4 Kasım 2021 Perşembe

Suriye krizi Türkiyeye toprak kaybettirecek

 Suriye krizi Türkiyeye toprak kaybettirecek 


    
Türkiyeye toprak kaybettirecek süreç başlattı mı?
Mehmet Efe Çaman
31 Ağustos 2019


ANALİZ | MEHMET EFE ÇAMAN.,

Suriye'de Arap Baharı denen isyan dalgasının etkisinde olduğu bir halk hareketini kontrol ediyor alan alan islamcı fanatikler, ülkelerini kısa bir iç savaşla yüzyüze bıraktılar. Türkiye en başından beri Suriye'deki merkezi yönetim karşıtı İslamcı-cihatçı fanatik grupları orada bir numara aktör oldu. Suriye'nin toprak bütünlüğünü formel olarak deklare etse de, Ankara'nın bu tutumu Suriye'nin yerini parçaya bölünmekte yol açtı. Türkiye'nin doğu sınırlarında yanan, korunaklılık yapan, İslamcı terörist grupların bulunduğu ve rahatça çakışıyor Türkiye-Suriye sınırından giriş çıkış yapabiliyor. Türkiye toprakları, Erdoğan'ın hükümetinin bilgisi altında cihatçı bölgesindeâhı haline geldi.


Türkiye ortadoğu dersini almak için Türkiye’de ortanca kıdemdarlık’ı Erdoğan ve İslamcılar, sünnici dış politika izlenmesiyle ilgili bir başat güç olması hayali kuran Erdoğan ve İslamcılar, el altından Suriye'deki cihatçı teröristlere silah, mühimmat, sağlık malzemesi, gıda, motorize araç, hatta para koymakler. El Kaide ve IŞİD türevi gruplara sempati duydu, onları savunuculuyor üstlendi. Bu gruplarla aynı ideoloji ve ideallere inanan daha küçük gruplar resmen hedeflenmiştir. Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) denen oluşumumu demokrasi isteyen bir güç olarak meşrulaştırmaya çalışmak beyhudeydi. Tüm dünya Suriye'de demokrasi değil,
Beklentiler neydi? Kimse bilmiyor! İslamcılar böyle somut yanıtlayarak sorulardan hoşlanmaz zaten. Onlar için daha afakî, muğlâk laf kalabalıkları daha çekicidir! Şam Emevi Camii'nde namaz kılmak falan gibi İslamcı kitlelerin kulağına hoş gelen “hedeflerin” makarası burada, orduyu yöneten Erdoğan ve adamlarını rahatsız etmedi. Esad Nusayri, biz Sünni'yiz türü düşük zekâ kokan korelasyonlarla Suriye'de battıkça battılar. Oysa gerçekler çok acıydı. Türkiye hedefleri ve gücü arasında denge kurmadan, tanımadığı, bilmediği, önü-sonu belli olmayan bir karmaşaya balıklama daldı. ABD ve Rusya dışında bir müstakil güç olarak varlığın sürdürebileceği sanr yönünde hareket ettiler. İslam ve İslami aidiyet gibi uluslararası siyasette hiçbir anlam taşımayan kavramlar ve bir strateji geliştirdiler.




Burada Türkiye, dört milyona yakın Suriyeli mülteciyi sınırlarından geçirdi. Bugün bu insanlar Türkiye'deler. Türkiye'nin gerçekliği eski. Büyük bir şeyi de bundan böyle yapabilirsiniz. Türkiye demografisinin bir parçası haline geldiler. Milyonlarca çocuk Türkiye'de okula gidiyor. Yüz binlercesi Türkiye'de dünyaya geldi. Suriyeli iş piyasasının parçası oldu. Suriyelilerin oranı büyük; Türkiye'nin eğitimi, sağlık, ekonomik, teknolojik altyapılarına büyük bir yüktür bu. Kendi ülkesinde vatandaşlarının bazı ülkelerinde ortalamasının çok altında olması durumunda sunabilen orta geliriniz bir ülke için azımsanmayacak ve geçiştirilemeyecek kadar majör bir sorundur!

Videosu;


https://youtu.be/_fn5vPxFMg4

Israrla yapılan hataların telafi edilmediği, bilakis hataların üzerine devam ederek devam edilen bir durumla karşı karşıya Türkiye. Bugüne kadarki Suriye politikasının ciddi bedelleri oldu. Bunların önemlilerini saymak zorunlu: 




1) Yasa'nın dış göçün tetiklenmesi, 
2) Suriye'de büyük güçlerin bulunduğumesi, 
3) Suriye'de merkezi hükümetin ülke topraklarını kontrol edememesi (devlet olmanın en önemli koşulunu yapabilmesi), 
4) uzak kalkması, 
5) İslamcı-cihatçı fanatizmin Suriye'de yaygınlaşması, terör örgütlerinin bölgeye yerleşmesi, 6) Suriye'nin Kürtçe grubu gruplarının Türkiye sınırına kadar olan bölgeyi kontrol etmeye başlıyor, 
7) Türkiye topraklarının cihatçı bölgesinde gelmesi, 
8) Türkiye'nin güney sınırının geçişken ve kontrol edilemez hale gelmesi,

Bu yazı yazılırken İdlib'de Rus / Suriye bombardımanları sonunda yüz binlerce Suriyeli Türkiye sınırına doğru hareketlendiler. Buradaki büyük bir bölümü masum sivil halk, kalanları bölgeyi terk eden cihatçı teröristler. Bölgede milyonlarca insan var ve bu konuda önemli bir bölüm. Bu göç dalgası önümüzdeki haftalarda daha da yoğunlaşabilir.


Suriyeli eklenebilir. Bu zaten dramatik olan durumun tümüyle kontrolden çıkması sonucunu beraberinde getirecek. Çok ciddi bir rakam ve orandan bahsediyoruz. Türkiye'de bu yeni göç dalgasını absorbe ederek kapasite var mı? Dahası, Türkiye halen kuzey Suriye'deki Kürt kökenliyla sorun yaşıyor. Irak ve Suriye Kürtleri ile Türkiye Kürtleri arasında aidiyet duyguları Biz duygusu artıyor. Bu durumda körükle gidercesine, Türkiye demokrasi ve insan haklarından tümüyle koparak Kürtlerin meşru siyaset kanallarını tıkamış bulunuyor. Kürtçe halkı bir aradaheit rejimi içinde, köşeye sıkıştırılmış olarak hissediyor. PKK ile Suriye Kürtleri'nin öz özdeşliği kabul ediliyor, bu çok çok büyük bir bilgisayarda. Oysa Ankara'nın elinde Suriye'deki durumsuzlaşmaya başladığında Kürtlere odaklanmak önemlidir. Seküler Kürtlerle daha yakın siyaset izlenerek, Türkiye'de de çözümde devamine devam edilir, Suriye'nin kuzeyi Türkiye ile dost bir Kürtçe ayarlanabiliyor, Türkiye Kürtlerin demokratik açılığını kabul etmeyi bekliyoruz. Federal bir Suriye, tıpkı federal bir türkiye gibi, bölgesel ve etnik aidiyetleri baskilari alindigi müddetçe toprak bütünlüğünü güçlendirebilirdi. Oysa Ankara'daki İslamcı şarlatanlar bir avuç oy için cihatçı manyaklara destek verip, diğer tarafta Avrasyacı derinlere yemekte Kürtlerle sistemimizin çözümünü içeride sonlandırıp, ülkemizdeki Kürtlerin da hedefine getirilmesi seçti. Yaparak kendi bindiği dalı kesti.

Ortadoğu siyaseti, dengeleri gözetmeyi ve sırtını ayarla. Yoksa Dimyat'a pirince giderken seçtiğiniz eldeki bulgurdan olmuş orada! Yaşanan budur. Türkiye rejimi ısrarla hatalardan öğrenmiyor; dahası bunu “dik durmak” olarak algılıyor. Diklenmekle ve ona buna değmekle birlikte durmak arasında ciddi fark bulunduğunu öğrenmemek, ciddi bir akıl tutulması, dahası ölümcül bir hatadır. Ruslara güvenerek NATO şemsiyesinin dışına yaklaşıyor, kendileri tartarıyor ve buralarda da aynısını gören Erdoğan rejimi, Türkiye'nin petrol ve gazze bağımlı, silahını ve mühimmatını arıyordan satın alan, ekonomisi kırılgan ve dış pazarcıların yeni paralinin, sofistike dünyanın onuruna yakın, içindekiler etnik kırılganlığı içerisinde barındıran bir aktör olduğu gerçeğini kabullenemiyor. İçerideki cahil kitleleri hilafet, fetih, Osmanlı, küresel güç vs. bomboş retoriklerle hipnotize ediyor. Bu coğrafyanın güçsüzlüğün aptallıkla liderliğini kabul edemeyeceğini görmüyor!

Türkiye'den çıkan politikalar ana konu Türkiye'nin izlediği yanlış politikalardır. Ödenen bedel, akıl ve izan yoksunluğunun faturasıdır. Bu bedel Osmanlı'nın 1910–1920 arası 10 yıllık şehirde hatalarından birinde bedele benzeyen sonuçlara gebe! Suriye'de Fransızlar yok, ama Ruslar ve Amerikalılar var. Suriye ve Türkiye bu krizde organik olarak arada bağlandı. Suriye'yi hasta eden mikroorganizma Türkiye'yi aynı şekilde enfekte edebilir. Dahası Rusya'nın NATO'nun yumuşak karnına dönüştürdüğü ABD'yi ABD şemsiyesinden sonra tümüyle çıkartmış durumda. Akdeniz'e yerleşen Rusya, Türkiye'yi kendine bağlayarak güdümüne soktu. ABD ile tampon bölge anlaşmasının akabinde İdlib Türkiye'yi cezalandırıyor. Türkiye’de kremlin'in politikalarına bağlı! Gerisini siz hesaplayın!

Şaka değil: Türkiye krizi Türkiye'ye toprak kaybettirecek süreci başlatmış olabilir.
Orijinal olarak 31 Ağustos 2019 tarihinde https://www.tr724.com adresinde yayınlanmıştır .

***

19 Ekim 2021 Salı

Sermaye Piyasasının Amacı

 Sermaye Piyasasının Amacı 



 

Yusuf Ziya ERÇOKLU

    
Sermaye Piyasasının Amacı 



YIL:  1998

SAYI: 1 OCAK 1998  


          2499  Sayılı yasanın birinci maddesinde yazılı amacı zikretmeden önce Bu yasanın çıkarılması ile ilgili çalışmalara kısaca değinmek istiyorum.  

           Ekonomik kalkınma için öngörülen tedbirlerden biri Sermaye Piyasasının Geliştirilmesidir.  

           İlk defa 1962 yılında SERMAYE PİYASASININ Etüdünün hazırlatılması ile çalışmalara başlanmıştır. Bu etüdün amacı, ülkemizde tasarruf fonlarının dağılımı ile  kullanıcıları etkileyen ekonomik, hukuki ve mali faktörlerin sistematik tahlilini yapmak ve Sermaye piyasasının kurulmasını ve gelişmemiz için gerekli reformları ana hatları ile ortaya koymak böylece kısa bir süre içinde uygulanabilecek önlemleri belirlemek ve yasal değişiklik önerilerini hazırlamaktı. Bu konu etkisini hemen  fuzule getiremezdi, ama bir yerden başlanılması gerektiğine ilgililer inanmıştı. Bu ve bundan sonraki çalışmalar  1964 yılında "SERMAYE PİYASASININ TEŞVİKİ VE TANZİMİ hakkında kanun tasarısı" hazırlanmasına müncer oldu.  

           Tasarı Büyük Millet Meclisi geçici komisyonunda büyük değişikliklere uğradı. Geçici Komisyon, raporu 1972 yılında Büyük Milet Meclisi Başkanlığına gönderdi. Ancak Mecliste görüşülemeyen bu tasarı kadük oldu.  

           Bu tasarı hazırlanırken SERMAYE PİYASASI ekonomimize yabancı idi. Tasarrufların Sermaye piyasasına çekilmesi için kapalı Anonim Ortaklıkları yerine Halka Açık Anonim Ortaklıkların kurulması gerekiyordu. Bu yasaya bununla ilgili maddeler ekleniyordu.  

           Bu yasanın çıkması Milli Güvenlik Kuruluna nasip oldu.  

           2499 Sayılı SERMAYE PİYASASI KANUNU 28/07/1981 tarihinde kabul edilmiş ve 30/07/1981 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Geçici maddeye göre 1 ve 4 üncü maddeler kanunun yayım tarihi olan 30/07/1981 de bunlar dışında kalan hükümleri yayımı tarihinden itibaren 6 ay sonra yürürlüğe konulmuştur.  

           Sermaye Piyasası yasasının çıkarılmasına kısaca bir göz attıktan sonra yasada yapılan değişikliklere değindikten, sonra da bölümlerini sergileyelim. Asıl söylemek istediğim konu Sermaye Piyasasının Ekonomiye olan katkısıdır.  

           2499 sayılı Sermaye Piyasası Kanununun 13 üncü maddesine bir fıkra ekleyen 3291 sayılı kanun 3/06/1986 da yayınlandı.  

           19 uncu maddesinin 2 nci fıkrasını değiştiren ve bir geçici madde getiren 14/01/1988 tarih ve 311 sayılı Kanun Hükmündeki Kararname (KHK) 28/02/1988 tarihinde Resmi Gazetede yayınlanmıştır.  

           Sermaye Piyasası Kanununda değişiklik yapılmasına, Bankalar  Kanununun Bir  maddesinin değiştirilmesine ve 35 sayılı K.H.K.nin bazı maddelerinin yürürlükten kaldırılmasına dair 29/04/1992 tarih ve 3794 sayılı kanun 13/05/1992 tarih ve 21227 sayılı Resmi Gazetede yayınlanarak yürülüğe konulmuştu.  

           558 Sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile bazı değişiklikler yapılmışsa da Anayasa Mahkemesi K.H.K.'yi iptal ettiğinden bu kararnamenin hükümleri uygulama alanından kaldırılmıştır.  

           Asıl şimdi 2499 sayılı yasada değişiklik yapılması çalışmaları gündemde ise de bunun yasalaştırılması ve yürürlüğe konulması konusunda tarih belirlemek mümkün değildir.  

           Yasa Altı bölümden ibarettir.  

           Birinci Bölüm; genel hükümlerden ibarettir.  

           İkinci Bölüm; SERMAYE PİYASASI araçlarının kurul kaydına alınması ihracı, halka arzı ve satışı düzenlenmiştir.  

           Üçüncü Bölüm; İhraççılar ve Halka Açık Anonim Ortaklıklara ilişkin Hükümleri düzenlenmiştir.  

           Dördüncü Bölüm; Sermaye Piyasası Kuruluşu düzenlenmiştir.   

           Beşinci Bölüm; Sermaye Piyasası faaliyetleri ve Sermaye Piyasası Kurumlarını düzenlemiştir.  

           Altıncı Bölüm; Denetim ve Cezai Sorumluluk maddelerini ihtiva ediyor.  

           Yedinci Bölüm; Çeşitli Hükümleri ihtiva ediyor.  

           Şimdi bölümler hangi düzenlemeyi getirmiştir, bunların ayrıntıları nelerdir, Neden böyle hükümlere yer verilmiştir ve Türk Ticaret Yasası ve diğer yasa ile ilişkisi nelerdir, Çelisen husuları var mıdır? Güncel konulara öncelik verilmek kaydıyle izah etmeye çalışalım.  

           Birinci bölümün konu ve amaç maddeleri, iki cümleden ibaret ama bu iki cümleye çok şey ifade eden mefhumlar yerleştirilmek suretiyle Yasanın amacı veciz şekilde izah edilmiştir.  

           Sermaye Piyassının en önemli amacı tasarrufları teşvik etmektir. Bir ülkede tasarruf yoksa bu tasarruflar faydalı alanlarda kullanılmıyorsa o ülkede kalkına gerçekleşmiyor demektir. Tasarrufların büyük bir bölümü kumarhanelere ve gereksiz harcamalara yönelmiş ise o tasarruflar yerine masraf yapılıyor demektir.  

           Tasarrufların menkul kıymetlere yatırılmasını teşvik ve temin eden bu yasa aynı zamanda Sermaye Piyasasının güven, açıklık ve kararlılık içinde çalışmasını temin etmeye matuf düzenlemeler gerçekleştirmiştir. Bunun için tasarruf sahiplerinin hak ve yasalarının hazırlanmasını düzenlemiş ve zamanla da denetlemeyi getirmiştir.  

           Yasa piyasının güven ve açıklık içinde gerçekleşmesini temin için Bağımsız denetlemeyi düzenlemiş ve bu konuda görev yapacak şirketlerin kurulmasını sağlamıştır. Böylece Sermaye Piyasasının şeffaf hale getirilmesini amaçlamış bulunmaktadır.  

           Yukarıda tasarrufların Menkul Kıymetlere yatırılmasını söylemiştik. Tasarruflar Menkul Kıymetlere yatırılınca Sermaye Piyasası gelişir. O halde Menkul Kıymetler nelerdir. onu gözetelim.  

           2499 sayılı yasasının 3 üncü maddesi Menkul Kıymetleri şöyle tarif ediyor. "Ortaklık veya alacaklılık sağlayan, belli bir meblağı temin eden, yatırım aracı olarak kullanılan, dönemsel gelir getiren, misli nitelikte, seri halinde çıkarılan, ibareleri aynı olan ve şartları Kurulca belirlenen kıymetli evraktır."  

           Kurul lafı çok geçeceği için önce Kurulu kısaca anlatalım. Bu kanunun IV bölümünde düzenlenen "SERMAYE PİYASASI KURULU" Biri başkan, biri başkan vekili olmak üzere yedi üyeden oluşur. Yetkilerini kendi masumluğu altında bağımsız olarak kullanır. Merkezi Ankara'dadır. Gerekli görüldüğü yerlerde büro açabilir. Yeri geldikçe Kurul ile ilgili bilgileri vereceğim. Şimdilik bu kadarla yetiniyorum.  

           Şimdi sık sık değineceğimiz Sermaye Piyasası aracından söz edelim. Sermaye Piyasası araçları Menkul Kıymetler ve diğer Sermaye Piyasası araçlarıdır. Menkul Kıymetleri tarif etmiştik. Diğer Sermaye Piyasası araçları "Menkul Kıymetler dışında kalan ve şartları kurulca belerlenen evraktır." Şu kadar ki hukut ile çek, poliçe, bono ve mevduat sertifikaları bundan müstesnadır. İleride araçların çeşitlerini sayacağız ve nasıl ihraç edilebileceğini de göreceğiz.  

           İhraç: Bu kanunun uygulamasında ihraç, Sermaye Piyasası araçlarının ihraççılar tarafından çıkarılıp, Halka Arz edilelecek veya Halka Arz edilmeksizin sartışıdır. Halka Arzı görünce halka arz edilmeden satışını anatmak kolay olacaktır.  

           Sermaye Piyasası araçlarının satınalınması için hertürlü yoldan halka çağrıda bulunulması; halkın bir Anomim Ortaklığa veya Kurucu olmaya davet edilmesini; Hisse Senetlerinin Bankalar veya Teşkilatlanmış diğer piyasalarda devamlı istem görmesini; bu kanuna göre Halka Açık Anonim Ortaklıkların sermaye artırımları dolayısıyle paylarının veya hisselerinin satışını ifade eder.  

           Yukarı cümlede ifade edilen Halka Açık Anonim Ortaklık:  

           Bu kanunun uygulanmasında Halka açık Anonim Ortaklık, hisse senetleri halka arz edilmiş olan veya halka arz edilmiş sayılan anonim ortaklıklardır. Burada halka arz edilmiş sayılan Anonim ortaklık, hisse senetleri halka arz edilmiş olan veya halka arz edilmemiş sayılan anonim ortaklıklardır. Burada halka arz edilmiş sayılan anonim ortaklığının tarfini de görelim: Pay sahibi sayısının 100'den fazla olduğu herhangibir şekilde tespit edilmiş olunan anonim ortaklıkların hisse senetleri halka arzolunmuş sayılır  ve bu ortaklıklar halka açık anonim ortaklık hükümlerine tabi olurlar.  

           Yeri gelmişken İhraççı ve Aracı Kurumları da kısaca tarif edelim.  

           İhraçcı: Anonim ortaklıklar, mevzuata göre özelleştirme kapsamına alınanlar dahil Kamu İktisadi Teşekkülleri (KİT), Mahalli İdareler ile bunlarla ilgili özel mevzuatlar uyarınca faaliyet gösteren kuruluş, idare ve işletmelerdir.  

           Aracı Kuruluşlar: Aracı kurumlar ile Bankaları ifade eder.  

           Yukarıda da değinmeğe çalıştığımız gibi Sermaye Piyasası araçları, bu araçların ihracı, halka arzı ve satışı, bunları ihraç veya halka arz edenler (ki ihraç başka halka arz başkadır. Mesela mevcut hisseleri ilan yoluyla satmak halka arz etmek sayılır.), bu kanunun 40 ıncı maddesi çerçevesinde Bankalar ve Teşkilatlanmış diğer piyasalar kurumlar ve SERMAYE PİYASASI Kurulu bu kanun hükümlerine tabiidir. Ancak Halka açık olmayan Anonim Ortaklıkların halka arz edilmeyen hisse senedi ihraçları bu kanun kapsamı dışındadır. Bu kanunda hüküm bulunmayan hallerde genel hükümler uygulanır.   

           Sermaye Piyasasının gelişmesi Ekonomiye müspet yönde etki edecektir. Bütün gelişmiş ülkelerde Sermaye Piyasası ekonomiye olumlu yönde etkilemektedir.  

           Sanayi mülkiyetinin tabana yayılması için Anonim Ortaklıkların Menkul Kıymetlerini halka arz etmeleri ve Halka açık Anonim Ortaklıkları kurulması ve bunların gelişmesi planlanmış bunun içinde düzenlemeler yapılmıştır.Bu düzenlemeleri bölüm bölüm bundan sonraki yazılarımda sergileyeceğim. Okuyucularım tereddüt ettikleri hususlarda sorular yöneltebilirler ancak bu soruların net cevaplandırılabilmesi için yazılı olrak sormalarını öneririm.   
   
           Bu yazıma burada son verirken başarılar ve kolaylıklar dilerim.  

    Y. Ziya ERÇOKLU  
    SPK ESKİ ÜYESİ


,,

Korkunç Bir Devlet Terörü

 Korkunç Bir Devlet Terörü



Ekim ayı sonlarında, aralarında Çeçen savaşçılarının dul eşlerinin de bulunduğu bir grup Çeçen eylemcinin Moskova’da bir tiyatroyu basıp 700 seyirciyi rehin alarak Rus hükümetinden Çeçenya’da savaşı durdurmasını, barış görüşmelerine başlamasını talep ederek başlattıkları eylem, devlet kaynaklı terör ve gaddarlığın nasıl sınır tanımaz olabileceğinin ürpertici bir örneği olarak tarihe geçecek biçimde sona erdirildi.

Çünkü korkunç olan, sadece Rus devletinin, bir avuç eylemcinin yanı sıra rehin alınmış yüzlerce yurttaşının mahiyeti meçhul bir kimyasal silâhla kendi kusmuklarında boğularak öldürülmelerini içeren bir operasyon icra etmiş olmasından ibaret değildir. Ünlü yazar J. Goytisolo’nun Le Monde’daki yazısında da işaret ettiği, bu iğrenç katliamın Bush’tan Saddam Hüseyin’e, Sharon da dahil hemen tüm dünya hükümetlerince onaylanması, en azından resmen kınanmayışı da en az bu vahşet kadar kan dondurucudur.

Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in bu operasyonu haklı göstermek için söylediği “Kimse Rusya’yı dizüstü çökertemez” cümlesi, “devlet teröristle pazarlık etmez” vecibesine kulakları çok alışık olan Türkiye için hiç de yabancı olmayan bir mantığın, bir devlet anlayışının ifadesidir.

Ama öyle anlaşılıyor ki, kendi “demokratik devlet”leri ile pek kibirlenen ve devletlerinin ne olursa olsun böylesi bir toplum cinayeti işlemeyeceğinden emin olan Batı’nın “medeni” toplumlarının devlet yönetimleri de Rus devletinin işlediği bu cürüm karşısındaki suskunlukları ile aynı mantık ve yöntemleri gerektiğinde kullanabileceklerinin de işaretini vermiş oluyorlar böylece.

“Terör”e karşı kayıtsız şartsız mücadele diskuruna geçen ve neyin terör olduğuna kendisi karar verecek devlet(ler)den daha korkunç bir terör kaynağı olamaz.

Devletlerin terör veya karşı terör için kullanacağı vesileleri tüm tepki uyandırıcı yönleriyle günlerce işleyerek devlet terörüne zemin, ortam hazırlayan büyük medya ağları, Moskova’daki gaddarlık gösterisini geçiştirivermekte eksiksiz bir işbirliği örneği verdiler. Şüphesiz, Moskova’da Dubrovka Tiyatrosu’nda kimyasal silâhla, teknolojik vahşetle katledilenlerin iç ürpertici görüntüleri arşivlere kaldırılmıştır. “Gerektiğinde” kullanılmak üzere tabiî. Şimdilerde, Çeçen isyanının El Kaide ile bağlantılı olduğunun propagandasını yaparak, küresel patron ABD’nin icazetini pekiştirme ihtiyacı duyan Putin Rusyası, gün olur ve küresel egemenlerin başını ağrıtacak bir konuma gelir, bir tutum alırsa; işte o zaman -eğer yine baştaysa- Putin’in ya da “otokrasi ve Stalin mirasçısı” Rus devletinin halkını zehirleyerek öldürmekten bile çekinmeyen zulmünün kanıtı olarak sürülür bu görüntüler piyasaya. Tıpkı 1980’lerde, devrin tüm “güçlü” devletlerinin taşeronu olarak İran’ı boğmak için bu ülkeye savaş açan Irak Devlet Başkanı Saddam Hüseyin’in Halepçe’de binlerce Kürt yurttaşını kimyasal gazla boğup öldürmesine ses çıkarılmayıp, Saddam Kuveyt’e saldırınca, derhal o katliam resimlerinin gazetelerde, ekranlarda boy göstermesinde, o resimlerin en çarpıcısının, yüzündeki o emsalsiz çocuk güzelliğiyle ölüp gitmiş Kürt kızının, 35. paralel üzerindeki ABD protekturasının meşrûiyet belgesi olarak kullanımında olduğu gibi.

Eskiden, yani “devletlerin birbirlerinin içişlerine karışmaması” ilkesinin güya -şeklen- geçerli olduğu dönemde de olmaz değildi ama şimdi yine güya “insan hakkı ihlâlleri içişleri sayılmaz, bu gibi durumlarda uluslararası toplumun ve tek tek devletlerin de müdahale hakkı olabilmelidir” ilkesinin geçerli olmasının savunulduğu günümüzde; devletler arasında tiksinti verici bir pazarlık, alışveriş türü alenen sergilenir oldu. Buna kısaca devlet terörü piyasası diyebiliriz. Bu piyasada, devletlerin her biri ötekinin uygulayacağı devlet terörüne kendi ülkesinde ses çıkarılmaması karşılığında, kendi icra edeceği terörün de o ülkede gündeme getirilmemesi garantisi oluyor. Bundan dolayıdır ki, örneğin Rusya ile Türkiye anlaşıp biri Çeçen direnişinin bastırılma yöntemlerine, diğeri “OHAL bölgesi”ndeki uygulamalara resmen göz yumup, spektaküler bir Çeçen eylemini biri, kanlı bir PKK eylemini ötekisi resmen kınıyor. Ama bu arada biri ülkesinde PKK kamplarının kamuflajlı varlığını, ötekisi Çeçenya’ya yardım organizasyonlarının gizlice faaliyet yürütmelerini el altında tutuyor. Çünkü bu terör piyasasında, borsasında “fiyatlar” da tıpkı diğer piyasa mallarında olduğu gibi “oynak”tır. Terörün bu tüccarları da diğer tüccarlar gibi “rezerv”siz iş görmezler.

Bu karşılıklı devlet terörü takası benzetmesi hiç de abartma değil. Çünkü bu piyasada sadece devlet terörlerine karşılıklı göz yumma işlemi yapılmıyor, o sıra elinde uyguladığı bir devlet terörü olmayanları, öteki bir devletin uyguladığı teröre göz yumma karşılığında büyük ihale, yüklü ticaret andlaşmaları gibi sus payları kazanabiliyorlar.

Kapitalizmin o sınır tanımayan her şeyi metalaştırma eğiliminin, trendinin ulaştığı kan ve duman yüklü zirveler bunlar.

Bunlara ticaretin ulaştığı zirveler diyeceksek hukukun da ulaştığı zirveler var bu çağda. ABD’nin artık göstere göstere dünya çapında uyguladığı, İsrail’in kendi bölgesi çapında uyguladığı, bizim de hiç yabancısı olmadığımız “yargısız infazlar” örneğin. Daha önce ABD’ye yönelik terör eylemleri ile ilgili olduğu bahanesiyle -ki hemen sonra bu iddianın tamamen yanlış olduğu ortaya çıkacaktır- Sudan’daki bir atölyeyi havaya uçaran, zaten daha önce de örneğin Libya devlet başkanının kaldığı rapor edilen bir çadıra hava akını düzenlemek gibi bir dolu sabıkası olan ABD, geçenlerde de Yemen’deki bir ABD karşıtı eylemin failleri olduğunu iddia ettiği bir grup insanı, bulundukları otomobilde, binlerce kilometreden yönlendirilen bir bombayla katlettiğini açıkladı. İsrail’in aynı yöntemle Filistin direnişinin önderlerini katletmekte olduğunu sık sık işitmekteydik. Moskova’daki vahşetin ardından Putin, Rus devletinin terörist saydıklarını, dünyanın neresinde olurlarsa olsunlar en ileri teknolojik silâhlarla “temizleyeceklerini” ilan etti.

Şu başlatılan “terörizmle mücadele çağı”nın, terörü devletlerin tekeline sokmaya, devletlerin “karşılıklı çıkar” hesaplarıyla birbirlerinin terör uygulamalarına göz yumma ve o uygulamalar için her tür -ülke, silâh cinsi, hukuk- sınırı tanımamaya dayalı ve şimdilik ABD’nin açık veya zımni onayıyla işleyen -ileride onay makamları çoğalabilir, “rekabet” de başlayabilir- bir “sistem”e doğru gidebileceği öngörülmemiş değildi. Bu “sistem”in, güçlü millî devletlere ileri teknolojileri kullanarak sınır, engel, hukuk, değer ve vicdani kaygı tanımayan bir imha “yeteneği” bahşetmesi karşısında; o devletlere karşı itirazlarının dahi “terörizm”le damgalanacağı tehdidi altında bunalan her türden muhalefetin de sınır, değer, hukuk, vicdan tanımayarak, devlet silâhına dönüşmüş ileri teknolojiye karşı su, hava, toprak dahil her şeyi silâhlaştırarak, intihar eylemcileri gibi her yeri ölümle karşılaşılabilecek bir yer haline getirmekle “cevap vermesi” dehşet verici bir noktaya gelindiğini gösterir. Ama ne yazık ki etki-tepki yasası da böyle işler.

İçinde yaşadığımız kapitalizmin küreselleşmesi çağı, o kapitalizmlerin şimdiye dek altında geliştiği siyasal formun, milli devletlerin de -şu yukarıda anlatılan yönde- küreselleşmesi çağı oluyor. Kapitalizmin o her bütünlüğü ayrıştırarak, ayrışan her unsuru metalaştırarak bunları -şimdi küreselleşmiş- piyasaya sunma mantığı yakın zamanlara kadar bir bütünlük gibi gözüken milli devlet üzerinde de hükmünü icra etmeye başlamış görünüyor. Ve böylece küreselleşmenin bu safhası bir genel çözülme çağı görünümüne bürünüyor. “Millî devlet”leri oluşturan etnik, dinî topluluklar, sınıflar, zümreler “bütünlüğün kalıbı” dursa bile ayrışıp, küresel piyasa içinde “alıcıları” ile buluşuyor; örneğin böylece bir Filistin, bir Çeçen direnişinin en kritik üsleri asıl mücadele alanından binlerce kilometre ötede olabiliyor, dünyanın her köşesindeki bir Filistinli veya Çeçen o direniş ağında yer alabiliyor, El Kaide gibi bir örgüt dünya çapında bir eylem ve ittifak ağı oluşturabiliyor; karşılarına aldıkları millî devletler de buna dünya ölçeğinde devlet terörü eylemleriyle “cevap veriyor”lar. “Millî devlet”in ideolojik hamurunu oluşturan din, milliyetçilik, cumhuriyetçilik gibi akımlar ayrışıyor ve bu küresel fırtınanın gel gitleri içinde ne zaman çatışıp ne zaman karışacakları bilinmez akıntılar yaratarak dolanıp duruyorlar.

Moskova’dan, Dubrovka Tiyatrosu’nda, baştan aşağı siyah giysilerle örtünmüş dul Çeçen kadınının alnından vurulup öne düşmüş başını, az ötede boynundan sarkan haçı ile kusmuk içinde kıvranarak ölmüş Rus kızını, geride ultra teknolojik kaskı, silâhı ve giysisiyle ama “Ortaçağ aletlerini andıran” görüntüsüyle yürüyen güvenlik güçlerini gösteren donuk renkli resim bu geri planın ortasında hepimize çok ötelerdeki insanların başına gelmiş bir faciayı, “onların hikâyesi”ni değil, hiç değilse vicdanımızın sesini susturmamış isek, insanı insan yapan vasıflarımızı yani insanlığımızı unutmamış isek, yani aslında, “bizim” hikâyemizi, başımıza gelen faciayı gösteriyor.

Dubrovka’dakiler ayağa bile kalkamadılar. Bu ve benzeri sahneler de bizi ayağa kaldıramıyorsa, Dubrovka katliamı daha önce hepimizin vicdanında olup bitmiş demektir.

mhttps://birikimdergisi.co/dergiler/birikim/1/sayi-163-164-kasim-aralik-2002/2352/korkunc-bir-devlet-teroru/6307


Türkiye - ABD Stratejik Diyaloğu Düşünce Diplomasisi: Yeni Dünya Yeni Ufuklar

 Türkiye - ABD Stratejik Diyaloğu Düşünce Diplomasisi: Yeni Dünya Yeni Ufuklar




TASAM  12 Eki 2021

Türkiye - ABD Stratejik Diyaloğu Düşünce Diplomasisi: Yeni Dünya Yeni Ufuklar
ABD ise geniş yüzölçümü, 330 milyonu yakın nüfusu, sanayileşme ve teknolojide elde ettiği ilerleme, büyüyen ve gelişen ekonomisi, doğal kaynakları, demografik yapısı, Birleşmiş Milletlerdeki veto gücü, IMF ve NATO içerisindeki yeri, uluslararası alandaki saygın konumu ile tüm dünyanın dikkatini her daim üzerine çeken bir güç görünümündedir....

“Düşünce Diplomasisi: Yeni Dünya Yeni Ufuklar“

Dünyadaki temel trendlere bakıldığında “toprak ve makineyi“ takiben “bilgi ve bilgiye dayalı ürünler“ temelli yeni ekonomi çağında küresel rekabet “mikro-milliyetçilik“, “entegrasyon“ ve “öngörülemezlik“ üzerinden gelişmekte, hayatın ve devletin yeni doğasını belirleyen meydan okumaların; “kaynak ve paylaşım krizi“, “üretim-tüketim-büyüme“ formülünün sürdürülemezliği, Çin kaldıracı ile “orta sınıfın tasfiyesi“, “enerji, su ve gıda güvensizliği“, hayatın her alanında “4. boyuta geçiş“, “işgücünde insan kaynağının tasfiyesi“, değişen devlet doğası ve beklenti yönetimi temelinde “sert güçten yumuşak ve akıllı güce geçiş“ olduğu temel referanslar olarak şekillenmektedir.

Tüm bu temel parametreler içerisinde, teknolojideki dönüşümler; yapay zeka, sanal/artırılmış gerçeklik ve mobilite merkezli gelişerek tüm insan hayatını ve doğasını değiştirmeye adaydır. “Endüstri 4,0“ ve “Toplum 5,0“ kavramlarının dünyanın dönüşümünü endüstri ve toplum boyutları ile yönetmek açısından önemli başlıklar olduğu aşikârdır. Bir diğer etken de Çin’in dünya sahnesinde her geçen gün etkinleşmeye başlamasıyla oluşturduğu türbülanstır. Yeni İpek Yolu projesi “Kuşak ve Yol“; hem karadan hem denizden yüzden fazla ülkeyi ilgilendiren bir küresel entegrasyon projesi olarak şekillenmekte, iktisadi pastanın dağılımını kalıcı olarak değiştirmektedir. Orta sınıfı olmayan ülkelerde, otoriter rejimler ya da kaos, iki seçenek olarak önümüzde durmaktadır. Bölgesel ve küresel güvenlik anlamındaki iş bölümünün nasıl yapılacağı ve bedellerinin nasıl paylaşılacağı da önümüzdeki dönemin tartışma konuları olmaya adaydır.

Güvenlik üzerinden yeni ittifakların gelişmesi ise başat ülkelerin aldıkları risklerden ve inisiyatiflerden okunabilmektedir. Mülkiyet ve güç kavramlarının niteliği ile iş modeli tarihsel olarak değişmektedir. “Başarıda Başarısızlık“ sendromu yaşayan AB’nin geleceğini; Brexit sonrası Batı’da yeniden canlanan kamplaşmanın sonuçları belirleyecektir. Tüm bu gelişmelerle birlikte, “Güvenliğin Ekosistemi“, hukukuyla birlikte değişmektedir. “Güvenlik - Demokrasi“ ikilemini bundan sonra çok daha fazla yaşanacaktır. Çünkü orta sınıfı eriyen ve güvenlik ekseni sofistike bir zemine kayan ülkelerde demokrasinin yaşatılması zordur. “Güvenlik bize otoriter rejimler mi getirecek“ sorusunun daha fazla tartışılması gerekmektedir.
Türkiye; 84 milyonluk nüfusu, gelişerek büyüyen ekonomisi ve Afro-Avrasya ana kıtası ortasındaki jeostratejik konumu ile öne çıkmaktadır. Avrupa, Karadeniz, Kafkaslar, Asya, Orta Doğu ve Afrika ülkeleri ile arasındaki tarihî, siyasi ve kültürel bağları, Birleşmiş Milletler başta olmak üzere uluslararası alanda yükselen aktivitesi, NATO, AGIT ve CICA gibi örgütlerin önemli üyelerinden olması ve son dönemde geliştirdiği aktif dış politikası ile küresel platformda önemi gittikçe artan bir aktör hâline gelmiştir.

ABD ise geniş yüzölçümü, 330 milyonu yakın nüfusu, sanayileşme ve teknolojide elde ettiği ilerleme, büyüyen ve gelişen ekonomisi, doğal kaynakları, demografik yapısı, Birleşmiş Milletlerdeki veto gücü, IMF ve NATO içerisindeki yeri, uluslararası alandaki saygın konumu ile tüm dünyanın dikkatini her daim üzerine çeken bir güç görünümündedir.
Osmanlı Devleti ile ABD arasındaki ilk temaslar 18. yüzyılın sonlarında Akdeniz’deki Türk limanlarında sürdürülen deniz ticareti ile başlayıp gelişmiştir. Türkiye Cumhuriyeti ile ABD arasındaki diplomatik ilişkiler ise 1927’de başlayıp bilhassa 2. Dünya Savaşı sonrasında hızla genişleyip derinleşmiştir.

Türkiye ile ABD arasında; ikili, bölgesel ve küresel birçok konuda her düzeyde yoğun ilişki ve ziyaret trafiği söz konusudur. Temaslarda, ikili ilişkilerin yanı sıra, terörizm ile mücadele, Suriye, Libya ve Irak’ta yaşanan gelişmeler, PYD/YPG/PKK ve DAİŞ tehdidi öne çıkmakla birlikte, Kıbrıs sorunu ve Doğu Akdeniz, İran, Kafkaslar, Venezuela ile NATO konuları, enerji güvenliği, kitle imha silahlarının yayılması gibi konular da ele alınmaktadır.
Türkiye’de 15 Temmuz 2016’da gerçekleşen darbe girişimi sonrasında iki ülke ilişkilerinde hassas bir döneme girilmiştir. Bu bağlamda, FETÖ faaliyetleriyle mücadele ve örgüt liderinin iadesi ikili gündemde en üst sıralarda bulunmaktadır. Karşılaşılan zorluk ve sınamaların aşılması, ikili ilişkilerin gündeminde öne çıkan konuların ele alınması ve işbirliğinin daha da ileri götürülmesi amacıyla iki ülke arasındaki temaslar her düzeyde yoğun şekilde sürdürülmektedir.

Türkiye - ABD ekonomik ve ticari ilişkilerinin hukuki çerçevesini 1990 tarihli “Yatırımların Karşılıklı Teşviki ve Korunması Anlaşması“; 1997 tarihli “Çifte Vergilendirmeyi Önleme Anlaşması“ ve 2000 tarihli “Ticaret ve Yatırım Çerçeve Anlaşması“ (TIFA) teşkil etmektedir.
ABD Türkiye’nin önemli ticaret ortaklarından biridir. Türkiye - ABD ikili ticaretinde, 2020 yılında ticaret hacmi yaklaşık 22,1 milyar dolar, ticaret açığı ise Türkiye aleyhine yaklaşık 1,8 milyar dolar civarında olmuştur. ABD 2020 yılında Türkiye'nin en çok ihracat yaptığı 3. ülke ve en çok ithalat yaptığı 5. ülke olmuştur. Türkiye’nin ABD’ye ihraç ettiği başlıca ürünler; motorlu taşıtlar, kazanlar, makine aksam ve parçaları, demir ve çelik, halılar, mineral yakıt ve yağlardır. ABD’nin Türkiye’ye ihraç ettiği başlıca ürünler; hava taşıtları, demir ve çelik, mineral yakıt ve yağlar, kazan, makine ve mekanik cihazlar ile optik, tıbbi ve cerrahi cihazlardır. İki ülke de ikili ticaret hacmini 5 katına çıkarmayı hedeflemektedir.

Türkiye’de 1.874 Amerikan şirketi faaliyette bulunmaktadır. Türkiye'yi 2019 yılında 585.303 Amerikalı turist ziyaret etmiştir.

Demokrasi, laiklik, G20 üyeliği, Dünya Ticaret Örgütü üyeliği ve kalkınmacı ekonomilere sahip olmaları iki ülkenin ortak özellikleridir. Türkiye, büyüyen ekonomisi, geniş pazarı, askerî gücü, bilişim teknolojisindeki üstünlüğüyle küresel alanda etkin bir güç olan ABD’ye gereken önemi vermektedir.

Türkiye, ABD için kilit müttefik olmayı sürdürmektedir ve hâlâ ABD’yi fazlasıyla önemli bir ortak olarak görmektedir. Bu iki ülke Orta Doğu’da barışı ve istikrarı destekleme, terörizme ve aşırıcılığa karşı mücadele, açık ve küresel bir ekonomiye teşvik etme, güvenli enerji taşımacılığı sağlama, Karadeniz’de, Kafkaslar’da ve Orta Asya bölgelerinde güvenliğin sağlanması, Birleşmiş Milletler ile yararlı işbirliğinin devamı gibi çok sayıda ortak menfaati paylaşmaktadır. Böylesine önemli stratejik çıkar örtüşmesi, karşılıklı yararlı işbirliği için gelecek vaat eden spektrum fırsatı sağlamaktadır.

Ancak bugün Türkiye - ABD ilişkileri daha önce sahip olduğu stratejik kaliteden yoksundur. “Model Ortaklık“ beklentileri şöyle dursun; iki taraf da güncel konu alanlarının ötesini görebilmenin zor olduğu kanısında olup gerçek çıkarları ile siyasi amaçları arasında etkili bağ kurmakta zorluk yaşamaktadır. Bu ilişki yapısı, her iki ülke için daha geniş stratejik çıkarlara hizmet edebilmesi adına genişletilmeli ve derinleştirilmelidir. Bu bağlamda Haziran 2021’de yapılan son NATO Zirvesi'nin ve Devlet Başkanları düzeyinde yapılan görüşmenin sonuçları, rol paylaşımı ve önceliklerin yeniden belirlenmesi için yeni bir milattır. Yaşanacak gelişmeler; sürdürülebilir, reel politik ve karşılıklı önceliklere dayalı bir süreç gelişip gelişmeyeceğini teyit edecektir.

Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle ivme kazanan küreselleşme ve ardından çok boyutlulukla gelen temel eğilim, ülkelerin tek başlarına değil belirli bölgesel işbirlikleri ve bölge-ötesi ortaklıklar vasıtasıyla güçlenmesi yönündedir. Ülkeler artık ekonomik, siyasal, kültürel bakımdan diyalog ve iş birliğine dayalı açık bir yapıya doğru yönelmekte, uyum sağlayamayanlar ise ciddi istikrarsızlıklar yaşamaktadır.

İki ülkenin, bölgesel meselelere çözüm bulunması hususunda işbirliği içinde çalışmalarına duyulan ihtiyaç da derinden hissedilmektedir. Çok boyutlu şekillenen dünya güç sistematiği içerisinde Türkiye - ABD ilişkilerinin ifade edilen “model ortaklık“ niteliği kazanabilmesi için, yalnızca siyasi ve stratejik temelli değil, her parametrede karşılıklı derinlik oluşturacak bir yapıya doğru yönelinmesi gerekir. Tarih; iki ülkeye karşılıklı bağımlılığı derinleştirecek stratejik fırsatlar sunmaktadır. Bu bağlamda sektör temsilcilerini stratejik boyutu da kapsayan bir yaklaşımla bir araya getirecek olan Türkiye - ABD Stratejik Diyaloğu önemli bir işlev görecektir.

Ana Tema
Düşünce Diplomasisi Yeni Dünya Yeni Ufuklar
***

KABUS BİTTİ Mİ.?

 KABUS BİTTİ Mİ.?

Kâbus Bitti mi?

Kaybetmeyi ahlaksız bin kazanca tercih et !
İlkinin acisi bir an, Ötekinin vicdan azabi bir ömür boyu sürer.
Anonim Nasihat >




Darbe girişimi Erdoğan yönetimine nefis bir araç sundu; 15 Temmuz sayesinde bugün uçan kuşu ‘paralel’ diye içeri atsanız kimsenin gıkı çıkmaz. 
Çıkmıyor da! Herkesin ağzı bir karış açık, buna ben de dâhil.
15 Temmuz darbe girişimi ülkeyi öylesine şoke etti ki önümüzdeki birkaç hafta içinde yargıdan bakanlıklara, üniversitelerden ana okullarına kadar on binlerce, belki yüz binlerce insan tasfiye edilecek, mahkemeler giyotin makinası gibi çalışacak. Belki idam gelecek, belki başkanlık... 

Türkiye şoku atlattığında yepyeni bir gerçeğe uyanacak.

Yetkililer “kurunun yanında yaş da yansın, yaş olma ihtimali olan da” havasında. Bu da demek oluyor ki bir iki ay içerisinde devlette FETÖ’nün, paralelin ya da Cemaat’in izi bile kalmayacak.
Peki, böylece her şey bitecek mi?
Kâbus sona erecek, Türkiye huzurlu ve mutlu günlere bayrak mı açacak?
Başbakan Yıldırım’ın söylediği gibi tankların önüne yatan halk ülkemize demokrasiyi mi getirecek?

***
Tekrar etmekten dilimde tüy bitse de yine söyleyeceğim; bu ülkenin temel sorunu PKK, IŞİD, darbe veya Cemaat değildir. Ülkemizin yapısal sorunları var ve bunlar hukukun üstünlüğü yani adalet,  demokrasi, liyakate dayalı bir kamu idaresi, üretken bir ekonomi ve eğitimde nitelik sorununun aşılmasıdır.
Siz bunlardan hiçbirine eğilmediyseniz, değil Cemaat’i tüm cemaatleri bitirseniz, bir değil binlerce darbe girişimini önleseniz, halkın % 100’ünün oyunu alsanız da boştur.

Evet, 15 Temmuz gecesi halkın sivil iradeye sahip çıkması hoş bir manzaraydı. Ben de ziyadesiyle takdir ettim. Ancak işi abartmamak gerekir. 

Hatırlayacaksınız, 1991 yılında Rusya’da (Sovyetler) Ağustos Darbesi adıyla bir darbe girişimi oldu ve o darbeyi tankların üzerine çıkan Yeltsin ve arkadaşları durdur du. Peki, ne oldu, Rusya’ya demokrasi mi geldi? Hayır, askeri darbe durduruldu ama yerine demokrasi değil, sivil idare geldi. Demek istediğim darbeyi durdurmak Türkiye’yi yeni sorunlardan kurtarmış olabilir ama mevcut sorunlarımız da ortadan kalkmış değil.

DÜNYADAN KOPUŞ

Hepimizin malumu, Türkiye son birkaç yıldır dünyadan uzaklaşıyor. İlk başlarda yöneticilerimiz bu durumu “değerli yalnızlık” olarak açıkladılar, ancak o yalnızlığın pek de değerli olmadığını kendileri de gördüler. Çöken turizm ve ihracat, inişe çeken ekonomi yalnızlığımızın acı sonuçlarından sadece birkaçı oldu. 

Son 6 aydır İsrail ve Rusya ile yakınlaşmak için verdiğimiz tavizler yalnızlığın ne kadar derin boyutlarda olduğunu kanıtlıyor.

15 Temmuz darbe girişiminin engellenmesi Türkiye’nin yalnızlığına da bir son verebilirdi. Türk toplumunun sivil idareye sahip çıkması Avrupa, ABD ve tüm dünyaya daha sevimli ve demokrasi aşığı bir Türkiye imajı verebilir ve buradan yeni bir dış politika üretilebilirdi. Ancak, darbecilere ve darbeyle ilgisi olmayan askerlere dönük linç girişimleri sadece içeride değil, dışarıda da büyük korkulara neden oldu. Kemerle kırbaçlanan askerler, çırılçıplak soyulup spor salonlarında eziyet edilen şüpheliler, defalarca tekmelenen askerler ve yakalanan kişilerin yüz ve bedenlerinde kolayca görülebilen kötü muamele izleri tüm dünyayı dehşete düşürdü. Ve yine gösterilerdeki IŞİD-vari görüntüler sivil direnişin sevimli yönlerini aldı götürdü.

Batı’nın Erdoğan’a sempatiyle bakmadığı bir sır değil. Ancak 15 Temmuz, Hükümet için de büyük bir fırsattı. Eğer Hükümet yetkilileri hukuka ve adalete dayalı açıklamaları ön plana çıkarabilselerdi, Türkiye’nin dış ilişkilerini tamir yönünde altın kıymetinde bir adım atmış olacaklardı. Oysa ki darbe girişimi sonrasında yetkililer intikam, tasfiye ve linç kokan açıklamalar yaptılar, hatta darbe konusunda ABD’yi doğrudan suçladılar. Eğer bir bildikleri varsa diyeceğim bir şey yok. Yani darbenin arkasında ABD’nin olduğunu biliyorlarsa elbette yaptıklarını anlamak mümkündür. Ama ortada somut bir delil yok da sırf Gülen ABD’de kalıyor diye Amerika’ya karşı açıklamalar yapılıyorsa, yani ABD sözle köşeye sıkıştırılıp Gülen’i iadeye zorlanmaya çalışılıyorsa bu doğru bir strateji değildir. ABD gibi devletler bu tür sıkıştırmalar ile karar vermezler. Onlar için çıkarları ve politikaları önemlidir.
Hukuk kısmına dönecek olur isek, gözaltılar ve tutuklamalar 10 bine yaklaştı. Üstelik sadece askerler değil, yargıç ve savcılar da gözaltına alınıyor, tutuklanıyor. 

İş Anayasa Mahkemesi’ne HSYK’ya, Danıştay’a ve Yargıtay’a kadar uzandı. Yüksek mahkeme üyelerinin kamuoyuna somut deliller sunulmadan bu kadar kolay görevden alınabilmeleri ve hapsedilebilmeleri dünyaya izah edilebilecek bir olay değildir. Bunu Pakistan veya Mısır da yapsa dünya buna tepki gösterir. 

Bu nedenle Türkiye bu tür adımları daha ustaca yapabilmeliydi.

En son haberlere göre görevden alınan devlet memurlarının sayısı da 10 bine yaklaşmış. Gözaltı ve görevden almalar dalga dalga ilerliyor. 
Daha önce bazı grupların 400 bin civarında kişiyi gözaltına alma hayalleri kurduğunu yazmıştım. Bu hızla gidilirse 400 bin rakamı bile mütevazı kalabilir. 
Çünkü gözaltına alınan her bir kişi çevresindekileri de şüpheli hale getiriyor. Halka açık ihbar hatlarına gelen bilgiler ile yapılan göz altılarsa işi daha vahim 
bir hale getiriyor.
Söylemek istediğim, sayı büyüdükçe olayın özü kaçıyor ve Türkiye kendi kendisiyle kavgasını şiddetlendiriyor.

Dikkat ettiniz mi, ABD Dışişleri Bakanı Kerry Türkiye’nin NATO üyeliğinin sorgulanabileceğin den bahsediyor. NATO için demokrasinin hayati bir kriter olduğunu söyleyen Kerry, bu kriterin her üye için geçerli olduğunu hatırlatıyor.

Avrupa Birliği (AB) Dışişleri ve Güvenlik Politikaları Yüksek Temsilcisi Federica Mogherini, ise 15 Temmuz sonrasında gündeme gelen idam taleplerine takılmış durumda. Mogherini diyor ki “Hiçbir ülke, eğer idam cezasını geri getirirse, AB üyesi olamaz”. Şimdi diyeceksiniz ki “almazlarsa almasınlar. 
Sanki yarın AB’ye giriyoruz”. 

Doğru söylüyorsunuz, Türkiye için AB tam üyeliği kısa vadede mümkün görünmüyor. Türkiye şu haliyle AB kriterlerini karşılamanın yakınından bile geçmiyor. Diğer taraftan Türkiye AB ülkelerinde 6 milyondan fazla soydaşıyla zaten AB’nin içinde bir ülke. Ticaretimizin yarısı AB ile. Kısacası AB’ye resmi olarak girmemiş olsak da AB ile köprüleri atmanın hiçbir şekilde bize faydası yok. 
Türkiye’den Avrupa başkentlerine yayılan tekmelenen, eziyet edilen, çıplak asker fotoğrafları işimizi hiç de kolaylaştırmıyor. En yüksek makamlardan yapılan tasfiye ve temizlik açıklamaları da hukuk-devletlerinde olumlu yankı bulmuyor.

***
Darbeciler bu ülkede işlenebilecek en büyük suçlardan birini işlediler, bunda hiçbir şüphe yok. Darbe ekonomiden siyasete her alanda telafisi güç 
tahribatlar yaptı, bunda da bir şüphe yok. Ancak suçu ne olursa olsun herkes hukuk içinde muamele görme hakkına sahiptir. 

Hukukta İntikam, Linç, Temizlik gibi kavramlar yoktur.

Darbeye karşı gösterilen tepki takdire şayandır. Ancak halkın her gün ger gece sokaklarda tutulması aynı zamanda tehlikeli de bir iştir. 
Çünkü tıpkı ordular gibi halkların da yeri evleridir. Sokakta fazla kalan halk çok tehlikeli bir bomba gibidir. Sokaktaki enerjiyi yükseltmeye devam 
ederseniz o enerjiyi kontrol etmek her geçen gün zorlaşır. Özellikle bu ülke Türkiye gibi kimin eli kimin cebinde belli olmayan bir ülke ise.
Sonuç olarak, darbeyi başarılı bir şekilde durdurmayı başardık. Ancak darbeyi durdurmak eski sorunlarımızı halletmiyor, sorunlar yumağı olduğu yerde duruyor. 
‘Paralel yapı’yı, ‘Fethullahçılar’ı dağıtmak Hükümet için bir zafer olabilir, pek çok sorunlarını halletmiş de olabilir, ancak herşey cemaat değil ki!
Darbeyi aşmak güzel ama sevinci abartmanın ve faturayı konuyla ilgisiz kitlelere yaymanın bir anlamı yok... Türkiye, yüzlerce yıllık bir devlet geleneğiyle 
intikam modundan bir an önce çıkmak ve zaten sınırlı olan enerjisini sorunlarına odaklamak zorundadır.
Baştaki soruya dönecek olur isek, kâbus sona ermedi. 15 Temmuz maalesef bir son değildi. Oyun içinde oyun, tuzak içinde tuzaklar var.

18 Temmuz 2016
-----------------------
Prof. Dr. Sedat LAÇİNER: Uluslararası İlişkiler ve Güvenlik alanında öğretim üyesi. Lisans (Ankara Üniversitesi SBF), MA (University of Sheffield), 
PhD (King's College London)
e-posta: slaciner@gmail.com
***

17 Ekim 2021 Pazar

TÜRKİYENİN ORTADOĞUDAKİ YUMUŞAK GÜCÜ . BÖLÜM 2

TÜRKİYENİN ORTADOĞUDAKİ YUMUŞAK GÜCÜ . BÖLÜM 2





2. TÜRKİYE - İRAN İLİŞKİLERİ: AŞILMASI GEREKEN GÜVEN BUNALIMI

    İran 70 milyonluk nüfusu, Türkiye yüzölçümünün yaklaşık iki misline ulaşan toprakları ve özellikle enerji alanındaki devasa kaynakları ile Ortadoğu’nun en önemli ülkeleri arasında. İran aynı zamanda Türkiye’den sonra Ortadoğu bölgesinin ve tüm Müslüman coğrafyanın en büyük ikinci ekonomisi durumunda. 

Üstelik İran, Türkiye’nin de komşusu. Bu veriler dikkate alındığında Türkiye ile İran arasında ciddi bir ekonomik yakınlaşma, hatta entegrasyon beklemek doğal bir sonuçtur. 

Ancak ilişkilere bakıldığında son derece sağlıksız bir tablo ile karşılaşılıyor:

İran, Çin ve Rusya ile birlikte, Türkiye’nin en fazla dış ticaret açığı verdiği ülkeler arasında yer alıyor. Açık 5 milyar doları aşıyor. Ticaretin % 75’ini gaz alımı oluştururken enerji dışı ticaretin hacmi sadece 2 milyar dolar civarında kalıyor. Oysa Türkiye sanayisi ve tarım-hayvancılık sektörleri İran’ın ihtiyaçlarını karşılamaya çok müsait. Buna rağmen İran, Türk mallarına yüz vermiyor, ticaret bir türlü istenen hızda ilerlemiyor. Doğrudan yatırımlarda ise durum çok 
daha kötü. İran’a girmek isteyen Türk yatırımcılar akla zarar engellemelerle karşılaşıyorlar. Türk yatırımcılar bırakınız komşu ülkeden olmanın ve ortak kültürel-dini benzerliklerin tadını çıkarmayı, Türk oldukları için bazı özel engellemelerle dahi karşılaşabiliyorlar. Tüm bu engelleri aşıp ihalenin son aşamasına geldiğinizde ise tüm süreç birdenbire iptal edilebiliyor. TAV ve Türkcell’de bunun en açık örnekleri yaşandı. 

Geçenlerde USAK’ı ziyaret eden bir grup Türk iş adamı ise sorunun bir başka boyutundan dert yandı. İranlı iş adamlarının son dönemde sıkça Türk iş adamlarına işbirliği önerisinde bulunduklarını, ancak bu ilişkilerin Türk tarafı için hep hüsranla sonuçlandığını belirttiler. İranlılar Türk iş adamlarından meslek sırlarını aldıktan, üretimin nasıl yapıldığını iyice öğrendikten sonra Türk ortağı İran’dan uzaklaştırıp yollarına devam ediyorlarmış. 
İş adamları İranlıların yaklaşımını ‘şark uyanıklığı’ olarak değerlendiriyorlar ve İran ile uzun dönemli bir işbirliğinin ne kadar zor olduğunu anlatıyorlar. 

Belli ki Devrim sonrasında oluşan kapalı ekonomi ve ekonomik müeyyideler İranlıları rekabetten uzaklaştırmış ve evrensel iş hayatı kurallarını öğrenmeleri bayağı bir zaman alacak. 

Başka bir deyişle İran’da siyasi direncin dışında bir de kültürel direnç var.

Kim ne derse desin, İran’da daha fazla Türk şirketi görmek istemeyen bazı güçlerin olduğu muhakkak. Bunların en önemli hareket noktası Türkiye’nin ‘ABD ve İsrail’in casusu’ olduğu düşüncesi. İran’da Türklerin sayısı arttıkça ‘karşı-devrim’ olacağından endişe ediyorlar. 

1 Mart Tezkeresi ve Irak Savaşı sonrasında Türkiye’nin aktif Ortadoğu politikası bu düşünceleri yumuşattıysa da Türkiye birçok radikal devrimci için hala şüphe ile yaklaşılması gereken bir ülke.

İkinci önemli gerekçe Türkiye’nin hemen her alanda İran’ın tersi bir istikameti temsil ediyor oluşu. Türkiye İslam dünyasında farklı bir dini yaşam yorumunun şampiyonu ve serbest ekonomisi ve serbest siyasi yapısı ile İran’daki devrim rejimini yumuşak gücü ile erozyona uğratabilecek ve nihayetinde sona erdirebilecek bir ülke olarak görülüyor. Başka bir deyişle Türkiye anlayışı bazı İranlılarca da ‘İran anlayışının panzehiri’ olarak algılanıyor. 

Bu durumda da İran devletinin derinlerinde Türkiye ile ilişkilere karşı ciddi bir direnç oluşuyor.
İlişkilerin yeterince gelişmemesinde en önemli bir diğer sorun ise geleneksel- tarihsel İran politikaları. Başka bir deyişle İran seküler bir ülke olsaydı da karşımıza çıkabilecek bir sorun. 

O da İran’ın Arap, Türk ve diğer Müslüman ülkelere karşı izlediği kendine has güven telkin etmeyen dış politikası. 

Hatırlanacağı üzere Osmanlı döneminde de İran ile Osmanlı Devleti bir müttefik olamamış, ciddi bir ekonomik ya da siyasi işbirliğine girememişlerdir. 

Bu dönemde İran-Vatikan ilişkileri İran-Osmanlı ilişkilerinden çok daha iyi bir durumdadır. Birçok araştırmacı Türk-İran sınırının uzun yıllar boyunca önemli oranda değişmeden kalmış olmasını ilişkilerin olumlu bir yönü olarak sunsalar da sınırların nispeten değişmemesinin nedeni tarafların birbirlerine duydukları güvenden ziyade güç dengesinde aranmalıdır. Eğer Osmanlı Devleti yeterince güçlü olmamış olsa idi İran, Anadolu’nun içlerine kadar uzanmış 
olurdu. 
Osmanlı’nın İran’ın içlerine fazlaca girmemiş olmasının nedeni ise Osmanlı’nın yayılma sahası olarak temelde Akdeniz ve Avrupa’yı görmüş olmasında aranmalıdır. 
Özetle sınırlardaki istikrar ilişkilerin güçlü olmasından kaynaklanmamıştır. Aksine Osmanlı arkadan bir saldırıya uğramamak için Irak’ta ve Anadolu’da İran’a karşı çok çeşitli önlemler almıştır. Örneğin Irak Türkmenlerinin kuzeyden güneye bir kılıç şeklinde yerleştirilmelerinin en önemli nedeni ‘İran tehlikesi’dir.

Aslına bakılırsa İran’ın ilişkileri sadece Anadolu Türkleri ile değil, neredeyse tüm Müslüman dünyası ile sorunlu olmuştur. Bu sorunlar 20. yüzyılda da sürmüş ve İran İslam Devrimi sonrasında ortaya çıkan devletin Müslüman coğrafyadaki algılanması bu açıdan bakıldığında Şah dönemi ile bazı benzerlikler de içermiştir. Örneğin 2008 itibariyle Arap dünyasının bölgede en çok çekindiği ülkelerin başında İran geliyor. Soğuk Savaş boyunca Arapları komünizm 
tehlikesi ile kendi liderliğinde birleştirmeye çalışan ABD şimdi de İran tehdidini bir araç olarak kullanıyor. Bölgede hangi Arap temsilci ile görüşseniz (Suriye, Hamas ve Hizbullah hariç) İran’a hiçbir bölge ülkesinin güvenemediğini anlıyorsunuz. Körfez Arapları İran’ın her an kendilerine saldırabileceğini, topraklarının bir kısmını almaya çalışabileceğini veya iç işlerine karışacağını düşünerek İran’ı en önemli tehditlerin başına yerleştiriyorlar. 

Çoğu kez bu nedenle ABD’ye yanaşıyorlar. Yani Körfez’deki ABD varlığını meşrulaştıran en önemli neden de İran. Sadece Körfez Arapları değil, Ürdün ve Mısır gibi nispeten daha uzak bölgelerdeki Araplar da İran’a şüphe ile bakıyor ve niyetlerini sağlıklı bulmuyorlar.
İran sadece Arapları değil, Pakistan gibi diğer bazı Müslüman ülkeleri de ‘korkutuyor’. Bunun çok sayıda örneği var ancak en çarpıcı olanı Pakistan’da deprem olduğunda yaşandı. İran, Pakistan’a giden yardım ekiplerine büyük zorluklar çıkardı ve bu durum ne Pakistan, ne de Türkiye tarafından bugüne kadar unutulmadı.

İran’ın en önemli güven sorunu yaşadığı Müslüman gruplardan biri de Türkler. Sadece Türkiye değil, Azerbaycan, Türkmenistan, Özbekistan ve diğer Türk cumhuriyetleri de İran’ı şüphe ile karşılıyor. Özellikle Azerbaycan, İran’ın Ermenistan’a verdiği açık desteğin çok net bir şekilde farkında. Eğer Türkiye ve ABD’nin net karşı çıkışları olmamış olsaydı Azerbaycan’ın özellikle Hazar’da İran karşısında ne kadar zor durumda kalacağı aşikârdı. Ermenistan’ın Azeri 
topraklarını işgali sürerken Ermenistan’a her türlü ekonomik desteği veren ilk iki ülkenin Rusya ve İran olduğu da bir sır değil. İran başta enerji olmak üzere her alanda Ermenistan’ın Azerbaycan karşısında güçlenmesine katkı sağlıyor. Tahran’ın zaman zaman iki ülke arasında arabulucu gibi davranma çabası da garip. Çünkü İran bir İslam devleti olduğunu iddia ediyor ve kendi nüfusunun da önemli bir kısmını oluşturan Azerilerin toprakları işgal altındayken 
kendisini en fazla arabulucu olarak tanımlayabiliyor.

Türkiye açısından ise İran’ın PKK terör örgütüne verdiği destek hala akıllardadır. İran sınırını serbest geçiş alanı gibi kullanan terör örgütünün bugün Kandil Dağı’nda kullandığı birçok altyapı da İran’dan birer hatıra. Zamanında terörü görmezden gelen İran bugün aynı derde düştü ve Türkiye ile işbirliği yapmak zorunda kalıyor. 

Fakat ilerleyen zamanlarda bu durumun tersine dönmeyeceğinin garantisi de yok. Türkiye için İran imajını etkileyen en önemli unsur ise şüphesiz 1980 ler boyunca süren ve 1990ların bir kısmında da net bir şekilde hissedilen rejim ihraç etme çabaları oldu. Bugün dahi Türkiye’de birçok kişi İran’ın hala bu tür gayretler içinde olduğunu düşünüyor.

Anlaşılan o ki İran’ın Müslüman ülkeler ile ilişkileri oldukça garip. İran kendisini bir ‘İslam Cumhuriyeti’ olarak tanımlıyor. Ancak dış ilişkilerinde birkaç istisna (Suriye, Sudan gibi) dışında neredeyse tüm Müslüman ülkeler ile sorunlu. İlişkilerinin iyi olduğu ülkeler Rusya ve Ermenistan gibi bölgenin iki Hıristiyan ülkesi. Üstelik bu iki ülke Müslümanlarla da ciddi sorunları olan ülkeler. 

Ermenistan komşusu Azerbaycan’ın topraklarının neredeyse beşte birini işgal etmiş, Rusya ise Çeçenistan’da gelmiş geçmiş en büyük insanlık dramlarından birine imza atmış. 

Başka bir deyişle bu şartlar altında Osmanlı’ya karşı Vatikan ile işbirliği yapan İran’ı hatırlamamak çok zor.

Bu veriler altında denebilir ki Ortadoğu’da ekonomik entegrasyonu, ticareti ve siyasi işbirliğini arttırmak isteyen Türkiye’nin karşısındaki en önemli engellerin başında İran geliyor. Çünkü İran herkesi kendisi gibi biliyor. Türkiye’nin gizli (kirli) bir gündemi olduğunu sanıyor. Türkiye’nin ticaret ile İran’ın altını oyacağından endişeleniyor. Tahran’da bu bakış açısı sadece Türkiye’ye karşı değil, diğer birçok bölge ülkesine karşı da var. Oysa İran bu kaygılarında çok 
yanılıyor. Bunu anlaması için ‘ABD ajanı’ olarak algıladığı ülkelerin ABD politikasına nasıl karşı çıktıklarına bir göz atması bile yeterli olurdu.

Gaz Sorunu

Doğalgaz hattındaki kesilmeler İran’ın yanlış bakış açısının bir diğer örneği. 

Bilindiği üzere Türkiye, Rusya’ya olan bağımlılığını azaltabilmek ve komşusu İran ile ticaretini arttırabilmek için İran gazını almaya karar verdi. 

Bu maksatla ciddi yatırımlar yapılarak iki ülke arasında yüzlerce kilometrelik doğalgaz boru hattı döşendi. Türkiye ilk defa bu hattı gündeme getirdiğinde içeride ve dışarıda çok önemli siyasi maliyetlerle de karşılaştı. İçeride İran gibi bir ‘İslamcı rejim’ ile iş yapılmasının Türkiye Cumhuriyeti’nin temel kurucu ilkelerinden laikliğe aykırı olduğu söylenirken, dışarıda da ABD, İran ile her türlü işbirliğine karşı olduğunu açıkladı. Fakat Ankara tüm bu zorlukların 
üstesinden gelerek İran doğal gaz hattını hayata geçirdi. Hatta ilerleyen yıllarda İran ile doğalgaz alanında başka işbirliklerinin de yolunu aradı. 

İran’dan tüm dünyanın köşe bucak kaçtığı, ona ‘çirkin ördek yavrusu’ muamelesi yaptığı bir dönemde Türkiye’nin tüm bu fedakârlığına ve uluslararası yazılı anlaşmalara rağmen İran keyfi bir biçimde, üstelik kara kışın ortasında gazı kesmeye başladı. 

İran’dan gelen gazın kalitesinde de ciddi sorunlar yaşandı. Bu kesintiler zamanla sıklaştı. 2005-2006 kışında ve bu kış ise İran’ın kesintileri Türk Ekonomisini  vurmaya başladı. İki kış önce bazı sanayi tesisleri faaliyetlerini gaz yetersizliği nedeniyle durdururken, bu yıl da elektrik üretiminde ciddi sorunlar yaşanıyor.

İran gaz kesintileri konusunda zamanında açıklama yapma ihtiyacını bile duymuyor. Canı isteyince vanayı kapatıyor, canı istemezse açıyor. Türkiye’de tepkiler sertleşince lütfen bir açıklama gelse de özür vs. hak getire.

Bu yılki gerekçeleri yine aynı: “Kış sert geçiyor. Bize yetmiyor, size mi verelim?” Hatta Türkiye’de bazıları da İran’a hak verecek kadar ileri gidiyor: 

   “Bir ülke kendi vatandaşları dururken gazı dışarı satar mı?” diyorlar. Elbette satar. Eğer bir anlaşma imzalamışsanız, uluslararası taahhütler altına girdiyseniz, öncelik dış taahhütlerinizde dir. İçerideki haliniz ne olursa olsun sözünüzde durmak zorundasınız. 

Aksi takdirde hiç kimse sizinle ne ticaret yapabilir, ne de siyasi işbirliği. İran kış soğuklarını tarihinde ilk defa yaşamıyor. Yıllık gaz üretiminin ne kadar olacağı da sır değil. Bu durumda başka bir ülke ile anlaşma imzalayan İran’ın öncelikle bu taahhütlerine uyması gerekir. 
En azından anlaşma imzaladığı Türkiye ile oturup anlaşarak yaşanan sıkıntıyı paylaşması gerekir.

İran’ın bir diğer gerekçesi de Türkmenistan’ın İran’a verdiği gazı ani bir şekilde kesmesi. Türkmenler gaz fiyatını beğenmedikleri için İran’ı yola getirmeye çalışıyorlar, İranlılar da faturayı Türkiye’ye çıkarmaya kalkıyorlar. Oysa Türkmen gazı da Türkiye’yi ilgilendirmiyor. Çünkü Türkiye Türkmenistan ile herhangi bir anlaşma yapmış değil. Hatta böyle bir işbirliğinin önündeki önemli engellerden biri de Tahran Yönetimi oldu. 

İran, Türkiye’nin Orta Asya ile ilişkilerinde hep engelleyici olduğu gibi Türkmen gazı konusunda da her zaman engelleyici oldu. Söyledikleri ile uygulamaları birbirini tutmadı. Türkmen gazının doğrudan Türkiye’ye gitmemesi için Türkmen gazını alıp kendi gazıymış gibi Türkiye’ye satmaya kalktı.

Özetle İran içinde bulunduğu kuşatılmışlığa, ABD ve Avrupa ile yaşadığı siyasi ve ekonomik sorunlara rağmen bölgesine dönük şüphe uyandıran politikalarını sürdürüyor. Milyarlarca dolar kazandığı Türkiye pazarına karşı dahi sorumluluklarını yerine getirmiyor. Tutarlı bir ortak gibi davranmıyor.

Oysa ki Türkiye ve İran’ın işbirliği önündeki engelleri aşması demek Türkiye-İran-Orta Asya ve Türkiye-İran-Pakistan hattında derinleşen bir ekonomik entegrasyon demek. Bölge ülkeleri arasında katlanan ekonomik ilişkiler sayesinde bölge dışı ülkelerin daha az siyasi müdahalesi demek. 

Türkiye yılmadan İran’a ekonomik araçlar (ticaret, boru hatları vs.) ile girmeye çalışıyor. Çünkü ekonomik olarak bölgeye entegre olmuş bir İran sadece Türk ulusal çıkarlarına değil, bölgesel istikrar ve barışa da katkı sağlayacaktır. Ortadoğu’nun kalkınması ve istikrara kavuşmasında hiç şüphe yok ki Türkiye ve İran işbirliği özel bir rol oynayacak. Eğer bu iki ülke en azından ticari sahada yakınlaşamazsa Ortadoğu’nun (ve hatta Pakistan ve Orta Asya’nın) geleceği için güzel düşler kurmak dahi zorlaşacaktır. Bu basit gerçeğin farkında olan İranlıların sayısı az değil. Ancak bu gerçeği anlamak istemeyen ve hala eski Pers İmparatorluğu oyunlarını İslamcılık etiketi altında sürdürmek isteyen dar, ama çok etkili bir kadro da İran devletinin içlerinde  mevzilenmiş durumda.Son söz olarak denebilir ki İran’ın önündeki en önemli engel yine İran. 

İran’dan anlaşılması güç, birbiriyle çelişen mesajlar geliyor. 

Şu an için denebilir ki karşımızda en azından birden fazla İran var ve böyle bir İran da en az ABD kadar bölge ülkelerini korkutuyor.

***
 

TÜRKİYENİN ORTADOĞUDAKİ YUMUŞAK GÜCÜ . BÖLÜM 1

TÜRKİYENİN ORTADOĞUDAKİ YUMUŞAK GÜCÜ . BÖLÜM 1





ULUSLARARASI İLİŞKİLER GÜNDEMİ
TÜRKİYE’NİN ORTADOĞU’DAKİ YUMUŞAK GÜCÜ
Sedat LAÇİNER


   Soğuk Savaş’ın sona ermesinden bugüne Türkiye bölgesinde daha etkili bir aktör olmaya doğru ilerliyor. Geçmişte sürekli olarak ‘potansiyel’ olarak değerlendirilen ilişkiler adım adım somut ilişkiler haline gelmeye başlıyor. Türkiye ‘sahaya indikçe’ Ortadoğu, balkanlar ve Kafkasya başta olmak üzere yakın çevresindeki yumuşak gücünü de keşfetmeye, bunun tadına varmaya başlıyor. İsrail-Filistin, Pakistan-Afganistan, Suriye-İsrail ya da İran-İsrail gibi rakip kampların her iki kanadı da kendilerini Türkiye’ye yakın bulabiliyor. 

2007 yılının 2. dönemi Türkiye’nin söz konusu yumuşak gücünü daha fazla fark ettiği bir dönem oldu. Bu nedenle bu çalışmada Türkiye-Ortadoğu ilişkilerini ele almak yararlı olabilir.

1. İSRAİL-FİLİSTİN ANKARA BULUŞMASI

Daha önce başka bir ‘küskün kardeşler’ olan Pakistan Devlet Başkanı Müşerref ile Afganistan Devlet Başkanı Karzai’ye ev sahipliği yapan Ankara Kasım 2007’de bu kez dünyanın en ünlü ‘düşmanları’nı bir araya getirdi. İsrail ve Filistin Devlet Başkanları Ankara’da. Şimon Peres ve Mahmud Abbas’ın Ankara ziyaretibirçok açıdan ilk oldu: İlk kez bir İsrail ve bir Filistin devlet başkanı Türk meclisine hitap etti. Peres’in Meclis’teki konuşması İsrailli bir devlet başkanının Müslüman bir ülke meclisinde yaptığı ilk konuşma oldu. Dahası ilk defa iki lider birbirlerini bir başka ülkenin meclisinde dinlediler. 

Bazıları bu ilkleri önemsemeyebilir ve sıradan ‘diplomatik oyunlar’ sayabilir. Ancak iki liderin Ankara ziyaretleri Türkiye’nin (büyük) Ortadoğu’daki ‘yumuşak gücü’nü açık seçik ortaya seriyor. 

Türkiye gerektiğinde Filistinlileri de, İsraillileri de azarlıyor, sert bir dille eleştirebiliyor. 

Ancak gerektiği zaman her ikisi ile en yakın ilişkileri de sürdürebiliyor. Pakistan ve Afganistan’ın Türkiye’ye duydukları güven, ama birbirlerine duydukları güvensizliğin bir benzeri de Filistin ve İsrail tarafında mevcut. Türkiye ile geçinebilenler, birbirleri ile geçinemiyorlar, hatta bir araya dahi gelmekte zorlanıyorlar. Aynı durum Irak’ın içinde bile söz konusu. Şiiler de Sünniler de Türkiye’yi kendilerine yakın görebiliyorlar. Böyle bir pozisyona sahip ikinci bir ülke bulabilmek gerçekten çok zor. Başka bir deyişle uzun yıllar sırtını Ortadoğu’ya dönen Türkiye yüzünü bölgeye dönmeye başladıkça ve bölgeyi tanıdıkça 
burada kendisi için ‘büyük bir servetin’ olduğunu fark ediyor, daha da fark edecek.

İsrail ve Türkiye

Her şeyden önce Türkiye ve İsrail bölge sorunlarının çözümünde iki farklı ekolü temsil ediyorlar. İsrail (ABD ile birlikte) sorunların çözümünü lider, rejim ve hatta sınır değişikliklerinde görüyor. 

Irak’ın üçe, en azından ikiye bölünmesi İsrail’in gönlünden geçen bir dilek. Irak gibi bir Arap devinin yeniden, karşısına eski haliyle dikilmesini istemiyor. 

Dahası Suriye ve İran’ın da ABD eliyle hallini umuyor. Suriye’de rejim değişimi, Suriye’nin birkaç parçaya bölünemese bile Lübnan ile ilgilenemeyecek kadar zayıflaması ve iç işlerine dönmesi İsrail’in bir diğer gizli dileği. İran’ın ise en azından gücünün budanması ve elini Irak, Suriye, Lübnan ve Filistin’den çekmesini bekliyor Tel Aviv. İsrail Irak ve diğer ülkelerde tüm bu süreç cereyan ederken Filistin sorununu bir veya iki güçsüz ama Batı yanlısı devlet(ler) kurdurarak çözmenin planlarını yapıyor. Elbette bu planlarda Türkiye’nin İsrail’in yanında yer alması İsraillilerin en büyük dileği. Aslına bakılırsa İsrail’in derdi Ortadoğu sorunlarına kalıcı çözümlerden çok üzerindeki yükü başka ülkelerin sırtına yükleyebilmek.

Türkiye ise Ortadoğu sorunlarının çözümünün lider, sınır veya rejim değişiklikleri ile çözülemeyeceğini, aksine böylesine ‘yüzeysel’ bir yaklaşımın sorunları içinden çıkılamaz bir hale getireceğini düşünüyor. Irak’ın da Filistinleşme sürecine girmiş olması Türkiye’nin kendi tezini savunurken kullandığı önemli kanıtlarından biri. Ancak Türkiye’nin ABD’yi, ya da İsrail’i ikna edebilmesi kolay değil. Bu nedenle Türkiye her iki devletin politikalarını da belli bir 
noktaya kadar veri olarak almak ve ona göre tedbir geliştirmek zorunda kalıyor.

Türkiye-İsrail ilişkileri ekonomik rakamlar dikkate alındığında tarihinin en iyi düzeyinde. 2007 yılının ilk 6 ayında Türkiye-İsrail ticaret hacmi 1.2 milyar doları aştı. Bunun 782 milyon doları Türkiye’nin İsrail’e ihracatı ve bir önceki yıla göre % 29’luk bir artışa denk düşüyor. 1997 tarihli serbest ticaret anlaşması ticari ilişkilere ciddi bir ivme getirirken turizm alanında da iyi ilişkiler hızla gelişmeye devam ediyor. 

Türkiye şu anda İsrail’in Ortadoğu’daki en büyük ticari ortağı durumunda. Doğrudan yatırımlar ve diğer faaliyetler dikkate alındığında iki ülke arasındaki toplamekonomik faaliyetlerin 10 milyar doları aştığı tahmin ediliyor. Bu da İsrail gibi nispeten küçük bir ülke için kayda değer bir rakamdır.

Türkiye-İsrail Ticaret Hacminin Seyri

1990 100 milyon dolar
1994 300 milyon dolar
1997 450 milyon dolar
2003 1.2 milyar dolar
2005 2.1 milyar dolar
2007 (İlk 6 Ay) 1.2 milyar dolar

Peres ile Türk yetkililer arasındaki görüşmelerde ekonomik ilişkiler elbette gündeme geldi. Ancak gündem bununla sınırlı değildi ve oldukça yüklü oldu. 

Doğal olarak ilk sırada Filistin sorunu görüşüldü. Türk, İsrailli ve Arap işadamlannı tek bir hedef doğrultusunda bir araya getirmeyi amaçlayan Ankara Forumu’nun Batı Şeria’da bir sanayi bölgesi oluşturması, böylece Filistin’in ekonomik sorunlarını azaltarak barışa katkıda bulunması Türkiye açısından önemli bir adım oldu. Peres de bu girişimi çok yararlı bulduğunu çeşitli defalar tekrarladı.

Şüphesiz iki taraf için de önemli bir diğer konu güvenlik ve terör. İsrailliler İran’ın terörü desteklediğini ve nükleer silahlar elde etmeye çalıştığını her vesile ile tekrar ediyorlar ve Türkiye’den de benzeri bir tavır bekliyorlar. Ancak Gül-Peres görüşmesinde tarafların İran konusunda net görüş farklılıkları olduğu anlaşıldı. 

Cumhurbaşkanı Gül, Peres’in iddialarının önemli bir kısmına katılmadı.

Güvenlik boyutunda İsrail’in bir diğer önemsediği konu da Türkiye’ye silah satışı. Silah sanayi İsrail’in önemli gelir kaynaklarından. Çoğunlukla ABD lisanslı silahları Washington’un izni ve çoğu kez maddi desteği ile İsrail’de üretiyorlar. Bazı silahlarda ufak değişiklikler yaparak İsrail malı versiyonlar da elde ediyorlar. 

Malum Ortadoğu’daki en iyi silah alıcılarından biri de Türkiye ve İsrail Türklere silah satmayı, silahlarını modernize etmeyi çok istiyor. Bu konuda hiçbir fırsatı kaçırmamak için elinden geleni yapıyor. Jerusalem Post’un haberine göre Peres bu gezide Türkiye’ye Arrow balistik füze savunma sistemi ile Ofek casus uydularının satışını da gündeme getirdi. Arrow (İngilizce ‘ok’ anlamına geliyor) füze savunma sistemi 1986’dan bu yana ABD’nin maddi desteği ile sürdürülüyor. 

Bu desteğin şimdiye kadar 2 milyar doları aştığı belirtiliyor. Sistem Scud ve Şahap 3 (İran) füzelerine karşı denendi ve başarılı bulundu. 

Halen sistemin Arrow II’si geliştirilmiş durumda ve geliştirme çalışmaları sürüyor. Sistemin daha çok Irak ve İran’a karşı geliştirildiği açık. İsrail’in Türkiye’ye pazarlarken ki argümanı da Türkiye’nin bu sisteme İran’a karşı ihtiyaç duyabileceği varsayımına dayanıyor. İsrail Arrow’u Hindistan’a da satmak istedi. 

Ancak ABD’nin muhalefeti nedeniyle sadece radar kısmı satılabildi. Ofek (İbranice ‘Ufuk’ anlamına geliyor) ise İsrail tarafından üretilen bir casus uydu. 

Bir arabanın plakasını dahi okuyabildiği iddia ediliyor. Üzerinde çeşitli sensörler bulunuyor ve işletme ömrü olarak 1-3 yıllık süreler belirtiliyor. 

1988’de başlayan çalışmalar şu anda Ofek 7’ye ulaştı. Ofek’in Türkiye’ye katkısı şüphesiz Kuzey Irak ve Güneydoğu Anadolu’da istihbarat toplamada olacak. 

İsrail 2008 başı itibariyle bu ürünleri Türkiye’ye satabilmek için hala lobi yapıyor. Ankara göüşmesinden sonra savunma alanındaki önemli bir gelişme Türkiye’nin İsrail’den kiraladığı insansız uçakları PKK’ya karşı yoğun bir şekilde kullanmış olmasıdır.

    İsrail Devlet Başkanı Şimon Peres Ankara Görüşmesi esnasında “ Teröristler F-16 ile kovalanmaz. F-16 ile takip ederek terörle mücadele edemezsiniz. Nano gibi yeni teknolojileri kullanmak gerek” derken çantasındaki diğer satılık ürünlere de işaret ediyordu. Bunlar arasında hafif çelik yelekler de var. 

Peres’in sözleri aslında Türkiye’nin yumuşak karnına da işaret ediyor. USAK raporlarının Haziran 2006’da dile getirdiği “balyoz ile sivrisinek öldürülmez” sözünün başka bir versiyonunu böylece İsrail’in ağzından da duymuş oluyoruz. 

    Nitekim 5 Kasım Zirvesi’nin ardından ABD Başkanı Bush da “ Sizde istihbarat yok, Sizdeki istihbarat ile terörist avlanmaz ” Mealinde sözler söylemişti. 

Türkiye bu konudaki açıklarını kapayamadığı sürece ABD ve İsrail gibi ülkelerden hem tavsiyeler almaya devam edecektir, hem de bu konuda karşı ülkelere ciddi bir koz verecektir.

Görüşmelerdeki bir diğer gündem maddesi de KKTC oldu. Kıbrıs’ta ipler neredeyse tamamen Rumların eline geçtiği için Türkiye’nin manevra alanı tamamen daralmış durumda. Buradan çıkışın tek yolu tam bağımsız bir KKTC: Fakat Hükümet, tıpkı kendisinden önceki hükümetler gibi, bu konuda gerekli cesareti gösteremiyor. 

Bu nedenle doğrudan ticaret, doğrudan ulaşım, temsilcilik vb. ara formüller aranıyor. Suriye ile KKTC arasında başlatılan feribot seferleri bu türden önlemler arasındaydı. 

İsrail’den de aynı tür bir uygulama bekleniyor. Hayfa ile Gazi Magosa arasında feribot seferlerine başlanabilmesi ve KKTC’de İsrail’in ticari temsilcilik açması Peres’e götürülen öneriler arasında. İsrail’in bu konuda Türkiye’yi ‘kırması’ için herhangi bir neden görünmüyor. Ancak geçen aylar içinde ciddi bir adım da atılmış değil. Hatta KKTC’nin Tel Aviv’de temsilcilik açması önerisinin İsrail tarafından reddedildiği Aralık 2007’de Ha’aretz sayfalarına yansıdı.

Filistin ve Türkiye

Diğer konuk Mahmut Abbas’ın gündemine bakacak olur isek burada işbirliği olanakları daha sınırlı kaldı. Filistin, Hamas’ın Gazze’de kendi idaresini ilan etmesinden sonra fiiliyatta iki ayrı ülkeye dönüştü. Mısır-İsrail arasındaki Gazze Hamas kontrolünde ve Batı medyasında ‘Hamasistan’ olarak da adlandırılıyor. 

Bazı yorumculara göre İsrail bu durumdan hayli memnun. ‘Büyük bir Filistin ile kuşatılmaktan ise iki küçük Filistin daha iyi’ diye düşündüğü söyleniyor.

Türkiye’nin Filistin konusundaki en önemli hatası ise Hamas liderini Ankara’ya çağırmak olmuştu. Her ne kadar Başbakan Erdoğan kendisiyle görüşmekten kaçındıysa da Hamas’ı Ankara’da görmek ABD ve İsrail için en kötü kâbuslardan daha kötü bir kâbustu. Ne yazık ki bunun maliyeti Türkiye’ye Kuzey Irak’ta ve Ermeni meselesinde çıkarıldı. TOBB’un inisiyatifiyle başlayan ve Türkiye’nin devlet olarak sahiplendiği yaklaşım Filistin için üretilmiş tek ciddi proje konumunda. Eğer başarılı olur ise hem Türkiye’nin Ortadoğu’daki konumu güçlendirecek, hem de İsrail-ABD yaklaşımlarının alternatifi pratikte geliştirilmiş olacak.

Özetle Türkiye uzun yıllar gönülsüz olduğu Ortadoğu’da istekli ve güçlü bir aktör olarak belirmeye başladı. Eğer Ortadoğu’da Türkiye lehine olan zemin iyi kullanılabilir ve ciddi hatalar yapılmaz ise Türkiye’siz bir Ortadoğu düşünmek zorlaşır ve Türkiye istikrar sağlayıcı bir güç olarak güneyini bir bataklık olmaktan çıkarmaya ciddi katkılar sağlayabilir.

Bundan sonrası için Ankara’da görmeyi arzuladığımız başka ikililer de var elbette ve bunların başında Esad ile Peres geliyor. 

Olanaksız mı? 

Türkiye başkaları için olanaksız olanın gerçekleşebileceği bir iklim. Eğer Türkiye bu tür ikilileri Ankara’ya getirmeye devam edebilir ve marjinal ülke ve gruplar ile ‘körgözüne’ görüşmelerden kaçınabilir ise son derece zor bir süreci büyük kazanımlar ile tamamlayabilir.

2. BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***