31 Mart 2020 Salı

Libya Örneği Üzerinden NATO’yu Okumak

Libya Örneği Üzerinden NATO’yu Okumak




Ali SEMİN
www.bilgesam.org
Libya Örneği Üzerinden NATO’yu Okumak


Orta Doğu ve özellikle Arap devletlerinde yaşanan hadiseler küresel güçler için tarihten günümüze kadar genel anlamda büyük öneme sahiptir. Bilhassa bölgede bulunan zengin enerji ve yer altı kaynakları açısından Ora Doğu, küresel güçler (ABD, İngiltere ve Fransa) için çekim merkezi haline gelmiştir. Bu bağlamda, Arap ülkelerindeki değişimi ve halk isyanlarını tetikleyen önemli faktörlerden birinin de, küresel güçlerin bölge üzerinde oynadığı oyunlar ve yaptıkları ince hesapların olduğu aşikârdır. 

Bu güçlerin bölge üzerinde hem yaptıkları işbirliği hem de güç mücadelesi bağlamında, Arap ülkelerinde otoriter yönetimlere karşı gösterilen halkın tepkisine ve hareketlerine ciddi ölçüde payı olduğunu söylemek mümkündür. Nitekim Libya’daki halk direnişinden sonra NATO güçlerinin bölgeye müdahale etmesi, halkın rejimin değişmesi konusundaki tutumunu daha da artırmış ve tetiklemiştir. Başka bir ibareyle, NATO’nun Libya’ya müdahalesinde olduğu gibi küresel güçler tarafından halk hareketinin uzun süreli ayakta kalması için, askeri teçhizat ve çıkara dayalı siyasi destek yapılmasaydı, Arap ülkelerinde meydana gelen olaylarda halkın yönetime karşı bu kadar gösterilere devam etmesi zor olacağı ifade edilebilir. Arap ülkelerindeki yönetimlere yönelik başlayan halk isyanları olarak kabul edilse de, daha sonra bölgesel ve küresel güçlerin yardımına ve hatta vekâlet savaşlarına dönüştüğüne dikkat çekmek gerekir.

Bu bağlamda Arap ülkelerinde baş gösteren halk ayaklanmalarıyla birlikte bölge üzerinde birçok küresel aktörün siyasi, ekonomik ve nüfuz kurma mücadelesine yol açmaktadır. Değişim sürecine giren Arap ülkelerinde ortaya çıkan otoriter boşluğu doldurma ve Orta Doğu’da etkinlik kurmak isteyen tüm aktörler, bölgedeki pastadan aslan payı elde etmeye çalışmaktadır. Özellikle Kaddafi sonrası Libya üzerinde nüfuz sahibi olmaya çalışan Fransız ve İngiliz petrol şirketleri, 2011 yılında Trablus direnişçilerin eline geçer geçmez Ulusal Geçiş Konseyi ile anlaşmak için görüşmelere başlamıştı. Ayrıca Fransa ve İngiltere, Libya’daki direnişçilere Kaddafi’ye karşı her türlü desteği sağlamaya çalışmıştır. 1 Eylül 2011 tarihinde Paris’te yapılan Libya konferansı sırasında Rusya’nın, hemen Libya’daki Ulusal Geçiş Konseyi’ni resmen tanıdığını açıklamıştı. 

Aslında Aralık 2010’dan bu yana başta Libya olmak üzere Suriye, Yemen, Sudan, Cezayir ve genel olarak Orta Doğu üzerinde keskin bir güç mücadelesi söz konusudur. Rusya’nın, Kaddafi sonrası Libyalı muhalif grubundan yana bir tavır almasının iki nedeni vardır. İlk nedeni, Kaddafi döneminde, Rusya ile Libya arasında 4 milyar dolarlık bir silah anlaşmasının var olduğudur. Moskova’nın Trablus’taki yönetimi tanımasındaki temel gayenin, Libya’da kurulan yönetimle de söz konusu sözleşmeyi devamlı kılmaktı. Diğer neden ise, Rusya’nın bölgedeki gelişmelerden uzak kalmamak ve bölgedeki etkinliğini devam ettirmek isteğidir. Dolayısıyla Rusya, Arap ülkelerindeki değişimle ve Suriye’deki iç savaşla birlikte Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra Orta Doğu bölgesinde kendine yeniden nüfuz alanları açtı. 

Orta Doğu’daki Krizler ve Türkiye’nin Libya Politikası

Arap ülkelerindeki değişimin bölgesel ve bölge dışı aktörlerin de değişmesine sebep olduğu ifade edilebilir. Çünkü otoriter rejimlerin yerine farklı anlayışlara sahip yönetimlerin gelmesi, hem bölge ülkeleri arasındaki ikili ve çok taraflı diplomatik, ekonomik ve ticari ilişkileri tesiri altına almaktadır, hem de küresel aktörlerin yeniden yönetimsel şeklinin oluşması, ister istemez bölgedeki aktör lerin de değişmesine yol açmaktadır. Bu nedenle Arap ülkelerindeki eski yönetimlere yönelik gelişen kontrolsüz gösterilerin sonucunda deyim yerindeyse ABD’ye yakınlığı ile bilinen liderler, Arap halkı tarafından devrilmiştir. Bu açıdan bakıldığında ABD yönetimi, bölgede eski müttefiklerini kaybetmeye başladıktan sonra Suriye’de PKK/YPG terör örgütüyle, diğer ülkelerde ise devlet dışı aktörlerle ilişkilerini güçlendirmeye başlamıştır. 

Bu çerçeveden bakıldığında bundan sonra ABD’nin yeniden dizayn edilmeye başlayan Orta Doğu bölgesinde hem kendi çıkarlarını, hem de İsrail’in güvenliğini korumak için iki seçeneği vardır: Bunlardan biri Arap kamuoyu nezdinde hep tepki çeken ABD’nin yeni stratejik arayışları içine girmesi kuşkusuzdur. İkinci seçenek ise, Arap halklarının gösterilerle, yönetimleri devirme konusunda elde ettiği başarıya mesafeli durup, tepki ve dikkatleri çekmeden ilişkilerini geliştirebilmesidir. Çünkü liderlerini deviren ve isyana devam eden Araplar arasında, söz konusu gösterilerin sonucunda elde edilen başarının ABD ve Avrupa ülkeleri (özellikle İngiltere, Fransa ve İtalya) tarafından müdahaleye uğraması ve kontrol altına alınması kaygısı hâkim olmuştu.

Öte yandan Orta Doğu’da tek NATO üyesi olan Türkiye’nin Libya’ya karşı sergilediği tutum dikkate alındığında Ankara, Libya’daki gelişmelerin 
başlangıcında Libya’da bulunan Türk işçilerinden dolayı temkinli bir politika izlemiştir. Ardından yaşanan gelişmelerin seyrine göre Türkiye, Libya muhalefetine tam destek 

“ ABD’nin yeniden dizayn edilmeye başlayan Orta Doğu bölgesinde hem kendi çıkarlarını, hem de İsrail’in güvenliğini korumak için iki seçeneği vardır: 
Bunlardan biri Arap kamuoyu nezdinde hep tepki çeken ABD’nin yeni stratejik arayışları içine girmesi kuşkusuzdur. İkinci seçenek ise, Arap halklarının gösterilerle, yönetimleri devirme konusunda elde ettiği başarıya mesafeli 
durup, tepki ve dikkatleri çekmeden ilişkilerini geliştirebilmesidir.”verdiğini duyurmuştu. Türkiye, Libyalı muhalefet grubuyla İstanbul’da çeşitli konferanslar düzenlemiş ve bunun sonucunda Libya Temas Grubunun kurulmasına öncülük etmiştir. Hatta dönemin Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, 23 Ağustos 2011 tarihinde Bingazi’yi ziyareti etmiş, Türkiye’nin, Ulusal Geçiş Konseyi’ne sağladığı 
300 milyon dolarlık yardımın 100 milyon dolarını nakit olarak yardım yapmıştır. 

Başka bir ifadeyle Türkiye’nin Fransa’yla Libya üzerinde rekabet içinde olduğu analizleri yapılmıştır. Aslında Libya üzerinde bu kadar rekabet ve güç mücadelesinin Kaddafi sonrası Libya’daki Türkiye’nin konumunu riske altında olduğu da söylenebilir. Kaddafi döneminde Libya’da, Türk müteahhit ve müşavirlik firmaları 2009-2010 yılları arasında 7 milyar 627.2 milyon dolar tutarında proje almıştır. Türk inşaat firmaları ise bu rakamın 23 milyar dolar olduğuna işaret etmektedir. Libya olaylarından sonra yukarıda gösterilen rakamların yarısından fazlası kadar zararın olduğunu da dikkate almak gerekir. Böylece Ankara’nın, Libya krizindeki girişimlerine bakıldığında, bu ülkedeki eski varlığını yakalamasının konjonktürel anlamda zor olduğu görülmektedir. Türkiye’nin Libyalı muhalif grubu ağırlaması, destek olması ve hatta Kaddafi güçleri tarafından yaralanan Libyalıların Türkiye’de tedavi görmelerini sağlamasına rağmen Trablus düştükten sonra Libya’da “teşekkürler Fransa” 
şeklindeki pankartları öne çıktığı unutulmamalıdır. 

Ankara, Libya’da çok zor bir güç mücadelesine girmiştir. Bu mücadeleyi kazanıp kazanamayacağını zaman gösterse de, aslında Libya’daki yerel, bölgesel ve küresel bağlamındaki çok aktörlü bir sahaya dönüştüğünü ifade etmek mümkündür. 

Orta Doğu’da NATO Müdahalesi Çözüm mü? 

Orta Doğu’da süregelen gelişmelerin ve halk ayaklanmaları gibi olaylara bölgedeki müdahaleci güçlerin genellikle ABD merkezli organize ve koalisyonlara tanıklık edilmiştir. Ancak son dönemlerde bölgede ve özellikle Libya’da baş gösteren halk ayaklanmalarına yönelik ABD yerini dolaylı olarak NATO’ya bırakmak istediği söylenebilir. ABD’nin, Afganistan ve Irak’ı işgalinden sonra bölgede oluşturduğu güvensizlik ortamının ve nispeten de olsa, uğradığı askeri başarısızlık Obama yönetimi döneminde değişim sürecine giren Arap ülkelerine askeri müdahalede bulunma cesaretinin kırıldığı görülmektedir. 

Bilhassa Arap kamuoyunda ABD’ye yönelik oluşan güvensizlik kırılan cesaretin önemli çizgilerden biridir. Washington yönetimi, Orta Doğu halkları arasında oluşturduğu müdahaleci ve işgalci imajını değiştirmek istediği için Arap ülkelerindeki halk ayaklanmalarına sadece söylem ile NATO ve Birleşmiş Milletler gibi örgütlerin adı altında harekâta geçmeye çalışmıştı. 

Kaddafi güçlerinin, Libya’daki göstericileri bastırmak amacıyla uyguladığı şiddetin sonucunda, başta Fransa ve ABD olmak üzere 19 Mart 2011 tarihinde NATO güçleri Libya’ya müdahalede bulunmuştur. NATO’nun bu tutumu Araplar arasında önemli bir yankı uyandırmıştır. Araplar, Batılıları genellikle sömürgeci olarak görse de NATO’nun Libya’ya müdahalesiyle, özellikle Fransa ve İngiltere’ye karşı duydukları kinin ve nefretin yerini sempatinin aldığı görülmüştür. Arapların bu konudaki genel görüşü NATO’nun desteği olmasaydı, Kaddafi güçlerinin Libya’daki tüm göstericileri katledebilirdi. Bu nedenle Libya’daki olayların ardından bölgedeki müdahaleci aktörlerin rol değişimine uğradığı değerlendirilebilir. Dahası Libya lideri Kaddafi’nin, NATO’nun yaptığı 7459 sorti ve harcanan 2 milyar doları aşkın para ile devrildiği ifade edilmektedir. 
Finansmanını sağlayan ülkelere bakıldığında, ABD 938 milyon dolar, İngiltere 362 milyon dolar, Fransa 359 milyon dolar ve İtalya 320 milyon dolar harcamıştır. Kaddafi’nin devrilmesi için harcama yapan ülkelerin Libya’yı kolay kolay terk etmeyeceği görülmelidir.

Libya’daki sürece NATO’nun müdahalesi dikkate alındığında, 2011 yılında Arapların yeni kurtarıcısı olarak nitelenen NATO’nun, Libya’daki başarısının ardından acaba Suriye’ye ve Arap ülkelerindeki diğer benzeri gelişmelere müdahale eder mi?” sorusunu gündeme getirmişti. 
Arapların NATO’nun müdahalesine olumlu yaklaşmalarını iki şekilde açıklanabilir. Bunlardan birincisi 20 Ekim 2011 tarihinde NATO güçlerinin yardımıyla Libya lideri Kaddafi’nin öldürülmesinin ardından ülkeden çekilmesi, Arapların NATO’yu kurtarıcı olmasına ve sempati duymasına sevk ettiği söylenebilir. Çünkü ABD misali Irak’ı işgal edip Saddam’ı devirdikten sonra ülkeye yerleşmemiştir. Diğer neden ise, NATO örgütünün içinde Türkiye gibi Müslüman bir ülkenin de içinde bulunması Arapların NATO’ya olumlu bakmasında önemli bir etken olduğu kabul edilebilir. Dolayısıyla, Libya’daki müdahalesinden sonra Arap ülkelerinde otoriter iktidarların halka karşı silahlı güce başvurduğu durumlarda, NATO Araplara kurtarıcı olarak takdim edilmekteydi. Hatta Libya’dan sonra Suriye’ye müdahale olasılığı da tartışma konusu olmuştu. Aslında NATO’nun Libya’ya müdahalesinin temel amaçlarından biri de, Afganistan’daki başarısızlığının ardından Libya’da 
başarılı olması NATO’ya motivasyon kaynağı olduğunun da altını çizmekte fayda vardır. 

Sonuç

Libya’da, halk direnişinin kanlı başlamasının Fransa ve NATO’nun müdahale etmesini gerekli kıldığını söylemek mümkündür. Libya’da olayların başlamasıyla Kaddafi’ye karşı yönetimdeki bakan ve yüksek rütbeli askerlerin halk direnişine destek vermesi Kaddafi’yi Sırbistan’dan paralı askerler tutmaya sevk etse de iktidardan devrilmesini önleyememiştir. Ancak Suriye’deki hadiseler Libya örneğiyle karşılaştırıldığında Esed rejimine bağlı bakan ve yüksek rütbeli askerlerin halkın safına geçtiği çok az sayıdadır. Bu bağlamda Şam’ın güçlü kalmasına hizmet eden en önemli etkenlerden birisi üst düzey devlet görevlilerin yönetimin yanında tavır almasıdır. 

Öte yandan ABD tarafından kurulmaya çalışılan Arap NATO’sunun yükleneceği misyonun İran’a yönelik bir hamle olacağı ihtimali yüksektir. 

Peki, Arap NATO’su mümkün mü? Aslında Arap ülkeleri arasında yaşanan siyasi ve diplomatik sorun ve krizlerin artığı bir dönemde ortak bir Arap gücünün kurulması uzak bir ihtimal olmasa da başarılı olacağı hususu tartışmaya meyyal bir konudur. Dolayısıyla Arap NATO’sunun kurulması; bölgesel olarak Orta Doğu’da ve Arap dünyasında yeni kutuplaşmalara ve askeri/siyasi liderlik rekabetinin derinleşmesine yol açabilir. 

BİLGESAM Hakkında

BİLGESAM, Türkiye’nin önde gelen düşünce kuruluşlarından biri olarak 2008 yılında kurulmuştur. 

Kar amacı gütmeyen bağımsız bir sivil toplum kuruluşu olarak BİLGESAM; Türkiye’deki saygın akademisyenler, emekli generaller ve diplomatların katkıları ile çalışmalarını yürütmektedir. 

Ulusal ve uluslararası gündemi yakından takip eden BİLGESAM, araştırmalarını Türkiye’nin milli problemleri, dış politika ve güvenlik stratejileri, komşu ülkelerle ilişkiler ve gelişmeler üzerine yoğunlaştırmaktadır. 

BİLGESAM, Türkiye’de kamuoyuna ve karar alıcılara yerel, bölgesel ve küresel 
düzeydeki gelişmelere ilişkin siyasal seçenek ve tavsiyeler sunmaktadır.

 Ali Semin, Yazar Hakkında, 

Mart 2011’de BİLGESAM Ortadoğu Araştırmaları Uzmanı olarak başlamış olduğu görevine, 1 Eylül 2015 tarihinden beri Araştırma Koordinatörü olarak çalışmalarına devam etmekte olan Ali Semin, Orta Doğu siyaseti, Türkiye’nin Ortadoğu politikası, Türk-Irak ilişkileri, Irak’ın iç ve dış politikası, kuzey Irak’ın siyasi yapısı, Türkmenler, Iraklı Kürtlerin bölgesel ve küresel güçlerle ilişkileri, Körfez ülke- leri, İran, Suriye, Libya, Mısır, Tunus, Filistin sorunu, Hizbullah ve Hamas konularıyla ilgilenmektedir. 
Semin, 2012 yılından itibaren Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Uluslararası İlişkiler doktora programına devam etmektedir.

Bilge Adamlar Stratejik Araştırmalar Merkezi (BİLGESAM) 
Mecidiyeköy Yolu Caddesi, No:10, 34387 Şişli -İSTANBUL 
www.bilgesam.org 
www.bilgestrateji.com 
bilgesam@bilgesam.org 
Tel: 0212 217 65 91 - 
Fax: 0 212 217 65 93
© BİLGESAM Tüm hakları saklıdır. İzinsiz yayımlanamaz. Kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir. 

***

TÜRKİYE-NATO İLİŞKİLERİ. BÖLÜM 2

TÜRKİYE-NATO İLİŞKİLERİ.  BÖLÜM 2 





ORTAK TEHDİT ALGILARI, FIRSATLAR VE İŞ BİRLİĞİ ALANLARI 

Yukarıdaki paragraflarda bu çalışmanın amacı ve kapsamı dikkate alınarak fazla detaya girmeden Türkiye ile NATO arasında 65 yılı aşkın ilişki sürecinde öne çıkan, yapısal ve konjonktürel sorunların özünü yansıtan bazı konulara değinilmiştir. Türkiye’nin uluslararası camiada mensubu olduğu örgütler arasında ağırlığı ve etki gücü göreceli olarak en fazla olan Kuzey Atlantik Anlaşması Örgütü ile sürekli sorunlar yaşadığını ve İttifak’a yapmış olduğu katkılara karşın aynı değerde olmasa dahi hiçbir faydasını görmediğini iddia etmek de hakkaniyetli bir yaklaşım olmaz.21 

Geçmişte yaşanan gelişmeleri sadece eleştirel bir yaklaşımla ele almanın ötesinde yapılan hatalardan dersler çıkartarak gelecekteki ilişkilerde her iki tarafın da birbirlerinin askeri imkan ve kabiliyetlerinden ve siyasi etki alanlarından daha iyi nasıl istifade edebileceğini, ne gibi fırsatlar, iş birliği alanları bulunduğunu ve ortak tehdit algılarının neler olduğunu değerlendirerek somut politika önerileri ortaya koymak gerekir. 

NATO üyesi ülkelerin algıladıkları tehditler zaman içinde hem nicelik hem de nitelik bakımından ciddi boyutlara varmış ve caydırılmaları ya da baş edilmeleri daha da zor ve karmaşık hale gelmiştir. Kitle imha silahlarının (KİS) yayılmasından terörizme, bölgesel çatışmalardan barış operasyonlarına kadar İttifak’ın Soğuk Savaş yılları boyunca da gündeminde olan konuların yanı sıra yakın geçmişten itibaren siber güvenlik, hibrid savaş, enerji yollarının güvenliği, korsanlık, kitlesel göç, iklim değişikliği ve doğal felaketler gibi bir kısmı ilk bakışta askeri nitelikte olmayan ve özel uzmanlık gerektiren konular, ulusal ve uluslararası güvenliği, barışı ve istikrarı tehdit edebilecekleri endişesiyle özellikle son 10 yılda yapılan İttifak’ın zirve toplantılarının ana gündem maddeleri haline gelmiştir. Tehdidin yapısı ve doğasının önemli ölçüde değişmesi sebebiyle söz konusu tehditlere karşı etkili önlemler alabilmek ve caydırıcı özelliğini koruyabilmek için NATO ittifakı bir transformasyon dönemine girmiştir. NATO’nun en önemli komutanlıklarından bir tanesi olan Müttefik Dönüşüm Komutanlığı (Allied Command Transformation.ACT), ABD’nin doğu kıyısındaki Virginia eyaletinin Norfolk şehrinde bulunmaktadır. 

Uluslararası Terörizmle Mücadelede Iş Birliği 

Müttefiklerin ortak tehdit algısında en önemli konu başlıklarından bir tanesi, 11 Eylül saldırıları sonrasında ABD’nin de ağırlığını o yönde koyması ile İttifak’ın ana gündem maddesi haline gelen uluslararası terör şebekeleri ile mücadeledir. 

Bu kapsamda bir yandan terör gruplarının yoğun olduğu Afganistan gibi ülkelerde yürütülen askeri operasyonlar diğer yandan terör gruplarının 
varlıklarını idame ettirmelerine olanak veren mali kaynakları, taraftar edinmeleri ve her türlü lojistik destek bulmalarının önünü kesmeye yönelik çok yönlü siyasi, mali, ekonomik ve diplomatik girişimlerin yapılması İttifak’a üye ülkelerin ortak davranışı haline gelmiştir. 

Bu bağlamda müttefik ülkelerin üzerinde hemfikir oldukları en önemli tehdit, terör gruplarının KİS kapasitesi edinmeleri ve saldırılarında kullanmaları olasılığıdır.22 Böyle bir girişimin önlenmesi her ne kadar gelişmiş olsa da tek bir ülkenin sahip olduğu imkan ve kabiliyetlerin ötesindedir. Özellikle istihbarat alanında iş birliği ile güçlü ve sürekli koordinasyona ihtiyaç duyulmaktadır. Bu amaca yönelik olarak gerek Birleşmiş Milletler (BM) gerekse NATO bünyesinde alınan kararların etkin bir şekilde tüm müttefiklerce uygulanması büyük önem arz etmektedir.23 

Türkiye İttifak’ın Kasım 2002’deki Prag zirvesi sırasında süregelen ve ortaya çıkan yeni tehditlerle mücadele edilmesinde çalışmaları ile karar alıcılara yol gösterecek nitelikte mükemmeliyet merkezleri kurulması yönünde alınan karar doğrultusunda Haziran 2005’te, Genelkurmay Başkanlığı bünyesinde Ankara’da Terörizmle Mücadele Mükemmeliyet Merkezi’ni (TMMM) kurmuştur. 24 

Türkiye’nin yanı sıra yedi NATO üyesi ülke25 subayının aktif görev yaptığı uluslararası askeri örgüt statüsündeki TMMM, İttifak üyesi ve çeşitli platform larda NATO ile ortaklık içinde bulunan ülkelerin orta ve üst kademe subayları ve sivil personeline yönelik hizmet vermektedir. TMMM terörizmin mali kaynakları nın kurutulmasından intihar bombacıları ile mücadeleye, terörizm ve medya ilişkisinden terörizmin ideolojik temellerinin irdelenmesine kadar çok çeşitli konularda kurs, çalıştay, seminer, sempozyum ve benzeri faaliyetler düzenlemekte ve NATO Karargahı’nda yürütülen terörizmle mücadele çalışmalarına akademik katkı yapmaktadır. 

Devlet Otoritesinin Çökmesi ve Iklim Değişikliğinin Sonuçları: 

Korsanlık ve Göç NATO’nun kuruluş amaçlarından biri, birçoğu ileri refah toplumu konumunda olan üyelerinin “Batılı yaşam tarzı”nı dışarıdan gelebilecek tehditlere karşı korumak olmuştur. Soğuk Savaş döneminde Sovyetler Birliği ve onun güdümündeki Varşova Paktı’nın askeri kapasitesi, Soğuk Savaş 
sonrası dönemde etnik ve dini temelli bölgesel çatışmaların yarattığı istikrarsızlık ve belirsizlik ortamı, 2000’li yıllarda ise uluslararası terörizm Batılı 
yaşam tarzını tehdit eden unsurlar olarak görülmüş ve yukarıda bahsedilen önlemler alınmıştır. 

Son on yıllık dönemde ise Asya-Pasifik bölgesinde ve Afrika’nın önemli bir kısmında, kağıt üzerindeki siyasi varlıklarına karşın fiiliyatta devlet olmanın gereklerini yeterince yerine getiremeyen yönetimlerin yarattığı otorite boşluğunda terör örgütleri ve şiddet kullanmaktan çekinmeyen çeşitli amaca yönelik oluşturulmuş çeteler ortaya çıkmıştır. Ayrıca bu bölgelerde daha etkili olarak hissedilen iklim değişikliğinin yarattığı su ve nitelikli gıda gibi temel ihtiyaçlara erişim artık çok kısıtlı hale gelmiştir. Terör ve iklimsel olumsuzlukların yarattığı göç dalgası, ilerleyen aşamalarda Batılı ülkeler tarafından kamu düzenlerine yönelik bir tehdit olarak görülmeye başlamıştır.26 

Ortadoğu’da yaşanan iç savaşlar ve kaotik ortamın da etkisiyle hız kazanan uluslararası göç hareketi NATO’nun halihazırda ekonomik zorluk içindeki bazı ülkelerini ciddi oranda sarsacak düzeye varmıştır. Göç dalgasının önlenmesi ve bu yolda hayatını kaybetme riski bulunan milyonlarca mültecinin içinde bulundukları şartların kontrol altına alınması gereğince, özellikle Ege ve Akdeniz’de NATO’ya bağlı deniz unsurlarına Türkiye de kapsamlı destek sağlamaktadır.27 

Benzer şekilde Afrika’nın doğu kıyıları boyunca ve Hint Okyanusu’nda etkili olan korsanlık faaliyetlerine karşı da İttifak’ın aldığı kararlar doğrultusunda 
Türkiye bir firkateyn ile uzun süre destek vermiştir. 28 

Rusya’nın Güç Politikasına Karşı Ittifak’ın Ortak Tavır Belirlemesi 

2000’li yılların ortalarından itibaren eski Sovyet cumhuriyetleri olan Gürcistan ve Ukrayna’nın İttifak’a dahil edilmesinin konuşulmasıyla birlikte gerginleşmeye başlayan NATO-Rusya ilişkileri bu ülkenin Gürcistan’a yönelik askeri harekatı Bir yandan Füze Kalkanı projesinin tümüyle operasyonel hale gelmeye başlaması diğer yandan ise AB ile Ukrayna arasında yoğunlaşan siyasi ve ekonomik ilişkilerin yarattığı atmosfer sebebiyle, bu ülkenin hem Avrupa entegrasyonu hem de NATO genişlemesinin bir parçası olmak yönünde ilerlediği algısı, Rusya’nın sahada sahip olduğu imkan ve kabiliyetlerle üstü kapalı olarak yürüttüğü operasyonlar sonucu Mart 2014’te Kırım Ukrayna’dan bağımsızlığını ilan ederek Rusya’ya bağlandığını duyurmuştur. Eş zamanlı olarak Ukrayna, Dinyeper Nehri’nin batısındaki AB yanlısı güçler ile doğusundaki Rusya yanlısı 
güçler arasında yoğun çatışmalara sahne olmuştur. 

Uluslararası diplomatik girişimler sonucu çatışmaların dozu büyük oranda azalmış olmakla beraber gerilim ve çatışma potansiyelinin tümüyle ortadan kalktığını söylemek mümkün değildir ve Ukrayna fiilen ortadan ikiye bölünmüş bir siyasi görünüm arz etmektedir. 

Açık bir çatışmaya sahne olmasa da eski Sovyet cumhuriyetleri olan Baltık ülkelerinin Rusya’nın bölgede gerçekleştirdiği askeri yığınak ve tatbikatların yarattığı tehdit sebebiyle NATO üyesi birçok ülke çok sayda askerini ve hava, kara ve deniz unsurlarını bölgedeki müttefik topraklarına yığmakta ve art arda tatbikatlar düzenlemektedir. 

Askeri alanda karşılıklı olarak atılan bu adımlar ve sert siyasi söylemler gerilimi tırmandırmaktadır. Avrasya bölgesinde Rusya’nın eski Sovyet cumhuriyetlerin de ki etkinliğini yeniden tesis etme girişimlerinin benzerini, eski Sovyet müttefik lerindede yapmaya çalıştığı görülmektedir. 
Mart 2011’den bu yana Suriye’de yaşanan iç savaş ve kaos ortamına Ekim 2015 itibarıyla Rusya’nın güçlü askeri imkan ve kabiliyetleri ile rejimin yanında yer alarak müdahil olmasıyla birlikte Ortadoğu’da da barış ve istikrarın sağlanmasında ciddi zorluklar baş göstermektedir. 

Kuzey ve güneyindeki coğrafyalarda Rusya’nın kapsamlı askeri güç yığınağı ve sahada aktif olarak kullanmasına şahit olan Türkiye’nin bu ülke ile siyasi ilişkileri iyi düzeyde olsa da Rus askeri uçağının Türk jetleri tarafından düşürülmesi sonrasında yaşanan derin kriz ortamının bir daha yaşanmayacağının garantisini vermek mümkün değildir. 15 Temmuz 2016 darbe girişimi sonrasında hassas bir süreçten geçen TSK’nın bir yandan ülke içinde bölücü terör örgütüne karşı diğer yandan ülke dışında özellikle Suriye’de bazı bölgesel unsurların “oldubitti” girişimlerine imkan vermemek için kapsamlı operasyonlar içinde olduğu bir dönemde, Türkiye ile Rusya’nın yeniden gerginlik yaşaması ve müttefiklerle bu ülke arasında gelişmelere bağlı olarak çatışma ortamının doğması olasılığının her zaman dikkatle takip edilmesi gerekir. 

NATO’ya katıldığı 1952 yılından bu yana İttifak’ın sağladığı “pozitif güvenlik güvenceleri” nin Türkiye’nin ulusal güvenliğine önemli katkılar yapmış olduğu bir gerçektir. Soğuk Savaş döneminde Sovyetler Birliği’nin sahip olduğu on binlerce nükleer silahın varlığından kaynaklanan tehdide karşı en güçlü caydırıcı unsurun, bir kısmı Türkiye’de konuşlandırılmış olan ABD’ye ait nükleer silahlar ve buna bağlı olarak oluşturulan “Nükleer şemsiye” olduğunu söylemek yanlış olmayacak tır. 29 NATO’nun caydırıcı gücünün Türkiye’nin son dönemde “agresif” güç politikası izleyen Rusya’dan algıladığı potansiyel tehdide karşı etkili olduğunu söylemek de mümkündür. 24 Kasım 2015 günü Rus jetinin düşürülmesi sonrasında aniden gerginleşen ilişkilerde, İttifak’ın en üst karar organı Kuzey Atlantik Konseyi’nin Türkiye ile dayanışmasını açıkça ifade etmesi, tarafların soğukkanlı davranmasını sağlayarak krizin tırmanmasını ve küçük ölçekli de olsa açık bir çatışmaya dönüşmesini önlediği askeri ve siyasi gözlemciler tarafından ifade edilmiştir. 30 

Suriye’deki Iç Savaşın Yansımalarına Karşı Ittifak Dayanışması 

Aralık 2010 itibarıyla Ortadoğu ülkelerinin önemli bir kısmını içine alan “Arap Baharı” süreci Mart 2011’de Suriye’de etkilerini göstermeye başladı. Tarihsel olarak sorunlarla dolu bir seyir izleyen Türkiye-Suriye ilişkilerinde 2000’li yılların ikinci yarısından itibaren bir yakınlaşma süreci yaşanmakta iken Şam’daki rejimin kendi halkına karşı askeri güç kullanması ve katliamlara girişmesi sebebiyle Ankara ile ilişkilerinde ciddi sorunlar yaşanmaya başladı. Ankara’nın Şam’daki rejime karşı direnç gösteren muhalefet ile birlikte hareket etmesinin yansımalarından biri de 22 Haziran 2012 tarihinde Türk askeri istihbarat uçağının Doğu Akdeniz’de uluslararası hava sahasında bulunduğu sırada Suriye hava savunma unsurları tarafından düşürülmesi ve bunun iki ülkeyi sıcak bir çatışmanın eşiğine getirmesidir. 

Türkiye’nin NATO’nun önde gelen bazı ülkeleriyle karşılaştırıldığında kısıtlı olan ekonomik, mali ve askeri imkanlarına karşın yapmış olduğu katkılar İttifak tarafından daha fazla karşılık görmelidir. 

Önceki bölümlerde de bahsedildiği üzere NATO üyesi olan Türkiye’nin Ortadoğulu komşularıyla olan ilişkilerinde sorunlar yaşaması İttifak’ın 
özelikle Avrupalı üyeleri tarafından arzu edilen bir durum olmamasına karşın, geçmiş dönemlerde yaşananın aksine Ankara’nın çağrıları doğrultusunda müttefik ülkeler tarafından Türkiye ile dayanışma içinde oldukları ve Suriye’den gelebilecek bir saldırıya karşı Türkiye toprakları ve halkının güvenliğinin sağlanmasının İttifak’ın ortak sorumluluğu olduğu açık ve net bir şekilde vakit geçirilmeden ortaya konuldu. Bu kapsamda Türkiye’nin Suriye sınırına yakın Güney ve Güneydoğu Anadolu bölgelerine Almanya, Hollanda ve ABD tarafından geliştirilmiş Patriot hava savunma sistemlerinin konuşlandırılması kararı alındı ve bu sistemler Kasım 2012 itibarıyla operasyon el hale getirildi. 

Müttefiklerin, uzun yıllar boyunca Türkiye’nin algıladığı tehditler karşısında direnç gösteren, işi ağırdan alan ve zaman zaman karşı duruş gösteren tavırları akla getirildiğinde Suriye ile yaşanan kriz ortamında Türkiye’nin yanında güçlü ve etkili bir duruş sergilemeleri, ilişkilerin gelecekte daha arzu edilen istikamette olabileceği mesajını vermektedir. Özellikle Avrupalı müttefiklerin tavırlarındaki olumlu değişikliğin, Ortadoğu’da baş gösteren sorunların bölge içinde halledilmediği takdirde hangi boyutlara varabileceğini Suriye menşeli mülteci krizi ile net olarak görmelerinden de kaynaklandığı söylenebilir. 

POLİTİKA ÖNERİLERİ



Müttefiklik ilişkisi gerektiğinde karşılıklı fedakarlığı da içerir. Türkiye’nin NATO’nun önde gelen bazı ülkeleriyle karşılaştırıldığında kısıtlı olan ekonomik, mali ve askeri imkanlarına karşın Balkanlardaki IFOR,31 SFOR,32 KFOR’dan33 Afganistan’daki ISAF’a,34 Güneydoğu Avrupa Tugayı’ndan Irak’taki Eğitim Misyonu’na, Karadeniz, Ege, Akdeniz ve Afrika Boynuzu’ndaki deniz ortak görev gücünden Baltık bölgesindeki havadan keşif operasyonlarına kadar birçok güvenlik sorunu karşısında “yükün paylaşımı” prensibine uygun olarak yapmış olduğu katkıları İttifak tarafından daha fazla karşılık görmelidir. Bunun için yapılması gerekenler aşağıdaki maddelerde dile getirilmektedir: 

1. Müttefikler tarafından 1949 yılında Washington’da imzalanan Kuzey Atlantik Anlaşması’nın hem lafzı hem de ruhuna uygun olarak 5. ve 6. maddelerinde açıkça ifade edildiği gibi Türkiye topraklarının tümünün silahlı saldırıya uğraması durumunda İttifak’ın her bir üyesinin savunma yükümlüğünde olduğunun açık ve net bir şekilde vurgulanması gerekmektedir. Bu yapıldığı takdirde Türk halkında 
NATO’ya yönelik şüpheli yaklaşımın giderilmesi çabalarına olumlu katkı yapılmış olur. 

2. NATO Kamu Diplomasisi birimi .ki başında NATO Genel Sekreter Yardımcısı statüsünde Büyükelçi Tacan İldem bulunmaktadır. Türk halkı nezdinde NATO’nun Türkiye’nin güvenliğine yapmış olduğu ve gelecekte yapabileceği katkıların medya unsurları vasıtasıyla açık ve net bir şekilde anlatılması için kapsamlı tanıtım çalışmaları yapılması lazımdır. 

3. NATO ile bağlantılı çalışmalar içinde olan medya kuruluşları, araştırma kurum ve kuruluşları, akademik kurumlar, uzmanlar ve ortaya koydukları eserlerin sayısının çoğalmasını teşvik edecek şekilde İttifak fonlarından araştırmalara sağlanan imkanların kayda değer oranlarda artırılması gerekmektedir. Bu şekilde Türkiye-NATO ilişkilerinin geçmişi ve önemli olayların perde arkası hakkında ortaya çıkacak doğru bilgi ve belgelere dayalı yayınlar (makale, kitap, akademik tez gibi) sayesinde ilişkilerin seyri hakkında daha sağlıklı bir toplumsal algı yaratılması mümkün olabilir. 

4. Genelkurmay Başkanlığı bünyesinde kurulmuş olan Terörizmle Mücadele Mükemmeliyet Merkezi’nde (TMMM) halihazırda İttifak’a üye Türkiye dışındaki 27 müttefik ülkeden sadece yedisi tarafından görevlendirilen asker ve sivil personele ek olarak, diğer müttefiklerin de sembolik sayıda da olsa hem terörle mücadele konusunda iş birliği hem de Türkiye ile dayanışmanın göstergesi olarak asker ve sivil personel görevlendirmesi olumlu etki yaratabilir. 

5. NATO ittifakının üst düzey temsilcilerinin daha sıklıkla Türkiye’yi ziyaret etmeleri, sivil toplum kuruluşları, akademi ve basın sektörünün temsilcileri ile yakın temas halinde olmaları karşılıklı olarak tarafların birbirlerini, amaçlarını, niyetlerini ve beklentilerini doğru tanımlayarak ilişkilerin daha sağlıklı bir zemine oturtulmasına katkı yapabilir. 

6. Gerek müttefik ülkelerin Türkiye’deki gerekse Türkiye’nin müttefik ülkelerdeki diplomatik temsilcilerinin görev yaptıkları ortamlarda tarafların birbirlerini doğru anlamaları ve tanımaları için daha yoğun ve içtenlikli çabalar sarf etmeleri gerekmektedir. 

7. Henüz açık çatışma ortamı olmayan ancak Rusya’nın son yıllardaki tutum ve davranışlarından algılanan tehdit değerlendirmesi sebebiyle çok sayıda müttefik ülkenin binlerce asker, yüzlerce hava, kara ve deniz birliklerine bağlı unsurların katılımıyla art arda gerçekleştirdikleri tatbikatlar ile verdikleri güçlü İttifak dayanışması görüntüsünün benzerini, farklı araç ve yöntemlerle de olsa çatışmaların yoğun olarak devam ettiği, Türkiye’nin zaman zaman açık hedef olduğu saldırıların gerçekleştiği güney komşuları ve sahada askeri unsurları bulunan ülkelere karşı da sergilenmesi gerekmektedir. 

8. Müttefik ülkelerin siyasetine yön veren kesimlerin Türkiye ve dünyada meydana gelen gelişmelerden etkilenerek doğru ve yeterli bilgiye dayanmayan ve askeri alanda iş birliğini etkileyebilecek nitelikte, ittifak ilişkisi prensiplerine de aykırı bir şekilde, ambargo ve benzeri tutum ve davranışlardan sakınmaları, siyasi görüş farklılığı içeren konuları siyaset platformunda demokratik araç ve yöntemlerle görüşmek suretiyle çözmeye çalışmaları gerekmektedir. 

9. Müttefik ülkelerin ileri seviyede bilim ve teknoloji geliştirmiş olan savunma sanayii bünyesindeki kurum ve kuruluşları ile Türkiye’de bu sektörde faaliyet gösteren şirketlerin uzun vadeli ölçekte ve yakın iş birliğini gerektirecek ortak projeler geliştirmeleri tarafların ortak savunma kapasitesini artırmalarına katkı yapabilir. Bu sürecin İttifak üyesi ülkelerce teşvik edilmesi gerekmektedir. 

Türkiye 1949 yılında Soğuk Savaş tehditlerine karşı kurulan NATO’ya 1952’de üye olmuştur. Türkiye tarafından İttifak uzun yıllar boyunca hem bir güven 
lik teminatı hem de Batılı kimliğe entegre olmanın araçları arasında görülmüştür. Ancak NATO’ya yönelik kamuoyundaki soru işaretleri özellikle 15 Temmuz 
darbe girişiminin ardından netleşmiş ve darbe girişiminin arkasında İttifak’ın olabileceği yönünde bir kanı ortaya çıkmıştır. 

NATO’nun Türkiye’ye sağladığı güvenlik teminatı uzun yıllarca yüzeysel değerlendirmelere tabi olmuş ancak oluşturduğu güvenlik riskleri üzerine kapsamlı incele meler yapılmamıştır. Bu bağlamda analiz iki aktörün çatışan önceliklerine de değinerek önümüzdeki süreçte olası iş birliği alanlarını da ele alacaktır. 

Bu çalışmada Türkiye-NATO ilişkilerinin geride kalan 65 yılı aşkın tarihinde hangi süreçlerden geçtiği, ilişkilerde yaşanan temel zorlukların neler olduğu, tarafların 
birbirlerinin beklentilerine ne derecede karşılık verebildikleri, önümüzdeki 
dönemde ilişkilerin hangi yöne doğru gelişebileceği, hangi hususlarda sıkıntılar 
yaşanmaya devam edebileceği ve yaşanmaması için ne gibi önlemler alınması gerektiği konularında görüşler ortaya konulacaktır. 


• ANKARA 
• ISTANBUL 
• WASHINGTON D.C. 
• KAHIRE 
www.setav.org 


DİPNOTLAR;

1. “3. Kolordu Komutanı Korgeneral Erdal Öztürk Gözaltına Alındı”, Sabah, 16 Temmuz 2016. 
2. Mustafa Kibaroğlu, “NATO’nun Nükleer Stratejisi ve Türkiye’deki Amerikan Nükleer Silahları”, der. Seyfi Taşhan, Türkiye’nin NATO’da 60 Yılı: Güven Veren Bir Ortaklık, (Dış Politika Enstitüsü, Ankara: 2012), s. 55-72. 
3. Mustafa Kibaroğlu, “La Turquie, les États-Unis et l’OTAN: Une Alliance Dans l’Alliance”, Questions Internationales, Direction de la Documentation 
Française Paris, Sayı: 12, (Mart-Nisan 2005), s. 30-32. 
4. Mustafa Kibaroğlu, “Ege-Doğu Akdeniz Ekseninde Kıbrıs’ın Stratejik Konumu ve Annan Planı”, Mülkiye Dergisi, Cilt: 28, Sayı: 242, (Kış 2004), s. 85-94. 
5. Mustafa Kibaroğlu, “NATO’nun Kuruluşu, Misyonu, Geleceği ve Türkiye’nin Rolü”, 2023 Dergisi, (Mayıs 2004), s. 6-15. 
6. Tarik Oguzlu and Mustafa Kibaroglu “Incompatibilities in Turkish and European Security Cultures Diminish Turkey’s Prospects for EU Membership”, Middle Eastern Studies, Cilt: 44, Sayı: 6, (Kasım 2008), s. 945-962. 
7. Mustafa Kibaroğlu, “Turkey’s Triple-Trouble: ESDP, Cyprus, Northern Iraq”, Insight Turkey, Cilt: 4, Sayı: 1, (Ocak–Mart 2002), s. 49-58. 
8. Bu konuda detaylı bir çalışma için bkz. Alptekin Molla, “Soğuk Savaş Sonrası Körfez Krizleri ve Türkiye-ABD-NATO İlişkileri”, Akademik Fener, Balıkesir Üniversitesi Bandırma İ.İ.B.F. Dergisi, Sayı: 11, (2009), s. 39-62 
9. Mustafa Kibaroğlu, “NATO Before and After the Second Gulf War”, Connections: The Quarterly Journal, Cilt: 4, Sayı: 2, (Yaz 2005), s. 43-45. 
10. Mustafa Kibaroğlu, “NATO’nun Balistik Füze Savunma Sistemi ve Türkiye”, Uluslararası İlişkiler Dergisi, Cilt: 9, Sayı: 34, (Yaz 2012), s. 183-204. 
11. Maximé Larive, “The Building of the US Missile Shield in Europe, The Triangular Relationship: US, EU, Russia”, European Uni-
on Miami Analysis Special Series, Cilt: 11, Sayı: 8, (Haziran 2011). 
12. Steven A. Hildret ve Carl Ek, “Missile Defense and NATO’s Lisbon Summit”, CRS Report for Congress, 11 Ocak 2011. 
13. Maximé Larive, “The Building of the US Missile Shiled in Europe, The Triangular Relationship: US, EU, Russia”, European Uni-
on Miami Analysis Special Series, Cilt: 11, Sayı: 8, (Haziran 2011). 
14. “Missile Defence”, NATO, http://www.nato.int/cps/en/natolive/topics_49635.htm, (Erişim tarihi: 9 Şubat 2017). 
15. “Obama Defends Decision to Shelve European Missile Shield”, Fox News, 17 Eylül 2009; Cole Harvey, “Obama Shifts Gear on 
Missile Defense”, Arms Control Association, (Ekim 2009). 
16. Serdar Erdurmaz, “Füze Kalkanı Sistemi ve Türkiye, ABD Tek Başına Gerçekleştiremediği Zorlamayı NATO Kanalıyla mı Kabul 
Ettirecek?”, TÜRKSAM, http://www.turksam.org/tr/makaledetay/356-fuze-kalkani-sistemi-ve-turkiye-abd-tek-basina-gerceklestiremedigi-
zorlamayi-nato-kanaliyla-mi-kabul-ettirecek, (Erişim tarihi: 9 Şubat 2017). 
17. Craig Whitlock, “European Missile Shield Plan is Expected to Gain Support”, Washington Post, 14 Ekim 2010. 
18. Mustafa Kibaroğlu, “Acceptance and Anxiety: Turkey (Mostly) Embraces Obama’s Nuclear Posture [Kabulleniş ve Endişe: Türkiye, 
Obama’nın Nükleer Duruşunu (Çoğunlukla) Kucaklıyor]”, Nonproliferation Review, Cilt: 18, Sayı: 1, (Mart 2011), s. 201-217. 
19. Tülay Karadeniz, “Turkey Says Anti-Missile Should Not Single out Iran [Türkiye Füze Karşıtı Girişimlerin İran’ı Ayrı Tutmaması Gerektiğini Söylüyor]”, Reuters, 18 Ekim 2010. 
20. 4 Ekim 2010’da Ankara’da gerçekleştirilen bir çalıştayda üst düzey bir Türk diplomat tarafından ifade edilen görüşler Mustafa Kibaroğlu’nun Acceptance and Anxiety: Turkey (Mostly) Embraces Obama’s Nuclear Posture başlıklı makalesinde alıntılanmıştır. 
21. Serhat Güvenç, “NATO’nun Evrimi ve Türkiye’nin Transatlantik Güvenliğe Katkıları”, Uluslararası İlişkiler, Cilt: 12, Sayı: 45, (Bahar 2015), s. 101- 119. 
22. Bu konuda yazılmış nitelikli ve kapsamlı bir akademik çalışma için bkz. Olcay Denizer, Soğuk Savaş Sonrası Dönemde Devlet-Dışı 
Aktörlerin Kitle İmha Silahları (KİS) ile Terör Eylemleri Yapma Eğilim ve Yeteneklerinin Değerlendirilmesi, Doktora Tezi, Kara Harp Okulu, Savunma Bilimleri Enstitüsü, Güvenlik Bilimleri Ana Dalı, (Ankara: 2014). 
23. Mustafa Kibaroğlu, “Measures to Counter the Threat of WMD Terrorism”, der. U. Feyyaz Aydoğdu, Technological Dimensions of Defence Against Terrorism, NATO Science for Peace and Security Series, Cilt: 115, (IOS Press, Amsterdam: 2013), s. 63-69. 
24. Terörizmle Mücadele Mükemmeliyet Merkezi hakkında kapsamlı ve güncel bilgi edinmek için bkz. www.tmmm.tsk.tr. 
25. TMMM bünyesinde askeri ve sivil personel görevlendiren müttefik ülkeler Almanya, ABD, Birleşik Krallık, Bulgaristan, Hollanda, Macaristan ve Romanya’dır. 
26. Peter Yeung, “Refugee Crisis: Majority of Europeans Believe Increased Migration Raises Terror Threat, Survey Says”, Independent, 12 Temmuz 2016. 
27. “NATO Ege’de Devriye Görevini Kabul Etti”, NTV, 11 Şubat 2016. 
28. “NATO Korsanlara Karşı”, Radikal, 11 Ekim 2008. ve yaşanan “5 Gün Savaşı” uluslararası güvenliğe ve Avrasya bölgesinde barış ve istikrara ciddi 
anlamda olumsuz etki yapmıştır. Rusya bu savaş ile bir bakıma NATO genişlemesinin sınırlarını çizmek istemiştir. 
29. Mustafa Kibaroğlu, “The Future of Extended Deterrence: The Case of Turkey”, ed. Bruno Tertrais, Perspectives on Extended Deterrence, Coll. Research and Documents, Sayı: 3, (Fondation pour la Recherche Stratégique, Paris: 2010), s. 87-95. 
30. Gülsüm Alan, “NATO Türkiye-Rusya Krizinde Denge Arayışına Girdi”, Euronews, 1 Aralık 2015, 
      http://tr.euronews.com/2015/12/01/nato-turkiye-rusya-krizi-konusunda-denge-arayisina-girdi, (Erişim tarihi: 9 Şubat 2017). 
31. IFOR (Implementation Force.Uygulama Gücü): Bosna Hersek’te görev yapan NATO önderliğindeki çok uluslu barış gücü. 
32. SFOR (Stabilization Force.İstikrar Gücü): Bosna Savaşı’ndan sonra Bosna Hersek’e gönderilen NATO önderliğindeki barış gücü. 
33. KFOR (Kosovo Force.Kosova Gücü): Kosova’nın güvenliğini sağlamakla görevli NATO önderliğindeki barış gücü. 
34. ISAF (International Security Assistance Force.Uluslararası Güvenlik Destek Gücü):  Afganistan Savaşı sonrasında Afganistan’da kurulan NATO önderliğindeki barış gücü. 


***

TÜRKİYE-NATO İLİŞKİLERİ. BÖLÜM 1

TÜRKİYE-NATO İLİŞKİLERİ.  BÖLÜM 1 






MUSTAFA KİBAROĞLU 
MART 2017 SAYI: 191 
ANALİZ 

Bu yayının tüm hakları SETA Siyaset, Ekonomi ve Toplum Araştırmaları Vakfı’na aittir. SETA’nın izni olmaksızın yayının tümünün veya bir kısmının elektronik veya mekanik (fotokopi, kayıt ve bilgi depolama, vd.) yollarla basımı, yayını, çoğaltılması veya dağıtımı yapılamaz. Kaynak göstermek suretiyle alıntı yapılabilir. 

Uygulama: Erkan Söğüt 
Kapak Fotoğrafı: shutterstock.com 
Baskı: Turkuvaz Haberleşme ve Yayıncılık A.Ş., İstanbul 

SETA | SIYASET, EKONOMI VE TOPLUM ARAŞTIRMALARI VAKFI 
Nenehatun Cd. No: 66 GOP Çankaya 06700 Ankara TÜRKİYE 
Tel: +90 312 551 21 00 | Faks: +90 312 551 21 90 
www.setav.org | info@setav.org | @setavakfi 

SETA | İstanbul 

Defterdar Mh. Savaklar Cd. Ayvansaray Kavşağı No: 41-43 
Eyüp İstanbul TÜRKİYE 
Tel: +90 212 395 11 00 | Faks: +90 212 395 11 11 
SETA | Washington D.C. 

1025 Connecticut Avenue, N.W., Suite 1106 
Washington D.C., 20036 USA 
Tel: 202-223-9885 | Faks: 202-223-6099 
www.setadc.org | info@setadc.org | @setadc 
SETA | Kahire 

21 Fahmi Street Bab al Luq Abdeen Flat No: 19 Cairo EGYPT 
Tel: 00202 279 56866 | 00202 279 56985 | @setakahire 


İÇİNDEKİLER 

ÖZET 7 
GİRİŞ 8 
YAPISAL VE KONJONKTÜREL SORUNLAR 8 
ORTAK TEHDİT ALGILARI, FIRSATLAR VE İŞ BİRLİĞİ ALANLARI 14 
POLİTİKA ÖNERİLERİ 18 

YAZAR HAKKINDA 



Mustafa Kibaroğlu 

Yazar MEF Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde öğretim üyesi ve bölüm başkanıdır. 
Boğaziçi Üniversitesi Endüstri Mühendisliği Bölümü’nden lisans (1987) ve Ekonomi Bölümü’nden yüksek lisans (1990) derecelerini aldı. 
Bilkent Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden “The Nuclear Non-proliferation Regime at the Crossroads: Strengthening or Uncertainty” ( Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Rejimi Yol Ayırımında: Güçlendirme ya da Belirsizlik) başlıklı teziyle doktora derecesini (1996) aldı. Araştırma alanları arasında uluslararası güvenlik, NATO, kitle imha silahlarının yayılması sorunu, Ortadoğu ve Türk dış politikası bulunmaktadır. Eserlerine 

www.mustafakibaroglu.com adresinden ulaşılabilir. 

ÖZET 

Türkiye 1949 yılında Soğuk Savaş tehditlerine karşı kurulan NATO’ya 1952’de üye olmuştur. Türkiye tarafından İttifak uzun yıllar boyunca hem bir güvenlik 
teminatı hem de Batılı kimliğe entegre olmanın araçları arasında görülmüştür. Ancak NATO’ya yönelik kamuoyundaki soru işaretleri özellikle 15 Temmuz darbe 
girişiminin ardından netleşmiş ve darbe girişiminin arkasında İttifak’ın olabileceği yönünde bir kanı ortaya çıkmıştır. 

NATO’nun Türkiye’ye sağladığı güvenlik teminatı uzun yıllarca yüzeysel değerlendirmelere tabi olmuş ancak oluşturduğu güvenlik riskleri üzerine kapsamlı incelemeler yapılmamıştır. Bu bağlamda analiz iki aktörün çatışan önceliklerine de değinerek önümüzdeki süreçte olası iş birliği alanlarını da ele alacaktır. 

Bu çalışmada Türkiye-NATO ilişkilerinin geride kalan 65 yılı aşkın tarihinde hangi süreçlerden geçtiği, ilişkilerde yaşanan temel zorlukların neler olduğu, 
tarafların birbirlerinin beklentilerine ne derecede karşılık verebildikleri, önümüzdeki dönemde ilişkilerin hangi yöne doğru gelişebileceği, hangi hususlarda sıkıntılar yaşanmaya devam edebileceği ve yaşanmaması için ne gibi önlemler alınması gerektiği konularında görüşler ortaya konulacaktır. 

<  Analiz Türkiye-NATO ilişkilerinin tarihsel arka planını göz önünde bulundurarak ortak tehdit ve iş birliği alanlarına odaklanmaktadır. >

GİRİŞ 

Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD) başkenti Washington D.C.’de 4 Nisan 1949 tarihinde imzalanan Kuzey Atlantik Anlaşması ile kurulan NATO’ya 1952 yılında katılan Türkiye, İttifak’ı uzun yıllar boyunca sağladığı savunma ve güvenlik teminatlarının yanı sıra “Batılı” kimliğini de pekiştiren bir örgüt olarak görmüştür. 

Son döneme kadar Türk halkı ve yöneticilerinin önemli bir kısmı nezdinde yüksek güvenilirliğe sahip olan NATO zamanla bu özelliğini kaybetmekle kalmamış, Türkiye’nin milli birlik ve bütünlüğüne tehdit oluşturan bir kurum olarak da görülmeye başlanmıştır. Özellikle 15 Temmuz 2016 Cuma gecesi Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) bünyesindeki Fetullahçı Terör Örgütü (FETÖ) mensubu üst düzey askeri personelin yönetime el koyma teşebbüsü sonrasında Türk halkının önemli bir kesiminde bu girişimin arkasında NATO’nun olduğu yönünde bir inanışın varlığı gözlemlenmektedir. 

Bu inancın oluşmasında birçok faktörün yanında TSK tarafından NATO operasyonlarında yer almak üzere oluşturulmuş ve çok sayıda müttefik ülke subayının da görev yaptığı İstanbul Maslak’ta bulunan 3. Kolordu Komutanlığının üst düzey komuta kademesinin darbe girişiminde rol aldıkları yönünde basına yansıyan bilgilerin de etkili olduğunu söylemek mümkündür.1 

Yıllarca aynı ortamda görev yapan Türk ve müttefik ülke subaylarının diğer bir misyonu da resmi görev tanımları arasında açıkça bahsedilmese dahi yakın çevrelerinde olan bitenden haberdar olmak için bilgi toplamaktır. Bu konuda eğitimli ve tecrübeli müttefik ülke subaylarının aylarca birlikte mesai yaptıkları ortamda, Türk subayların bir kısmının günlük rutin işlerinin dışında bir yandan darbe planladıklarını tespit edememiş olmaları Türk halkında kolay kabul görecek bir husus değildir. Kaldı ki öyle olduğu düşünüldüğünde durum daha da vahim olmaktadır. 
Çünkü hemen yanı başında bulunan kişilerin illegal girişimlerini tespit edemeyen NATO subaylarının dost olmayan ülkelerde neler planlandığını tespit edebileceklerine dair güveni sürdürmeleri zordur. 

Son gelişmeler Türkiye ile NATO arasında kesinlikle sağlıklı bir ilişki durumu olmadığına işa-ret etmektedir. Muhakkak Türkiye ve NATO’dan yetkililer tarafından sorunların tespit edilmesi ve gerekli önlemler alınarak –eğer ittifak ilişkisinin devam ettirilmesi taraflarca güçlü bir şekilde isteniyorsa– geleceğe yönelik etkin iş birliği alanlarının neler olması gerektiğini belirlemek suretiyle en kısa sürede bunların hayata geçirilmesi gerekmektedir. 



YAPISAL VE KONJONKTÜREL SORUNLAR 

Soğuk Savaş yılları boyunca NATO, Türkiye açısından kapsadığı coğrafi alan sebebiyle Türk halkı ve ülkeyi yönetenlerin kendilerini tanımladıkları 
Batılı kimliği ile uyumlu, dünyanın önde gelen ülkelerinden oluşan bir topluluk olduğu için uluslararası alanda prestijli, en gelişmiş ve güçlü silah sistemlerine sahip olduğu için de güven telkin eden bir örgüt konumundaydı. Bu gibi yüzeysel kriterlere dayalı olarak yapılan değerlendirmeler sebebiyle sağladığı faydaların yanı sıra NATO üyeliğinin aslında Türkiye açısından beraberinde ciddi güvenlik sorunlarını da getirmiş olduğu uzun yıllar boyunca Türk kamuoyu nezdinde açıkça ve yeterince tartışılmadı. Bu durumun önemli bir sebebi Sovyetler Birliği ve onun etkisi altında kurulan Varşova Paktı ile NATO arasında Soğuk Savaş dönemi boyunca karşılıklı caydırıcılığın çok hassas dengelere dayalı olarak sürdürülüyor olmasıydı. 

NATO’ya üye ülkeler arasında, algıladıkları güvenlik sorunları ve onlarla nasıl mücadele edilmesi gerektiği konularında derin görüş ayrılıklarının yaşanması durumunda İttifak’ın zafiyet içinde olduğu görüntüsü verebileceği endişesi ile sorunlar daha ziyade kamuoylarına yansıtılmadan kapalı kapılar ardında ve tutanaklara geçmeyecek şekilde karşılıklı ikna girişimleri ile halledilmeye çalışılıyordu. Türkiye’nin NATO içindeki durumu gerek coğrafi konumu gerekse Fransa ve İngiltere gibi İttifak’ın önde gelen ülkeleri ile olan tarihsel ilişkileri sebebiyle diğer üyelere nazaran önemli farklılıklar içermekteydi. 

Avrupalı Müttefikler Için Ortadoğu “Alan Dışı Bölge” 

ABD’nin Sovyetler Birliği’ni “çevreleme politikası” kapsamında, Türkiye’nin Yunanistan ile birlikte Kuzey Atlantik İttifakı’na dahil edilmesine başta Fransa ve İngiltere olmak üzere birçok Batı Avrupalı üye ülke karşı çıkmışlardı. Bu karşı çıkışın ardındaki en temel sebep Türkiye’nin tam üye olarak katılması durumun da hemen yanı başında komşusu olduğu Ortadoğu bölgesinin sorunlarını İttifak’ın içine taşıyacağı endişesi idi. 

Sovyetler Birliği’nin de yoğun ilgi gösterdiği ve zaman içinde yazılı olmayan ittifaklar geliştirdiği Ortadoğulu komşularıyla Türkiye’nin yaşayabileceği sorunların sıcak bir çatışmaya dönüşmesi halinde NATO’nun da soruna dahil olmak zorunda kalacağı ve buradan hareketle Türkiye’nin güneydeki komşularıyla ikili düzeyde başlayacak bir sorunun tırmanarak NATO ile Varşova Paktı’nı karşı karşıya getirebileceği endişesi Batı Avrupa’da hakimdi. 

 Her ne kadar Kuzey Atlantik Anlaşması’nın İttifak içi dayanışmayı tanımlayan 5. maddesi ile, “Kuzey Amerika’da veya Avrupa’da içlerinden bir veya daha çoğuna yöneltilecek silahlı bir saldırının hepsine yöneltilmiş bir saldırı olarak değerlendirileceği (...) bireysel olarak ve diğerleri ile birlikte, silahlı kuvvet kullanımı da dahil olmak üzere gerekli görülen eylemlerde bulunarak saldırıya uğrayan taraf ya da taraflara yardımcı olacakları” konusunda ortak bir karara varmış olsalar ve 

6. Maddesi ile, “Tarafların Avrupa ya da Kuzey Amerika’daki topraklarına, Fransa’nın Cezayir bölgesine, Türkiye topraklarına (...) bu topraklarda 
ya da bu toprakların üzerindeki hava sahasında bulunan (...) kuvvetlere, gemilere, ya da uçaklara yapılan silahlı saldırı” tüm üye devletlere yapılmış 
bir saldırı olarak kabul edileceği kayıt altına alınmış olsa da Batı Avrupalı müttefikler, Türkiye’nin güvenliği söz konusu olduğunda ancak Sovyetler 
Birliği ve Varşova Paktı üyesi kuzeybatı komşusu Bulgaristan’dan gelebilecek bir saldırı durumunda Türkiye’ye karşı yükümlülüklerini yerine getirebileceklerini 
açık ve net ifadeler ile gayriresmi ortamlarda Türk tarafına iletmişlerdir.2 Bir diğer deyişle Batı Avrupalı NATO üyesi ülkeler Türkiye’ye yönelik olarak, “Sovyetler Birliği’nden gelebilecek bir saldırıya karşı caydırıcılık sağlayan İttifak’ın nükleer güvenlik garantileri ile yetin, sakın Ortadoğulu komşuların Suriye, Irak ve İran ile sorunlar yaşama ve çatışmaya girme, bu durumda beni yanında bulamazsın çünkü benim önceliğim Varşova Paktı’ndan kaynaklanan tehdittir ve Ortadoğu bölgesi benim sorumluluk alanım dışındadır” şeklinde bir yaklaşıma sahip olmuşlardır. 

Farklı Tehdit Değerlendirmeleri ve Çatışan Öncelikler 

Soğuk Savaş dönemi boyunca İttifak’ın Avrupalı üyelerinin Ortadoğu’yu “alan dışı bölge” olarak görme yönündeki tutumlarına katılmasa ve derin çıkarları olduğu bu bölgeye yönelik olarak Türkiye ile ikili düzeyde güvenlik iş birliği önerileri ortaya koysa da askeri ve ekonomik gücü ile İttifak’ın tartışmasız lider ülkesi konumunda olan ABD’nin de NATO müttefiki Türkiye’nin güvenlik endişelerini tümüyle giderecek bir tutum içinde olduğunu söylemek zordur.3 

Bu durumun en somut örneği Haziran 1964’te yaşanan “Johnson mektubu” krizidir. 1963 yılı sonunda Kıbrıs’ta Rumların Türk köylerine saldırılar düzenlemelerine tepki olarak Ada’ya Türkiye’den savaş uçaklarının gönderilmesi üzerine ABD Başkanı Lyndon B. Johnson’ın Başbakan İsmet İnönü’ye bir mektup göndererek “Amerikan yardımı olarak verilen silahların NATO misyonu dışında 
kullanılamayacağı”nı vurgulaması ve “Sovyetler Birliği’nin müdahalesi durumun da ABD’nin ve diğer müttefiklerin 5. maddede yer alan ortak savunma prensibi ile hareket etmeyebilecekleri”ni ifade etmesi, İttifak’ın Türkiye’nin güvenliği bakımından yeri ve değerinin sorgulanması sonucunu doğurmuştur.4 

Benzer şekilde Temmuz 1974’te Kıbrıs’ın Yunanistan’a bağlanmasını amaçlayan darbe girişimlerine tepki olarak, daha önce Şubat 1959’da Zürih ve Londra’da varılan anlaşmalar ile Ağustos 1960’ta kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti’nin “garantör” devleti olmasından doğan haklarını kullanarak askeri müdahalede bulunan Türkiye, Ada’ya barış ve istikrar getirmesinin karşılığında müttefiki ABD Senatosunun 1975-78 yılları arasında uyguladığı askeri silah ambargosuna maruz kalmıştır. 

Yukarıdaki örnekleri çoğaltmak mümkündür ve bu sebeple Türk kamuoyunda bugünkü düzeyde tartışmalara konu olmasa da Türkiye ile NATO müttefikleri arasında uluslararası güvenlik konularına yaklaşımda güçlü bir uyum olduğunu söylemek mümkün değildir. 

Ittifak Içinde Türkiye’ye Biçilen Rol ve Getirdiği Riskler 

Arkasında her türlü lojistik desteği sağlayan Ortadoğulu komşularının olduğu konusunda güçlü kanıtlara sahip olduğu halde, Türkiye’nin maruz 
kaldığı terör saldırılarına karşı Kuzey Atlantik Anlaşması’nın 5. ve 6. maddelerinin hem ruhuna hem de metnine aykırı bir tutum sergileyerek, 
gerekli dayanışmayı göstermeyen müttefik ülkelerin Türkiye’den yegane beklentisi askeri gücünü büyük oranda Sovyetler Birliği sınırlarına doğru yığmasıydı. 

İttifak’ın Avrupalı üyelerinin esas endişesi Sovyetler Birliği’nin konvansiyonel veya nükleer silah gücünü kullanmak yolu ya da tehdidiyle kendi siyasi iradesini üzerlerinde etkili kılması olasılığı idi. Bu çerçevede Türkiye’ye biçilen rol, Varşova Paktı tarafından başlatılabilecek konvansiyonel düzeyde bir askeri harekatın planlanması ve gerçekleştirilmesini zorlaştıracak oranda Sovyet askeri gücünü Kafkaslarda tutmayı sağlamasıydı. 

Soğuk Savaş dönemi boyunca Sovyetler Birliği’nin 25 kadar tümenini Kafkasya bölgesinde konuşlandırmak zorunda kalmasının sebebi, NATO teçhizatına da sahip olan TSK’nın gerek askeri imkan ve kabiliyetleri gerekse harbe hazırlık seviyelerindeki üstün performansının bu ülke tarafından görülmüş olmasıdır. Muhtemeldir ki Türkiye NATO üyesi olmasaydı Sovyetler Birliği Kafkasya bölgesinde konuşlandırılmış olan 300 binden fazla askerinin önemli bir bölümünü Orta Avrupa bölgesine kaydırılabilir ve Varşova Paktı tarafından Batı Avrupa’ya 
güçlü bir konvansiyonel saldırı tehdidi çok daha belirgin hale gelebilirdi.5 Türkiye bir anlamda Sovyetler Birliği tehdidini üzerine çekerek NATO’nun Avrupalı müttefikleri üzerindeki tehdidin azalmasına önemli katkı yapmıştır. Türkiye’nin bu sebeple yüksek miktarlara varan askeri harcamalarına karşılık daha fazla güven ortamında olan Batı Avrupalı ülkeler askeri harcamalarını kısarak ekonomilerine daha fazla kaynak aktarma imkanı bulmuşlardır. 

Soğuk Savaş Sonrasında AB’nin “Küresel Güç” Olma Hedefi 

Kasım 1989’da Varşova Paktı’nın çökmesi ve Aralık 1991’de Sovyetler Birliği’nin yıkılmasıyla birlikte kapanan Soğuk Savaş dönemi sonrasında da Türkiye ile NATO müttefikleri arasında güvenlik konularına yaklaşımda yapısal sorunlardan kaynaklanan görüş farklılıklarının giderilemediği gözlenmektedir. 1990’lı yıllarda NATO’nun zirve toplantılarının gündeme gelen öncelikli konusu bir yandan Almanya’nın Avrupa Birliği’ni (AB) doğuya doğru genişletme stratejisi paralelinde bünyesine eski Doğu Bloku ülkelerini katarak İttifak’ı güçlendirmek diğer yandan müttefik ülkelerin yakın coğrafyasını oluşturan Balkanlar, Kafkaslar, Kuzey Afrika ve Ortadoğu bölgelerinde ortaya çıkan etnik ve dini temelli çatışmaların 
yayılması olasılığının yarattığı istikrarsızlık ortamına karşı önlemler almaktı. 

Ancak artık “tek süper güç” olarak anılan ABD ve belirli bir rakibi kalmayan NATO’nun Avrupalı üyeleri, gözleri önünde Balkanlarda etnik ve dini temizlik yapılmasına engel olamayan, Kafkaslarda Azerbaycan ve Ermenistan arasındaki toprak ihtilafına çözüm bulamayan, Ortadoğu’da baş gösteren terörün “hedefi olmamak” düşüncesiyle zemin kazanmasına olanak veren pasif tutumları sebebiyle Türkiye ile olan ittifak ilişkilerinde sorunlar yaşamaya devam ettiler. 

Artık “küresel süper güç olmak” hayaline kapılan AB’nin, uluslararası güvenlik meselelerinde ABD’den bağımsız karar alabilme ve hareket edebilme yeteneğinin geliştirilmesi gerektiğine inanan yetkilileri, bu yönde bir politika izleyebilmek düşüncesiyle Avrupa Güvenlik ve Savunma Kimliği’ni (AGSK) oluşturmaya karar verdiler.6 

AGSK’nin oluşturulabilmesi için iki temel seçenek bulunmaktaydı: Birinci seçenek AB ülkelerinin NATO’ya tahsis ettikleri askeri kapasitenin İttifak’tan çekilerek yeni bir çatı altında tümüyle Avrupa ülkeleri tarafından oluşturulmasıydı. 

Bu seçenek yeniden yapılanmak ve bu çerçevede eski Doğu Bloku ülkelerinin tümüyle farklı askeri donanım ve doktrinlerinin Batı Avrupalı ülkelerle 
uyumlaştırılmasının yaratacağı maliyet ve zorluklar ile arada geçecek zaman içinde ortaya çıkacak belirsizliklerin yanı sıra en azından NATO’nun çökmesi 
anlamına gelirdi ki bu duruma da ABD’nin rıza göstermesi beklenemezdi. 

NATO üyeliğinin sağladığı faydaların yanı sıra aslında Türkiye açısından ciddi güvenlik sorunlarını da getirmiş olduğu uzun yıllar boyunca Türk kamuoyu 
nezdinde açıkça ve yeterince tartışılmadı. 

İkinci seçenek ise birçoğu halihazırda NATO üyesi olan AB ülkelerinin İttifak’ın imkan ve kabiliyetlerini AB’nin alacağı kararlar doğrultusunda kullanmasıydı. Bu seçenek de ABD, Kanada, Norveç ve Türkiye gibi AB üyesi olmayan NATO üyesi ülkelerin İttifak’ın imkan ve kabiliyetlerinin AB’nin kendi belirleyeceği Güvenlik ve Savunma Politikası (AGSP) çerçevesinde kullanılmasına itiraz etmeyecekleri yönünde koşulsuz ve ucu açık bir taahhüde girmelerini gerektirmekteydi. Ancak akılda tutulması gereken çok önemli bir husus vardı: AB’nin müdahil olması beklenen 16 sıcak çatışma senaryosunun yer aldığı bölgelerin 14’ünün Türkiye nin coğrafi ya da tarihi yakınlığı olan bölgeler olması, sorunun Türkiye açısından daha da zor bir durum almasına yol açmaktaydı. 

Türkiye, başta istihbarat olmak üzere kendisinin de önemli katkı yaptığı NATO’nun imkan ve kabiliyetlerinin AB tarafından kullanılması söz konusu olacak ise müdahale sebebiyle ortaya çıkabilecek sonuçlardan ulusal çıkarlarının doğrudan etkilenmesi kaçınılmaz olacağı için, AGSK’nin kullanımına yönelik karar alma sürecinde bir şekilde yer alması gerektiğini sürekli vurgulamıştır. 

NATO imkan ve kabiliyetlerini Türkiye’nin onayı olmaksızın AGSP doğrultusunda kullanmalarının mümkün olmadığını bilen AB ülkelerinin, Türkiye’nin karar alma mekanizmasına, en azından planlama aşamasında entegre olmak gibi haklı talebine dahi olumlu yaklaşmak yerine, anlaşmazlığın NATO’nun dağılmasına yol açabileceğinden endişe eden ABD üzerinden baskı yapmayı tercih etmesi, sürecin çıkmaza girmesine sebep oldu.7 Her ne kadar Aralık 2000’de bir ara formül olduğu söylenen Ankara Anlaşması imzalanmış olsa da tarafların ilk günkü tutumlarında ısrar etmeleri sebebiyle nihai bir çözüm günümüz itibarıyla henüz bulunabilmiş değildir. 

Avrupalı Müttefiklerin Ortadoğu’ya Mesafeli Duruşu 

NATO’nun Avrupalı üyeleri ile Türkiye arasında, Ortadoğu bölgesinden kaynaklanan tehditlere bakış açısındaki derin farklılıkların Soğuk Savaş’ın 
bitmesinden bu yana geçen çeyrek asır boyunca çok fazla değişmediği gözlemlenmektedir. Ağustos 1990’da Irak’ın Kuveyt’i işgal etmesini takip 
eden aylarda Türkiye, NATO’daki müttefiklerine yönelik olarak hemen yanı başındaki coğrafyada meydana gelen gelişmelerin yayılması ve tırmanması 
olasılığını dikkate alarak Aralık 1990’da İttifak’ın Acil Müdahale Kolordusunun topraklarında konuşlandırılması yoluyla ittifak dayanışmasının açıkça sergilenmesi talebinde bulunmuştur. 

Ancak İttifak’ın Batı Avrupalı üyeleri, Ortadoğu’nun NATO’nun operasyon alanının “dışı”nda kaldığını öne sürerek 5. madde ile altına imza attıkları taahhütlerinin yerine getirilmesinde işi ağırdan almıştır. Avrupalı müttefiklerin yanıtı Ocak 1991’de gecikerek ve yetersiz bir şekilde gelmiş ve Türkiye’nin Irak sınırına yakın bölgelerde Hollanda tarafından iki adet “Patriot” hava savunma sistemi ve Malatya Erhaç’taki hava üssüne Belçika, Almanya ve İtalya tarafından toplam 42 adet savaş uçağı konuşlandırılmıştır.8 Müttefiklerin ancak Türkiye’nin ısrarlı çağrıları sonrasında çeşitli siyasi mülahazalar dile getirerek ve isteksiz tavırlarla göndermiş olduğu askeri gücün NATO dayanışması ve caydırıcılığını güçlü bir şekilde göstermeye yettiğini söylemek pek de mümkün değildir. 

Benzer şekilde Mart 2003 yılında ABD’nin Irak’ı işgali ile sonuçlanan İkinci Körfez Savaşı’na giden aylarda Türkiye, halkını ve topraklarını, Irak’ın sahip olduğuna inanılan Kitle İmha Silahlarına (KİS) karşı korumak üzere İkinci Körfez Savaşı öncesinde her bir üye ülkenin üstlenmesi gereken olası önlemlere ilişkin istişarelerde bulunmak amacıyla Kuzey Atlantik Konseyi’nden Washington Anlaşması’nın 4. maddesini aktive etmesini resmen talep etmiştir. NATO üyeleri bir kez daha Anlaşma’nın Türkiye’ye yönelik hükümlerini yerine getirmemiş ve talep edilen istişare toplantısı gerçekleşmemiştir. Bu durumun gerekçesi olarak Belçika, Almanya ve Fransa gibi bazı Avrupalı müttefikler, Irak’ta meydana gelecek savaşın “ABD yönetiminin gayrimeşru tutumundan kaynaklanan ve Birleşmiş Milletler Şartnamesi’nin I. Bölümü’nde yer alan temel prensipleri ihlal eden” bir savaş olacağını dolayısıyla böyle bir durumda Türkiye ya da ABD’ye yönelik müttefiklik sorumluluklarını yerine getirmek gibi bir yükümlülükleri 
olmadığını öne sürmüşlerdir.9 


Ittifak’ın Hava Savunma Sistemi “Füze Kalkanı” Üzerine Tartışmalar 

1990’larda ABD’de Clinton yönetimi tarafından başlatılan ve kökeni 1980’lerin Reagan yönetiminin Stratejik Savunma Girişimi ya da “Yıldız Savaşları” olarak bilinen projesine dayanan Amerikan Ulusal Füze Savunması projesinin bir uzantısı olan “Füze Kalkanı” da NATO içinde Türkiye ile müttefikler arasında sorunların yaşanmasına sebep olmuştur. ABD, 1990’ların ikinci yarısında hava savunma sistemlerini geliştirmekte elde ettiği başarılı sonuçlardan sonra tüm dünyadaki askeri birlikleri ve NATO üyesi ülkelerin topraklarının tamamının korunması için sahip olduğu kapasiteyi müttefikleriyle paylaşmaya karar vermiştir.10 

İlk gündeme geldiği dönemde Füze Kalkanı konuşlandırma girişimi sebebiyle NATO içindeki bazı müttefikleri dahi ABD’ye karşı çıkmışlardır.
11 Fransa, İngiltere ve Almanya gibi ülkelerin karşı çıkışlarında en temel gerekçenin prensip düzeyinde olduğu ifade edilmiştir. NATO ittifakı 
çerçevesinde ortak savunma yükümlülüğü içinde olan ülkelerden birinin diğerlerinden bağımsız olarak kendi şartlarına uygun bir savunma mekanizması 
geliştirme yoluna gitmesi prensip olarak tepki yaratmıştır.12 ABD’nin ulusal düzeyde etkili olabilecek bir Füze Kalkanı’nı konuşlandırması durumunda, NATO içindeki Avrupalı ülkeler Soğuk Savaş yıllarında taşıdıkları endişeye geri döneceklerini düşünmüşlerdir.13 

11 Eylül 2001 saldırıları sonrasında ABD ile Avrupa arasında bu konuda tehdit değerlendirmeleri bakımından farklı yaklaşımlar zamanla aşılmış ve Kasım 2002’de Çek Cumhuriyeti’nin başkenti Prag’da gerçekleşen NATO Zirvesi’nde Amerikan Ulusal Füze Savunma Sistemi’nin (American National Missile Defense) tüm İttifak üyelerini kapsayacak şekilde geliştirilmesi prensibi benimsenmiş tir.14 

Takip eden yıllarda Bush yönetimi ABD topraklarına yönelik olarak İran’dan atılabilecek balistik füzelere karşı NATO üyesi olan Çek Cumhuriyeti’nde radar tesisleri ve Polonya’da anti-balistik füze rampaları konuşlandırma kararı almıştır. Ancak Bush yönetiminin bu kararı Kasım 2008 seçimleri sonrasında göreve 
gelen Barack Obama yönetimi tarafından füze tehdidi değerlendirmesinin gözden geçirilmesiyle iptal edilmiştir.15 Bu gelişmeler sonucunda İran’ın menzilleri 2 bin 500 kilometreyi bulan füzelerine karşı savunma sistemi konuşlandırmak için Obama yönetiminin yer arayışı çerçevesinde Türkiye’nin konumu ve önemi (bir kez daha) gündeme gelmiştir.16 

Nitekim NATO’nun Kasım 2010’da Lizbon’da gerçekleştirilen zirvesinin ana gündem maddesi Füze Kalkanı projesinin geliştirilmesi ve konuşlandırılmasına yönelik nihai kararın alınması olmuştur. Ancak Lizbon zirvesi öncesinde 14 Ekim 2010’da Brüksel’de yapılan Dışişleri ve Savunma Bakanları toplantısının uluslararası medyadaki yansıması, İttifak için bir balistik füze savunma projesinin geliştirilmesi hakkında Türkiye ve diğer NATO üyelerinin çatışma içinde olduğu imajını yaratmıştır.17 

Türkiye ve İttifak’ın diğer önde gelen üyelerinin NATO’nun füze savunma projesi hakkında üç temel konuda fikir ayrılığı ortaya çıkmıştır:18 

Birincisi Türkiye projeyi bir Amerikan projesi olmaktan ziyade bir NATO projesi olarak görmek istemiştir. Çünkü daha önce yaşanan gelişmelerden çıkardığı dersler sebebiyle Türkiye, Küba Füze Krizi sonrasında Jüpiter füzelerinin Türkiye’den sökülmesi ve ABD’nin temelde tek taraflı kontrole sahip olduğu karar alma durumunu tekrar yaşamak istememiştir. Bunun yanı sıra Amerikan hava savunma sisteminin Türkiye’yi korumaya mı yoksa İsrail’in güvenliğini sağlamaya mı yönelik olduğu konusunda kuşkular da oluşmuştur. 

İkinci olarak Türkiye dostane ilişkiler içinde olduğu İran’ın, İttifak tarafından tehdidin kaynağı olarak isim verilerek gösterilmesini istememiştir. 19 

Türkiye’nin bu tutumunun önemli bir sebebi İran’ın kendi füze kapasitesini ilerletme gerekçesiyle bunu kullanabileceği endişesi olmuştur. 

Ancak Türkiye’nin bu yaklaşımı bazı müttefikler tarafından Batı’ya olan bağlılığından uzaklaşıp İran’a yakınlaştığı şeklinde yorumlanmıştır. 

NATO’nun Soğuk Savaş boyunca gündeminde olan konuların yanı sıra siber güvenlik, hibrid savaş, enerji yollarının güvenliği, korsanlık, kitlesel göç, 
iklim değişikliği ve doğal felaketler gibi tehditler İttifak’ın ana gündem maddeleri haline gelmiştir. 

Lizbon zirvesinde Türkiye’nin üçüncü bir çekince konusu ise topraklarının her bir metrekaresinin işler duruma geldikten sonra füze savunma sistemi ile korunaklı hale gelmesi gerektiği olmuştur.20 Bu tartışmalarla geçen İttifak’ın Kasım 2010’daki Lizbon zirvesinde tüm NATO ülkelerinin toprakları, askeri birlikleri ve halklarının tamamını balistik füze tehdidine karşı korunaklı kılmayı amaçlayan Füze Kalkanı projesi benimsenmiştir. 

Mayıs 2012’de Chicago zirvesi sırasında operasyonel hale gelen Füze Kalkanı’nın Türkiye’ye kurulan birimi Malatya Kürecik’teki radar sistemi olmuştur. 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***

30 Mart 2020 Pazartesi

TEFTİŞ!...

TEFTİŞ!... 


Bayram Ankaralı, 
Çoban Ateşleri,
6.9.2004 

Denetim, teftiş, inceleme, gezi.... Ne derseniz deyin. Hangi ifadeyi kullanırsanız kullanın bu ifadelere yüklediğiniz anlam önem taşır. 

Konumuz; AB Komisyonu Genişlemeden Sorumlu üyesi Günter Verheugen'in 6 Ekim 2004'te yayınlanacak Türkiye Raporu öncesi ülkemize yapacağı gezi.. 

Gazete haberlerine göre Verheugen  Ankara, İstanbul, İzmir ve Diyarbakır'da 
incelemelerde bulunacak. İnanıyoruz ki, yetkililerimiz ve yetkisizlerimiz tarafından büyük bir "Misafirperverlik" ve "teslimiyetle" ağırlanacak!... 

İncelemenin ana teması açıklamalara göre; Türkiye'deki azınlık cemaatleri ve vakıflarla görüşmeler olarak görünmekte. Aslında bu görüşmelerin çoktan yapıldığını ve kapalı kapılar ardında belli kararların alındığını düşünüyoruz. 
Bu gezinin sonunda bize göre açıklanması beklenen sürpriz; KÜRTLERİN AZINLIK STATÜSÜNÜN Türkiye tarafından kabul edilmesi zorunluluğu ve 
oldu-bittisidir. 

Bir süredir AB kurumları ısrarla Türkiye'deki "mozaikten" bahisle Kürtlerin ülkedeki "en büyük" azınlık toplum olduğunu vurguluyor ve bunun Türkiye tarafından kabul edilmesi gerektiğini belirtiyor. Nedense, ülkemiz "kurumları" tarafından birçok diğer husus gibi bu husus da görmezlikten geliniyor ve sessizlik tercih ediliyor. 

Aslında bizce en çok üstünde durulması gereken husus Lozan Antlaşmasının belirlediği azınlık sınırlarıdır. Israrla delinmek istenen Lozan'ın azınlık tarifidir!.. Bu durum Türkiye'nin fiili olarak bölünmesi demektir. Önce "İkiz Anlaşma" imzalarıyla tanınan kültürel ve kendi kaderini tayin hakkından sonra, masanın altında saklanan son sürpriz bizce bu husustur. 

2001 yılında Brüksel'de delege olarak katıldığım ve AB Komisyonu ile IKV'nin ortaklaşa düzenlediği "Türkiye" konulu bir toplantıda hayretler içinde AB Yetkilileri tarafından Güney Doğu Anadolu'daki vatandaşlarımızdan bahisle; "Kürt Azınlık" ifadesinin kullanılmasını izlemiştim. Bunun ancak bir dil sürçmesi olabileceğini ve oradaki Türk yetkililerin (Sayın Onur Öymen de katılımcı olarak bulunuyordu) bu ifadeyi düzelteceklerini umutla beklemiştim. Ama nafile!... 

Daha önce yazdığımız bir makalede; NATO İstanbul toplantısının gizli gündemin den bahsetmiştik. O zaman aldığımız bilgilere dayanarak; Türkiye'nin satranç tahtasına dönüştürüldüğünü ve hamlelerin Vatan toprakları üzerinde oynandığını ifade etmiştik. 

Israrla tekrar etmek istediğimiz husus Türkiye'nin gündemine sokulmak istenen ve (A), (B), (C) planları içeren konular; 
1) Azınlık konusunda yeni tarifler getirmek, 
2) Türkiye'de 2 resmi dil olgusunu tartışmaya açmak, 
3) İstanbul'un en azından belli bir bölgesini (Fener ve Sur içi) Türkiye merkezi yönetiminden koparmak, hususlarıdır. 


6.9.2004 

***** 

KARDEŞLİK!...., BARIŞ.....

KARDEŞLİK!...., BARIŞ..... 


Bayram Ankaralı, 
Çoban Ateşleri,
10.6.2004 

Leyla Zana ve diğer PKK kuryeleri dün törenle serbest bırakıldılar.. Kardeşlik ve barış adına!... 

Ülkesini terörden ve bölücü katillerden korumaya çalışan, devletine sadakatten kendisini dahi savunmayan Korkut Eken hala hapiste... Kardeşlik ve barış adına!.. 

AB ve dış güçlerin baskısı ve istekleri doğrultusunda, haklarındaki mahkeme kararlarına rağmen serbest bırakılan Leyla Zana ve yandaşları, büyük bir gövde gösterisiyle sahne aldılar ve ilk demeçleri: "Kardeşlik ve barış!..." oldu. 

Şimdi hafızası dar Türk milletine hatırlatalım; kardeşlik ve barış nedir? 

Yaşadığın ülkenin bölünmesi için dış güçlerle işbirliği yapacaksın, ülkeyi kana boyayıp iç savaş çıkartacaksın, 30 bin insanımızın ölümüne neden olacaksın, neymiş? Kardeşlik ve barış!.... 

Benim ülkemin bayrağını her platformda yakacaksın, hakaret edeceksin: kardeşlik ve barış!... 

Sırtınıza geçirdiğiniz tişörtlere "Kahrolsun Türkler" yazarak tüm Avrupa'yı, "dost" Avrupa ülkelerinin himayesinde dolaşacaksınız, kardeşlik ve barış!.... 

Aslında bu gelişmeleri tahmin etmek için müneccim olmaya gerek yoktu. İki yıldır bunun ciddi sinyalleri verilmeye başlanmıştı. Anlaşmalar yapılmış, gerekli yerlere gerekli mesajlar çoktan gönderilmişti. Yapılacak iş, bir punduna getirip PKK'yı siyasallaştırmanın çaresini bulmaktı. 

Kıbrıs'ta oynanan oyuna Türk kamuoyunun ve silahlı kuvvetlerin tepkisi ölçüldükten sonra, arada ufak tefek denemeler sonucu, önce Zana ve DEP'liler serbest bırakılacak, sonra sıra eşkiya başının serbest bırakılıp siyasi arenada yer alması sağlanacaktı. Tüm bunlar AB istiyor diye yapılacaktı. Ancak şu Zana'nın kankası Claudia Roth bir ara işi bozar gibi oldu. Hatta Zana'dan bile tepki aldı; "işi bozacaksın" diye. Ama sonunda operasyon başarıyla gerçekleştirildi. 

Şimdi sırada eşkiya başı Öcalan var. Bunu da AB insan hakları mahkemesinin kararı var diye yapacaklardır. 

Ne de olsa Türk Milleti uyumaya devam ediyor. 

Bu ülkede şehit olmak, şehit ailesi olmak ayrıcalık olmaktan, suçlu olmaya doğru götürülüyor.. 

İnsanların milli değerleri törpülendikçe törpüleniyor. 

Allah sonumuzu hayır etsin.. 

10.6.2004 


****

TAVİZİN SONU OLMAZ...

TAVİZİN SONU OLMAZ... 


Bayram Ankaralı, 
Çoban Ateşleri,
9.6.2004 

Hayatın her alanında verilen tavizlerde asla son yoktur. Hele ki ülke yönetiminde ve dış ilişkilerde tüm politikanızı verebileceğiniz tavizler üzerine kurarsanız, sürekli kaybeden olmakla kalmaz, katlanarak gelen başka taviz talepleriyle karşılaşırsınız. 

AB'den tarih alabilme uğruna mıdır, yoksa başka bazı hesaplar mı yapılır, son yıllarda ülkemizi yönetenlerin neredeyse tüm politikaları verilecek "tavizler" üzerine kurulmaya başlanmıştır. Ülkeye ait milli bir politika belirleyememe hastalığı ve kopya etme kolaycılığı en zararsız değerlendirmeler olarak karşımıza çıkmaktadır, bu günlerde.. 

Bir bakalım neler verilmiş, neler istenmeye devam edilmiş: 

1) Gümrük Birliği anlaşması ile kapitülasyonlar geri verilmiş, 

2) Kıbrıs konusunda uluslararası anlaşmalar hiçe sayılarak Rum kesiminin tüm Kıbrıs'ı temsilen AB'ye girişi onaylanmış, 

3) Kıbrıs'ın kayıtsız şartsız Rum ve Yunan politikalarına teslim edilmesi, hem de Kıbrıs Türklerinin eliyle gerçekleştirilmiş, 

4) Türkiye'nin olmazsa olmazlarından olan Lozan anlaşmasının en önemli hükümleri yırtılıp atılmış, ülkemizi parça parça edecek yeni azınlık profilleri ortaya çıkarılmış, 

5) Kuzey Irak'ta bir Kürt Devleti'nin kurulmasına ses çıkartılmamış, 

6) Yargının verdiği kararların başka ülkelerin müdahalesi doğrultusunda değiştirilmesi kabul edilmeye başlanmış, 

7) Yıllarca terör örgütü olarak lanetlediğimiz PKK ve yandaşlarının temel istekleri " Uyum Yasaları ve İkiz Sözleşmeler " adı altında hayata geçirilmiş, 

8) Türkiye Cumhuriyeti'nin temel düşmanı sayılabilecek olan yabancı vakıflar ve 
    Patrikhane'ye mülk edinme ve otonom hareket etme serbestisi verecek olan yasalar, "hoşgörü" adı altında hayata geçirilmiş, uygulamalardaki yasadışılıklar dahi görmezden gelinerek yasal düzeltmeler aranmaya başlanmıştır. 

Verilenlere rağmen istenmeye devam edilen tavizlere göz atmak gerekirse; 

1) Ekonomik alanda tam teslimiyet, 

2) Türkiye'nin Bağımsızlığından feragat etmesi, (TBMM'nin ve Türk Milletinin üstünde dış odaklı karar mekanizmalarının oluşturulması) 

3) Türkiye Cumhuriyeti'nin temel taşlarından olan Türk Ordusunun tamamen pasif bir alana itilmesi, dahası siyasetin içine çekilmesi, 

4) İstanbul'un dünya şehir devleti halinde özel statüye kavuşturulması ve yönetim kontrolünün uluslararası güçlere devri, 

5) Farklı dil ve lehçelerde yayın sonrası sıra resmi evrakların iki dilde olmasının kabulü ve uygulaması, ve daha niceleri sıra beklemektedir. 

Dünyanın hiçbir ülkesinde orada yaşayan toplulukların "farklı dil ve lehçelerinde" (ne demekse?) devletin resmi kurumlarınca yayın yapılmaz. (Azınlıklar ya da resmi anlaşmalarla elde edilmiş haklar hariç) Almanya'da, Fransa'da, Belçika ve Hollanda'da o kadar Türk yaşarken, bu ülkeler resmi kanallarında hangi Türkçe veya başka dilde yayın yaparlar? 

Yunanistan'da resmi olarak anlaşmalara geçmiş olan Türk azınlık hangi haklara sahiptir? 

Kısacası 1'i verenden 2'yi, 2'yi verenden 3'ü istemek normaldir!.... 

9.6.2004 

***** 

MÜDAFAA-İ HUKUK, YA DA MİLLETİN HAKLARININ MÜDAFASI (II)

MÜDAFAA-İ HUKUK, YA DA MİLLETİN HAKLARININ MÜDAFASI  (II) 



Bayram Ankaralı, 
Çoban Ateşleri,
4.6.2004 

“Paramız yok, dediler, bulunur, dedi.. 
 Ordumuz yok, dediler, kurulur, dedi.. 
 Düşmanımız çok, dediler, YENİLİR, dedi...” 

Bugün gelinen noktadan çıkışın günümüz siyasal değişimleri ve basit manevraları ile olmayacağı muhakkaktır. 

Ülkenin en önemli kurumları 50-60 yıllık bir bozulma sürecinin odağında son aşamaya gelmiştir. 

Cumhuriyetin temel esasları dahi tartışılır konuma taşınmaya başlanmış, artık idarenin yabancı unsurlara terk edilmesi istenilir olmuştur. 

Türkiye'nin kurtuluşu tıpkı Kurtuluş Savaşında ortaya çıkan durum gibi yine Milli 
unsurların hakimiyeti, bir başka deyişle; Hakimiyet-i Milliye çerçevesinde olacaktır. 

Bunun tecellisi için, öncelikle mihrakları ve temsilcilerini gerçek mevkilerine koymak gerekir. 

Türk Milletinin temel ortak paydası "milli misak" olarak tüm millete anlatılacak ve ortak paydada birleşme sağlanacaktır. 

Vatan kavramı, kasaba ya da şehir hemşehriciliği gibi sinsi bölünmeleri tetikleyecek tarifinden çıkartılarak, gerçek anlam ve değeri Türk Milletine anlatılacaktır. 

"Bu topraklar iyi niyetli himmetlerin tohumlarını hiçbir zaman filizsiz bırakmamıştır…" 

Tarihin hiçbir döneminde MİLLET olamamış, Millet olarak varlık gösterememiş topluluk ve cemaatlerin, Millet düşüncesine karşı durması ve dünya kurulalı beri tarihte bütün mücadelenin “Milletler arasında” olduğu gerçeğini saptırması tabiidir. 

Türk milletinin bu toprakları vatan belleyen her ferdi elini taşın altına koyacak, 
oluşturulacak “Milli Hükümet” ile kangren olmaya yüz tutmuş yaralar tımar edilmeye başlanılacaktır. 

Artık Türkiye’de mücadelenin adı; Sağ-Sol mücadelesi değildir. Mücadele ve ayrılık; Milli güçlerle Gayri-milli güçler arasındadır. 

Ülkeler ve Milletler arasındaki ilişkiler asla ve asla hissi temellere dayandırılamaz. Dış dünya ile ilişkiler, karşılıklı çıkarlar esasına dayanmak zorundadır. İçeride ve dışarıda belirli güç odaklarının kendi çıkarları doğrultusunda kararlar vermesi durdurulacak, milli değerleri ve çıkarları içeren hareket noktaları uygulamaya geçirilecektir. 

Türk milleti gerçeklerle buluşturulacaktır. On yıllardır bilinçli bir şekilde çekilen sis perdesi, milletin önünden kaldırılacak, bilginin bilince dönüşmesi sağlanacaktır. 

Günün şartlarını en iyi biçimde değerlendirip, ülkenin yönetimini ele geçiren odakların, gerçek Türkiye'ye ve Türk Milletine karşı dışarıdaki güçlerle yaptığı işbirliği ve dayanışmayı, milletin lehine çevirmek, yine milletin gerçeklerle buluşmasıyla mümkün kılınacaktır. 

Bu noktadaki temel esas, milli güçlerin ortak paydada birleşmesidir. Bu birleşme yukarıda saydığımız esas paydada olmalı, kısır çekişmeler bir tarafa bırakılarak temel hedef etrafında birleşilmelidir. 

Hiç vakit kaybedilmeden Gümrük Birliği anlaşması iptal edilecek ya da tek taraflı bir anlaşma olmaktan çıkartılacaktır. Anlaşmanın ülkemiz adına sorumluları gerekli cezai kovuşturmaya tabi tutulacaklardır. 

AB karşısında ülke olmanın gerektirdiği onurlu siyaset uygulamaya konulacak, gerekirse adaylık başvurusu geri çekilerek AB’nin siyasi manevra kabiliyeti zayıflatılacaktır. 

AB süreci içinde bugün neredeyse temel ülke politikası haline getirilen tek yanlı 
bağlanmanın, üstelik yeni bedeller karşılığında sürdürülmesi kabul edilemez. AB'ye girişin ülkemizden neleri götüreceği tartışılmaktan çok, suni ifadelerle "AB'ye nasıl kendimizi kabul ettiririz" tartışılmaktadır. 

Ülkenin en önemli ve tartışmasız en temel değeri olan bağımsızlık olgusu paylaşıma açılamaz. 

Bugün Kıbrıs’ın, yarın Ege’nin ve diğerlerinin (Ermeni Tasarısı, Ruhban Okulu, 
Patrikhane, azınlıklar konusu ve hatta Pontus) Türkiye’ye dayatılması, gerçekleştirilmesi için akıl ve insanlık dışı tüm yöntemlerin denenmesi, mantıklı birliktelikten çok tahakküm anlamına gelmektedir. Verilen her taviz "cepte" farzedilerek yeni tavizler ve kazanımlar peşinde koşan AB politikası iyi okunmalı ve Türk Milletine gerçekler anlatılmalıdır. 

Türkiye, Soğuk Savaş döneminin zorunlu bağımlılığı yansıtan görüntüsünden 
kurtarılacaktır. 

Unutulmamalıdır ki, Soğuk Savaş sonrasında bütün dünyada milli çıkarlar ve milliyetçilik öne çıkmıştır. 

Ortak diplomasiye, stratejiye ve politikaya dayanmayan “stratejik ortaklık” yakıştırmalarına 
bağlanarak, ülkemizin bugünü ve geleceği ipotek olarak verilemez. 

Türkiye, milli güvenlik stratejisini ekonomiden kültüre, hukuktan siyasete geniş bir çerçevede yeniden ele alacak, buna dayanarak kendi konumunu yeniden belirleyecektir. 

Temel düşünce ve politika “Türkiye merkezli bir dünya” ekseni etrafında oluşturulacaktır. 

Türkiye, spekülatif finans sermayesinin ve sıcak paranın oyun alanı olmaktan 
çıkarılacaktır. Spekülasyon amaçlı para hareketleri, yasal denetim altına alınacak, para piyasasında yapılacak köklü bir düzenlemeyle, piyasanın sıcak paracı olmaktan çıkıp, Türkiye’nin kalkınmasını besleyecek bir yapıya kavuşması sağlanacaktır. 

Ekonominin bütün kaynaklarını rantiyelere ve ülke dışına yönlendiren, ekonomik 
büyümenin, kalkınmanın ve adil gelir dağılımının önünde büyük bir engel oluşturan kamu iç ve dış borç ödemeleri yeniden yapılandırılacaktır. 

Temel amacı Türk ekonomisini ve sanayisini küresel yayılımcı sermayeye ve tröstlere bağımlı kılmak, bu çerçevede borç tahsilatına yönlendirmek olan IMF programı mümkün olan en kısa zamanda sonlandırılacaktır. 

Dış ticarette komşu ülkelerin ve Asya’nın payı arttırılacak, AB’nin bu alandaki ağırlığı dengelenecektir. 

Türkiye, kalkınmasının finansmanı için iç kaynaklara yöneltilecektir. 

Marşal programından bu yana üretmeden tüketen bir toplum haline getirilmeye çalışılan Türk toplumunun kurtuluşu "İHTİSAS ÜRETİMİNDEDİR". Kaynağı kendimizde olan temel bazı üretim alanları seçilerek tüm güç ve ihtisaslaşma bu alana kaydırılacak, bu temel üretim kalemlerinde Dünya lideri olma yoluna gidilecektir. 

Türkiye zaman geçirmeden "YÜKSEK TEKNOLOJİ" üretimine başlatılacak, bu alanda çağın ilerisine gidebilecek kadro ve altyapı sağlanacaktır. 

Zaten Gümrük Birliği sorununun çözülmesi ve sıcak paranın denetim altına alınmasıyla Türk ekonomisinin dış finansman ihtiyacı çok azalacak, hatta ortadan kalkacaktır. 

Türkiye, terk ettiği planlı kalkınma sürecine DPT’nin teknik öncülüğünde geri dönecek, sanayileşme ve çöken tarımın yeniden canlandırılması hamleleri başlatılacak, milli hedefler tüm milletin top yekün hedefi olarak ortaya çıkarılacaktır. 

IMF ve Dünya Bankası’nın reçetelerine göre belirlenmiş olan özelleştirme stratejisi Türkiye’nin sanayi ve tarımda güçlü olma hedefi ve millî güvenlik ihtiyaçları dikkate alınarak, yeniden gözden geçirilecektir. 

Kamu işletmelerinin ne pahasına olursa olsun satılması anlayışı terk edilecektir. 

Stratejik özelliğe sahip, entegre ve büyük katma değerler yaratan kamu işletmeleri, finans, tarım kuruluşları ile yer altı zenginliklerimizin işletmeleri Türk milletinin ekonomik kaleleridir. Küresel politikalara direnç gücüdür. 

Bugün içinde bulunduğumuz borç batağından kurtuluşumuzu sağlayacak kaynaklardır. 
Bunların özelleştirilmeleri, hele yabancılara satılmaları Türkiye’nin gelecekte dışa bağımlılığını arttıracaktır. Dış baskılara karşı direncini azaltacaktır. Bu kuruluşlar ve kaynaklar özelleştirileceğine, geliştirilecek ve ortaya çıkan artı değer milletin çıkarlarına tahsis edilecektir. 

Milli teknoloji üretiminin öncelik kazanması, buna ilişkin araştırma-geliştirme 
çalışmalarının ulusal planlama kapsamında desteklenmesi ve milli savunma sanayinin geliştirilmesi vazgeçilmez hedefler arasında yer alacaktır. 

Milli enerji politikası ve stratejisi geliştirerek, bu alandaki yanlış yönlendirmeler 
terkedilerek, kendi kaynaklarımızın önceliğinde en uygun enerji üretimi sağlanacaktır. 

Mustafa Kemal Atatürk’ün hedeflediği ve ısrarla savunduğu “Milli kültür şuurunun”, toplumsal hayatımızın vazgeçilmez unsuru olması gerektiği daima hatırlanmalıdır. 

Yabancı kültürlerin tahrip edici etkilerinden uzak, kendi tarih ve coğrafya birikiminin bir eseri olarak, ekonomiden siyasete tam bağımsızlık ilkesine dayanan “milli kültür şuuru”, yabancı kültür dayatmaları karşısında yeniden etkinliğe kavuşturulacaktır. Unutulmamalıdır ki, kültürel başkalaşım (asimilasyon), bir milletin yok olmasında en temel etkenlerden biridir. 

Çağın ilerisinde olabilecek nesiller yetiştirilmesi için Milli Eğitim sistemi ve müfredatı yeniden hazırlanacaktır. 

Ülkenin toplumsal ve kültürel değerleriyle barışık, milletine tepeden bakmayan, Batı hayranlığını tek varlık nedeni saymayan, benlikli ve kimlikli nesiller ülkemizin gelecekteki en önemli sermayesi olacaktır. 

Oluşturulacak "milli kimlik şuuru" milletle bütünleşerek yaşayacak, milletin uçlar arasında savrulmasını (ifrat-tefrit), ülkenin tarihi ve kültürel değerlerinden uzaklaşmasını engelleyecek düzeyde etkin olacaktır. 

Ticarileşmiş, ahlaki değerlerden yoksun ve kozmopolit bir kültürün sürekli baskısı karşısında milli kültürün yıkıma uğratılması engellenecektir. 

Zihinleri esir ederek, materyalist imajlar yaratarak (tüket ve mutlu ol), milli değerlere ve onun kültür ürünlerine yaşama hakkı tanımayarak, öncelikle çocuk ve gençleri tutkulu ve bağımlı kılarak, tüketerek mutluluğun yakalanabileceğini (sürekli satın alarak ya da almaya çalışarak yakalanan mutluluğu da süratle tüketerek) aşılayarak yaratılan küresel kültür ortamına, milli kültürle dur denecektir. 

Yabancı dille eğitim yanlışından behemehal vazgeçilecektir. Türk dilinin ve kültürünün gelişimini sağlayarak, yaygın ve etkin bir eğitim sistemi kalıcı hale getirilecektir. 

Kültür alanında kendi ürettiklerinin değerini bilen, onu yücelten ve gelecek kuşaklara aktarma hedefini taşıyan nesiller yetiştirecek bir eğitim sistemi yeniden hayata geçirilecektir. Vatana ve millete bağlılık bilincini sarsılmaz biçimde oluşturabilecek, tarih ve kültür bilinci kazandıracak bir eğitim sistemi oluşturulacaktır. 

Günün ve geleceğin dünyasına, milli değerlerine sahip çıkarak, milli kimliğiyle katılabilen bir neslin yetiştirilmesi temel hedef olacaktır. Bu hedefin temel dayanağı,”Milli Kültür Şuuru” dur. 

“Milli Kültür Şuuru“; bağımsız, kimlikli ve benlikli olmanın, ortak tasada, ortak hedefte birlikte olmanın, beraberliğin adıdır. Bu amaç, bu ülkenin tüm değerleriyle yoğrulmuş her bireyin arzusu olmak zorundadır. 

Her geçen gün, an be an, Türkiye’nin aleyhine işlemektedir. Bir an önce harekete geçilmesi, bütün milli güçlerin, her türlü görüş ayrılıklarını geride bırakarak, güçlerini ortak bir paydada birleştirmeleri, bütün varlığını bir noktada toplamaları zorunluluk haline gelmiştir. Kuvay-ı Milliye ruhuyla yeniden hep beraber bir Milli Kurtuluş duyarlılığı ve politikası ortaya çıkartılmalıdır. 

Hakimiyet-i Milliye'nin tecellisinden korkan güçler zaman zaman suni gündemlerle, zaman zaman da doğruları yanlış odaklara söylettirerek sulandırma politikasıyla, bu tecelliyi geciktirmeye, törpülemeye, içini boşaltmaya çalışmaktadırlar. 

Gün Uyanık olmak ve birleşmek günüdür... 

4.6.2004 

*****