçekleştirildi.

Bu davaların önemi TSK'nin komuta kademesinde yer almış, o sırada yer alan ve gelecekte yer alması beklenen personelin hedef alınmış olmasıdır. Balyoz 
davasına kullanılacak sözde delillerin parça parça sızdırılması, davaya 
sokulacak personeli değişik dalgalar halinde tutuklanması bunun kontrollü ve 
konjontüre uygun olarak dijital verilerin hazırlanıp piyasa sürüldüğünü ve 
tutuklanacak subayların isimlerinin anlık olarak güncellendiğini göstermektedir. 
 Bu güncellemede de komuta kademesinin ve subayların terfi zamanı ve sırasının etkili olduğu görülmektedir. Örneğin Balyoz davasının ilk dalgasında davanın içine sokulanların önemli bir bölümünün 2010 Ağustos askeri şurasında terfisi beklenen subaylar olması, daha sonraki davalarda tutuklananların ise 2011, 2012 ve hatta 2013, 2014'de terfi etmesi beklenen o an itibariyle gemi ve kritik birlik komutanı olan subaylar olduğu görülmektedir.

Balyoz davasının belki de en dikkat çekici özelliği sözde bir darbe girişimi 
yani hükümeti devirip Ankara'da yönetimi üstlenileceğinin iddia edilmesine 
rağmen yargılananların ve tutuklananların yarısından fazlasının Deniz Kuvvetleri 
personeli olmasıdır. Hal böyle olunca Deniz Kuvvetlerinin komuta kademesinde 
amirallerin yarısından fazlası tutuklanmış, geride kalanların bir kısmı tutuksuz 
olmak üzere davalara dahil edilmiş, Deniz Kuvvetlerinin teamülleri ile sicil ve 
görevdeki başarı durumuna göre amiral olması beklenen subayların tutuklanması Deniz Kuvvetlerinde komuta zafiyeti yaşamasına yol açmıştır.

Peki Balyoz davasıyla neden Deniz Kuvvetleri ve personeli ağırlıklı olarak hedef 
alınmıştır? Şöyle açıklayabiliriz. Calusewitz'in "Savaş politikanın başka 
araçlarla (yani orduyla) devamıdır" tanımı vardır ancak yüzyıllardır bilinen 
başka bir uygulama daha vardır ki o da Deniz Kuvvetlerinin barış zamanında da 
bir dış politika aracı olarak kullanılmasıdır. Deniz Kuvvetleriyle sizin 
münhasır ekonomik bölgenizde arama yapılmasını engelleyebilirsiniz ya da arama araştırma yapan kendi gemilerinizi personelinizi desteklersiniz, korursunuz, yabancı ülkelere liman ziyaretleri yaparak bayrak gösterirsiniz, ülkenizi tanıtırsınız ve bir nevi propaganda yaparsınız, kriz durumunda o ülkenin 
açıklarına gemi gönderirsiniz kararlılık mesajı verirsiniz,  topraklarınızı yani 
anavatanınıza ileriden koruma sağlarsınız, denizde yani karasuları ve münhasır 
ekonomik bölgelerinizde ülkenin hak ve menfaatlerini korursunuz, dünyanın bütün denizlerinde ve limanlarında varlık ve bayrak gösterebilirsiniz, denizdeki 
varlığınızla devletinizin egemenliğini ve bağımsızlığı teyit edersiniz. 
İnsanlığın gelecekte ihtiyaç duyacağı kaynaklar denizlerdedir ayrıca denizler 
karadaki kaynakların ticaret ve ulaştırma yollarıdır. Bu nedenle çevre 
denizlerinizde kontrolü elde bulundurmak ve bölge dışı güçlerin müdahalesine 
izin vermemek,  Dz.K.K.lığının internet sayfasında da vurgulandığı gibi 
"anavatanınızda güvende olmak için denizde güçlü olmak, dünyada söz sahibi olmak için tüm denizlerde var olmak" gerekmektedir. Aslında bu durum sadece Türkiye için değil denize kıyısı olan bütün ülkeler için geçerlidir. Kaynaklara sahip olma ve denizde hakimiyet yarışı dünya genelinde devam etmektedir. Örneğin Güney Çin Denizi ve Doğu Çin Denizinde bölge ülkeleri kaynak mücadelesi nedeniyle her an çatışma riski içindedir.

Bütün bu söylediklerimizi Atatürk'ün 1924 yılında Hamidiye kruvazörüyle çıktığı 
Karadeniz seyahatinde söylediği şu sözler özetlemektedir: “...Donanmasız Anadolu olmaz. Donanmadan yana kuvvetli olmak Türkiye’nin savunması için şarttır. 
Donanmamız izlediğimiz politikanın da kuvvetli desteği  olacaktır..........Hudutlarının mühim ve büyük aksamı deniz olan Türk 
Devleti’nin Donanması da mühim ve büyük olmak gerektir. O zaman Türkiye 
Cumhuriyeti daha müsterih ve emin olacaktır. Mükemmel ve kaadir bir Türk 
Donanmasına malik olmak gayedir. Bunun ilk azimet noktası, sefain-i harbiye 
tedarikinden evvel onları muvaffakıyetle sevk ve idareye muktedir kumandanlara, zabitlere, mütehassıslara malikiyettir......”. Bu sözler Türk Deniz 
Kuvvetlerinin ve onun komuta kademesinin neden hedef alındığını çok net olarak göstermektedir.

TSK Nasıl Bertaraf Edildi?

TSK'nın hedef alındığını, TSK kolayca bertaraf edilebilmek için neler 
yapıldığını ve TSK'nın hangi noktalarına saldırıldığını ortaya koyduk. Peki bu 
nasıl oldu?

Etkisi, sonuçları, kapsamı, seviyesi dikkate alındığında TSK'nın maruz kaldığı 
bu saldırı stratejik bir saldırıdır nihai hedefi Türkiye'dir ama ağırlık merkezi 
Türkiye'nin bel kemiği olan TSK'dır. Uygulanan yöntem (bilgi harbi), saldırının 
seviyesi ile seçilen hedef nedeniyle bunun arakasındaki esas gücün bir yabancı 
aktör olduğunu ancak yurt içinde ve TSK içinde taşeronlar ve işbirlikçiler 
kullanmadan gerçekleştirilemeyeceğini göstermektedir.

Bu davaların yukarıda özet olarak anlatıldığı gibi bir matriks formatında 
hazırlanmış düzmece bilgi ve belgelerin zamanı ve sırası geldiğinde kamuoyundaki tepkiler ve algılara paralel olarak piyasa sürülmesiyle gerçekleştiğini söyleyebiliriz. Böyle kapsamlı bir operasyonun dış desteği veren aktörün ve taşeronların temsilcilerinden oluşan bir karargahtan yönetildiğini söylemek abartı olmayacaktır. Bu karargahtaki dış aktörün rolü muhtemelen bilgi harbinin uygulanmasını bu kapsamda ihtiyaç duyulacak bilgilerin neler olabileceğini koordine etmek, eğitmek, ses/dinleme kayıtlarını sağlamak şeklinde gerçekleşmiştir. Taşeronlar ise kurum olarak TSK ve kişiler hakkındaki bilgileri sağlamak, düzmece delilleri hazırlayıp yerleştirerek kumpası hazırlamak işlerini yapmışlardır.  

Yabancı bir gücün, küresel ve bölgesel hedefleri olan bir gücün Türkiye'ye 
yönelik böyle bir operasyonu olabilir, peki yerli taşeronlar ve işbirlikçiler bu 
işe nasıl dahil oldu? Taşeron ve işbirlikçilerin yanında bu operasyon için uygun 
ortam nasıl hazırlandı? Burada ilk akla gelen doğal olarak hükümet oluyor. 
Hükümetin bu işin içinde olduğunu söylemek için somut belge ve bilgi zaten yok 
ama bilgi harbinin özelliği gereği bu operasyonu planlayan dış aktörler kendi 
çıkarlarını muhtemelen Türkiye'deki iç politik ortamla örtüştürerek hükümet 
açısından masum gözüken düzenlemelerin yapılmasını gizli ve açık yollardan 
telkin etmiştir. TSK'yı bertaraf etmek isteyen dış aktörler için Türkiye'de 
"askeri vesayetin ortadan kaldırılması, darbelerle hesaplaşılması, askerin 
yarattığı mağduriyetlerin giderilmesi" söylemi kolayca örtüştürülebilecektir.

Bu söylem hükümet açısından kullanılabilecek bir argümandır ancak önünü sonu 
düşünmeden alınan hesapsız kararlar ve uygulanan politikaların Türkiye'nin 
bekasını tehdit eden konuma geldiğini görmekteyiz. Nitekim de öyle olmuştur ve MGK'nın yapısı değiştirilmiş, askerlerin özel mahkemelerde kolayca 
yargılanmasını sağlayacak düzenlemeler yapılmıştır. Hatta "Atatürk'ün Türk 
Ordusuna Değişmeyen Mesajı'nda" da açık ve net bir şekilde yazmasına rağmen 
TSK'nın iç tehdit ve Cumhuriyeti koruma ve kollama görevi yasadan çıkarılarak 
sadece dış tehditle sınırlandırıldı. Atatürk'ün bizzat verdiği bu görev yani 
"Türk vatanını ve Türk camiasının şan ve şerefini, dahili ve harici her türlü 
tehlikelere karşı korumak" vazifesiyle TSK dünyada kendine has bir özelliğe 
sahip oluyor, devletin ve milletin bölünmez bütünlüğüne işaret ediyordu. İşte 
yapılan değişiklikle bu birlik ve bütünlük anlayışının ortadan kaldırılması, TSK 
ile milletin ayrılması hedefleniyordu. İşte operasyonu planlayan dış aktörlerin 
hangi taşeron ve işbirlikçilerle çalışacakları ile hükümetin ve TSK'nın yapısını 
iyi çalıştıkları gözükmektedir. Buradaki taşeron hükümet yetkililerinin de 
itiraf ettikleri gibi cemaattir. ABD'nin kendi topraklarında yaşayan bir kişinin 
kontrolündeki cemaatin faaliyetlerini, ilişkilerini, insan gücünün, üyelerinin 
Türkiye'deki kurumlardaki durumunu bilmemesi ve izlemiyor olması mümkün 
değildir. Türk kamuoyuna 2013'ün sonlarında açıklanmış olmasına rağmen cemaatin hükümet içindeki durumunu/etkisini ABD muhtemelen en başından buyana biliyordu. 

Ve yine muhtemelen cemaat liderinin mensuplarına verdiği direktifleri (2000 
yılında açılan davanın iddianamesinde bunların hepsi zaten açıkça yazmaktadır) 
yani mensuplarının devletin bütün kurumlarına sızıp, sorumlu ve etkili 
pozisyonlara yükselip zamanı geldiğinde verilecek işaretle ortaya çıkacaklarını 
izliyordu. Türkiye'ye yönelik stratejik saldırıların planlayıcıları Türk 
hükümetinin politikalarıyla kendi çıkarlarını örtüştürdükleri gibi muhtemelen 
cemaatin Türkiye'nin yönetiminde söz sahibi olmalarına destek olunacağına 
ilişkin vaatlerde bulunarak onların arkasında olduğu izlenimi vermişler ve 
operasyona dahil etmişlerdir.  Cemaat için bu hiç de yabana atılır bir vaat 
değildir. Zaten TSK dahil  önemli kurumlara sızmış adamları bu davalarla tasfiye 
edileceklerin yerlerine kolayca yükselebilecektir. Bu durum TSK içindeki 
işbirlikçilerini de motive edecek bir unsurdur.

Her şey zamanlama meselesiydi. 2003'teki çuval olayı bu operasyonun işaret 
fişeğiydi 2007'lere gelindiğinde cemaatin kurumlara ve tabii ki TSK'ya sızması 
tamamlanmıştı. Hükümet yasal düzenlemeler ve özellikle yargı ile emniyetteki 
atamalarla cemaat üyelerinin TSK'ya karşı yürütülecek operasyonu yapacak 
kişilerin önünü açıyor, cemaat mensubu olan TSK'dan atılmış ve halen görevde 
olan askerlerin sağladığı bilgi ve belgelerden istifadeyle düzmece dijital 
deliller hazırlanıyordu. Psikolojik harekatın ana kuralı (halk televizyonlarda 
verilen ilk bilgileri haberleri doğru/gerçek olarak kabul eder) uygulamaya 
geçirilmiş, aramalar, gözaltılar, kazılar, subayları suçlayan haberler, TSK'nın 
suç ve terör örgütü olduğunu vurgulayan görüntüler teyitsiz ve sınırsız bir 
şekilde televizyonlardan anında kamuoyuna pompalanıyor, subaylar kafileler 
halinde tutuklanıyor, davalar açılıyordu. Bu haliyle etki odaklı bir harekatın 
da yürütüldüğünü görüyoruz. Bu davalarda dikkat çekici diğer bir konuda bazı 
kişilerin bir kaç davada yer almasıyla genelde bakıldığında bu davalar arasında 
organik bağların da kurulmaya çalışıldığıdır. Böylece bütün bunların başında TSK var ve bu girişimler örgütlü ve tek bir merkezden idare ediliyor algısı 
yaratılıyordu.

Bu davalarda tutuklanan tek Genelkurmay Başkanı olan İlker Başbuğ aslında bunu görmüş ve TSK'ya asimetrik psikolojik savaş açıldığını söylemişti ama görünen o ki hükümeti ikna edememişti. Başbuğ bir şey daha yapmıştı o da "Güçlü Ordu Güçlü Türkiye" sloganını belirlemişti. TSK'nın Türkiye'nin ağırlık merkezi olduğunu vurgulayan, Türkiye'nin ordusu güçlü olmazsa Türkiye'nin bir güç olamayacağını ifşa eden bu slogan o zamanlar bazı hükümet üyelerini bile rahatsız etmiş hatta kaldırılması istenmişti.  İlker Başbuğ'un tutuklanmasında belki de bu uyarıcı tespitleri ve sloganları da etkili olmuştur diye düşünmeden edemiyor insan.

2012 yılı ortalarına gelindiğinde planlayıcılar maksadına ulaşmıştı. TSK 
tatbikat, seminer yapamaz, savaş gemilerine ve filolarına komuta edecek subay 
bulamaz, terörle mücadele ettirilmez konuma gelmişti. Diğer davalar devam 
ederken TSK'ya en büyük darbeyi vuran ve en çok sayıda askeri içeren Balyoz 
davasına bakan mahkeme kararını vermişti. 2013 yılı sonlarına doğru ise başka 
gelişmeler oldu. Yargıtay'ın kararı onaylamasına rağmen mağdurların en başından bu yana söyledikleri delillerin düzmece olduğu, bu olayların yalan, iftira ve kumpas olduğu devletin kurumlarının raporları ve hükümet üyelerinin 
açıklamalarıyla ortaya çıktı. Çıktı ancak bütün gerçeklere rağmen Balyoz mağduru Türk subayları beton duvarlar arasından çıkamadı. Şimdi aradıkları adalet için AYM önünde adalet nöbetindeler.

Belki de bu vesileyle Balyoz'un ne olduğunu anlatan herkesin Balyoz'un nasıl bir 
kumpas olduğunu hemen anlayabileceği kısa bir analojiyi hemen burada anlatmakta fayda var.  Bu analoji halen Mamak'ta tutsak olan arkadaşımız Dz.Kur.Alb. Bayram Ali Tavlayan'a aittir. İşte bir başka deyişle BALYOZ:

- Bir akşam eve geldim ve posta kutumda trafik cezası ihbarnamesini buldum.

- Ankara’da şu gün şu tarihte şu caddede kırmızı ışık ihlali yaptığım yazıyordu.

- Kısa bir incelemeden sonra, ihlal tarihinde resmi görevli olarak İstanbul’da 
olduğumu anladım ve bunu bir otel faturası ve otopark fişiyle kanıtladım.

- Hemen Emniyete gittim ve durumu açıkladım. İhbarnamede cezayı yazan polisin kimlik bilgilerin ve imzasının olmadığını, bu belgenin gerçek olup olmadığını sordum. Cevaben "vatansever gönüllü bir trafik müfettişinin" olayı ihbar ettiğini ancak kimliğini açıklayamayacaklarını, benim cezayı ödemem gerektiğini, sonra mahkemeye başvurabileceğimi ve yargıya güvenmemi söylediler.

- Bunun üzerine ben de şöyle dedim; “Cezayı öderim, yargıya da güveniyorum. 
Ancak ortada küçük ama kritik bir detay var: İhlal ettiğimi iddia ettiğiniz 
cadde üzerinde hiç trafik ışığı yani ihlal edilecek KIRMIZI ışık yok!!!”

İşte Balyoz da böyle. Davadaki tek gerçek "her yönüyle mağdur edilen ve beton duvarlar arasına atılan masum TSK personeli", bunun dışında davada öne sürülen olaylar, belgeler, bilgiler hepsi düzmece ve yalan.

Sonuç

Türkiye 2007'den itibaren stratejik bir saldırıya maruz kalmaktadır. Bu saldırının hedefinde Türkiye'nin ağırlık merkezi olan, Türkiye deyince devlet 
deyince ona eşit olarak algılanan Türk Silahlı Kuvvetleri var. Türkiye'ye hareket serbestisi sağlayan ana güç olan TSK belki de en zayıf noktasından 
vuruldu. Evet Türkiye TSK ile güçlüydü ancak klasik ve düzenli savaşlar için hazır olan TSK en zayıf olduğu siber alanda düzmece dijital belge 
saldırılarından kurtulamadı ve ağır hasar gördü. TSK'nın düzmece kumpas davalarıyla saldırıya uğramasıyla Türkiye de canevinden vurulmuş oldu. 
Zayıflamış bir TSK'nın sonucu zayıflamış bir Türkiye olacaktır.

Bu davalarla yapılacak nokta atışlarla TSK'nın bertaraf edilmesi için Genelkurmay Özel Kuvvetleri, SAT/SAS Timleri, mevcut ve gelecekti komuta 
kademesi, özellikle Balyoz davasıyla barış dönemlerinde de politik bir araç olarak kullanılabilen Deniz Kuvvetleri operasyonel ağırlık merkezleri olarak 
seçilmiştir. TSK'ya karşı bu bilgi harbini planlayanların Türkiye'yi, hükümeti ve TSK'yı çok iyi tanıdıkları, takip ettikleri ve analiz ettikleri ve sonuçta 
amaçlarına ulaştıkları aşikardır. Çünkü TSK terörle savaşı kazan bir orduyken terörist olmakla suçlandı ve mahkum edildi, Türkiye'nin en disiplinli, en 
çalışkan, canını vatanına emanet etmiş personelden oluştuğu kabul edilen TSK casusluk, fuhuş, organize faili meçhul cinayetlerle suçlandı, mahkum edildi ve 
halk bunlara sessiz kalabildi.  Hayatın olağan akışına ters bu durumların gerçekleşmiş olması TSK'ya yönelik operasyonun maalesef başarılı olduğunu 
göstermektedir.

TSK'nın bertaraf edilmesiyle Türkiye içindeki, çevresindeki, etki ve ilgi alanındaki askeri-politik olaylara, güvenlik sorunlarında zor durumlar 
yaşamaktadır. TSK artık terörle mücadele ettirilmemektedir, PKK karşı kazanılmış zaferler ve psikolojik üstünlük terk edilmiş, güneydoğuda PKK hareket serbestisi kazanmış devlet uygulamaları yaparken askerler birliklerin içine hapsedilmiş, PKK Suriye'nin kuzeyinde devletçikler kurmuştur, Suriye sorununda TSK'nın izleyeceği strateji belli değildir, Karadeniz hiç olmadığı kadar ABD'nin kontrolündedir, Ege'de Yunanlıların işgal ettiği adacıklara karşı hiçbir 
uygulama mevcut değildir, Doğu Akdeniz'de münhasır ekonomik bölge ve denizaltından gaz/petrol çıkarılması faaliyetlerinde inisiyatif Güney Kıbrıs ve 
İsrail'e geçmiştir. En trajik olanı da Türkiye'nin güvenliği ve geleceğiyle ilgili bu konularda bile TSK'nın komuta kademesi konuşamamakta, görüşlerini 
değerlendirmelerini kamuoyuyla paylaşamamaktadır.

Evet, TSK bilgi harbi ile vurulmuştur, algı yönetimiyle suç ve terör örgütü kötülüklerin odak noktası haline getirilmiştir, asimetrik psikolojik bir 
harekata maruz kalmıştır, etki odaklı harekatla sarsılmıştır, siber saldırıyla bertaraf edilmiştir. TSK büyük hasar görmüştür, TSK'nın hasar görmesi 
Türkiye'nin geleceğinin tehdit altında olduğunu göstermektedir. Ama zararın neresinden dönülürse kardır. Hükümet ve devlet bir an önce bu gerçekleri 
görmeli, çöküşü durdurup tersine çevirecek adımları mutlaka atmalıdır. Bu bağlamda AYM'nın Balyoz mağdurlarının bireysel başvurularına yönelik vereceği 
karar artık hayati önem kazanmıştır. Balyoz davası mağdurlarının yakınlarının başlattığı Vardiya Bizde, Sessiz Çığlık ve son olarak Adalet Nöbeti adındaki hak 
ve adalet arayışları artık sınırlarını aşmış (söz konusu etkinliklere katılan, destek veren ya da kendi sorunlarını o ortamlarda anlatmak isteyenlere 
bakıldığında) sadece Balyoz değil diğer alanlarda ve konulardaki mağdurlar için de bir umut ışığına dönüşmüştür. Bu durum Türkiye'nin bekasına yöneltilen dış 
destekli bilgi harbiyle her türlü kötülüğün kaynağı gösterilen TSK'nın Türkiye'deki bütün mağdurların hatta  kendisine karşı saldırılara/operasyonlara 
katılanların da sığınacağı güvenli bir liman olacağını göstermektedir.

Bunun ilk adımı Balyoz davasının mağduru subayların derhal özgürlüğüne kavuşturulması, davanın adil ve evrensel hukuk kuralları içinde görülmesidir, 
böyle olduğunda Balyoz'un kumpas olduğunu mahkemeler de teyit edecektir. Bununla birlikte mağdur olan insanların (kaybedilen hayatların ve hapishanede geçen yılların geri verilmesi mümkün olmamakla birlikte) yaralarının sarılması belki mümkün olabilecek, devlet yönetiminde / karar mekanizmalarında / yasalarda / kurumlardaki erozyonların ve bozulmaların düzeltilmesi uzun dönemde gerçekleşebilecektir. Bu nedenle bu konuda atılacak adımdaki bir saniyelik bile gecikmeye hem Türkiye'nin hem de davalarla mağdur edilen askerlerin tahammülü yoktur.


Uzman Hakkında

Cahit Armağan DİLEK
Politik-Sosyal-Kültürel Araştırmalar Merkezi
https://cahitarmagandilek.com

Uzmanın Diğer Yazıları

  ABD'nin IŞİD konulu "Harp Oyunu"; IŞİD'le mücadelede neler olacak?  
  ABD Düğmeye Bastı: Batı Kürdistan Kuruluyor, Öcalan Özgür Kalıyor 
  IŞİD tehdidinin "Kazananları" ve "Kaybedenleri" 
  IŞİD Eliyle Irak'ın Yeniden Dizaynı: Kerkük'ten Sonra Musul Barzani'ye Peşkeş 
  Mi Çekiliyor? 
  Türkiye'nin Cumhurbaşkanını Seçmek; Kim Seçilirse Ne Yapar, Hangi Kararları Alır? 
  Başbakan'ın "Terörün Nedeni" Tanımlaması ve Türkiye'yi Bekleyen Tehlikeler 
  PKK'nın zaferini, Öcalan'ın Özgürlüğünü, Kürdistan'ın kuruluşunu, Türkiye'nin bölünüşünü ilan eden kanun 
  TSK Neden Hedef Alındı ve Nasıl Bertaraf Edildi? 
  Üç Kollu Gemi Halatı ve Yeni MİT Yasası 
  AKP (Erdoğan) - PKK (Öcalan) Barış Anlaşması Son Virajda 
  Türk-Amerikan ilişkilerinde ABD'nin manivelaları; NATO, İncirlik, PKK ve  Cemaat 
  İki Buçuk Savaş Tehdidinden "İki Buçuk Devlet & İki Buçuk Hükümet Tehdidi"ne 
  Dönüşen Türkiye'nin Beka Sorunu 
  Amerikan İstihbaratının 2014 Yılı Küresel Tehdit Değerlendirmesi ve Türkiye'nin Durumu 
  ABD-Romanya Stratejik Ortaklığı; ABD Artık Sürekli Karadeniz'de  
  ABD Enerji Alanında da Süper Güç Oluyor 
  Tokyo 2020; Küresel Güç Dengeleri ve Asya-Pasifik'in Yükselişi 
  Esad'ı Cezalandırmak ve Askeri Operasyonun Sürpriz Etkisi 
  Amerikan Ordusu Suriye’de Askeri Harekâta Hazır mı ve Sürdürebilir mi? 
  ABD Suriye'yi Neden Vurmalı, Neden Vurmamalı?  
  PKK Terör Örgütüyle Mücadelenin Mitleri 
  Çapulcudan Özgürlük Savaşçısına, Terörden Direnişe, Direnişten Bağımsızlığa: 
  PKK Terör Örgütünün Dönüştürülmesi 

http://www.21yyte.org/tr/arastirma/terorizm-ve-terorizmle-mucadele/2014/05/26/7614/tsk-neden-hedef-alindi-ve-nasil-bertaraf-edildi


***

TSK Neden Hedef Alındı ve Nasıl Bertaraf Edildi? BÖLÜM 1

TSK Neden Hedef Alındı ve Nasıl Bertaraf Edildi? BÖLÜM 1


21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü
Terörizm ve Terörizmle Mücadele
26 Mayıs 2014 Pazartesi
Cahit Armağan DİLEK 

 TSK Neden Hedef Alındı ve Nasıl Bertaraf Edildi? AYM Önünde Adalet Nöbetindeyken Balyoz ve Benzeri Kumpas Davalarına Strateji Kavramlarıyla Yeniden Bakış;

Türkiye'nin gündemi ve Türk toplumunun algısı 2007'den bu yana Sauna Çetesi, Atabeyler, Ergenekon, Poyrazköy, Kafes Eylem Planı, Amirallere Suikast, Arınç'a 
Suikast (Kozmik Oda), İrticayla Mücadele Eylem Planı, Balyoz, İnternet Andıcı, Askeri Casusluk gibi davalarla şekillendirildi. Ancak ne trajiktir ki, 2013 
yılının son aylarında hükümet yetkililerinin de bizzat açıkladığı şekilde söz konusu davaların düzmece ve kumpas davalar olduğu ortaya çıktı. Bunca kumpas itirafı, yeni deliller, raporlara rağmen sorumlu ve yetkililerden sorunu çözecek tek bir hareket gelmeyince mağdurlar AYM önünde adalet nöbetine başladılar.

Bu davaların ortak özelliği, bir bölümünün sadece askerleri kapsaması, diğerlerinde ise yine çoğunluğunu askerler oluştururken sivillerin de davalara 
dahil edilmesine rağmen, hepsinde asıl hedefin asker olmasıydı. Bugüne kadar söz konusu davaların mağdurları gerek savunmalarında gerekse yazdıkları kitaplarda bu davalarda Türk Silahlı Kuvvetlerinin (TSK) hedef alındığını, çünkü TSK'nın bölgesinin en güçlü, dünyanın da sayılı askeri güçlerinden biri olduğunu, küresel güçlerin bölgemizdeki emellerine ulaşmada TSK'yı önlerinde engel olarak gördüklerini, onun için de etkisiz hale getirilmesi gerektiğini düşündüklerini ortaya koydular. Bu tespitler doğru ve önemli.

İşte bu makalede bu tespitleri destekleyecek yeni tespitlerle TSK'nın neden hedef alındığı ve nasıl bertaraf edildiği stratejik seviyeden bakılarak 
açıklanmaya çalışılacaktır. Bunu yaparken de askeri stratejide önemli bir kavram olan ve günümüzde siyaset ve iş dünyası stratejilerinin de vazgeçilmez kavramı 
olarak benimsenen "Ağırlık Merkezi" konseptinden faydalanacağım.

Ağırlık Merkezi Konsepti

Ağırlık Merkezi kavramı stratejinin temel kavramlarından biridir. Stratejinin klasikleri ve temel dokümanları olan Çinli stratejist Sun Tzu'nun "Savaş sanatı" 
ve Prusyalı General Clausewitz'in "Savaş Üzerine" isimli eserlerinde ne olduğu ve nasıl uygulanması gerektiği açıklanmaktadır. En sade tanımıyla ağırlık 
merkezi "karşı tarafın yani düşmanın bütün gücünü ve hareketlerini dayandırdığı, ihtiyaç duyduğu gücü ile hareket serbestisini sağlayan ve bizim bütün enerjimizi üzerine yöneltmemiz gereken şey"dir. Diğer bir ifadeyle de "karşı tarafın neyini etkisiz hale getirirsem ben kazanırımın cevabı"dır.

Tanımı kolay gibi gözükse de belirlenmesi çok zordur. Sun Tzu "Kendini tanımak kazanmanın yarısıdır, diğer yarısı ise düşmanı tanımaktır" diyerek bu zorluğa 
işaret etmiştir. Ağırlık merkezini tespit edebilmek için karşı tarafın kritik yeteneklerini, kritik ihtiyaçlarını, kritik eksikliklerini diğer bir ifadeyle 
kuvvetli ve zayıf yönlerini iyi analiz etmek gerekir ki bütün enerjimizi yöneltebileceğimiz noktayı (ağırlık merkezini) tam olarak belirleyebilelim. 
Ağırlık merkezine iki türlü saldırabilirsiniz; 

(1) Doğrudan 
(2) Dolaylı. 

Doğrudan saldırmak yani fiziki/öldürücü silahlarla saldırmak zor ve masraflıdır, bunun için yeterli kaynaklara, ortama sahip olmak gerekir, bu nedenle 
genellikle dolaylı saldırı (günümüzde bilgi harbi (etki odaklı operasyon+psikolojik harekat +algı operasyonu+siber saldırı olarak bilinmektedir) en uygun hal tarzıdır.

Ağırlık merkezi ulusal/stratejik seviyede ve operasyonel seviyede belirlenebilir. 
Ulusal/stratejik seviyede belirlenecek ağırlık merkezi ya askeri/güvenlik kapasitesi ya da ekonomik/endüstriyel kapasitedir. 
Operasyonel seviyedeki ağırlık merkezi ise stratejik seviyedeki ağırlık merkezini koruyan şeydir ve bu genellikle askeri yetenekler veya askeri kuvvetlerdir.   

Günümüzde ağırlık merkezi konsepti uygulamasını en iyi şekilde kurumsallaştıran ve hayata geçiren ülke ABD'dir. Pentagon ağırlık merkezi konseptini askeri talimatlarına (Joint Publication, Doctrine for Joint Planning Operations) koymuş, bütün planlama faaliyetlerine yansıtmıştır ve uygulamalar için çok büyük bütçeler ayırmaktadır. Amerikalı askerlerle ikili veya NATO çerçevesinde çalışmalar olanlar bunu çok iyi bilecektir.

Türkiye'nin Stratejik Ağırlık Merkezi ve Operasyonel Ağırlık Merkezleri

Kapsamı, etkileri ve sonuçları itibariyle bakıldığında düzmece kumpas davalar Türkiye'ye yönelik stratejik seviyede bir kampanya yürütmek ve Türkiye'nin 
ağırlık merkezine dolaylı bir saldırı gerçekleştirmek üzere kurgulanmış ve uygulamaya sokulmuş dış destekli bir operasyondur. Ayrıca kesin sonuç almak 
amacıyla hem ulusal/stratejik ağırlık merkezi hem de operasyonel ağırlık merkezleri eş zamanlı hedef alınacak şekilde saldırılar planlanmış ve 
uygulanmıştır. Bu saldırıların yöneldiği ağırlık merkezi nedir diye incelemek istediğimizde yukarıdaki teorik bilgilere göre iki seçenek vardır. Türk 
ekonomisi bugün dünyanın en büyük 17. ekonomisi olmasına rağmen alınan dış yardımlar/krediler, yaşanan ekonomik krizler ve kırılgan yapısıyla Türkiye'nin 
bütün gücünün ekonomisine dayandığını, Türkiye'ye hareket serbestisi sağladığını söylemek mümkün değildir.  
Geriye diğer seçenek yani Türk Ordusu kalmaktadır ki gerçekten de Türkiye'nin ağırlık merkezi TSK'dır. 
Nasıl mı? 
İşte bunu yabancı aktörlerin de ele alacağı formatta kısaca gözden geçirelim.

 Türkiye Cumhuriyeti Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşları tarafından kurulmuştur, yani kurucu atalarımız askerdir. Türkiye Cumhuriyeti ona "en büyük eserim" diyen Atatürk ile özdeşleşmiştir. Bu bağlamda devletimizin kurucusunun kuruluş felsefesinde devletin gücünü neye dayandırdığına yani Türkiye'nin en kuvvetli yeteneğinin ne olduğunu açıklayan değişik zamanlardaki demeçleri "Ordumuz, Türk birliğinin, Türk kudret ve kabiliyetinin, Türk vatanseverliğinin çelikleşmiş bir ifadesidir." , "Ordumuz; Türk topraklarının ve Türkiye idealini tahakkuk ettirmek için sarf etmekte olduğumuz sistemli çalışmaların, yenilmesi imkânsız teminatıdır." , "Ordumuz yaşam ve onur savaşımında ulusun amaçlarının tek dayanak noktasıdır." ,"Türkiye Cumhuriyeti sadece iki şeye güvenir: Biri ulus kararı, diğeri en elim ve güç koşullar içinde dünyanın övgüsüne hakkıyla yaraşma niteliğini kazanan ordumuzun kahramanlığı." , "Ordumuz; Türk topraklarının ve Türkiye ülküsünü gerçekleştirmek için sarf etmekte olduğumuz sistemli çalışmaların yenilmesi olanaksız güvencesidir." ve söylevleri "...Düşmanlar, milletimizi bağımsızlıktan mahrum etmek için, evvela onu ordudan mahrum etmek çarelerine giriştiler. Silahlarımızı, cephanelerimizi, bütün müdafaa vasıtalarımızı elimizden almaya çalıştılar. Sonra kumandanlarımıza ve subaylarımıza tecavüz ve taarruza başladılar. Askerlik izzetinefsini yok etmeye gayret ettiler... Orduyu imha etmek için mutlaka subayları mahvetmek, aşağılamak lazımdır..." Türkiye'nin ağırlık merkezinin anlaşılmasında önem arz etmektedir.

Bütün bunların yanında Atatürk'ün vefatından hemen önceki son mesajı olan ve "Atatürk'ün Türk Ordusuna Değişmeyen Mesajı" olarak bilinen hitabındaki sözleri de Türkiye'nin bütün gücünün ve hareket serbestisinin TSK'ya dayandığını ve ondan kaynaklandığını göstermektedir. Nitekim ünlü Amerikalı spekülatör Soros'un 
"Türkiye'nin tek ihraç ürünü Ordusudur" sözü bunun teyit eden örneklerden sadece bir tanesidir. Ayrıca Kore Savaşından, 1974 Kıbrıs Barış Harekatına, terörle mücadeleden uluslararası barışı koruma harekatlarına, bölgesinin en güçlü ordusu olmasının yanısıra NATO'nun en büyük ikinci ordusu olmasına kadar uluslararası arenada ortaya çıkan görüntü "TSK demek Türkiye demektir" gerçeğini vurgulamaktadır.

Diğer taraftan özellikle Türkiye'nin özellikle NATO üyesi olmasıyla birlikte TSK'nın yabancı ülkelerle olan ilişkileri Türkiye'nin herhangi bir devlet 
kurumununkinden çok daha fazladır ve içiçedir. TSK bu dış temaslardan edindiği devlet yönetiminin her alanıyla ilgili bilgi birikimini ve tecrübesini (strateji 
oluşturma, risk yönetimi, güvenlik yönetimi, kriz yönetimi vs) ülke içine aktarırken devleti eğiten ve yetiştiren bir rolü üstlenmiş, Soğuk Savaş 
döneminin de etkisiyle savunma/güvenlik konularının ön planda tutulması devletin yönetiminde TSK'nın ön almasını ve diğer kurumları yönlendirme işlevini artırmış, bu durum TSK'yı sözü mutlaka dinlenmesi gereken bir konuma oturtmuş, hem içeride hem dışarıda "TSK eşittir devlet" algısını yerleştirmiştir.

TSK Neden Hedef?

Türkiye Cumhuriyeti kurulduğundan 2000'li yılların hemen başlarına kadar geçen süre içinde Türkiye'yi inceleyen, analiz edenler TSK'nın Türkiye'nin bel kemiği 
olduğunu, ağırlık merkezi olduğunu görecektir, anlayacaktır. Bu aşamada hemen akla gelebilecek bir soru var;  Türkiye üzerinde emelleri olanlar neden o 
zamanlar değil de 2000'li yıllarla birlikte TSK'yı bu şekilde hedef aldı? Bunu anlamak için de 2000'li yılların başında Türkiye'nin durumuna bakmak gerekir.

2000'li yıllara girildiğinde Türkiye en büyük ekonomiler arasında ilk yirmidedir (daha önceleri bir dönem 14.sıraya kadar yükselmiştir), genç ve dinamik bir 
nüfusu vardır, yer üstü ve yer altı kaynakları uygun işlendiğinde yeterlidir, büyük bir tarım potansiyeline sahiptir aynı zamanda hızla sanayileşmektedir, 
Adriyatik'ten Çin Seddi'ne kadar olan bölge Türkiye'nin ilgi alanından etki alanına (öncelikle askeri eğitim, yardım, işbirliği mekanizmalarıyla) girmeye 
başlamıştır, özellikle bölgemizdeki krizlerde Türkiye aranan bir arabulucu ve denge unsuru olarak sözü dinlenen bir ülke olmuştur, savunma sanayi büyük bir 
gelişme gösterirken TSK'nın ihtiyaçlarını milli olarak karşılamak üzere projeler başlatılmıştır (bugün hükümetin övünerek halka anlattığı savunma 
ürünlerinin-miili gemi, Anka insansız uçak, milli uydu, uzun menzilli füze vs- hemen hemen hepsi 20003'ten önce projelendirilmiştir), TSK bölgesel bir güç 
olurken Karadeniz ve Doğu Akdeniz'e bölge dışı aktörlerin müdahil olmasına engel olmuştur, bütün dünya denizlerinde varlık gösteren ABD Türkiye'nin 
öncülüğündeki girişimler (Karadeniz Ekonomik İşbirliği, Karadeniz Deniz İşbirliği Görev Grubu Kuvveti (BLACKSEAFOR), Karadeniz Uyum Harekatı vs) 
nedeniyle Karadeniz'e girememiştir, Doğu Akdeniz'deki enerji kaynaklarının haksız-hukuksuz şekilde tek taraflı olarak Güney Kıbrıs tarafından el konulmasına engel olunmuştur, KKTC'nin haklarının korunması maksadıyla Güney Kıbrıs'ın NATO üyeliği ve işbirliği engellenmiştir, yaptırımlara ve AB üyeliğinin engellenmesine rağmen Türkiye Kıbrıs'taki garantör haklarından vazgeçirilememiş ve adadaki Türk askeri çekilmemiştir, 1984'ten itibaren Türkiye'nin kaynaklarını tüketen terörle mücadelede 1999 yılında askeri anlamda zafer kazanılmıştır (ancak sonraki gelişmeler bunun tek küresel güç ABD ve diğer Batılı güçlerce arzu edilen bir sonuç olmadığı için terörün aslında sona erdirilemediği ve Türkiye'nin uyguladığı yöntemle terörle mücadele edilemeyeceği soruna siyasi çözüm bulunması gerektiğini benimsetecek ortamın oluşturulmasının desteklendiği görülmüştür), 11 Eylül saldırıları sonrasında dünyada oluşan yeni konjonktürde tek küresel süper güç olan ABD Irak'ı işgal planlarını değiştirmek zorunda bırakılmıştır, Irak'ı işgal eden ABD'ye kendisine rağmen Türkiye'nin tek taraflı olarak Irak'ın kuzeyine müdahale edebileceği kaygısı yaşatılmıştır... Evet o dönemde Türkiye daha buraya yazılmayan bir çok şeyi yapan ve başarabilen bölgesel bir güç konumundadır, küresel rol üstlenebileceğinin emarelerini göstermektedir.

İşte işin püf noktası da buradadır. Makalenin ilk bölümünde de anlattığımız şekilde bütün bunların arkasındaki güç, Türkiye'nin bu kararları alıp uygularken 
dayandığı güç, Türkiye'ye hareket serbestisi sağlayan güç TSK'dır. Daha önceki yıllarda terör, ekonomik krizler, 1980 öncesi yaşanan anarşi ortamı, 1960 ve 
sonrasında yaşanan askeri darbe dönemleriyle Türkiye'nin dolayısıyla TSK'nın etkisizleştirilmesi hedef alınmışsa da pasif dolaylı yöntemlerle uygulamaya 
sokulan senaryolarla bunun başarılamadığı görüldüğünden bu kez 2003'ten itibaren yine dolaylı ancak aktif yöntemleri içeren yeni bir senaryo (düzmece delillere dayalı siber saldırılarla oluşturulan kumpas davaları) uygulamaya sokulmuştur.

Bu kumpas davalarla stratejik seviyede Türkiye'nin ağırlık merkezi olarak Türkiye'nin askeri/güvenlik kapasitesi yani  TSK asıl hedef alınarak saldırılar 
gerçekleştirilirken operasyonel seviyede de askeri kuvvetler (Özel Kuvvetler, Dz.K.K.lığı, SAT/SAS) ve TSK'nın mevcut ve gelecekteki komuta kademesi hedef alınmıştır. Ortada fiili bir savaş durumunun olmaması nedeniyle bu saldırılar doğrudan değil dolaylı yollardan (bilgi harbi) yapılmıştır ki bu da kumpas davalar olarak ortaya çıkmıştır.

Neler oldu?

Şöyle geriye doğru baktığımızda bu kumpas davalarının 2006'dan itibaren başlatıldığını görürüz. Ancak TSK'ya karşı uygulamaya sokulan bilgi harbinin 
başlangıcı bu değildir.

İlk hedef Özel Kuvvetler Komutanlığı

TSK'ya karşı ilk hareket 04 Temmuz 2003'te Irak'ta Türk Özel Kuvvetler timinin başına çuval geçirilmesi olayıdır. Bu olayın Amerikan askerlerinin Türkiye'ye de 
konuşlanmasını ve Türkiye üzerinden Irak'a girmesini öngören Amerikan planının 01 Mart 2003'te TBMM'de kabul edilmemesinden sonra gerçekleştiği hiç 
unutulmamalıdır. Fiili bir saldırı olmasına rağmen etkisi ve sonuçları itibariyle bilgi harbi kapsamında (Türkiye'nin en prestijli askeri birliği olan Özel Kuvvetlerin dolayısıyla TSK'nın imajının yerle bir edilmesi, görev etkinliğinin yok edilmesi) değerlendirilmelidir. 

Çünkü silahlı çatışmaya dönüşmemesi ve olayın içindeki personel sayısı açısından küçükmüş gibi gözükse de o olay TSK'nın en prestijli birliğinin personelinin esir alınması ve başına çuval geçirilmesi TSK'nın hem imajının hem de gerçek gücünün çöküşünün başlangıcı olması ve o tarihten sonraki TSK yapılanmalarını olumsuz etkilemesi açısından çok kritik sonuçları vardır.

2014 yılı itibariyle TSK'nın imajının ve etkinliğinin ne durumda olduğu bir 
şeyler söylemeye ihtiyaç duyulmayacak kadar aşikardır. TSK'nın yapılanması 
konusunu da şöyle açıklayabilirim. Çuval olayı zamanında Genelkurmay Özel 
Kuvvetler K.lığı tümen seviyesindedir. O zamanlar yapılan değerlendirmeler 
geleceğin savaşlarında özel kuvvet birliklerinin rolünün artacağı yönündedir ve 
TSK bu nedenle Özel Kuvvetler Komutanlığını büyütmeyi öngörür, nitekim 
Korgeneral seviyesinde atamayla birliğin seviyesini kolorduya yükseltir. Hedef 
muhtemelen ordu seviyesine çıkarmaktır ancak (2006 sonrası ilk davaların (Sauna çetesi ve Atabeyler) özel kuvvetlerle ilgili olduğunu hatırlanırsa) sonraki 
gelişmelerde özel kuvvetlerin kritikler görevlerinin gizliliği ihlal edilmiş ve 
askeri merkeze alan diğer davalar nedeniyle Özel Kuvvetler Komutanlığını ordu 
seviyesine yükseltmek yerine tekrar tümen seviyesine indirilmek zorunda kalınmış hatta bazı önemli birimleri lağvedilmiştir.

Peki bu yapılanmayı gerçekleştirememek neden önemlidir diye soranlara şunu 
söyleyebilirim. Savunma ve güvenlik stratejilerinin öngörülerine göre önümüzdeki dönemdeki geleceğin savaşlarında özel kuvvet unsurlarının harekatları esas belirleyici unsur olacaktır. Dünyanın gelişmiş ülkeleri bu yönde planlama yapmış ve uygulamaya geçmiştir. Örneğin ABD'nin 2010 ve 2014 savunma stratejilerinde özel kuvvetlerin geliştirilmesi, büyütülmesi ve kuvvetlendirilmesi ana hedeflerden biri olarak belirlenmiş ve uygulamaya geçirilmiştir. TSK bunu yıllar öncesinden görmüş olmasına rağmen yukarıda özet olarak açıklanan nedenlerle bunu başaramamış ya da engellenmiş ve TSK önemli bir kuvvet çarpanını etkin hale getirememiştir.

Özel Kuvvetler terörle mücadelede de en etkin olan birliktir. PKK TSK'nın Özel 
Kuvvetleriyle karşılaşmak istememektedir. Bu nedenledir ki sözde çözüm sürecinde PKK ve yandaşlarının talepleri arasında TSK özel kuvvet birliklerinin doğu ve güneydoğudan çekilmesi hatta özel kuvvetlerin tamamen lağvedilmesi vardır. TSK'nın Özel Kuvvetleri büyütememesinin ve güçlendirememesinin arkasındaki faktörler arasında bunun da olabileceği unutulmamalıdır.

Özel Kuvvetlerin hedef alınmasında yol açan diğer bir husus da Irak'ın kuzeyinde Özel Kuvvetler personelinin Türkiye'nin menfaatleri doğrultusunda kendilerine verilen emirler doğrultusundaki tavizsiz dik duruşlarıdır. Bu durum hem PKK hem Barzani yönetimi hem de ABD'yi rahatsız etmiştir. Yukarıda belirtilen gelişmelere paralel olarak Irak'ın kuzeyindeki Özel Kuvvetler personelinin "müzakereci subaylarla" değiştirilmesi taleplerinin gelmesi ancak bunun karşılık bulmaması da davalarda Özel Kuvvetlerin hedef alınmasına yol açan etkenlerden olmuştur.


2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR


***

ABD; Bir öyle Bir böyle.,



ABD; Bir öyle Bir böyle.,

Armağan KULOĞLU
oakuloglu@gmail.com

Armağan KULOĞLU
23 Haziran 2018


Türkiye'nin ABD'yle olan ilişkileri inişli çıkışlı seyretmiştir. İlişkiler, bazen müttefiklik, stratejik ortaklık, model ortaklık olarak tarif edilmiş, bazen de Türkiye, ABD'yi, güvenliğine tehdit olarak görmüş, ABD de Türkiye'yi çıkarlarına engel oluşturan ülke olarak nitelendirilmiştir. Ancak ABD'nin Türkiye'ye karşı aynı anda hem müttefik, hem de çıkarlarına ters düşen ülke gibi hareket ettiği pek görülmemiştir. Bugünlerde böyle bir durumla karşı karşıyayız.

Menbiç Mutabakatı

ABD, PYD/YPG/PKK'nın Fırat'ın batısındaki Menbiç bölgesini işgalini desteklemiştir. Türkiye de ABD'ye, PYD'nin bölgeyi terk etmesi için defalarca çağrıda bulunmuş, ABD de bunun sağlanacağına ilişkin söz vermiştir. Ancak ABD sözünde durmamış, hatta daha sonra PYD'nin bölgeyi terk etmeyeceğini söylemiş ve bölge 2 yıla yakın PYD'nin kontrolünde kalmıştır.

ABD 2 ay kadar önce, Türkiye'nin de etkisiyle tutumunu değiştirerek, bu konuda müzakerelere başlamıştır. Müzakere sonucunda sağlanan mutabakat gereğince Türkiye ve ABD 5 gün önce, kendilerine tahsis edilen sahada devriye faaliyetlerine başlamıştır. Şimdi YPG'nin silahlarını ABD'ye teslim etmesi, bölgeyi terk ederek doğuya geçmesi beklenmektedir. Bilahare kararlaştırılan yönetimin gerçekleştirilmesi faaliyetine geçilecektir.

Şimdi soru, ABD'nin neden 2 yıl sonra böyle bir yaklaşım sergilediğidir. Bu durum, ABD'nin Menbiç'te sağladığı imkâna karşılık Türkiye'nin, PYD'nin Fırat'ın doğusunda kalmasına ses çıkarmaması için böyle bir yaklaşımda bulunduğunu göstermektedir.

Ayrıca ABD'nin bu şekildeki davranışını, seçim için Türkiye'deki yönetime bir hediye olarak gören CIA uzmanı bile vardır.

TSK'nın Irak'ın Kuzeyindeki harekâtı

Uzun bir süre Türkiye'nin Irak içinde PKK'yla mücadelesine müsaade etmeyen ABD, PKK'yı terör örgütü olarak kabul etmesi ve PKK'yla mücadeleye engel teşkil eden bir ülke olarak görünmek istememesi düşüncesiyle, 2008'de yapılan kısa süreli ve mahdut hedefli operasyon hariç, PKK'ya karşı sadece hava harekâtına izin vermiştir.

Bu tutumda olan ABD, 5 aydır TSK'nın Irak içlerine yaptığı harekâta ses çıkarmamaktadır. TSK da bu harekâtı Kandil'e doğru başarıyla sürdürmektedir. Ancak bu durum da, "bayram değil, seyran değil ABD neden ses çıkarmıyor" sorusunu akla getirmektedir.

Bunun sebebinin de; ABD'nin Türkiye karşı "PKK'yı Türkiye'ye tehdit bir terör örgütü olarak gördüğü, onunla mücadelesine hak verdiği, ancak YPG'yle PKK'yı ayırt ettiği, buna karşılık Türkiye'nin de bu ayırımı yaparak PYD/YPG'yi kabullenmesi" şeklinde bir mesaj vermek olduğu değerlendirilmektedir.

Türkiye'ye Silah Ambargosu

ABD senatosundan, Türkiye'nin Rusya'dan S-400 alması ve tutuklu olan papazı serbest bırakmaması bahane edilerek F-35, F-16 uçakları, CH-47, H-60 ve AH-1 helikopterleri satmasını kongre kararına bağlayan karar çıkmıştır.

Özellikle anlaşmaları sağlanmış, paraları ödenmekte olan projeler varken böyle haksız ve mesnetsiz bir tutum sergilenmesi esef vericidir. Her ne kadar uygulama, yönetimin onayına tabi ise de durum, müttefikliği zedelemiştir.

Türkiye F-35 projesinin 9 ortağından biridir. Parasının önemli bir kısmını ödemiştir. Üstelik bazı parçaları da Türkiye'de üretilmektedir. İlk 2 uçak da iki gün önce eğitim faaliyetlerine başlanması için Türk heyetine ABD'de teslim edilmiştir.

Bu kararın alınmasında İsrail'in büyük rol oynadığı konuşulmaktadır. İsrail'in, Türkiye'yle olan ilişkilerinin bozulmasını da bahane ederek, ABD'deki Yahudi lobisi vasıtasıyla, Orta Doğu'da kendisinden daha üstün bir gücün olmasını engellemeye çalıştığı değerlendirilmektedir.

Çelişkiler yumağı oluştu

Menbiç'te Uyumlu davran, Türkiye'yi Fırat'ı doğusuna Dokunmamaya razı et. Irak'ın kuzeyinde PKK Harekâtına ses Çıkarma, PYD/YPG'yi kabullen. Müttefiklikten bahset, silah ambargosu uygula. İyi niyet göstergesi olarak Ankara'ya yeniden büyükelçi ata, atadığın elçi PKK taraftarı olsun.

Görüldüğü üzere ABD'nin her davranışı şaibeli, şüpheli ve güven vermiyor. Bir öyle bir böyle. Karşı davranışları gündeme getirmekte fayda var.


http://www.yenicaggazetesi.com.tr/abd-bir-oyle-bir-boyle-47907yy.htm

“ YENİ ANAYASANIN '' ŞİFRELERİ BÖLÜM 5


“ YENİ ANAYASANIN '' ŞİFRELERİ  BÖLÜM 5


Niçin “Sıfırdan” Anayasa? 

İncelediğinde görüleceği gibi 1982 Anayasası’nda 29 yılda 136 değişiklik yapılmıştır. 1987’den itibaren AKP dönemi dâhil her meclis ve her iktidar döneminde çok sayıda değişiklikler olmuştur. Özellikle AB taleplerinin 
büyük kısmı aynen benimsenmiş ve gereği yapılmıştır. Bu sebeple 17 Aralık 2004 Zirve kararıyla, Türkiye’nin Kopenhag siyasi kriterlerini yerine getirdiği ileri sürülerek “müzakere” tarihi verilmiştir. 


Düne kadar anayasada yapılan bütün bu değişiklikleri, içeriden ve dışarıdan alkışlayanlar, nedense bugün aşağılayıcı bir üslupla itiraz etmektedir. 

Diyorlar ki; 136 değişikliğe rağmen bu bir darbe anayasasıdır. 

Milli iradenin, yani sivillerin yaptığı bu değişiklikler için de; “Anayasa yamalı bohçaya döndü. Sistematiği bozuldu. Bütünlüğü kalmadı”; daha da önemlisi “anayasanın ruhu kaldı” diyebiliyorlar. Bu amaçla “demokratikleşme”, “özgürleşme” ve “insan haklarına dayalı” yeni bir anayasaya gerek olduğunu söylüyorlar. 

Burada bir parantez açalım ve bir tespitte bulunalım. Çok partili demokrasilerde rejimin temel kurumu olan partilerin iç bünyelerinde, demokrasi kurum ve kurallarıyla işlemiyorsa, o ülkede demokratikleşmeden ve özgürleşmeden bahsetmek mümkün değildir. Bugün maalesef partilerimiz tek adam zihniyetiyle, demokrasiyle asla bağdaşmayacak şekilde yönetiliyor. Bu zihniyet kaldıkça anayasalara ne yazılırsa yazılsın, değişen bir şey olmayacaktır. 

Nitekim mevcut anayasa ve siyasi partiler kanunu, partilerin demokratik esaslara göre yönetilmesini istediği halde, buna itibar edilmemektedir. Rejimin ruhu demek olan bu konuda samimiyet böyle olunca, “demokratikleşme” ve “özgürleşme” sözlerinin sadece kitleleri aldatmaya yaradığını söylemeliyiz. 


Parantezi kapatıp şu “yamalı bohça, sistematik ve “bütünlük” meselesine dönelim. Fütursuzca deniliyor ki; 1987’den beri milli irade, (üstelik son dönem hariç, değişiklikler uzlaşmayla olmuştur) hep yanlış yapmıştır. İyi de neden? 

Acaba meclislerin kabiliyeti mi yetmemiştir? Eğer böyleyse şimdiki meclisin ehliyetine nasıl güveneceğiz? Üstün vasıflara sahip olduğuna nasıl inanacağız? Bunun için elde bir delil var mı? Üstelik de devletin temellerinin değiştirmeye kalkışıldığı halde. 

Bütün bunlardan anlaşılan; “sıfırdan” anayasa istenmesinin şifresi bu karalamada gizlidir. Anayasanın “ruhu” denilenin de, “Türk” kimliği olduğu ve buna itiraz edildiği açıktır. 

Başka bir ifadeyle devletin Türk Milletine ait olduğunu belirleyen ibarelerin anayasadan çıkarılması suretiyle, kimliksiz, sahipsiz bir devlet yapısı öngörülmektedir. 

Anayasanın “ Ruhu ” ile ilgili maddeler şunlardır: 

. “Başlangıç” bölümündeki; “Türk vatanı ve milletinin ebedi varlığını ve yüce Türk Devletinin bölünmez bütünlüğünü egemenliğin kayıtsız şartsız Türk Milletine ait olduğunu… Türk Milleti tarafından demokrasiye aşık Türk evlatlarının vatan ve millet sevgisine emanet ve tevdi olunur.” 

. 66. Maddedeki; “Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkesTürk’tür.” 

. 4. Maddedeki, “Anayasanın 1. Maddesindeki Devletin şeklinin Cumhuriyet olduğu hakkındaki hüküm ile 2. Maddesindeki Cumhuriyetin nitelikleri ve 3. Maddesi hükümleri değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez.” 

. 6. Maddedeki, “Egemenlik Kayıtsız Şartsız Türk Milletinindir.” 

. 42. Maddedeki; “Türkçeden başka hiçbir dil, Eğitim ve Öğretim kurumlarında Türk vatandaşlarına ana dilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez.” 
Emirleri Asla değiştirilmemelidir. 

Türk Milletine rağmen Türk kimliğinin değiştirilme gerekçesi nedir? İnkarcılara göre; “Türk” milletin değil bir etnisitenin adıymış. Bunun için Türk sözü etnik bir çağrışım yaptığından diğer etnik gruplar inkâr ediliyor, ayrımcılık oluyor, gerilim, iç çatışma ve terör bundan çıkıyormuş. Bunun yerine Türkiye vatandaşlığı 
getirilirse, her grup eşit siyasi konuma gelirmiş, barış olurmuş. Hayret, Osmanlıyı yıkan görüşlere ne kadar da benziyor. 

Görüldüğü gibi meşruiyetin ve gücün kaynağı olan “Türk Milleti” yerine, coğrafyanın adı olan “Türkiye vatandaşlığı” getirilmek isteniyor. Böylece, Fransız Devleti, Alman Devleti, İspanyol Devleti, Amerikan Devleti, Yunan Devleti denebilecek, ama Türk Devleti denemeyecek. Tam da PKK’nın istediği gibi. 

Yapılmak istenenler bakımdan 66. Madde 1982 Anayasasının kilidi gibidir. Kırıldığında bütün kapılar açılacaktır. 

Anayasanın bu emirlerine niçin itiraz edilmektedir? Müesses nizam ve seçimlerde Türk Milleti size böyle bir yetki ve görev mi verdi? 
Bu Milletin bin yıllık egemenliğini sona erdirmek gibi bir isteği olabilir mi? 

Devletinden canı pahasına da olsa vazgeçmeyeceği bilinen Türk Milletinin laf cambazlığıyla aldatılması, milli iradeye meydan okumak anlamına gelmiyor mu? 

Anayasanın “ruhunu” değiştirme ihtiyacının bir başka izahı da şöyle yapılmaktadır: 

Özetleyelim; Osmanlı herkesin devletiydi. Ama Atatürk ve arkadaşları, Türkiye Cumhuriyeti Devletini sadece Türklerin devleti olarak kurdu. Böylece diğer etnik grupları dışlayıp inkar etti. Türkiye’nin temel meselesi budur. Meselenin çözümü; Türk(!) etnisitesi ile diğer etnisiteler, demokratikleşme ve özgürleşme yoluyla 
eşitlenip, egemenliğe ortak yapılmasıyla mümkündür. 

Bunun için anayasa, ya hiçbir etnisitenin adının geçmediği veya her etnisitenin kendini eşit bir şekilde temsil edeceği yapıda olmalı. Böylece kardeşlik ve birlik tesis edilip, sorun olan milli/ulusal devletten kurtulmuş olacağız. 

Bu açıklama üzerinde biraz duralım. Çünkü meselenin özü buradadır. Önce kavramların çarpıtıldığına işaret edelim. Sonra bu icat edilen yeni kavramlar üzerine, dünyada benzeri olmayan, akıl dışı bir rejimin inşasına çalışıldığını söyleyelim. 

Çarptırılan kavramlar: “Osmanlı herkesin devletiydi” ifadesi, bireyler açısından doğrudur. Ancak söz konusu “egemenlik” olunca, yanlıştır. Zira egemen olan millettir. Birey değil. Birey hür olur. Bu durumda doğru cümle; “Osmanlı gibi Türkiye Cumhuriyeti de herkesin devletidir. Egemenlik ise, her ikisinde de Türk Milletinin dir” şeklinde olmalıydı. 

Bu Birinci Düzeltme. 

İkincisi ise; “Demokrasi”, “özgürlük” ve “eşitlik” gibi kavramlar, dünya hukukunda ve kültüründe olduğu gibi bizde de, bireyler/vatandaşlar için geçerlidir. Etnik, ırk, din, felsefe, cinsiyet, bölge, sosyal sınıf veya diğer toplum grupları için kullanılmaz. Çünkü etnisitelerin küme olarak “eşitliği, özgürlüğü ve 
demokratlığı” olmaz. Bireylerin olur. 

Toparlarsak; Büyük Atatürk ve arkadaşlarının, Osmanlının devamı olan Türkiye Cumhuriyetini, Türk Milletinin devleti olarak kurması, son derece isabetli ve gerçekçi olmuştur. Çağın gereği de budur. Dışlandı denilen boy, soy, aşiret gibi gruplar, Türk Milletinin birer parçası ve unsurudurlar. Bu açıdan eşit bireyler, her türlü farklılığı giderdiği gibi, millet bütünlüğü içinde, egemenliğin de zaten sahibidirler. 

Parti İktidarları veya TBMM “Sıfırdan” Anayasa Yapabilir Mi? 

TBMM veya Parti iktidarları, Anayasanın, Değiştirilemez dediği, tarihten gelen kurucu iradeye, devletin kimliği ve niteliklerini belirleyen ilkelere dokunmamak kaydıyla, gerekli her değişikliği yapabilirler. Ama “Sıfırdan” yeni bir anayasa yapmaya yetkileri yoktur. 

Bu konuda değerli hukukçu Prof. Dr. Çetin Yetkin, soruna açıklık getiriyor. Aynen şöyle diyor: 

“Yeni bir anayasa yapılıp yürürlüğe girinceye kadar, eskisi yürürlükte kalacaktır. O halde, yapılacak tüm işlemler yürürlükteki anayasaya uygun olmalıdır. Bu açıdan 1982 Anayasası’na bakarsak, her şeyden önce, 11/1. Madde hükmünün şöyle olduğunu görürüz 

“Anayasa hükümleri, yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını ve diğer kuruluş ve kişileri bağlayan temel hukuk kurallarıdır.” 

6. Maddenin 2. fıkrasında ise denilmektedir ki, “Hiçbir kimse veya organ kaynağını Anayasa’dan almayan bir devlet yetkisi kullanamaz.” 

“Anayasa Yapmak” hiç kuşkusuz, bir devlet yetkisinin kullanılmasıdır. 

Şu halde, yeni bir anayasa yapmak, ancak yürürlükteki anayasa olanak tanırsa düşünülebilir. 

O nedenle, ilk olarak TBMM’NİN GÖREV VE YETKİLERİ başlığını taşıyan 87. ve sonraki maddelere baktığımızda Meclis’in tüm yetkileri tek tek sayıldığı halde böyle bir yetkinin tanınmadığını görüyoruz. 
İDARE ile ilgili 123. ve sonraki maddelerde de böyle bir yetki söz konusu değildir. 

TBMM’nin görev ve yetkileri başlığını taşıyan 87. ve sonraki maddelere baktığımızda böyle bir yetkinin tanınmadığını görüyoruz.” 

“1982 Anayasa sı’nın 175. Maddesi Anayasa maddelerinin nasıl değiştirilebileceğini hükme bağlamıştır. Başka bir deyişle, Anayasa’da yapılacak herhangi bir “değişiklik”, yine Anayasa’ nın belirlediği biçimde yapılabilecektir. Nitekim şu ana değin hep böyle yapılmıştır. Ancak, burada söz konusu olan 
“maddelerde değişiklik”tir.” Sıfırdan yeni bir anayasa değildir. 

1982 Anayasası’nın 4. Maddesi, ilk 3 madde hükmü değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez dediğine, 2. Maddesi “Başlangıç”ta belirtilen temel ilkelere dayandığına, bu ilkelerde “…Egemenliğin kayıtsız şartsız Türk Milleti’ne ait olduğu” kaydedildiğine göre, devletin kuruluş esasları asla değiştirilemez.” 

Bu hukuki açıklamalardan sonra tekrarlayacak olursak; anayasanın ruhu değiştirilemez. Türk Devleti’nin asırlar ötesinden gelen, bedelini ödeyerek yaşattığı kimliğini, hiçbir güç yok sayamaz. 61 ve 82 anayasaları da, bu temel gerçeğe saygılı olmuştur. 

BOP’un ve Bölücü Terör Örgütü PKK’nın  “ Sıfırdan ” Anayasa İhtiyacı 

Bilindiği gibi Büyük Ortadoğu ve Genişletilmiş Afrika Projesi (BOP), bölgenin 22 İslam ülkesinin sınırlarını, batının ihtiyacına göre yeniden belirlemeyi amaçlıyor. 

Sınırların yeniden belirlenmesi işi; ülkelerin durumuna göre değişik yollardan, değişik araçlarla yapılıyor. Irak’ta askeri güç kullanarak; Libya, Tunus, Mısır gibi ülkelerde iç isyan ve çatışmalarla; Türkiye’de “demokrasi, özgürlük, eşitlik” gibi karıştırıcılar, işbirlikçiler, PKK terörü, AB üyeliği ve “ABD stratejik ortaklığı-Model ortaklık” aldatmacasıyla yürüyor. 

Bu çerçevede gelişmelere bakıldığında, ABD, AB ve PKK’nın, “yeni” bir anayasa istediği açıkça görülmektedir. İstemekle de kalmamakta, terör dahil her yönden saldırmaktadır. Devletimizin milli (bir millet) ve üniter/tekil (tek merkezden yönetim) yapısı bozulmadığı sürece de, bölünmesi mümkün değildir. 

Bunun için millet ve devlet yapısı etnikleştirilmeye çalışılmaktadır. Bu hedefe ulaşılırsa, daha sonraki bir vadede devamı da gelecektir. O da, İran, Irak, Suriye ve Türkiye’den koparılacak parçalar üzerine “Büyük Kürdistan”ın kurulmasıdır. 

Tarih şuuruna sahip olanlar meselenin burada da bitmeyeceğini, bin yıldan beri devam eden haçlı zihniyetinin gereği olarak, Türk’ün Anadolu’ya hapsedilmesi ve eritilmesiyle, bu topraklarda “Büyük 

Ermenistan-İsrail-Yunanistan” gibi egemenliklerin kurulmasına kadar devam edeceğini bileceklerdir. Bu son safha 50-60 yıl veya daha uzun sürebilir. Ayrı bir konu. 

Bu bir Haçlı Projesidir. İşte Bazı delilleri: 

. “Büyük Ortadoğu ve Genişletilmiş Afrika Projesi” (BOP)’nin resmi haritasına bakıldığında her şey ayan beyan görülebilir. İsteyenler “Sevr haritasını” ve “Sevr Antlaşması”nı da hatırlayabilirler. Bunların Barzani Yerel Yönetimi haritasıyla aynı olduğu da bilinmelidir. 

. 1998’de toplanan AB Bakanlar Komitesi şu kararı aldı: “Kürt sorunu siyasallaştırılarak, uluslararasına taşınarak ve halkların hukukuna göre çözülecektir.” 13 yıldır yaşananlar, aynen böyle seyrediyor. 

. PKK’nın yan kuruluşu İnsan Hakları Derneği (İHD)’nin imzasını taşıyan17 320 sayfalık kitap 1998’de AB Komisyonu Genişlemeden Sorumlu Komiseri Verheugen’a elden teslim edilmiştir. 

17 Kopenhag Siyasi Kriterleri ve Türkiye (Mevzuat Taraması), İnsan Hakları Derneği yayını 

. Bir yıl sonra Aralık 1999’da Türkiye’ye AB adaylık Atatüsü verilmiştir. 2000 yılından itibaren, uyum adına önümüze konan yol haritasındaki siyasi şartların tamamı, inanılır gibi değil, bu kitaptan alınmıştır. 

. Kitapta; Millet bütünlüğüne dayalı olarak inşa edilmiş olan kültürel, hukuki ve siyasi yapının çözülüp, Türkiye’nin “Etnisite esasına göre dönüştürülmesi” için; kanunlardan “Türk” ve “Milli” gibi kavramların çıkarılması, Anayasa maddelerinin ne şekilde değiştirileceği 18, Genel Af 19, 66. Maddeden Türk kimliğinin çıkarılması 20, Anadillerde eğitim, öğretim ve yayın 21 gibi düzenlemelerin; adı ister AB süreci olsun, ister “PKK Açılımı” hepsi mevcuttur. 

18 a.g.e 

19 a.g.e 

20 a.g.e 

21 a.g.e 

. Eğer, ABD-AB-PKK üçlüsünün dayattığı “siyasi-demokratik” (iki kimlikli, iki dilli, iki özerk bölgeli) çözüm kabul edilmezse, kan akmaya devam edecektir. Bu maksatla PKK terör örgütüne Irak’ın kuzeyinde güvenli bir bölge tahsis edilmiş tir. Bu terör yuvalarının dağıtılması için, bölgeye girişimize ABD-AB ikilisi izin vermemektedir. Bölücü terör örgütü ABD’nin himayesinde kan dökmeye devam etmektedir. 

Kısaca, kan dökenler, can alanlar bizden, devletimizi, vatanımızı ve milletimizi bölüşmemizi istiyorlar. Bunun adına “çözüm” diyorlar ve buna uygun bir “yeni” anayasayı dayatıyorlar. 

Bütün bunlar “sıfırdan” anayasanın kaynağında hangi mihrakların ve niyetlerin yattığını göstermeye zannederiz yeterli olacaktır. 

Siyasi İktidar Bu Projenin Neresinde? 

Uzatmadan soralım acaba siyasi iktidar, Türkiye’nin dönüştürülmesi denilen bu projenin neresinde duruyor? Bunun cevabı Başbakan Erdoğan’ın açıklamalarında mevcuttur. Erdoğan; “Bu ülkede biz Türk’üyle, Kürt’üyle, Laz’ıyla, Çerkez’iyle, Gürcü’süyle, Abaza’sıyla, Boşnak’ıyla, Roman’ıyla, Arnavut’uyla bir milletiz. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı kimseyi rahatsız etmemeli” söylemini her vesileyle tekrarlıyor. 

Eğer bu cümle şöyle kurulsaydı mesele olmayacaktı: “Biz Kürt’üyle, Laz’ıyla, Çerkez’iyle, Gürcü’süyle, Abaza’sıyla, Boşnak’ıyla, Roman’ıyla, Arnavut’uyla hepimiz Türk Milletiyiz.Türk Devletinin vatandaşı olmak kimseyi rahatsız etmemeli.” 

Ama böyle söylenmiyor. 

Bir ve egemen olan Türk Milletini ayrı ayrı siyasi sosyal parçalar halinde görmek, aslında milli-üniter devlet yapımızın reddi anlamına gelmektedir. 

Bu anlayış yeni değildir. Eskiden beri savunulduğu ve benimsendiği görülmektedir. Konuyla ilgili olarak daha da ayrıntılı bilgi vermek için “2. Cumhuriyet Tartışmaları”22 adıyla 1993’de yayımlanan kitaptaki 
röportajı okumalıyız. Buradaki sorular ve cevaplar aynen şöyle: 

22 "2. Cumhuriyet Tartışmaları (Yeni Arayışlar, Yeni Yönelimler) [Röportajlar] [Hazırlayanlar: Metin Sever, Cem Dizdar], Ağustos 1993 (2. Baskı), 462 S. Başak Yayınları. syf:417-431. 


RTE: Şu anda Türkiye Cumhuriyeti’nde 27 etnik grup yaşamakta. Bu 27 etnik grubun da varlıklarının tanınması gerekmektedir. 

‘Türkiye Türklerindir’ gibi tezler yanlıştır. Türkiye, Türkiye’de yaşayan herkesindir. (Buradaki “herkesin” sözünden bireyleri değil, etnik/ırk gruplarının tüzel kişiliğini anlamak lazımdır. SS) 

Soru: Örneğin Kürtler biz ayrı yaşamak istiyoruz diyebilirler. 

RTE: Bu durumda belki Osmanlı Eyaletler sistemi benzeri bir şey yapılabilir. 

Soru: Bağımsızlık isterlerse, tamamen ayrılmak isterlerse 

RTE: Bu toprak üzerinde böyle bir bağımsız yapıyı kurma kudreti varsa kurar. Ama kudreti yoksa… 

Soru: Buna hakkı var mıdır? Kudreti olmayabilir… 

RTE: Bu hakkı kimden isteyeceği önemlidir. 

Soru: Hak istenmez. O hak meşrudur ya da değildir. Burada sorulan o; meşru mudur? 

RTE: Coğrafi bütünlük içerisinde evet, ama coğrafi ayrılık içerisinde hayır. 

Soru: Coğrafi bütünlükten kastınız misak-ı milli sınırları mı? 

RTE: Ona orda hudut tayin edemem. 

Soru: O zaman bu hak da meşru değildir diyorsunuz 

RTE: Eyaletler tarzı bir sistem içinde olabilir diyorum. 

Soru: Ama bağımsız bir devlet olarak tasarlayamam diyorsunuz. 

RTE: Tasarlayamam çünkü bu coğrafyanın mücadelesini veren sadece Kürtler olmamıştır ki! 

Soru: Ama o coğrafyada yaşayan insanların böyle bir talebi olduğunda.. “Biz kendi kimliğimizle, bayrağımızla, Kazakistan, Özbekistan gibi bir ülke olmak istiyoruz” derlerse, siz bu hakkı meşru bulur musunuz; bunu öğrenmek istiyorum! 

RTE: Onu Meşru olarak görmüyorum. 

Bu röportajda; “Kürtler, bağımsızlık isterlerse” sorusuna verilen “Coğrafi bütünlük içerisinde evet” ve “coğrafi bütünlükten kastınız misak-ı milli sınırları mı? sorusuna verilen “Ona orda hudut tayin edemem” cevabı daha da ileri hesapların olduğunu düşündürmektedir. 

Erdoğan’ın bugün de aynı şekilde düşündüğünü, “açılım” çerçevesinde bazı yasalardan çıkarılmaya başlanan “Türk” adının, “yeni” anayasadan da çıkarılacağını açıkça söylemesinden anlaşılıyor. 

Bölücü terör örgütü PKK’nın başı Apo’nun, “Türkiye vatandaşlığı” ve “coğrafi bütünlük içinde kalarak” çözüm dediği “Demokratik Cumhuriyet Projesi”, (İki kimlikli, iki dilli, iki özerk bölgeli cumhuriyet) de böyle değil mi? Oslo mutabakatı da bu gerçeği teyit etmiyor mu? 

Bu bilgilerden hareketle, “yeni” anayasanın “Türk etnisitesi(!)”nin de içinde yer aldığı “çok ortaklı etnik devlet” yapısını gerçekleştirecek şekilde hazırlanmak istendiğini söyleyebiliriz. 

Bu amaçla Anayasanın 66. Maddesindeki “Türk Devleti” ve “Türk” ibarelerinin çıkarılarak yerine Türkiye veya Anayasal Vatandaşlık”ın konulmasının önemini tekrar vurgulamalıyız. Yani yok sayılan Türk Milletinin kimliği yerine coğrafyanın kimliği konulunca; Renksiz, Kimliksiz, Sahipsiz bir devlet yapısı ortaya çıkıyor. Basit ifadesiyle tapunun (Egemenliğin) sahibi bir iken, iki veya daha fazla olmasının, yolu açılıyor. ABD’nin zorla kurduğu, iki ortaklı “Irak Federal Cumhuriyeti” gibi. 

Zannederiz ki bu değerlendirmeler, “yeni” anayasa ve ”yeni” Türkiye” denilen mühendislik çalışmasında, siyasi iktidarın konumunu belirlemeye yetecektir. 

İşte biz buna bölünme diyoruz. Ama bu görüşü savunanlar; milli devletten vazgeçilince, çok ortaklı devlet yapısı Türkiye’yi büyütecek, herkesin menfaatine olacak; “Milli Birlik ve Kardeşlik” tesis edilecek, ülkeye “barış ve eşitlik” gelecektir, diyor. 

Burada, devletlerin bir millete göre kurulduğu, milleti meydana getiren sosyal toplulukların üzerine devlet inşa edilemeyeceği gerçeği inkar ediliyor. Geçmişte kanlı bir şekilde dağılan Yugoslavya’dan ve Sovyetler Birliğinden ders alınmıyor. Emperyalistlerin zorla, kanla ve katliamla kurduğu bugünkü Irak’ın başına 
gelenlere ve geleceklere bakılmıyor. 

Sözün burasında yine soralım: Acaba iktidar, BOP ve PKK ile aynı görüşte denebilir mi? Hayır. Bir yol arkadaşlığından bahsedilebilir. Anlaşıldığı kadarıyla “çok ortaklı etnik federasyona” geçilince, siyasi iktidarın projesi tamamlanıyor, yol bitiyor, devam etmiyor. 

Ama PKK ve BOP’un yolu devam ediyor. PKK’nın yolu “Büyük Kürdistan”, BOP yolu, “Büyük Ermenistan”, “Büyük İsrail” ve “Büyük Yunanistan” kuruluncaya kadar devam ediyor. Unutmayalım ki, bütün bunlar bin yıllık haçlı seferlerinin değişmeyen emelidir. 

“Çok ortaklı etnik bir devlet”, oradan da “Büyük Kürdistan”a geçildi diyelim; Bu durumda haçlı (BOP) yoluna devam edeceğine göre, “Büyük Kürdistan”ın durumu ne olacaktır? Bilemiyoruz. Ama haçlının asıl hedefi, bu topraklarda Türk-İslam medeniyetini yok etmek olduğuna göre, cevabını siz düşünün. 

SONUÇ 

Anayasalar donmuş metinler değildirler. İhtiyaca göre geliştirmeye ve değiştirmeye muhtaçtırlar. Ancak; devletin Türk Milletine ait olduğunu gösteren temel ilkelerin değiştirilmesine; kurucu irade, anayasamız, tarih şuuru ve sorumluluğumuz, kültürümüz ve egemenlik hakkımız izin vermiyor. Hiçbir iktidarın ve meclisin de böyle bir yetkisi olamaz. 

Buna rağmen devletin temelleri değiştirilirse, kanaatimizce bu silahsız darbe olur. 

Çünkü devletin birinci görevi; Türk Milletinin birliğini, vatanın bütünlüğünü ve devletin bağımsızlığını korumak ve yaşatmaktır. Tarihin derinliklerinden gelen egemenliğini yıkmak ve ülkenin bütünlüğünü bölmek değildir. Hiçbir Meclisin ülkenin bir parçasını, mesela Edirne’yi Yunanistan’a veriyorum diyemeyeceği gibi. Böyle bir durum vaki olduğunda, anayasa hukukçularının söylediği gibi “milletin direnme hakkı” doğar. Nitekim 1982 Anayasası’nın “Başlangıç” bölümünün son cümlesinde, bu anayasa “Türk Milleti tarafından, demokrasiye âşık Türk evlatlarının vatan ve millet sevgisine emanet ve tevdi olunur” denilmektedir. 

Eğer maksat samimi olarak anayasamızı daha “demokratik”, “özgürlükçü” ve “temel insan haklarına saygılı” hale getirmek ise, bu mümkündür. Bir parçası olduğumuz uluslararası hukuka, milli ihtiyacımıza, müktesebatımıza ve kültürümüze uygun hale getirme hedefinde buluşmak yeterli olacaktır. Bunun için, acele etmeden, en geniş manada uzlaşarak çalışmaya başlanmalıdır. 

Bu bakımdan, Birleşmiş Milletler Şartı, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, Avrupa İnsan hakları Sözleşmesi ve bu çerçevede geliştirilip imzalanmış olan uluslararası bütün sözleşme ve anlaşmalar bize yardımcı olabilir. 

Böyle bir düzenin kurulabilmesi için de, önce yargının gerçekten bağımsız ve tarafsız olması, yani hukuk devletinin teşkili şarttır. Ancak Başbakan’ın 12 Eylül 2010 referandumu ile hukuk devletini ortadan kaldıran anayasa değişikliğine dokunulamaz demesi, ön şart koşması demokratik düzeni şimdiden tehdit altına 
sokmuştur. 

Bu durumda; demokrasi ve özgürlükten, hür medya ve haberleşmeden, katılımcılıktan, özellikle partilerin demokratikleşmesinden, toplumda korkusuzca yaşamadan, insan temel hak ve özgürlüklerinden, inanç, ibadet, düşünce ve ifade hürriyetinden, nasıl bahsedilebilir? 

Umulur ve temenni edilir ki, aklın yolu seçilir; devletin ve milletin kimliğiyle uğraşmak gibi, hiçbir iktidarın üzerine vazife olmayan tehlikeli yanlışlardan vazgeçilir ve masum milletimizin gerçek ihtiyaçlarının karşılanması esas alınır. Eğer milli bütünlüğümüzün sağlamlaştırılmasına ihtiyaç varsa, ayrımcılığı, bölücülüğü, ırkçılığı ve siyasi etnikçiliği reddeden, milli-üniter yapımızı 
daha da güçlendirici bir anayasa yapılır. 

Bu anayasa mutlaka “ adalet mülkün temelidir ” ilkesi üzerine inşa edilir. O durumda; DEMOKRASİ, ÖZGÜRLÜK, BİREYLERİN EŞİTLİĞİ, KALKINMA, HUZUR, KARDEŞLİK ve İNSAN TEMEL HAK VE HÜRRİYETLERİNİN ancak bu yapı içinde gerçekleşebileceği görülür. 

Böylece ülkemiz, varlığına yönelen saldırılara karşı milli güçlerimizle gerçekten savunulur; kanlı terör belası ve haçlı planları bertaraf edilir, milletimiz birlik içinde refah ve zenginlik yolunu tutar, vatanımıza huzur gelir. Böylece milli devlet, güçlü iktidar yapısıyla ayağa kalkar, çevremize ve insanlığa karşı 
görevlerimizi yapacak konuma gelebiliriz. 

MİLLİ DÜŞÜNCE MERKEZİ HAKKINDA 

Merkezimiz ilk olarak Temmuz 2008 tarihinde, Eski Devlet Bakanı Sadi SOMUNCUOĞLU başkanlığında, faaliyetlerine Ankara Balgat adresinde başlamıştır. Yaklaşık iki buçuk yıl burada çalışmalarını sürdürdükten sonra faaliyetlerinin genişlemesi üzerine Ocak 2011’de şimdi bulunduğu Kızılay’daki yerine taşınmıştır. Kuruluşundan bu yana önceden belirlenmiş programı çerçevesinde ilgi duyan herkese açık olan hizmetlerine kesintisiz olarak devam etmektedir. 

Bilgi Şölenleri ismi ile her hafta Çarşamba günü gerçekleştirilen sistematik toplantılarda, ülkemizin temel meseleleri, alanında uzman kişiler tarafından sunum ve tartışmalar eşliğinde incelenmektedir. Bu çalışmaların amacı Türkiye ve Türk-İslam Dünyasının ana meseleleri üzerinde kapsamlı bir bilgi birikimi ve 
görüş birliği sağlamaktır. Bugüne kadar 135 Bilgi Şöleni yapılmıştır. 

Yine bu amaçlar doğrultusunda serbest sohbet imkânı sağlayan Cumartesi toplantıları da aralıksız olarak sürdürülmektedir. Bilgilendirici ve kaynaştırıcı nitelikte olan bu sohbetlerde gündemin önemli olayları beyin fırtınası şeklinde değerlendirilmektedir. 

Geniş katılım ile yapılan bu çalışmalar, ülkemiz içinden ve dışından, her yerden takip edilebilmesi için video şeklinde internet sitelerimizden yayınlanmaktadır. 

www.millidusunce.org 

www.iktidarmuhalefet.com

Öte yandan belirli kıstaslara göre seçilen üniversite ve sonrası dönemi gençlerine milli bir şuur kazandırmak üzere, belli bir program dâhilinde, bilgi seminerleri verilmektedir. 

Önemli gördüğümüz bir diğer çalışmamız da, dağınıklık içerisinde, tek tek kalmış ve birçok fedakârlıkla faaliyetlerini sürdürmeye çalışan milli düşünce kuruluşlarıyla, birlikte hareket imkânını oluşturmak ve bir işbirliği zeminini hazırlamaktır. Bu ortak çalışmamız müspet bir sonuca ulaştığında, bu kuruluşlarımız milli hedeflerimiz doğrultusunda güç birliği sağlamış olacaktır. 

Bunların yanında merkezimiz ülkemizin öncelikli sıcak meseleleri hakkında kamuoyunu aydınlatmak üzere yayınlar da yapmaktadır. 

Yayınlanan Eserler Şunlardır:  

1- Son Haçlı Seferi: PKK Açılımı – Ocak 2010 
2- Etnik – Irkçı – Bölücü PKK Terörünü Doğru Anlamak – Temmuz 2011 
3- “ Yeni ” Anayasanın Şifreleri – Kasım 2011 

Merkezimizin Bütün Çalışmalarını, Bilim adamlarımızın makalelerini ve yurt içinde ve dışında gelişen önemli olaylara ait haberleri internet sitelerimizden dileyen herkes kolaylıkla takip edebilmektedir. 

www.millidusunce.org 
www.iktidarmuhalefet.com

...