31 Ocak 2016 Pazar

Sarıkamış'tan Esarete,




Sarıkamış'tan Esarete,



Hikmet Çetinkaya
Cumhuriyet 11.1.2006




Tarihe tanıklık eden roman çekiciliğinde bir kitap okudum:
''Sarıkamış'tan Esarete''
1915-1920...

Tuğgeneral Ziya Yergök 'ün anılarını...Sami Önal yayına hazırlamış, Remzi Kitabevi yayımlamış...Ziya Yergök el yazısıyla yazmış anılarını. Tümü 1800
sayfaymış...Sarıkamış olayı Sami Önal 'ın da önsözde değindiği gibi
ülkemizin yakın tarihinde yaşanmış gerçek bir felaketti.Bir yaşamın hüzün ve acı veren yanları bu kitapta bir fotoğraf gibi karşıma çıktı...

Yüreğimde derin bir sızı hissettim...İçim acıdı!..

Tuğgeneral Yergök'ün anıları, Sarıkamış harekâtının nasıl faciaya dönüştüğünü anlatıyor...

Çok zor koşullarda geçen 6 yıl...
Açlık, soğuk ve acı dolu günler.
Yaralanıyor Ziya Yergök...
Ruslara esir düşüyor.
Sibirya kamplarındaki insanlık dışı uygulamalar, işkence...

Kaçış planları...

Baştan aşağı bir yaşam savaşımı.
Bakû'da Mustafa Suphi 'nin arkadaşlarıyla karşılaşması..
Ardından Batı cephesine asker gönderilmesinde görevlendirilmesi.
Tarihe tanıklık eden bir asker 'Orta Asya' ya nasıl bakıyor?
Kitabı okurken bir bölüm dikkatimi çekti: Bakû petrolleri.
Ruslar, Kafkasya'daki Türk, Müslüman ve Ermeni nüfusun sayıca
fazla olmasından rahatsız oluyor...
O zaman ne yapıyor Ruslar?

Doğu cephesine çok sayıda asker yığıyor...

Burada Rusların korkusu Türklerin, Müslümanların ve Ermenilerin
Bakû petrollerini ele geçirme varsayımından kaynaklanıyor...
Ziya Yergök'ün anıları bir roman çekiciliğinde...
İşte tutukluluk günlerinden bir bölüm:

''Palto yahut kürk gibi bir şey bulmasını Memet Efendi'ye söylemeyi uygun bulmayarak ıstıraba katlanmayı göze aldım. Müdür akşam karanlığında yoklamaya geldiği zaman kürkümün gelmediğini, lütfen getirilmesini tekrar rica ettim. 'Olur' dedi gitti. Saat 22.00 olmuştu. Benim perişan halimi gören nöbetçi
gardiyan bana acımış olmalı ki kapıyı açarak üzeri boyanmamış bir Kırgız kürkü verdi. Bundan çok memnun oldum ve kendisine teşekkür ettim.

Artık bu gece azap çekmeyeceğimi düşünerek kerevete, Nuri Bey'in yanına uzandım. Ama ne yazık ki gözüme bir dakika uyku girmedi. Boynumda başlayan kaşıntılar omuzlarıma, sırtıma kadar indi. Çıplak etim çimdikleniyor gibi kaşınıyordum. Her kaşınan yere elimi götürdüğüm vakit elime kene kadar bir bit geliyordu. Bu gece de soğuk azabı yerine bit işkencesine uğramıştım. Sabah olunca kürkü gardiyanın suratına fırlattım. Ceketimi çıkardım ki her tarafım sıvama bit. Dışarı çıkıncaya kadar bunları ayıklamakla uğraştım.''

Bitlendikten sonra şiddetli bir hastalığa yakalanıyor Ziya Yergök...
Hastalığı bir süre sonra atlatıyor... Cezaevinden çıktığında ağaçlar çiçeklenmiş, doğa uyanmıştır...İlkyaz sürgün vermiş Bişkek'te...Sonra Bakû'da bir kez daha tutuklanmaları...Cezaevinden yazdıkları pusulalar Mustafa Suphi'nin eline geçince yine kurtuluş...

Altı yıllık bir esaret...

Ziya Yergök'ün anıları şöyle bitiyor:

''Sarıkamış ve Kars muharebeleri olurken ben Erzurum'da hem Asker
Alma Heyeti Başkanı, hem de geçici 15'inci Kolordu komutan vekiliydim. Mustafa Sabri Bey de kurmay başkanımızdı.
Esaretten döndükten sonra yeni görevimi Kazım Karabekir Paşa verdi. Sarıkamış'a da onun emriyle atandım.

Bu görevi de aynı sadakatle, BMM Hükümeti ve Mustafa Kemal Paşa 'nın çizdiği yolda sürdüreceğim.''

Ziya Yergök'ün anıları okuru düşler ülkesine götürüyor...
Sibirya kamplarındaki yaşam savaşımı...
Sarıkamış faciası... Esaret günleri...
Hayatı Roman gibi Ziya Yergök'ün...


..

25 Ocak 2016 Pazartesi

Kafkaslarda Rus - Osmanlı Mücadelesi, 1826



Kafkaslarda Rus - Osmanlı Mücadelesi, 1826




Necmettin Aygün
Academia.edu




Kafkasya da Rus Osmanlı Mücadelesi ve Kars Dolaylarında Rusların Sınır İhlâlleri, 1826 Osmanlı Mücadelesi ve Kars Dolaylarında Sınır İhlâlleri, 1826, Cumhuriyet Tarihi Araştırmaları Dergisi (CTAD),

    Rusya’nın modernleşmeye başlayarak büyüme devrine girdiği XVIII. yüzyıl Osmanlı devletinin çözülme süreciyle aynı zaman dilimine denk geldiğinden iki devlet arasında ilerleyen süreçte meydana gelen siyasî ve askerî mücadeleler çoğunlukla Osmanlı devletinin aleyhine sonuçlanınca bilhassa sınırlardaki yerleşimler, devletlerin birbirleriyle barış sürecinde oldukları dönemlerde bile savaşları aratmayacak sıkıntılara/mücadel elere sahne olmuşlardır 


 Anahtar kelimeler: Osmanlı Devleti, Rusya, Kafkasya, Kars, Sınır.


Giriş


İstanbulun fethinden (1453) Irakta hâkimiyetin sağlanmasına kadar (1555) geçen süreçte Uzak Doğudan Yakındoğuya giren bütün ticarî yolları denetim altına alan Osmanlılar siyasî, kültürel ve iktisadî öneme sahip merkezlere doğru genişleme politikasında önemli bir aşamayı başarıyla tamamlayarak iki büyük denizin ve üç büyük kıtanın merkezinde XVI. yüzyılın en büyük devleti olma  başarısını elde ettikleri gibi İslâm dünyasının temsilcisi olma hakkını da kazanmışlardı. XVI. yüzyılın sonlarından itibaren uluslar arası koşullar Osmanlı devletinin aleyhine gelişmeye  başlayınca iç siyaset de bu olumsuz gelişmelerden etkilenmiştir. Savaşlarda artık ateşli silahların kullanılmaya başlanması yanı sıra İspanyanın XVI. yüzyılın sonlarında Avrupada önemli bir güç olarak ortaya çıkması, Rusların yine bu yüzyılda kuzey ticaret yolunu denetler hâle gelerek İdil (Volga) havzasından Kafkaslara doğru ilerlemeye başlaması, İran?ın Rusya başta olmak üzere batılı devletler ile ittifaklar yaparak Osmanlının Doğu sınırlarını sürekli rahatsız etmesi Osmanlı devletinin klasik yapısını etkileyerek bir dizi problemin doğmasına neden olmuştur. 

Bu gelişmeler karşısında Osmanlı devleti varlığını devam ettirmek için müttefik bulmakta zorlanırken, XVI. yüzyılın sonlarından itibaren sonucu başarıyla tamamlanamayan pek çok masraflı savaşı da  birkaç cephede yürütmek zorunda kalmıştır. Dış kaynaklı bu gelişmeler aslında hiçbir zaman merkeziyetçi olmayan ve gerçekte çok hassas yapılanmalarla  birbirine bağlanan iç dengelerin bozulmasına neden olunca iç huzursuzluklar ortaya çıkmıştır. Yenilgiyle sonuçlanan savaşların yarattığı psikolojik ortam mevcut iktidara, padişah ve diğer üst düzey yöneticilere olan güveni sarsarken idareciler arasında bölünme ve rekabeti de körüklemiştir. Halk geçim ve güvenlik kaygısıyla tarım arazilerini terk ederek büyük şehirlere, sanayi ve ticaret merkezlerine doğru gelişigüzel hareket etmeye başlamış, bu gelişmeler ise tarıma dayalı Osmanlı ekonomisinin ve devlet düzeninin yıkılmasına, ancak bozulan düzenin yerine uzun dönemde geçerlilik taşıyacak yeni bir düzenin yerleştirilememesine neden olmuştur 

Birçok alanda geri kaldığını kavrayan Osmanlı devletinin XVIII. yüzyıldan itibaren Avrupadaki gelişmeleri daha sıkı ve istekli takip ettiği görülmekle birlikte girişilen ıslahat hareketlerine Fransız devriminin (1789) milliyetçi ve özgürlükçü söylemleri olumsuz etki yapmıştır. Kendini toparlamak için ciddi tedbirlere girişen devletin III. Selim ve II. Mahmud gibi yetenekli padişahları Fransız devriminin etkisiyle isyan eden reâyâ ile uğraşmak zorunda kalınca devlet, topraklarını muhafaza edemediği gibi ıslahat ve modernleşme çabalarının sonucunu almaya da vakit bulamamıştır. Çıkar esasına dayalı sürekli değişen ittifaklar dünyası hâline gelen 
XVIII. yüzyıl ve sonrasında Osmanlı devletinin gerek siyasî ve gerekse toplumsal yapılanmasını olumsuz yönde etkileyen güçlerden biri şüphesiz Çarlık Rusyası olmuştur 

Çalışmamızda Osmanlı, Rus ve kısmen de İran?ın Kafkaslar ve Anadolunun doğusuna hâkim olma mücadeleleri ele alındıktan sonra 1826 27 yılında Rusların Kars dolaylarında Osmanlı köylerine saldırılarını ele alan bir arşiv belgesi/raporu değerlendirilmiştir . 

Yükselen Rusya ve Osmanlı Doğusunda Mücadele

Rusların Kars şehrinin ötesinde kalan coğrafyaya sahip olma mücadeleleri XIX. yüzyılda tamamlanmış olmakla birlikte Kafkaslara hâkim olma mücadelelerinin geçmişi XVI. yüzyıl başlarına kadar inmektedir. Bilindiği gibi Altınordu devletinin ( XIII-XVI. yüzyıl ) siyasî birliğinin sona ermesi Moskova devletinin tarih sahnesine çıkmasına vesile olmuştur (1480). Büyük İvan?dan (1462 -1505) Korkunç İvan?a (1533 -1584) kadar Moskova Knezliği?nin büyümesindeki ilk strateji, ticarî ve siyasî merkezlere sahip Türk -Tatarları geri iterek boyun eğdirilen Slavları daha önce ele geçirilen önemli merkezlere yerleştirmek esasına dayanmaktaydı 2 . 
Moskova Knezliği?nin çevresindeki Altın Orda sonrası kurulan hanlıklara nazaran ön plana çıkmasında otuz - kırk yıl kadar tahtta kalan uzun ömürlü knezlere sahip olması belirleyici olmuştur . 

Fetihlerle ele geçirilen bölgelerde yaşayan halkları belirli kentlere toplayarak bir ideoloji çevresinde yönlendirmesi Rus yayılmasının diğer bir önemli stratejisidir. 
Bu tarz yayılmada uçsuz bucaksız büyüklükteki ova ve nehir sisteminin sağlamış oldukları ulaşım imkânları önemlidir. Nehirler ve bu nehirler çevresinde savunma ve yayılma amaçlı olarak kurulan kale - köyler ( krepost, stanitsa ) sonraları nüfus ile beslenerek şehirlere dönüşmüştür. 1589 yılında Moskovada Patriklik kurulmasından sonra Ortodoks Kilisesi de Çarın denetimine girerek onun siyasî çıkarlarına hizmet etmeye başlamıştır. Kuzeydoğu Avrupa?daki Altın Orda kalıntılarının esnek parçalar hâlinde yaşayan ve kabile esasına dayalı; merkezî bir sistem oluşturamamış yapılanmaları Rus yayılmasını kolaylaştırmıştır. Altın Orda devletinin parçalanmasından sonra ortaya çıkan Kırım, Kazan ve Astrahan Hanlıklarının kendi aralarında mücadele etmeleri de Rusların güçlenmesine yardımcı olmuştur . 

1 Osmanlı devletinde gerçekleşen idarî ve sosyal gelişmelerin genel bir değerlendirmesi için bakınız Halil İnalcık, Osmanlı  İmparatorluğu Klasik Çağ , 
(Çeviren R. Sezer), İstanbul 2004, 46-57. 

2 Moskova Knezliği önemli bir güce ulaşırken Türk - Tatar hanlıklarından yeri ve zamanı geldiğinde yararlanmasını bilmiştir: XVI. yüzyılda Litvanya?ya karşı Kırım Tatarlarıyla ittifak yapmış ve XVII. yüzyılda Sibirya?nın istilası sırasında Jungar Moğollarından asker alarak yararlanmıştır. XVIII. yüzyıl başına kadar Kırım Hanlığına haraç ödeyerek dostluk gösterisinde bulunup, Baltık ve Sibirya yönündeki istilâlarında daha rahat hareket etmeyi bilmiştir bkz. Charles Tilly,  
    Avrupa’da Devrimler (1492 -1992 ), İstanbul 2005, 210 ve Halil İnalcık, “ Osmanlı - Rus İlişkileri 1492 - 1700 ”,  Türk - Rus İlişkileri 500 Yıl , Ankara 1999, 25-36. 



Kafkasyanın kuzeyinde yaşayan Çerkesler ve Kabardaylar görünüşte Kırım hanlığına, Kefe sancağına bağlıydılar. Kabile esasına dayalı Kafkas yapılanması nda Osmanlı hâkimiyetini tanıyan beyler olduğu gibi tanımayanlar da mevcuttu. Kırım hanlarının Kuzey Kafkas halkları üzerindeki vergi esasına dayalı bazı keyfî uygulamaları  bölgedeki Osmanlı varlığının pekişmesine engel olmuştur. Bu nedenle bazı Kabarday, Kalmuk ve Nogay  beyleri Kırım hanlarının keyfî uygulamaları karşısında Rus yardımını talep ederek Kafkaslarda Rus yayılmasına yardımcı olmuşlardır. Esasında Kafkasya?daki Rus ve İran etkisini kırmak için 1569 yılında  başlayan Don - Volga nehirlerinin birleştirilmesi projesinde Kırım hanlığının tutarsız tavırları Osmanlı devletinin Kırım ve Kafkaslardaki politikalarının çıkmazlarından biri olarak XIX. yüzyıla kadar devam etmiştir. Rusya?nın Orta Asya ve Kafkaslar yönünde rahatça istila hareketlerinde bulunmasında İran?ın Güney Kafkasya üzerindeki emelleri de Rusyaya kolaylık sağlamıştır. Osmanlı devletinin Hazar denizi kıyılarına ulaşmasını engelleyerek Azerbaycan ve Dağıstan hanlıklarına uzun süre hâkim olan İran, Osmanlı devletinin Kafkaslar üzerindeki manevra alanını iyice daraltarak Rusyaya hareket alanı sağlamış, bazen de Ruslarla işbirliğine giderek İslâm dünyasında bölücü ve zayıflatıcı bir öğe olarak rol oynamıştır. Osmanlı - İran savaşları, Osmanlı hazinesinin savaş harcamalarına akarak tükenmesinin en önemli etkenlerinden biri olmuştur 

5. Kafkaslar ve İran toprakları yönüne Osmanlı devletinin Fâtih Sultan Mehmed döneminde başlayan genişlemesi 1590 yılına kadar hızla devam etmiş; bu tarihten sonra ise mücadele daha önce elde edilen mahallerin İran ve Rusya?ya karşı savunulması şeklinde devam etmiştir. Osmanlı devleti ile İran arasındaki savaşlar Güney Kafkasya? ya hâkim olmanın ötesinde bir anlam taşır ve İran?ın Türkmenler üzerindeki faaliyetleri bu savaşların ana nedenlerindendir. Şiî-Sünnî ihtilâfı hâricinde ipek yolunda hâkimiyet kurma sevdası nedeniyle Yavuz Selim devrinden 1639 Kasr-ı Şirin Antlaşmasına kadar geçen 129 yıllık Osmanlı - Safevî savaşları her iki devletin malî iflası hâricinde bölge yerleşimlerinin talan edilmesi, sosyal ve iktisadî faaliyetlerin durmasından başka taraflara gözle görülür  bir kazanç sağlamamıştır. Aksine, Orta - Doğu ve Anadolu ticaretinin darbe alarak Okyanus ticaretinin önem kazanmasında ve Astrahan?dan Orta Avrupa?ya geçen yolun önem kazanmasın da bu savaşların önemli bir etkisi söz konusudur . 

3 Türk ve İtalyan pazarlarına köle satmak, transit ticaretten vergi toplamak ve egemenlik kurdukları diğer kabilelerden yıllık haraç toplayarak yaşayan bu hanlıklar merkezi devlet oluşturamadıklarından güçlü bir kuvvet karşısında bölünmekten ve veraset savaşlarıyla birbirlerini tüketmekten uzak kalmamışlardır.
4 Kırım hanı “bölgede dokuz ay kış vardır” gibi asılsız propagandalarla Astrahan seferini ve kanal kazma projesini engellemeye çalıştığı gibi Osmanlı projelerinden Rusları haberdar etmeyi de ihmal etmemiştir bkz. M. Sadık Bilge, Osmanlı Devleti ve Kafkasya, İstanbul 2005, 55 ve İnalcık, Osmanlı - Rus İlişkileri, 30. 

5 XVI. yüzyılda Osmanlı devlet adamlarının Safevilere karşı savaş yapmak için 1555 Amasya barışını bozmak istemeleri üzerine devrin sadrazamı Sokullu Mehmed Paşanın  ifadeleri, üzerinden yüzlerce yıl geçmesine rağmen güncelliğini korumaktadır; özetle: “Sultan Süleyman?ın İran seferinde çok sıkıntı çektiği, Safevilere karşı  düzenlenecek seferin çok masraflı ve yıpratıcı olacağı, elde edilen kazançların barışı bozmaya değmeyeceği, reâyânın tekâliften ve tecavüz - i askerden peymal olacağı, diyar- ı  Acem meftuh olsa dahi reâyâsının raiyyet olmağı kabul etmeyeceği…”. Sokullu?nun ifadesiyle Osmanlıya “ Raiyyet olmak ”, bu günkü anlamda bir devlete  vatandaş olarak onunla kader birliğine girmek belirli bir kültürel birikimin sonucuydu ve herkesin harcı da değildi bkz. Bilge, Osmanlı Devleti ve Kafkasya, 59. 

6  Hemen hemen her vadide ayrı bir kültürün yaşadığı Kafkasya, Gürcü, Laz, Adige (Çerkes), Abaza, Çeçen, İnguş, Avar, Lezgi, Lek ve Dargı gibi Kafkas halklarından; 
   Azeri, Karaçay - Malkar, Nogay ve Kumuk gibi Türk boylarından Ermeni ve Oset gibi Hint - Avrupa kavimlerinden meydana gelen; coğrafî olumsuzluklardan dolayı kuzeyi ile güneyi sadece Derbent (Demirkapı) ve Daryal geçitleriyle birbirine bağlanabilen bir coğrafyadır.


7 1578  de başlayıp yaklaşık 12 yıl süren ve 1590?da İstanbul Antlaşmasıyla sonuçlanan Osmanlı - İran savaşları Hazar denizine kadar olan coğrafyada Osmanlı hâkimiyetini sağlarken malî getirisi pek olmayan bu fetihler Osmanlı hazinesinin iflasının da başlangıcı olarak kendini daha sonraki yıllarda hissettirecektir. 
   Şah I. Abbas?ın 1590 Antlaşmasıyla Osmanlı?ya bırakılan Güney Kafkasya?yı adım adım geri alıp Sünnî halkı kılıçtan geçirmesi ise bölgedeki Osmanlı varlığının sonu olacaktır. 1639 yılında imzalanan Kasr- ı Şirin Antlaşması?yla Tebriz, Revan ve Azerbaycan havzası Safevilere terk edilmiştir. 

http://www.academia.edu/5773277/Kafkaslarda_Rus-Osmanlı_Mücadelesi_1826
 ...

24 Ocak 2016 Pazar

SENARYO DEĞİL GERÇEK KÜRTLER VADİSİ..,





 SENARYO  DEĞİL  GERÇEK  KÜRTLER VADİSİ..,




06.03.2006
TÜRKSOLU DERGİSİ SAYI ; 102
10 SENE ÖNCEKİ YAZI BUGÜN GERÇEKLEŞMEK ÜZERE VE TÜRK HALKI HALA  SUSKUN..,

Senaryo değil gerçek Kürtler Vadisi

Kurtlar Vadisi-Irak filminin yarattığı tartışma, filmin gösterime girmesinden beri hızını kaybetmeden devam ediyor. Kurtlar Vadisi-Irak, Kuzey Irak'a giren Türk ekibinin, Amerikan askerlerini öldürerek, başarılı bir operasyon gerçekleştirip, Süleymaniye'de yaşanan Türk askerlerinin başına ABD'liler ve peşmergeler tarafından çuval geçirilmesi olayının intikamının alınmasının öyküsünü anlatıyor.

 Biz TÜRKSOLU olarak ilk defa ABD dışında bir ülkenin bu yöntemi kullanarak etki yaratmasını olumlu karşıladık. Ne de olsa bugüne kadar gösterime giren tüm filmlerde Amerikan Rambolarının başarılarını görmüştük ve ilk defa bir film boyunca Amerikalılar ölüyordu ve sonunda da ezilen ülkenin kahramanları başarı kazanıyordu. Ancak Kurtlar Vadisi'ni eleştirmek için seçilen zemin de ilginçti. Eleştiri yapanlara göre film çok fazla şiddet içeriyordu, mafya bağlantılarını vurguluyordu, ırkçıydı… Bu ve bunun gibi suçlamalar uzatılıp gitti birkaç hafta boyunca. Ancak filme en çok düşmanlık yapan kesimin Kürt ırkçıları, PKK çevreleri olması daha da ilginçti. Şiddeti, mafyayı, ırkçılığı eleştiren bir Kürt hareketi, bize en hafifinden komik ve iki yüzlü görünüyor.


Kurtlar Vadisi-Irak, ABD'nin hezimetini sergilemesiyle ve Amerikan askerlerinin sürüler halinde ölmesiyle, aslında sadece Türklerin değil tüm ezilenlerin gönlünden geçenleri ortaya koymuş olsa da yine de şimdilik bir senaryodan ibaret. Oysa bugün o çok "demokratik Kürt hareketi"nin tablosuna baktığımız zaman senaryo değil tamamen gerçek olan ve Irak'ta da değil Türkiye zemininde her gün yaşanan bir gerçeklik görüyoruz. Tüm kirli bağlantılarıyla, Kürt mafyasıyla, meclisteki siyasileriyle, terör örgütüyle, Aposuyla, avukatlarıyla, iç hesaplaşmalarıyla, emperyalist destekçileriyle, tecavüzleriyle, eroin kaçakçılarıyla gerçek mafya, gerçek şiddet, gerçek terör: Kürtler Vadisi-Türkiye karşınızda.


Kürt hareketi bugün hiçbir mafyanın ya da örgütün sahip olmadığı kadar çok silahlı adama sahiptir. Kuzey Irak’taki Kandil Dağı’nda örgütün binlerce silahlı teröristi Türkiye’ye ve diğer bölge ülkelerine karşı ABD’nin öncü operasyon gücü olarak hazır beklemektedir. Bu teröristlerin önemli bir kesimi daha önceden de hem Türkiye içinde hem de diğer ülkelerde terör eylemlerine katılmış profesyonel katillerdir.


Bugün Kürt hareketinin varlığının tek destekçisi ABD ve İsrail cephesidir. Bu durum sadece Irak Kürtleri için değil, Kürtçülüğün Türkiye içindeki ayağı olan PKK için de geçerlidir. PKK ABD'nin bölgeye yerleşmesinden beri, onun Ortadoğu'daki operasyon gücü olmuştur. PKK elebaşlarının, ABD yetkilileriyle yaptıkları görüşmelerin, anlaşmaların fotoğrafları büyük sermaye basını tarafından bile görmezden gelinememişti. Gelinen noktada PKK'nın ABD’nin tehdit ettiği İran ve Suriye'de de örgütler kurarak buralarda operasyonlara girişmesi bu durumu daha da netleştirmiş bulunuyor. Varlıklarını emperyalizme bağlayanların çöküşününse en az efendilerininki kadar ağır olacağı kesindir.



Türk yargısına karşı Kürtler Vadisi’nin kendi hukuksal mücadele sistemi kurulmuştur ve tıkır tıkır işlemektedir. Apo’nun İmral’dan PKK’yı yönlendirmesi bu avukatlar aracılığıyla gerçekleşir. Haklarında örgüte kuryeliği yapmak dolayısıyla soruşturmalar açılmıştır.



Güvenlik güçleriyle girdiği çatışmada ölen Uğur Kaymaz’la ilgili davada, karşı tarafın avukatları, Uğur Kaymaz’ın babasının da hüküm giymiş bir terörist olduğunu söyleyince hemen açıklama yaparlar: “PKK’ya terörist demek hakarettir. PKK siyasal mücadele vermektedir. Biz de PKK sempatizanıyız”. Bu söylediklerini de mahkeme zabıtlarına geçirerek hiçbir şeyi umursamadıklarını belli ederek meydan okurlar.



Kendisine siyasetin, yeraltı faaliyetlerinin içinde yer bulan Kürtler Vadisi bir kolunu da “aydınlar”arasında oluşturmuştur. Bir aydının çıkıp herhangi bir konuda Türk milletinin çıkarların ve haklarını savunması hemen faşistlik ve resmi tezlerin savunuculuğuyla suçlanırken, Kürt bölücülüğü Türkiyeli “aydınlar” arasından da birçok ismi devşirerek kendi uydurma tezlerini savundurtmaktadır. “Aydınlar” güruhu bir ihanet şebekesi olarak Kürtler Vadisinin hizmetindedir.



Türkiye gündemi Abdullah Baybaşin ekibinin, Londra'da baskına uğramasıyla yeniden eroin ticareti-PKK bağlantısının gündeme gelişini görmüş oldu. Gerçekten de PKK'nın en önemli gelir kaynaklarının başında eroin ticareti yapan Kürt mafyasıyla ilişkileri gelir. Sanırız ki dünya çapındaki yer altı faaliyetleri arasında uyuşturucu kaçakçılığı kadar pis ve organize bir iş daha yoktur, bu da Türkiye'de Kürtler Vadisi ekibinin elindedir. PKK uzun yıllar boyunca Hüseyin ve Abdullah Baybaşin aracılığıyla eroin ticaretinden finansman sağladı ve yurtdışındaki Kütleri haraca bağladı.


Kürtler Vadisi şebekesi o kadar sistemli bir şekilde kurulmuştur ki, en büyük illegal faaliyetten en küçüğüne kadar her şey son derece organize bir şekilde kontrol edilmektedir. Böylece küçük gibi görünen bazı suçlar da kapkaç terörüne benzer şekilde büyük kentlerde bile Türk insanına kan kusturacak kadar vahim duruma gelmektedir. PKK, sırf bu için Kürt çocuklarını İstanbul'a getirmekte ve Kürt mafyasıyla beraber buradan da bir maddi kaynak sağlamaktadır. Basit gibi görünse de son derece organize bir faaliyetle karşı karşıya olduğumuzu bilmeliyiz.



Türkiye Cumhuriyeti tarihi boyunca gördüğü en açık provokasyonlardan birini bu yaz Şemdinli'de yaşadı. 
PKK'nın en eski üyelerinden olan Seferi Yılmaz'a ait kitabevi görünümlü PKK merkezinin, yine bir PKK provokasyonuyla bombalanmasının ardından Şemdinli'de PKK tüm gücünü sokağa dökerek büyük bir isyan provasında bulundu. Seferi Yılmaz'ın, PKK elebaşılarından Murat Karayılan'la yaptığı görüşmelerin bile ortaya çıkmasına rağmen olay Türk Ordusu'na karşı bir yıpratma operasyonuna dönüştürüldü ve PKK inisiyatifini artırdı. Kürtler Vadisi ekibinin belki de bugüne kadar gerçekleştirdiği en profesyonel ve başarılı operasyon Şemdinli provokasyon tezgahı oldu. Apo'nun 15 Şubat'ta yakalanışının yıldönümü bahane edilerek bu sefer de İstanbul'un göbeğinde 
Gazi mahallesinde ve Bağcılar'da aynı provokasyon tekrarlandı.



PKK, Apo'nun İmralı'daki rahatı için yandaşlarını açlık grevlerine, ölüm oruçlarına yatırmakta, teröristleri Apo uğruna kendini yakmaya teşvik etmektedir. Güneydoğu'da büyük şehirlerde örgütlediği isyan provalarında özellikle çocukların eline molotof kokteyllerini tutuşturmakta ve kullanmaktadır. Kurtlar Vadisi’ni şiddet içerdiği için eleştiren Kürt ırkçıları sıra kendilerine gelince şiddetin her çeşidini uygulamaktan çekinmemektedirler.



Klasik bir yeraltı faaliyetinin olmazsa olmaz bir parçası da işlenen cinayetlerin ardı arkasının kesilmemesi ve iç hesaplaşmalar sonucunda şebekenin kendi evlatlarını yemesidir. Kürtler Vadisi’nde bu da eksik değildir. Özellikle son dönemde Hikmet Fidan ve Kani Yılmaz gibi Apo’ya muhalefet ederek, ayrılan kişilerin PKK tarafından temizlenmesi iç hesaplaşmalar gerçeğini gündeme getirmiştir. Ancak geçmişe bakıldığında Apo'nun eski karısı Kesire dahil olmak üzere pek çok eski PKK’lının da bu kuraldan nasibini aldığını görmekteyiz. Bu kuralın herkese uygulanması da her halde Kürt hareketinin demokratlığına örnek olarak gösterilecektir! ''



Kürtler Vadisi o kadar nitelikli bir organizasyon kurdu ki, televizyonları ve sanat dünyasını işgal etmeye çalıştığı gibi spor camiasında da Kürt terörü estirerek tabloyu tamamlamaktadır. Geçtiğimiz hafta Diyarbakırspor'un Konyasporlu futbolculara, taraftarlara ve güvenlik güçlerine saldırması basit bir maç kavgası olarak algılanamaz. Burada burası bizim bölgemiz istersek siz yaşatmayız mesajı verilmektedir. Nitekim Konyasporlu futbolculara da kurtulduklarına sevinir durumdadırlar. Aynı zamanda bu ilk olay değildir. Daha önce de Şırnak-Erzincan maçında Şırnaksporluların İstiklal Marşı'na karşı PKK'nın "Ey rakip" marşını söylemesi üzerine çatışma yaşanmıştı. Görüldüğü gibi Kürtler Vadisi hiçbir alanı boş bırakmadan örgütlenen terör ve mafya hareketidir.



Bir diğer cepheden Kürt ırkçılığı kendisini savunacak başka dostlar da buldu. Bunlardan biri de ülkücü Aslan Bulut'tur. PKK, Aslan Bulut'la temas kurması için Sarp Kuray'ı görevlendirdi. Kuray da ona saldırı emirlerini Apo'nun vermediğini ABD'nin çatışma isteyen PKK imajı yarattığını iletmiştir. Aslan Bulut da Apo'yla dolaylı olarak röportaj yapmanın zevkiyle barış isteyen Apo imajının propagandasını yapmıştır. Kürtler Vadisinin kontrgerilla ekibinin ülkücülerle bağlantısı da böylece aslan Bulut üzerinden kurulmuştur.



Kürtler Vadisinin bir kolu da TBMM'nin içine sızmıştır. Doğru PKK'nın partileri ülke barajını aşarak meclise giremiyorlar. Ama bu Kürt hareketini engelleyecek bir durum yaratmamaktadır. DP döneminden beri sağ partiler başta olmak üzere, Batı tip demokrasi düzeninin tüm partileri kapılarını Kürt toprak ağalarına, aşiret reislerine açmış durumdalar. Bugünse AKP'nin ana gövdesini oluşturan bu Kürt-İslamcı kanat bu işlevi fazlasıyla yerine getirmekte. Bunlar hem şeriatçı, etnik ırkçı bir ideolojinin temsilcileridir, hem de Kürt mafyasının siyaset ve parlamento içindeki kolunu oluşturmaktadırlar. Seçim bölgelerine gittikleri zaman Kürtçe pankartlarla karşılanırlar. Kürt mafyasının, ya da PKK'nın başı sıkışırsa Ankara'da sesini duyurabilecek dostları, akrabaları vardır. Sıradan Türk vatandaş ise Meclis'in kapısından içeri bile girememektedir.



Tabi istilanın bir de kültürel boyutu var. Bugün tüm televizyon kanalları Kürt işgali altındadır. İstisnasız tüm kanallar birkaç Kürt dizisi yayınlamaktadır. Bu dizilerle Kürt şivesiyle bozuk Türkçe konuşma ve Kürt aşiret yapısı Türk halkına benimsetilmeye çalışılmaktadır. Artık iş o kadar normalleşmiştir ki Yıldız Tilbe gibileri çıkarak "Evet Kürdüm, aslını inkar edenler haramzadedir" açıklamaları yapabilmektedirler.




Bugün Türkiye'de bir çok siyasi partinin televizyon kanalı yoktur. PKK ise Danimarka üzerinden yayın yapan, bizzat örgütün propaganda kanalı olan Roj Tv aracılığıyla sadece Türkiye'ye değil tüm Ortadoğu'daki Kürtlere ulaşabileceği bir araca sahiptir. Buradan zaman zaman örgütsel yönlendirmeler, ayaklanma çağrıları yapılmakta ancak bunun da ötesinde Kürtler için ortak bir dil ve kimlik yaratılmasının zemini hazırlanmaya çalışılmaktadır.



Apo, İmralı'daki yaşamına başladığından beri bir aşk filozofu olarak da kendini lanse etmekte. Bir diğer taraftan da Gündem gazetesi üzerinden düzenli olarak Kürt hareketinin Kürt kadınların özgürleştirmesi üzerinden vurgulu bir propaganda yapılıyor. Ancak bu propagandanın neyin üstünü örtmek için yapıldığı geçtiğimiz günlerde eski bir PKK'lı kadının yazdığı kitapta, PKK'nın örgüte aldığı Kürt kadınlara nasıl davrandığını ve yaşanılan tecavüz olaylarını ortaya çıkardı. Aşiret beyinin ve toprak ağasının rolünü ele alan PKK elebaşlarının özgürleşmeden anladıklarının, olsa olsa ABD'nin Ebu Gureyb özgürleştirmesine benzediği anlaşıldı.



PKK, geçen yerel seçimlerde başta Diyarbakır Büyükşehir belediyesi olmak üzere Güneydoğu ve Doğu Anadolu'da çok sayıda belediye yönetimini ele geçirdi. Bu belediye başkanlarının en önde gelen ismi Osman Baydemir oldu. Hem Avrupa'ya giderek verdiği Türkiye aleyhtarı raporla, hem de ABD gezisiyle Batının kanatları altından ayrılmadı. Bugün PKK, ABD ve AB'nin himayesinde Diyarbakır merkezli bir özerk belediyeler bölgesi yaratmak aşamasına kadar ulaşmış durumda. Osman Baydemir şahsında şekillenen bu kesim Kürtler Vadisi'nin belediyelere, yerel yönetimlere yerleşmiş olan koludur.




Kürtler Vadisinde Türklüğü korumak
Bu noktada diyebiliriz ki Türk'e düşen tek görev bu organize, emperyalist destekli saldırıya karşı Türklüğünü korumaktır. Emperyalistler uygulayamadıkları ama asla vazgeçmedikleri Sevr'i bu sefer Kürtler Vadisi aktörlerine uygulatmak istemektedirler. Birinci kurtuluşumuzu Türklükle sağlamıştık, ikincisinde de tek ihtiyacımız damarlarımızdaki asil Türk kanına sahip çıkmak, ona dayanmak olacak.



23 Ocak 2016 Cumartesi

Derin Devletimi Geri İstiyorum...



Derin Devletimi Geri İstiyorum...


Gökçe Fırat
16.01.2006

Derin Devlet ve Kontrgerilla

Derin Devlet ” eskiden sadece sol çevrelerin lügatında olan bir kavramdı. “ Kontrgerilla ” sözcüğünü ilk duyanlar da, 12 Mart döneminde işkencehanelere atılan devrimci gençler ve subaylardı. “ Burada anayasa da baba yasa da geçmez. Burası kontrgerilla karargâhıdır.” diyen bir ekip, Türkiye’nin Atatürkçü, milliyetçi ve solcu birikimine kan kustururken, ülkücü katillerle şeriatçılar kolkola Kanlı Pazarlarda Türk gençlerini öldürüyor, sağ iktidarların Başbakanı “ Bana sağcılar cinayet işliyor dedirtemezsiniz.” buyuruyordu.

Şimdi öyle mi ya? Artık “ Derin devlet ” tüm evlerde akşam yemeklerinde konuşulacak kadar derinliğine biliniyor, kontrgerilla dediniz mi seksenlik dedelerden ortaokul çocuklarına herkes uzman, dün sokakta solcu öldüren ülkücü ve Şeriatçıların gazeteleri derin devletle ve kontrgerilla ile hesaplaşıyor, dün “Bana sağcılar cinayet işliyor dedirtemezsiniz.” diyen adam “Derin devlet Türk Ordusudur.” buyuruyor, kontrgerillaya hizmet eden emekli generaller gazetelerde anılarını yayınlıyor!..

Sizce bu işte bir gariplik yok mu?

Türkiye’de derin devlet tartışması, aslında bugünkü sistemi çözmek için son derece önemli bir örnek. Çünkü derin devlet etrafında dönen tartışma ve saflaşma, aslında düzenin egemenlerini ortaya koyuyor.

Olay olay açıklığa kavuşturalım.

Şemdinli, önemli bir milat sayılmalı. Şemdinli’de gerçekleştirilen PKK operasyonu ile birlikte Türk Ordusu’na bir psikolojik saldırı başlatıldı. Şemdinli’de karanlık bir şeyler olmuştu ve bu karanlıktan derin devlet sorumluydu. Derin devletin adresi ise, astsubaylar şahsında Türk Ordusu’ydu. O halde basit denklem ortaya çıkıyordu: Türkiye’de karanlık işlerin, provokasyonların, cinayetlerin arkasında derin devlet vardır, derin devlet ise Ordu’dur.

Bu basit denklem, Şeriatçı ve Amerikancı iktidar tarafından, Şeriatçı basın tarafından, sağcı büyük sermaye basını tarafından ve elbette PKK yanlısı bölücü ve “sol” basın tarafından kuruldu ve zihinlere yerleştirildi.

Derin devletin karşısında iktidardan PKK’ya, AB’den ABD’ye, Şeriatçılardan solculara bir “halk cephesi” omuz omuza mücadele veriyordu. “Çeteler halka hesap verecek” sloganını atanlar halk adına söz söylüyorlardı, ama bunlar zaten bu ülkeyi halihazırda yönetenler ve sömürenlerdi!

Kontrgerillanın Merkezi Washington

Ama basit denklemde ısrarla gizlenen bir unsur daha vardı: ABD. Oysa tüm dünyada ortaya çıktığı üzere, kontrgerilla denilen olgu, doğrudan ABD ile ilgiliydi. İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ertesinde komünizmle ve elbette solla mücadele etmek için, doğrudan NATO’ya, Pentagon’a bağlı örgütler kurulmuştu. Örgütlerin resmi ayağı her ülke ordusu içindeki Özel Harp Dairesiydi. Özel Harp Dairesi, doğrudan Pentagon’a bağlıydı ve maaşları da Pentagon ödüyordu. Bizim ülkemizde 60’lı yılların sonlarından beri başlayan kardeş kavgasının, aydın cinayetlerinin, Amerikancı darbelerin arkasında da işte bu örgütlenme vardı.

O halde kontrgerilla ile mücadele etmek isteyen herkesin, en başta bu kontrgerillanın merkezi olan Pentagon’a, ABD’ye cephesini dönmesi gerekmez mi? Gerekir ama tablonun garipliği ve denklemin eksikliği burada ortaya çıkmaktadır: Şemdinli üzerinden kontrgerillaya savaş açanların hepsi Amerikancıdır!

O halde gariplik nerede? ABD yandaşları, hatta maaşlı memurları, politikacıları, teröristleri, gazetecileri neden kendilerine bağlı bir kontrgerillaya savaş açıyor?

Bu soru derin bir soru değildir, cevabı da hiç derin değildir! Kontrgerillanın merkezi ABD’dir, bugün kontrgerillayı bulacağınız yer de, Amerikancı kuruluşlardır: Türkiye’yi yöneten iktidarın hükmetme binası, PKK elebaşının tutulduğu İmralı, PKK’lı belediyelerin binaları, İkitelli medyası, tarikat yuvaları kontrgerillanın merkezidir.

Kontrgerillanın temel hedefi ayaklanmaları bastırmaktır. Türkiye’nin bölünmesine karşı şahlanan ulusal uyanış, elbette bir ulusal ayaklanmaya dönüşecektir. Milletin ayağa kalkmasından korkan ABD, kendi elindeki Amerikancı “sivil kurumları” devreye sokarak, bu ayaklanmanın silahlı unsuru olarak gördüğü Ordu’yu pasifize etmektedir. Çünkü ABD’ye bağlı ordular eğer hizadan çıkarsa, kontrgerilla şemasına göre paramiliter unsurlar görevlendirilir. Bugün olan budur. Kontrgerilla merkezi olarak kurulan Özel Harp Dairesi’nin işlevini bugün bu sivil uzantılar yerine getirmektedir.

Türk Devletine söven kontrgerilladır

Dolayısıyla tam bir kontgerilla operasyonu ile karşı karşıya olduğumuzu tespit etmemiz gerekir. Psikolojik harp, yani tanksız topsuz harekât, kontrgerillanın öncelikli yöntemidir. Bugün devrede olan yöntem budur. Psikolojik harpte görev medyaya verilmiştir. Medya, kamuoyunu kontrgerillanın amaçları doğrultusunda işler ve yönlendirir.

Psikolojik harbin sırıtan örneklerini sıralayalım.

1- Şemdinli ile başlayan, tüm medyanın dahil olduğu, PKK ile birlikte Türk Ordusu’na saldırı kampanyası.

2- Hürriyet gazetesinde yayınlanan Kemal Yamak’ın anıları.

3- Mehmet Ali Ağca’nın serbest bırakılması.

Tüm bu haberler iyi analiz edilmelidir. Örneğin dünün Amerikancı kontrgerillacı generallerinin anıları neden birden Şemdinli sonrası yazdırılıp kitap haline getirilir? Buna kitap yazma denilmez. Bu, literatürde “servise koyma”dır. Demek ki Kontrgerillacı generaller hâlâ işbaşındadır. ABD’nin PKK’yı diriltme operasyonu için Türk Devletine ve Ordusu’na saldırmaktadırlar.

Bunu tersinden de okuyabilirsiniz. Türkiye’de kontrgerilla yeni mi açığa çıktı sanıyorsunuz! Türkiye kontrgerillayı yazarımız Talat Turhan’ın devrimci mücadelesi ile öğrendi. Talat Turhan kontrgerillanın tek uzmanıdır, bizzat kontrgerillanın işkencehanesinde işkence altında öğrenmiştir kontrgerillanın ne olduğunu. Peki neden bugün Talat Turhan gibi yurtsever ve Atatürkçü bir Türk subayı değil de, Amerikancı cuntanın kontrgerillacı generalleri medyadadır?

Çünkü Talat Turhan’a kendi milleti ve devleti aleyhinde söz söyletemezsiniz! Kontrgerillanın biricik denklemi de budur: Kendi devletine sövenler kontrgerilladır, ABD ile mücadele edenlerse kontrgerillanın hedefi! O nedenle Türk Ordusu bugün Amerikan kontrgerillasının bir numaralı hedefidir.

Ülkücü katil Ağca’nın serbest bırakılması da operasyonun parçasıdır. Yıllarca ülkücüleri kullanan ABD, şimdi ülkücüler üzerinden Türk Devletini karalamaktadır. Oysa ülkücü hareket, kuruluşu itibarıyle Amerikancıdır. CIA’nın imalatıdır.

Neden İkinci Dünya Savaşı’nda Almancı olan Türkiye’nin ülkücüleri, Alman İstihbaratının başı olan General Gehlen ABD’ye sığınınca Amerikancı oldu sanırsınız siz? Türk ülkücü hareketi doğrudan bir Pentagon imalatıdır. Dün işledikleri cinayetler aydınlarımızı ve gençlerimizi yok ediyordu. O günkü cinayetleri bugünse devleti pasifize etmekte kullanılmaktadır.

Bu durumda kontrgerilladan bahsetme hakkı olan tek kesim bu ülkenin Atatürkçü ve solcularıdır. Biz kontregerilla ile mücadele edebiliriz, çünkü ABD’ye karşıyız. Ama düzenin sahipleri ve taşeronları kontrgerillanın üzerine gidemezler, çünkü ABD’ye karşı çıkamazlar.

Çıkarız diyenlere hodri meydan: Şemdinli’yi kontrgerilla yaptı diyorsanız, bunun Brüksel ve Washington bağlantılarını da araştırın. Biliyorsunuz Türk kontrgerillası NATO karargahı Brüksel’e ve Pentagon’a bağlıdır!

16.01.2006

http://www.turksolu.com.tr/99/basyazi99.htm

.

22 Ocak 2016 Cuma

AKP’nin önerdiği yargı, Osmanlı yapısından bile geri



AKP’nin önerdiği yargı, Osmanlı yapısından bile geri




İktidar yandaşlarının, kendi kurumlarına öncelik verilmesini isteyen emekli ve görevdeki kimi savcı ve yargıçların, kimi akademisyenlerin bekledikleri “yargı birliği” yapısı yaşama geçirilme sürecine sokulmuştur. Yalnız ülkenin, devletin değil, dünyanın temeli olan adaletin gerçekleşmesinin birincil koşulu yargının bağımsız, görevlilerinin de yansız olmasıdır. Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk Anayasası’nda (1924 tarihli) yargımız “Yargı gücü” başlığı altında düzenlenmiş, bağımsız yargı ve hukuk devleti için Lozan’da büyük uğraşlar verilmişti. Günün koşullarına göre en iyi düzeydeki kurallara ve yöneticilerin hukuka bağlılık, yargıya saygı tutumlarına dayanan gelişmeler 1961 Anayasası ile çağdaş düzeye kavuşturulmuşsa da 1971 değişikliği ve özellikle 1982 Anayasası’yla özgün niteliklerini yitirmiştir. 12 Eylül 2010 halkoylaması sonucu yürürlüğe konulan ve günümüz Başbakanı’nın “kırmızı çizgilerimiz” dediği düzenlemelerle yargı siyasallaşmış, bağımsızlık da, yansızlık da sözde kalmıştır. Bu olumsuz, hatta sakıncalı durumun yakınmaları tüm kanıtlarıyla her gün artarak sürmektedir. Avrupa’nın ve ABD’nin güncel eleştirileri de bu görüşümüzü doğrulamaktadır. Günümüz Başbakanı’nın çelişkili konuşmaları ilerde kendilerini de güç duruma düşürecek uygulamalardan çekinmeye bağlanabilir. Uzlaşma Komisyonu’nu dağıtmaya çalışan AKP halkoyunu hedeflemiştir.
İktidar kesiminin “Reform-Tek Ülke, tek yargı” diyerek savunduğu sistem karma olmaktan öte karışık sistemdir. Osmanlı yapısındakinden de geridir. Bilgisi yetersiz siyasetçilerin Başkanlık sistemine uyarlı olmasını isteyerek getirdikleri önerinin dayanağı Başkanlık da sakıncalıdır. Bugüne kadar yaptıklarıyla hukuku “ayakbağı” sayan, her organı ele geçirmeye çalışan, partizanlığı sınırsız iktidarın yargı konusunda kötü olan karnesi gelecek için güven vermekten çok uzaktır.
Önerilerinin bağımsızlıkla, yansızlıkla, yararla hiçbir ilgisi yoktur. Anayasa Mahkemesi’nin yapısının değiştirilmesi, Anayasa değişikliklerini inceleme, yorumlu karar verme, yürürlüğü durdurma yetkilerinin kaldırılması, üye seçiminin Başkan ve Meclis’e bırakılması yargının tam olarak siyasallaşması “Başkan ve iktidar yargısı”nın oluşması demektir. Amaçlanan, iktidar buyruğunda “Güçler birliği”dir. Demokrasiyle bağdaşması olanaksızdır. Mahkemelerin hızlı çalışması, kuralların çağdaş içerikleri kazanması, iyi hukukçu yetiştirilmesi savsaklanıp bir çatı altında Yargıtay ve Danıştay’ı birleştirmek, hukuksuzlukları artıracak, uzmanlık ve deneyim hiçe sayılacaktır. İktidarın diktası ve yargısı kurulacaktır. Yurttaşların güveni iyice sarsılacaktır. İktidar, bindiği dalı kesmektedir.





..

Siyasal Yozlaşma




Siyasal Yozlaşma


 Yekta Güngör Özden. 

 06 Temmuz  2013 


Si­ya­sal (Si­ya­set), Ül­ke­yi ve ulu­su kap­sa­yan bir hu­kuk ku­ru­mu olan dev­le­tin iş­le­ri­ni yü­rüt­mek için iz­le­nen yol ve yön­tem­le, bun­la­rı ya­şa­ma ge­çi­ren an­la­yış, gö­rüş, tu­tum ve dav­ra­nış dü­ze­ni­nin adı­dır. Bir tür sa­nat sa­yı­la­cak si­ya­sal ba­şa­rı ve be­ce­ri ile il­gi­li tüm olu­şum­la­rı in­ce­le­yen bi­lim da­lı­na da si­ya­sal bi­lim­ler de­nir.
Ne var ki soy­lu bir üst dü­zey yö­ne­tim ala­nı­nı il­gi­len­di­ren si­ya­sa, gi­de­rek çı­kar sa­va­şı­mı du­ru­mu­na dö­nüş­tü­rül­mek­te, ki­şi­le­rin ve par­ti­le­rin dev­le­ti yö­ne­te­rek ül­ke­ye hiz­met­ten çok; kar­şı uğ­raş ala­nı ve ola­nak­la­rı ele ge­çir­me oyu­nu ol­mak­ta­dır. Böy­le­ce gi­de­rek top­lu­mun il­gi­siz­li­ği ile kar­şı­la­şa­rak da­ha çok bo­zu­lan si­ya­sa, özel­lik­le ik­ti­da­rın yan­lış tu­tu­mu, ben­cil­li­ği ve ken­di­le­ri­ne öz­gü açı­lım yön­tem­le­riy­le iyi­ce yoz­laş­mak­ta­dır.

Top­lum­sal, hu­kuk­sal, eko­no­mik, po­li­tik tüm so­run­la­rı çöz­me us­ta­lık­la­rı ye­ri­ne, çı­kar gü­dü­lü gö­rün­me, gös­te­ri, güç ve yet­ki aşım­la­rı, gö­re­vi kö­tü­ye kul­lan­ma­ya uza­nan çe­liş­ki ve ay­kı­rı­lık­lar­la dev­le­te olan gü­ve­ni sar­san, bek­len­ti­le­ri bo­şa çı­ka­ran düş kı­rık­lı­ğı ya­ra­tan, yurt­taş­la­rı so­ğu­ta­rak uzak­laş­tı­ran bir ni­te­lik edin­mek­te­dir. Bun­da ken­di­le­ri­ni hal­kın üs­tün­de ve her­kes­ten bü­yük gö­ren il­kel­lik­ten kur­tu­la­ma­mış söz­de de­mok­rat, ödün­cü si­ya­set adam­la­rı­nın pa­yı bü­yük­tür.

Ölü­ler üze­rin­den si­ya­set

8. Cum­hur­baş­ka­nı Tur­gut Öza­l’­ın ölü­mü üze­rin­den si­ya­set ya­pıl­ma­sı sür­mek­te­dir. Ze­hir­len­me sa­vı bo­şa çı­kın­ca tra­fik ka­za­sın­da ya­şa­mı­nı yi­ti­ren, Öza­l’­ın Ma­li­ye Ba­kan­la­rın­dan Ad­nan Kah­ve­ci­’ye sa­rıl­dı­lar. Ol­ma­dık, ol­ma­ya­cak sav­lar­la geç­mi­şi suç­la­ma ya­rı­şı­na hız ver­di­ler. Da­ha son­ra na­sıl ça­lış­tı­ğı bi­le­nen bir avu­ka­tın baş­vu­ru­suy­la Ad­nan Men­de­re­s’­e iliş­kin ça­ba­lar baş­la­dı. Ön­ce­sin­de Se­yit Rı­za­’nın, İs­ki­lip­li Atıf Ho­ca­’nın anıt me­zar dü­zen­le­me­si, hey­kel­le­ri­nin di­kil­me­si gün­de­me gel­miş, Sa­id-i Kür­di ile bir­lik­te hep­si­ne “İa­de-i iti­ba­r” is­ten­miş­ti. Ha­in­lik­le­ri yar­gı ka­ra­rı­na bağ­lı ki­mi­le­ri­ne dev­let ve yö­ne­ti­ci­le­ri suç­la­na­rak gös­te­ri­len il­gi­ye kar­şın dev­le­ti ve top­lu­mu ko­ru­mak için gö­rev­le­ri­ni ya­pan­la­ra sal­dı­rıl­mak­ta­dır. Der­sim olay­la­rın­da suç­lu olan­lar de­ğil, suç­lu­la­ra kar­şı ge­re­ği­ni yap­tı­ran­lar ka­ra­lan­mak­ta­dır. Kim­bi­lir ya­rın­lar­da kim­le­re uza­nı­la­cak, kim­ler ka­ra­la­nıp suç­la­na­cak­tır? İk­ti­dar gü­ven­ce­siy­le ik­ti­da­rın kar­şı ol­duk­la­rı­na sal­dı­rı da­ha ko­lay ya­pıl­mak­ta, Tür­ki­ye­’yi Tür­ki­ye ya­pan­la­ra bü­yük hak­sız­lık­lar ya­pıl­mak­ta­dır.
Duy­gu sö­mü­rü­sü ve acın­dır­ma yo­luy­la oy top­la­mak, yan­daş ar­tır­mak ve amaç­la­nan ere­ğe ka­vuş­mak için ölü­ler üze­rin­den si­ya­set yap­mak ola­ğan gö­rül­mek­te­dir. Bu da bir tür de­mok­ra­si yol­suz­lu­ğu­dur.

Ba­sın ah­la­kı

SÖZ­CÜ Ga­ze­te­si­’nin Fet­hul­lah Gü­len des­tek­li ol­du­ğu yo­lun­da abuk sa­buk ya­zı­la­ra Söz­cü ya­zar­la­rın­dan Meh­met TÜR­KER ile Emin ÇÖ­LA­ŞAN ge­re­ken ya­nıt­la­rı ver­di­ler. “F Ti­pi­”nin de­ği­şik açı­lım­la­rı­na, bi­çim­le­ri­ne, kol­la­rı­na, or­gan­la­rı­na, kay­nak­la­rı­na, adam­la­rı­na kar­şı ol­du­ğu­muz ger­çe­ği­ni bi­zi ta­nı­yan her­kes bil­mek­te­dir. Pen­sil­van­ya­’da­ki ABD ko­nu­ğu­na iliş­kin hiç­bir şey­le hiç­bir il­gi­miz ve bağ­lan­tı­mız ola­maz. Us­dı­şı sav­lar, ya­kış­tır­ma­lar, yo­rum­lar, de­ğer­len­dir­me­ler ve amaç­lı söz­ler­le SÖZ­CÜ­’yü ve ya­zar­la­rı­nı ka­ra­la­mak ba­sın ah­la­kın­dan yok­sun­luk be­lir­ti­si­dir. Ka­lem­le­ri­ni ve dil­le­ri­ni iyi kul­lan­ma­yan­la­ra söy­len­me­si ge­re­ken çok sö­zü ken­di­mi­ze ya­kış­tır­mı­yo­ruz. Kıs­kanç­lık, aşağ­lık duy­gu­su ve ik­ti­da­ra ya­ran­ma ça­ba­la­rıy­la sal­dı­rı, ki­şi­lik­le bağ­daş­ma­yan, sa­hip­le­ri­ni kü­çül­ten kö­tü bir tu­tum­dur. SÖZ­CÜ­’ye ya­sak ko­yan yan­daş­lar da ay­maz­dır.

Ölün­ce

Ül­ke­miz­de in­san­la­rın de­ğe­ri sağ­lı­ğın­da de­ğil, da­ha çok ölüm­le­rin­de bi­li­ni­yor­muş gi­bi yan­lış bir gö­rü­nüm var. Sağ­lı­ğın­da il­gi­len­me­dik­le­ri, yan­lış an­la­dık­la­rı, kö­tü­le­dik­le­ri kim­se­le­ri ölün­ce öv­me­ye baş­lı­yor­lar. Ya da ol­ma­dık ne­den­ler­le kö­tü­lü­yor­lar. Ken­di­si­ni yar­gı­la­yan ku­ru­lun üye­si bir yar­gıç yol­da yü­rür­ken, ta­şı­tı­nın ca­mı­nı açıp küf­re­den kim­se ile Ata­tür­k’­ün “Ne mut­lu Tür­küm di­ye­ne!” sö­zü­nü yi­ne­le­yen yurt­ta­şı, Hit­le­r’­e ben­ze­tip fa­şist­lik­le suç­la­yan bir baş­ka­sı ne ya­zık ki öv­gü­ler­le yük­sel­ti­li­yor. Bir de ta­bu­ta Türk Bay­ra­ğı­’n­dan son­ra söz­de Kürt bay­ra­ğı as­mak var.
Ne ise ki
Böy­le bir or­tam­da mut­lu­luk ve­ri­ci du­rum­lar da olu­yor. An­ka­ra As­li­ye 11. Hu­kuk Mah­ke­me­si yar­gı­cı­nın, Ata­türk kar­şı­tı söz­le­ri­ne tep­ki­yi hak­lı bu­la­rak bir ik­ti­dar mil­let­ve­ki­li­nin CHP’­li bir mil­let­ve­ki­li­ne kar­şı taz­mi­nat da­va­sı­nı ret ge­rek­çe­si hu­kuk adı­na kı­vanç ve­ri­ci­dir. An­ka­ra­’da yar­gıç­lar her şe­ye kar­şın var­dır.



..