28 Kasım 2018 Çarşamba

AKP’nin PARTİ ORDUSU GİRİŞİMİ

AKP’nin PARTİ ORDUSU GİRİŞİMİ



Prof. Dr. Ümit Özdağ

Prof. Dr. Ümit Özdağ  
03 Temmuz 2017


Türk Milletinin  ikinci anayurdu olan Anadolu coğrafyası, üç kıtanın birleştiği bir noktada tarih boyunca dünyanın en önemli jeopolitik kavşağı olmuştur.

Anadolu bu jeopolitik kavşak niteliğinden dolayı devletler ve milletler arasında sürekli bir hakimiyet kavgasının hedefi olmuştur. Anadolu’da  zaman zaman hakimiyet kuran bir çok imparatorluk ve millet zayıfladıkları anda tarihe gömülmüştür.  Diğer bir ifade ile Anadolu, milletleri ve devletleri yutan bir Bermuda Şeytan üçgenidir. Bu coğrafyada var olmanın ön şartı güçlü bir orduya sahip olmaktır.

AKP iktidara geldiğinden buyana Türk  Silahlı Kuvvetleri’ne zarar vermektedir. AKP önce FETÖ ile işbirliği yaparak “askeri vesayeti” tasfiye yalanı ile Türk Ordusuna karşı Ergenekon, Balyoz gibi operasyonlar ile ağır darbeler indirmiştir. Subaylık yeminine sadık olan, FETÖ’ye boyun eğmeyen general-amiral ve subayları tasfiye etmiştir. Damadı FETÖ’den gözaltına alınan Bülent  Arınç’ın sevinç çığlıkları attığını unutmadık. TSK’daki FETÖ’cü yapılanmanın önünü açmıştır. Türk Milletinin son savunma hattı olan Seferberlik Tetkik Kurulu’nu dağıtmış, Seferberlik Tetkik Kurulu’nun 1953’den beri mensubu olan gizli kadroların isimlerinin yabancı servislerin eline geçmesini sağlamıştır.

AKP’nin örgütlenmesini teşvik ettiği TSK içindeki FETÖ 15 Temmuz 2016’da alçakça bir darbe ile iktidarı ele geçirmeyi hedeflemiştir. FETÖ’cü çetenin bu girişimini engelleyenler yine AKP’nin yıllarca zarar verdiği, bazıları emekli olan subaylık yeminine sadık subaylar olmuştur. 15 Temmuz’dan ders almayan AKP iktidarı, 15 Temmuz sonrasında aldığı kararlar ile Türk Ordusu’nu zayıflatmaya devam etmiştir. Ordunun kurumsal yapısını dağıtmıştır. Emir-komuta birliğini ortadan kaldırmıştır. Türk Silahlı Kuvvetleri, Eskişehir-Kütahya muharebelerinden buyana geçtikleri en büyük kriz döneminden geçmektedir. Bunun sonucu işler iyi gitmemektedir. Erdoğan’ı ve Hükümeti uyarıyorum. Fırat Kalkanı bölgesinde dahi işler, politik bir hedefi olmamasından dolayı iyi gitmiyor. Fırat Kalkanı bölgesinde El Nusra başta olmak üzere selefi cihatçı güçler gittikçe güç kazanmaktadırlar. 

15 Temmuz sonrasında Erdoğan’ın açık hedefi Türk Ordusu’nun parti ordusu haline getirmektedir.  Bunun ilk hamlesi Tarım Bakanlığı Personel  Genel Müdürü Nizamettin Ekinci’nin Milli Savunma Bakanlığı Personel Genel Müdürlüğüne Eylül 2016 tarihinde atanması olmuştur. Kara, Hava ve Deniz Kuvvetleri komutanlıklarında bütün atama, yükseltme, emeklilik, sicil ve  özlük işlemlerinden sorumludur. Nizamettin Ekinci, AKP’den 2007 ve 2011 seçimlerinde Diyarbakır aday adayı olmuştur. Milletvekili aday adaylığı sırasında yeşil-sarı-kırmızı renkte Türkçe-Kürtçe-Zazaca seçim propagandası broşürü bastırdığı ifade edilmektedir.  Göreve geldiği günden bu yana asker personeli aşağılayan bir tarzı da ısrarla sürdürmektedir.

Nizamettin Ekinci döneminde Tarım bakanlığındaki FETÖ’cü örgütlenme çok etkili olmuştur. 2 Eylül 2016’da Tarım Bakanlığından yapılan FETÖ’cü tasfiyesinde 733 kişi atılmıştır. 22 kasım 2016’da 172 FETÖ’cü atılmıştır. 6 Ocak 2017’de 93 kişi atılmıştır. 29 Nisan 2017’de 66 kişi atılmıştır. FETÖ açısından stratejik öneme sahip olmayan bir bakanlıkta dahi 1064 FETÖ’cünün örgütlenmesine izin veren, yardımcı olan bir Personel Genel Müdürü’nün Milli Savunma Bakanlığı’nda benzer bir göreve getirilmesi ancak AKP stratejik zekasının ürünü olabilir.

AKP ordusu kurmanın önemli bir adımı da 15 Haziran 2017’de Subay terfi yönetmeliğinde yapılan bir değişiklikle terfi işlemlerinin Genelkurmay Başkanlığı’ndan alınarak Milli Savunma Bakanlığına bağlanmasıdır. Artık terfiler MSB’nın sivil Müsteşarı eşgüdümünde olacak ve Yüksek Askeri Şuraya bu şekilde sunulacaktır. Kuvvet  Komutanlıkları sadece terfi sırasında gelen personelin sicil dosyalarını  YAŞ sekreteryasına ileteceklerdir. Böylece terfilerde/ görevlendirmelerde TSK Komuta heyetinin yeteneğini, kapasitesini, öncesinde yaptığı görevlerinin niteliğini bildiği subaylara ilişkin kanaat ve önerileri değil terfi sırasındaki subayların/generallerle   hiçbir müşterek çalışma ortamı olmamış, yaptıkları ve yapacakları görevlerin niteliğini bilmeyen sivil idarecilerin söz hakkı olacaktır. Bu durum subay/generallerin ister istemez iktidar partisine yakın olma, siyasetçilerden torpil arama sürecini başlatacak Orduyu siyasetin içine çekecek, siyasilerin aracı haline getirecektir. 

Erdoğan’ın bir parti ordusu, Saddam benzeri Devrim Muhafızları ordusu kurma çabalarında bir başka boyutu kurulan personel temin komisyonları oluşturmaktadır. Olağanüstü hal kapsamında 22 kasım 2016’da Resmi Gazete’de yayınlanan 678 sayılı kararname ile emekli subay ve  astsubaylara TSK’da görev verilmesi kararlaştırıldı. Bununla ilgili esaslar da Milli Savunma Bakanlığı tarafından hazırlanan “Emekli Subay ve Astsubayların Milli Savunma bakanlığında Personel ve Askeri Öğrenci Temin Faaliyetlerine Yönelik Hizmetlerde Görevlendirilmesine Dair Yönetmelik”le yürürlüğe girdi. Böylece Kara, Hava ve Deniz Kuvvetleri’nde komisyonlar kuruldu. Ancak bu komisyonlarda bir çoğu 28 Şubat sürecinde irticai faaliyetten TSK’dan uzaklaştırılan ve daha sonra SADAT ve ASDER bünyesinde aktif siyaset yapan emekli subaylar görevlendirilmiştir. Bu kişiler sınavların kayıt altına alınması için konulan kameraları kaldırtmışlardır. Komisyonda görevli bir Deniz Öğretmen Albay Atatürk ilkeleri ile ilgili soru sorması üzerine komisyondan çıkarılmıştır. Bu açık bir şekilde Türk Ordusu’nun  akplileştirilmesi projesidir. ASDER bir hak arama teşkilatı değil, radikal ideolojik duruşu olan bir parti yan kuruluşudur. İsteyen ASDER’in internet sitesine girerek bu duruşunu görebilir. SADAT ise Arap Baharı’ndan sonra Müslüman Kardeşlerin iktidara geldiği ülkelerde, orduları eğitmek amacı da dahil, askeri şirket olarak kurulmuştur. Suriye’deki değişik grupların eğitimini de üstlenmiştir. Libya’da küçük işler gerçekleştirmiştir.

Ancak SADAT artık bu amaçların ötesine geçmiş, bir paramiliter iktidar partisi örgütlenmesinin çekirdeğini oluşturmaya başlamıştır. SADAT başkanı aynı zamanda  Cumhurbaşkanının askeri danışmanı olan emekli Tuğgeneral Adnan Tanrıverdi milli ve üniter devlet karşıtı bir duruşu temsil etmektedir.  Erdoğan “neden tek millet, tek bayrak, tek vatan, tek devlet” derken, askeri danışmanı kendisi ile aynı görüşte olmayan birisidir.

Bir yandan FETÖ’cü unsurların hala görevde bulunduğunu öte yandan TSK’nın partileştirilmeye çalışıldığını görev subaylar arasında erken emekliye ayrılma eğiliminin arttığı görülmektedir. Bunun ilk sonucunu Ağustos 2017’de göreceğiz. Bu erken emekliliklerin özellikle albay rütbesinde bulunan personelin “sıralı hizmet garnizonu” yani şark görevinde bu rütbe için ciddi olmayan emniyet, kaza önleme subaylığı gibi görevlere atanmaları gibi politikalar ile hızlandırıldığı ifade edilmektedir.  

Bir partinin yan kuruluşunun yetkilerine Türk Ordusu’nun subay kadrolarının seçtirilmesi Türk Devletine ve Milletine karşı işlenecek en büyük cinayettir. Türkiye’yi bir parti ordusu ile savunmak mümkün değildir. Türkiye ancak bir milli ordu tarafından savunulabilir. Türk ordusunu Erdoğanokrasinin rejim muhafızları yapma projesi gaflet, delalet ve hatta hıyanet projesidir. 

Türk Silahlı Kuvvetleri’ni akplileştirmenin en alt halkasını ise İmam Hatip okullarımızı istismar ederek AKP’nin arka bahçesi-gençlik kolları gibi gören zihniyet oluşturmaktadır. Hoca Ahmet Yesevi Anadolu İmam Hatip Lisesi tarafından hazırlanan broşürde İmam-Hatip Lisesine kaydoluşun askeri yüksek okullar ve polis okullarına girişte tercih nedeni olacağının ifade edilmesi AKP’nin çarpık devlet zihniyetini bir kez daha ortaya koymaktadır.

Bütün bunlar  olurken, Viyana önlerine yüzbinlerce askeri götürüp, doyurup, savaştırıp geri getiren bir gelenekten gelen Türk Ordusu’nda ile kez AKP iktidarının döneminde toplu gıda zehirlenmeleri gerçekleşmektedir. Üstelik yapılan anlaşmalarda yandaş olduğu anlaşılan yemek şirketlerine Mehmetçiği 5 kez zehirleme hakkı tanınmakta ancak altıncı zehirlenme sonrasında sözleşmesi lağvedilebilmektedir. 

Liyakat ilkesini uymak devlet yönetmenin temel şartlarından birisidir. Liyakat işin ehline verilmesidir. AKP devletin temel, taşıyıcı kurumlarının sarsılmasına neden olacak ölçüde devlete zarar vermiştir. Ne yazık ki en fazla zarar gören kurumlarımızın başında ülkemizin bağımsızlığının, toprak bütünlüğünün ve milli birliğinin asıl güvencesi olan Türk Silahlı Kuvvetleri gelmektedir.  AKP’nin kurucularından Ayşe Böhürler şöyle diyor: “cv’sinde imam hatip mezunu olduğunu gördüğümüz için birini bir göreve getirdiğimiz  zaman kaybetmeye başladık.”   

Erdoğan’ın Türk ordusunu parti ordusu haline getirme isteği ordumuzu Balkan Savaşı öncesinde olduğu gibi içten çökerten bir ortamı doğuracaktır. Çok açık bir şekilde altını çizerek ifade ediyorum. Parti ordusu kurma girişimi Türk Milleti ve Türk devletine karşı işlenen bir suçtur. Bu yanlıştan hızla geri dönüşmeli ve Türk Silahlı Kuvvetleri’nin tekrar bütün milletin ordusu, milli ordu olması sağlanmalıdır.  

https://21yyte.org/tr/merkezler/islevsel-arastirma-merkezleri/milli-guvenlik-ve-dis-politika-arastirmalari-merkezi/akpnin-parti-ordusu-girisimi


***

Milli Birlik Krizi

Milli Birlik Krizi



Prof. Dr. Ümit Özdağ  
27 Kasım 2018


Ülkemiz büyük bir milli birlik krizi yaşıyor. Bu kriz Türk milletini ayrıştırmak, düşman  kamplara ayırmak için uygulanan iktidar politikaları sonunda bugün gelmiş olduğumuz hassas toplumsal gerilimden kaynaklanmaktadır.

Aziz milletimize ülkemizin bir "beka tehlikesi" ile karşı karşıya olduğunu söyleyip duran Erdoğan'ın ayrışma ve gerilim üzerine kurulu politikası Türkiye'nin karşı karşıya olduğu asıl ve en büyük tehlikeyi oluşturmaktadır. Erdoğan bu politikası ile  iktidarını korumak uğruna milletimizi ortadan ikiye bölmeye, bir yarısını diğer yarısına düşman etmeye çalışmaktadırlar. Erdoğan'ın bu politikasının Türk  milletinin geleceği için tehdit oluşturacağını daha 2009'da Yeniçağ Gazetesi’nde bu sütunda yazmıştım. O günden bugüne ne  yazık ki, Erdoğan milli birliğimizi tahrip etmek adına çok yol aldı. Oysa yaşadığımız coğrafya tarihin en zor coğrafyasıdır. Anadolu adeta bir Bermuda Şeytan Üçgenidir. 

Anadolu'da gemiler ve uçaklar batmaz, Anadolu'da milletler yok olur.

Anadolu coğrafyasında tarihin en uzun kesitinde yaşayan millet Türk Milleti'dir. Türk Milleti'nin son 1000 yılda Anadolu'da en zayıf olduğu dönem olan Mondros Mütarekesi sonrasındaki süreçte dahi, Türk Milleti emperyalizmi Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün "iç  cephe" diye nitelendirdiği milli birlik sayesinde aşmıştır.  Erdoğan iktidara geldiği 2002'den buyana vatandaşları gerilim, ayrıştırma ve nihayet düşmanlaştırma stratejisi ile bölmektedir. Erdoğan'ın bu politikası,  sonuçta iç  cepheyi diğer bir ifade ile milli birliğimizi tahrip etmektedir.

Erdoğan, önce  Türkiye'yi Laz, Kürt, Çerkes, Türk diyerek değişik etnik gruplara zihinlerde ayrıştırmış, sonra Alevi-Sünni ekseninde germiştir. Nihayet ülkemiz AKP'li millet ve bu milletten olmayanlar şeklinde düşmanlaştırılamaya çalışılmaktadır. Erdoğan için millet sadece AKP'ye oy verenlerden ibarettir. Üstelik Erdoğan'ın milletinin milli  bir kimliği  de yoktur. Erdoğan tek millet, tek devlet, tek bayrak der; ancak bu tek millet  adı olmayan bir millettir. Türk Milleti değildir. Erdoğan'ın Türk kimliksiz, milli  kimliksiz  millet anlayışıdır ki; Andımıza karşı çıkar. İstiklal Marşı'na sözde sahip çıksa da İstiklal Marşı'nın yazarı Mehmet Akif'e küfreden,  İstiklal Harbimizin Yunan ordusunun galibiyeti ile bitmesini arzu eden milli şeref ve haysiyet yoksunu Fesli Mısır Koçanını büyük tarihçi olarak görür. Sadece milli kimlik mi eksiktir iktidarın gözdesi Fesli'de? Hayır, İslami kimliği de yoktur aslında. Doğru dürüst İslam bilinci olan bir adam "Amerikan kuklası olsa da bir halife olsun" diyebilir mi?  Demez de, neden bu adamı Cumhurbaşkanlığı masasına davet ettiğini Erdoğan'a sormak gerekir.

Özetle, Milli Kimliksiz Millet tanımı Erdoğan 2016 Kirli Referandumu öncesinde otoriter başkanlık rejimine "HAYIR" diyerek parlamenter  demokrasiyi destekleyen Türk Milleti'nin yarıdan fazlasını "terörist", "darbeci" ve "çukur" diye suçlayabilmesine  yol açmıştır. 

Erdoğan'ın yol açtığı ayrıştırma  ve gerilim politikasının sonucunda ülkemiz bugün dört tür büyük göç yaşamaktadır.  Birincisi büyük göç dış göçtür. 2017 senesi içinde 278 bin vatandaşımız Türkiye'yi terk etmiştir. Bunlar iyi yetişmiş, orta üst ve üst gelir gruplarına mensup insanlardır. Türkiye'yi terk etmektedirler. İkinci göç dalgasını, Türkiye'nin değişik bölgelerinden ağırlıklı olarak İzmir ve Ege bölgesine gerçekleşen iç göç oluşturmaktadır. Bu göç seküler ve Alevi vatandaşlarımızın göçüdür. Üçüncü göç ise yurtdışına yerleşmemekle birlikte her an Türkiye'den ayrılabilmek için yurt dışında gayrimenkul alarak oturma izni alma şeklinde gerçekleşen göçtür. Türk vatandaşları Türkiye'de bir karışıklık çıkması durumunda kaçmak için 20 milyar Dolar civarında bir parayı gayrimenkule yatırmışlardır.  Bu göç türünde göç henüz fiilen gerçekleşmemekle birlikte Türkiye'de bir karışıklık çıkması durumunda gerçekleşecektir. Dördüncü büyük göç ise sermaye göçüdür. Türkiye'nin milli birliğini ve istikrarını tehdit altında gören  sermaye yurtdışına kaçmaktadır. 2017'de Türkiye, Çin ve Hindistan'dan sonra sermaye çıkışında 3. sıradadır.  

Türkiye'nin milli birliği sarsıldığı sırada Türkiye'nin çevresindeki ülkeler çökmekte ve ortaya ülkemize düşman yapılar çıkmaktadır. Irak'ta bölünme büyük ölçüde gerçekleşmiştir. Irak'ın kuzeyinde ülkemize düşman bir yapı ortaya çıkmıştır. Suriye'nin kuzeyinde ABD desteği ile PKK'istan kurulmaktadır. Suriye iç savaşını İran'da rejimin çökertilmesi ve daha sonra Türkiye iç savaşı izleyecektir. Türk Milletinin  ayrışmaya değil, bir an önce milli birliğe bir canlının oksijene ihtiyaç duyduğu gibi ihtiyacı vardır.

İYİ Parti, Milli birlik ve beraberliğimizi tekrar tesis edecektir. Türk Milletinin yüzde 51'ine değil, yüzde 100'üne taliptir. İYİ Parti,  ayrışma, kutuplaşma ve düşmanlaştırma politika ve söylemine son vererek, Türk Milletini bir bütün olarak kucaklayacaktır. Hangi partiye oy verirse  versin yurttaşlarımız devlet hizmetlerinden vatandaş olarak eşit  faydalanacaklardır.  Hırpalanan, örselenen milli birliğimizi tekrar inşa edeceğiz.   

https://21yyte.org/tr/merkezler/islevsel-arastirma-merkezleri/milli-guvenlik-ve-dis-politika-arastirmalari-merkezi/milli-birlik-krizi


***


Enerji Ve Boru Hatlarında Siyaset Oyunları

Enerji Ve Boru Hatlarında Siyaset Oyunları



Muhittin Ziya Gözler  
10 Şubat 2014

Türk vatandaşları uzun yıllardır ülkede cereyan eden olaylara sadece ve sadece ülke içindeki siyasi gelişmeleri değerlendirerek bakmaktadır. Sade bir vatandaşın olaylara böyle bakmasında ve değerlendirmesinde bir beis bulunmamaktadır. Zira o günlük işleriyle uğraşmakta ailesi ile birlikte hayatını idame ettirmeye çalışmaktadır. Ancak ülkenin aydın dediğimiz okur, yazar ve çizerleri her olayın sebep-sonuç ilişkisini siyasi iktidarların birer neferi, yani aklını severim bana hizmet ettiği müddetçe anlayışına bağlı kalarak değil, halkı aydınlatmayı şahsi çıkarlarını bir tarafa bırakarak ve de birilerinin üzerine basarak yükselmeyi düşünmeden rasyonel bir şekilde halka arz ederlerse, toplum da nereden gelip, nerelere nasıl gittiğini ve neler yapması gerektiğini daha iyi anlayarak kararlar verebilir.

Bu ülke uzun yıllardır çabalayıp duruyor da niçin zenginleşemiyor? Türkiye neden kendi kaynaklarını kullanamıyor? Ülkenin siyasi hayatındaki bu iniş çıkışların sebebi nedir? Türkler ve Türkiye hangi sebeplerden dolayı batının önünde bir engel olarak görülmektedir? Bu ülkede uzun yıllardır niçin demiryolları yapılmamıştır? Türk halkı niçin dünyanın en pahalı akaryakıtını kullanmaktadır? Bu ülkenin kaynakları yok mudur ki, her yıl yaklaşık 55-60 milyar dolar enerji için dışarıya kaynak aktarılmaktadır? Bu ve buna benzer ekonomiden sosyal hayata, kültürden günlük yaşayışa ve hatta dış ilişkilere kadar halkın hiç bilmediği ve bu gidişle de asla bilemeyeceği meseleler gündeme getirilebilseydi herhalde daha şuurlu ve bilgili bir vatandaş topluluğu ile karşı karşıya kalınırdı. Bu yazımızda ABD, Rusya ve Batı dünyasının Doğu toplumlarının enerjilerini sömürme ve bu konuda oynan oyunlar konusundaki gayretkeşliklerini ve adım adım kapımıza dayanmakta olan enerji krizini anlatmaya çalışacağım.

Harita1: Kaynak:www.elektroport.com 

Türkiye’de Enerji Üretimi Kısa Tarihi

1902 yılında 2kW’lık su türbininden elde edilen enerji ile başlayan Türkiye’nin enerji serüveni yıllar içinde bazen doğru bazen yanlış politikalarla değişik mecralara sürüklenerek günümüze kadar gelmiştir. 1923’de 33 MW, 1960’da 1272,4 MW, 1990’da 16318 MW, 2013’de 64044 MW’a yükselen elektrik enerjisi arzı yanında ulaşım ve sanayide kullanılan ve ithal edilen birincil enerji kaynakları da sürekli artış göstermiş ve ülke cari açık sarmalına girmiştir. Ülke içindeki siyasi tansiyonun sabit kalmaması bundan dolayı da 1960-1980 arasında yatırımların önüne set konulması ve siyasi krizler ve de dışarıdan güçlü bir Türkiye istemeyenlerin giriştiği ideolojik, iktisadi, sosyal ve kültürel gayretler şeklinde özetlenebilecek faaliyetler Türkiye’nin kalkınmasının önündeki engeller olarak ifade edilebilir.

 İşte bu kaotik yapı içinde Türkiye enerji konusunda gereken atılımları yapamamış sonunda da dışarıya bağımlı bir hale gelmiştir. Soğuk Savaş sonrası ABD’nin tek güç olarak kalması, Rusya ve Çin ile uzun süre uğraşmaması onun ekonomik ve siyasal gücünü artırmış, çıkarlarını korumak için de özellikle enerji ve madenler konusunda dünyayı adeta abluka altına almıştır. 

Türkiye’nin Çevresindeki Enerji Potansiyeli

1839’da başlayan çağdaşlaşma hareketi 1920’ler sonrası Türkiye’nin demokrat Müslüman bir ülke olarak milletler camiası içinde yer almasını sağlamıştır. Türkiye genç nüfusu, kendine yeten yerüstü ve altı kaynakları, yavaş da olsa iktisadi gelişimi, milli ve inanç birliği ve güçlü ordusu ile bu coğrafyanın adeta geçilemez bir kalesi görünümüne bürünmüştür. Ne var ki, Ortadoğu, Kafkaslar, Orta Asya Uzakdoğu ve hatta Afrika’nın kaynaklarını ele geçirmek isteyen emperyal güçlerin önünde bir engel vardı. TÜRKİYE. Bu milli reflekslerle söylenen bir fikir değildir. Geldiğimiz nokta bunu açıkça göstermektedir. Bilinmesi gereken hususlardan biri dünya petrol rezervlerinin yaklaşık %57,16’sı, doğalgaz rezervlerinin de %75,92’si Türkiye’yi çevreleyen coğrafyadadır. Diğer taraftan dünya günlük petrol tüketimi yaklaşık 90 milyon varildir. Bu tüketimim %3,7’si İstanbul ve Çanakkale Boğazları’ndan geçmektedir. 2008’de boğazlardan geçen petrol 150 milyon ton iken bu rakam Hazar petrollerinin Karadeniz üzerinden taşınmaya başlamasıyla birlikte 200 milyon tona ulaşacağı tahmin edilmektedir. Türkiye’nin 13 ülkeden petrol, 5 ülkeden de doğalgaz aldığı ve ticaretini bu ülkelerle geliştirmeye özen gösterdiği de bilinen bir başka gerçektir. En azından bu büyüklükteki enerji meselesinden ötürü Türk Devlet’i siyasetini doğru yönetmek mecburiyetindedir.

Çağımızda enerjinin iktisadi hayatın, sanayileşmenin, bilimsel faaliyetlerin, teknolojik ilerlemenin itici gücü olduğu bilinen bir gerçektir. İnsanoğlu, daha iyi yaşayabilmek, yaşatabilmek (!), ilerleyebilmek için enerjiye her gün daha fazla ihtiyaç duymaktadır. İşte bu teknik neticeden ötürü ülkelerini idare edenler vatandaşlarına enerji kaynakları bulmak mecburiyetindedirler.


Harita2: (Kaynak: www.elektroport.com)

 Yanlış Enerji Politikası

Hele bizim gibi kendi kaynaklarını kullanmayarak enerji konusunda tam bağımlı bir hale getirildikten sonra ülkeyi yönetenler yeterli, güvenli, temiz ve ucuz enerjiyi vatandaşın hizmetine sunmaya mahkûmdurlar. Ama nasıl? Ülkemizde petrol ve doğal rezervlerinin bugün için yeterli olmadığı bilinmektedir. MTA ve TPAO tarafından yapılan çalışmalar bu gerçeği gözler önüne sermiştir (ancak petrol, doğalgaz ve madenlerin aranmasına önemle devam edilmelidir). Bu gerçek ortada dururken uygulanması gereken politikaların temelinde yerli kaynaklara mümkün olduğunca daha çok yer vermek olmalıydı. Hidrolik, kömür, asfaltit, jeotermal,  uranyum, toryum ve kaya gazı gibi yerli kaynaklar adeta yok farz edilmiştir. Hangi güçler bizi böylesine anlaşılmaz politikaları takip etmeye yöneltmiştir? Yapılan baskılar karşısında niçin dik durulmamıştır? Türkiye tabidir ki, dışarıdan enerji alacaktır. Ama böylesine açıklar vererek, iki yakamızın bir araya gelmesini engelleyen politikalarla değil, daha akılcı ve faydacı politikalar uygulamaya geçirilmeliydi. Bugün elektrik enerjisinde %33.35 oranında doğalgaz ile aydınlanan Türkiye bir süre sonra doğalgaz yüzünden karanlıkta kalacak hale gelebilir. Bu fikirler yıllarca ülkede karar mekanizması noktasında olanlara sürekli söylendi, yazıldı, çizildi. Ama geldiğimiz noktada keşkelerle karşı karşıya kalmak devleti idare edenlerin zaafıdır diye açıklanabilir. Türkiye fosil kaynakları, su gücü ve nükleer enerji kaynaklarını zamanında devreye almış olsaydı bugün böylesine sıkıntılı günlerle karşılaşmayabilirdi. Evet, Türkiye enerji konusunda da siyaset oyunlarının ağırlığı altında ezilmiş, bu eziklik halen de devam etmektedir. İşte örneği,      

2013 Aralık ayı itibariyle Türkiye’nin kurulu gücü 64044 MW’tır. Bu gücün %39,6’sı doğalgazdan (çok yakıtlılar dâhil),  %6,1’i ithal kömürden, %1,1’i fuel-oil, nafta, motorinden karşılanmaktadır. 2013 yılında dışa bağımlı elektrik enerjisi oranı % 46,8 olmuştur. Diğer taraftan EPDK tarafından hazırlanan lisan almış ve inşa halindeki projelerin kurulu güçlerinin ve yakıt türlerine göre dağılımı şöyledir: 2014-2017 arasında 5003 MW’lık doğalgaza, 2150 MW’lık ithal kömüre, 110,4 MW’lık fuel-oile dayalı toplam 7263,4 MW’lık yeni tesisler kurulacaktır. Netice itibariyle 2017 yılında yaklaşık 75477 MW olacak olan kurulu gücün tahminen %43,54’ü dış kaynaklı olacaktır.

ETKB’nı  Yıldız 2104 bütçe konuşmasında; 2002 yılında 300 olan elektrik enerjisi üretim santrali sayısı, 2012 yılı sonu itibarıyla 772’ye, 2013 yılı Ekim ayı sonu itibarıyla ise 883’e yükselmiştir. Mevcut santrallerin 446 adedi hidrolik, 27 adedi kömür, 70 adedi rüzgâr, 13 adedi jeotermal, 215 adedi doğal gaz, 38 adedi yenilenebilir ve atık, 8 adedi çok yakıtlı (katı ve sıvı), 44 adedi çok yakıtlı (sıvı ve doğal gaz) ve 22 adedi sıvı yakıtlı olup 2013 yılı içerisinde Ekim ayı sonu itibarıyla 4.925 MW’lık kapasite artışı olmuştur, ifadelerine yer vermiştir.

Önümüzdeki Yıllarda Enerji Konusunda Türkiye’yi Bekleyenlerdir

Halkın akıl erdiremediği siyaset oyunları aslında onun hayatını doğrudan etkilemekte ancak, o bunu yaşanılan hayatın normal bir parçası olarak değerlendirmekte ve her dört yılda bir kendine yakın olan siyasetçiye oy vermektedir. Siyasetin koyuluğundaki dış etkileri bilmeyen ve göremeyen vatandaş kendisine baharın ne zaman geleceğini sürekli beklemektedir. ETKB’nı  T.Yıldız’ın 2014 bütçe görüşmelerinde yaptığı konuşmasından bazı pasajlar alarak enerji konusunu daha da açmaya çalışalım: ’’Ülkemiz birincil enerji talebi 2012 yılında yaklaşık 119,5 milyon TEP olarak gerçekleşmiştir. Birincil enerji talebi içinde doğal gazın payı % 32, kömürün payı % 31, petrolün payı % 26, hidrolik enerjinin payı % 4 ve yenilenebilir ve diğer enerji kaynaklarının payı % 7 dir. 2023 yılında birincil enerji talebimiz % 90 artarak 218 milyon TEP’e ulaşması beklenmektedir. Kömürün payının % 37, doğal gazın % 23, petrolün % 26, hidrolik enerjinin payı % 4, nükleer enerjinin % 4, yenilenebilir ve diğer enerji kaynaklarının payının % 6 olması öngörülmektedir.’’ Enerji Bakan Yıldız enerji arz güvenliğini esas alan temel politikaları sıralarken de şunları söylemektedir.’’Yerli kaynaklara öncelik vermek suretiyle kaynak çeşitliliğini sağlamak, yenilenebilir enerji kaynaklarının enerji arzı içindeki payını artırmak, enerji verimliliğini artırmak, petrol ve doğal gaz alanlarında kaynak çeşitliliğini sağlamak ve ithalattan kaynaklanan riskleri azaltacak tedbirleri almak, jeostratejik konumumuzu etkin kullanarak enerji alanında bölgesel işbirliği süreçleri çerçevesinde ülkemizi enerji koridoru ve terminali haline getirmek.’’

EPDK’nın Üretim Kompozisyonu Senaryosu 2011-2030’a göre fosil ağırlıklı kurlu gücün 161823 MW olması öngörülüyor. Burada doğalgazın payı % 23,5 olarak gösterilmiştir. Yine aynı dönem içinde yenilenebilir ağırlıklı 187003 MW’lık kurulu güç içinde doğal gazın payı % 14,8 olarak belirlenmiştir. Şimdi akla gelen ve cevaplandırılması gereken bazı sorular bulunmaktadır:

1.Şayet doğal gazın payı önümüzdeki 15-20 yıl içinde % 14,8- %23,5 oranlarına düşürülecekse boru hatları ile yatırımlar ülke içinde ve de dışında neden hızla devam etmektedir? 2002 yılında 4510 km. olan doğal gaz iletim ve dağıtım boru hattı uzunluğu 2012 sonunda 82500 km’ye, sanayide ve konutta 5, sadece sanayide 9 şehrimize ulaşan iletim hatları 2012 sonunda 72 şehrimize ulaşmıştır (2014 bütçe sunumu).

2.Komşu ülkelerle çok ciddi ve zaman zaman da gerginliklere yol açan sorunlar yaşamak bu enerji politikaları çerçevesinde yanlış değil midir? 3.Ayrıca yenilenebilir kaynaklara önem verileceği ifade edilmesine rağmen artan kurulu güç kapasiteleri içinde oran değişmemekte % 6’lar civarında kalmaktadır.

Gelinen noktada, Türkiye artık dönülemez bir yola girmiş olmanın sıkıntısı içinde bu politikaları halka rağmen devam ettirecek bir anlayış içinde görülmektedir. Ancak birilerinin çıkıp zararın nereden dönülürse kârdır diyerek devleti idare edenlerin önüne çok ciddi ve belki de Türkiye’nin dünya ile siyasetini değiştirecek önerileri ortaya koymaları gerekmektedir. Ne var ki, uzun dönem içindeki enerji projeksiyonları çok dikkatle incelendiğinde doğal gaz ve petrole bağımlılığımızın sürekli artacağı içerdeki ve uluslararası boru hatları projeleri ile açıkça görülmektedir. (Harita1,2) Irak-Türkiye HPBH, Mavi Akım, BTC ile BOTAŞ’ın internet sitesinde yer alan ITGI, Azerbaycan Doğalgazının Transit Taşınması, Trans Adriyatik DGBH, Irak-Türkiye DGBH, Mısır-Türkiye (Arap) DGBH, Hazar Geçişli Türkmenistan-Türkiye-Avrupa DGBH ve diğer hatlarla birlikte Türkiye gerçekten bir enerji koridoru haline gelmiş ya da getirilmiştir. Bu koridoru oluşturmanın asıl sebebinin Hıristiyan Batı dünyasına hayat vermek olduğu gerçeğinin acaba Türk vatandaşları, Türk halkı, farkında mıdırlar? Hiçbir zaman bir koyup üç almadığımızı bildiğimize göre, enerji siyasetinde daha etkili olunması gerektiği kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.



YURİÇİ ENERJİ NAKİL HATLARI

Enerji siyasetinde taviz vermeden etkin bir siyaset izlemenin en önemli sebebi çevremizde bulunan bütün bu kaynakların bir şekilde doğudan batıya taşınacak olmasıdır. Topraklarımız üzerinden deniz ya da karadan bu enerji kaynaklarının geçeceği kesindir. BP Statistical Review of World Energy 2013 bilgilerine göre dünya üretilebilir petrol rezervi 235.8 milyar tondur (1668.9 milyar varil). Bu rezervin, 134.8 milyar tonu (Nijerya hariç) %57,16’sı ve 187.8 trilyon m3 olan dünya doğalgaz rezervinin de 142,2 trilyon m3’ü (Nijerya hariç) %75,92’si Türkiye coğrafyasını tamamen kuşatmıştır. Görünen o ki, bu rezervler yapılan çalışmalarla elli yıl daha artış gösterecektir. Her ne kadar çevremizde olmasa bile bu coğrafyayı da etkileyecek olan buzulların altına, yağmur ormanlarına ve bazı okyanuslara henüz el atılmamıştır. Mesela 11 Eylül 2013 tarihinde EIA’nın yayınladığı Hazar Denizi Bölgesi’nde Petrol ve Doğalgaz üretimi artıyor başlıklı makalede, 48 milyar varil petrol ile 292 trilyon feet küp doğalgaz rezervlerinin varlığından bahsedilmektedir. Ayrıca bölgede 20 milyar varil petrol ve de 243 trilyon feet küp doğalgaz olma ihtimali de dile getirilmektedir. Yani Hazar Bölgesi’ne 15 trilyon m3 yeni doğalgaz ve 9.7 milyar ton petrol ilavesi olacaktır.

Böylesine iştah kabartan ve rant kavgasının neredeyse bir sıcak savaşa dönüşeceği bir enerji koridorunda yer almak enerji politikalarında aramadan, üretime, ithalattan anlaşmalara, teknoloji transferine, santral yapımlarında kullanılacak teknik malzemeye kadar her meselede çok daha şuurlu ve toplumu bilgilendiren böylece de daha dinamik ve yönetimleri sürekli destekleyen bir güç ile emperyal güçlere istediğimizi yaptırma imkânına kavuşabiliriz. Her iş saklı, gizli ve de netice alıcı olmazsa Türkiye’ye yazık olur. Ki, zaman zaman da öyle olmaktadır.

Bir taraftan ülkeye dört bir taraftan işgal kuvvetleri gibi giren boru hatları, diğer taraftan dışa bağımlılığımızı en aza indirmek için yeni sondaj faaliyetleri ve kaya gazı çıkarma faaliyetleri ve yenilenebilir enerji kaynaklarına yapılması gereken ciddi yatırımlar. Türkiye bu enerji arayışlarında ABD ile Rusya’nın arasında sıkışıp kalma durumu ile karşı karşıyadır. Boru hatlarında Nabucco Projesi’nin başına gelenler, kaya gazında ABD’nin Rusya’nın doğalgaz hâkimiyetini kırma girişimleri ülkeyi yönetenlerin enerji politikalarını belirlemede ve dış ilişkilerde daha dikkatli ve tavizsiz olmalarını gündeme getirmektedir. ABD 2000 yılında başladığı kaya gazı çıkarma faaliyetlerini hızlandırmış, Türkiye ve Ukrayna’nın da bu faaliyetlerini desteklemeye başlamıştır. ABD kaya gazının 1000 m3’ünü 90 dolara satmaktadır. Gazete haberlerine göre Türkiye ithal ettiği doğal gazın 1000 m3’üne ortalama 500 dolar ödemektedir (yine gazete haberlerine göre, 2008 yılına kadar 1000 m3’üne ortalama 129 dolar ödediğimiz Azerbaycan gazına 508 dolar ödediğimiz iddia edilmiştir. Acaba bu doğru mudur? Bunun mantıklı bir açıklaması vardır herhalde. Şimdilerde 349 dolar olduğu yazılmaktadır. Ş-1)

Türkiye bir koridordan öte, her meselede ama öncelikle enerji meselesinde bu coğrafyada bir kor olmalıdır. Bilindiği üzere Türkiye doğalgazda %98, petrolde %92 oranında dışa bağımlı bir ülkedir. Kullandığı doğalgazın % 85’ini, petrolün de % 73’ünü de bu coğrafyadan tedarik etmektedir. Bu sebeple komşuluk ilişkilerinde ülkelerin iç işlerine karışmak, onların dini, sosyal ve kültürel anlayışlarının bizlere benzemesi için siyaset yapmak, o ülkelerin rejimlerini değiştirmek için tehlikeli girişimlerde bulunmak doğru olmayan politikalardır. Yarınlarda siyaset anlayışı ve hükümranlıklar bir anda değişirse elimizden birçok hakkın gittiği gerçeği ile de karşı karşıya kalabiliriz. Türkiye Doğu-Batı arasında bir enerji koridoru olacaksa ülke güvenliğini en önemli bir gerekçe göstererek boru hatlarını meselesini azami istifadeyi sağlayacak bir ticari anlayış içinde değerlendirmelidir.              

Ş-1: (Kaynak: Enerji Enstitüsü)

 Bu kazançlar içinde en önemlisi ülkemizden geçecek boru hatları içindeki gazdan alabildiğimiz kadar daha çok gaz almak, gazı en ucuz fiyattan tedarik etmek ve de ülkemiz topraklarından geçecek olan bu tehlikeli maddelerden alınacak kira miktarının yani, geçiş ücretinin de azamisini almak olmalıdır. Türkiye Rusya, Azerbaycan, İran, Irak ve Suriye ile olan ilişkilerinde Batının demokrasinizi geliştirin, insan haklarını koruyun, hürriyetleri sınırsız hale getirin, Türklüğünüzü unutun karşımıza öyle gelin masallarına kulağını sürekli tıkamalıdır. Türkiye Irak yönetimi ile olan meselesini de bir an önce halletmeli ve bu hattın Suriye veya İsrail’e kaymasını diplomatik yollarla engellemelidir. Zira harap olmuş bir Irak’ı Türkiye yeniden inşa edebilecek güce sahiptir. Bugün için 3 milyar varil olan petrol üretimi ve 100 milyar dolar olan petrol geliri kısa bir zamanda içinde üretimde 8 milyar varile, gelirde 250-300 milyar dolara çıkabilir. Türkiye bu fırsatı çok iyi değerlendirmelidir. Doğalgaz ile ilgili önemli bir konuda depolama meselesidir. Türkiye yıllık doğalgaz ihtiyacının %20-25’ini depolayabilecek bir hale gelmelidir. Bunun içinde mevcut tesislere ilave tesisler kurma işlemlerini hızlandırmak mecburiyetindedir. Bu depoların kriz anlarında ülkenin nefes almasını sağlamak için önemli olduğunu herkes bilmektedir. Netice itibariyle, Türkiye’nin 2023 yılında yenilenebilir enerji kaynaklarının enerji arzı içindeki payını %30’lara çıkarmak ve daha güvenli enerji politikaları takip etmek istiyorsa:

1.Bütün siyasi güçler milli bir enerji politikası temelinde birleşmelidirler. Enerji politikaları siyasetçinin iki dudağı arasında günlük gelişmelere göre şekillenmemelidir. ABD, AB ve Rusya’nın günlük isteklerine göre ülkenin milli enerji politikaları terk edilmemelidir.

2.Bugünden tezi yok ithal kaynaklara verilen lisanslar belirli bir süre içinde terk edilmelidir.

3.Enerji tüketiminde %65 civarında payı olan petrol ve özellikle doğalgazın tüketiminin azaltılması konusunda tedbirler alınmalıdır (Isıtmada güneş enerjisi ve yerli kömür kullanılmalıdır).Zira halk yüksek vergiler sebebiyle enerjiyi bir türlü ucuz kullanamamaktadır. Elektrik üretimindeki payın, tamamen önce özel sonra da yabancı sektöre bırakılmamamsı için devletin bu hakkına sahip çıkması gerekmektedir. Halkın doğalgaz ve elektrikte ödemelerinde neler çektiğini çok iyi bilmek gerekir.

4.Türkiye, hidrolik (%27.58) ve rüzgârda (%4.63) kurulacak gücün tamamını, linyit ve taşkömürde (%14.66) teshinde kullanılacak olan kısmın ayrılmasında sonraki rezervin tamamını, jeotermalde 600 MW, güneş enerjisinde 600-3000 MW ve nükleer enerjide10000-30000 MW’a ulaşması durumunda elektrik enerjisinde daha güçlü bir konuma gelebilir. Türkiye yılda %5-7 civarında elektrik enerjisine yatırım yapmadığı takdirde çok değil 3-5 yıl içinde enerji krizi kapıyı çalabilir.

5.Türkiye kara ve denizlerinde petrol, doğalgaz ve kömür aramalarına çok ciddi bir şekilde devam etmelidir. Bunun için hazırlanmış ya da yeniden düzenlenecek havza projeleri hemen hayata geçirilmelidir. Akdeniz, Karadeniz veya Ege’deki karasularımızda ya da karalarımızda bulacağımız büyük petrol ve doğalgaz rezervleri sonrası zaten barut fıçısına dönmüş Ortadoğu’nun ve Türkiye’nin başına neler geleceğini şimdiden ön görerek gerekli tedbirlerin alınması gerekmektedir.

6.Türkiye içinde bulunduğu krizler sebebiyle, boru hatlarındaki güvenliğini daha ciddi bir biçimde sağlamak mecburiyetindedir. Ayrıca depolama meselesini de göz ardı etmemelidir.

https://21yyte.org/tr/merkezler/islevsel-arastirma-merkezleri/enerji-ve-enerji-guvenligi-arastirmalari-merkezi/enerji-ve-boru-hatlarinda-siyaset-oyunlari

***

Türk Akımı Projesi’nin Neresi “Türk!”

Türk Akımı Projesi’nin Neresi “Türk!”

Dr. Tuğçe Varol  
17 Ağustos 2016


Türkiye ve Rusya arasındaki 2002-2014 yılları arasındaki ekonomik ve siyasi ilişkiler, Erdoğan ve Putin ikilisinin de kişisel katkıları sayesinde giderek gelişme göstermiştir.

İki ülke arasındaki “enerji işbirliği” ise en çok bahsi geçen konulardan birisi olmuştur. Ancak zannedildiği gibi Türkiye ve Rusya arasında gerçek anlamda bir “enerji işbirliği” gerçekleşmemiştir. AKP döneminden önce imzalanan anlaşmalar neticesinde Rusya’nın Türkiye’ye doğal gaz ithalatı artmış ve AKP döneminde de Rus şirketleri Türk enerji sektörüne giriş yapma imkanı bulmuşlardır. Türkiye’nin ilk nükleer santral inşaatı ve işletmesi Rus Rosneft şirketine verilmiş, Rus Gazprom şirketinin alt şirketleri, Batı Hattı’ndan doğal gaz ithal eden şirketlere ortak olmuş ve hatta Trakya Elektrik Üretim şirketi Rus InterRAO tarafından satın alınmıştır. İki ülke arasındaki enerji işbirliğinden bahsedebilmek için iki ülke şirketlerinin ortak projeler gerçekleştirmesinden ya da karşılıklı alış-verişten bahsetmek gerekmektedir. Türkiye ve Rusya hiçbir zaman enerji alanında işbirliği yapamamıştır çünkü Türk tarafı hiç bir zaman masaya gerçekten Türkiye’nin enerji güvenliğine katkı yapmak için oturmamıştır.

Bugüne ışık tutmak için kısaca geriye dönecek olursak Rusya, 2007 yılında Ukrayna’yı by-pass edebilmek için İtalyan ENI şirketi ile birlikte Güney Akım doğal gaz boru hattı inşa edeceğini ilan etmiştir. Güney Akım projesine Avrupa Birliği’nden itirazlar gelse de İtalyan ENI, Fransız Electricité de France ve Alman Wintershall ortak olmuşlardır. Projeye göre boru hattının geçeceği Bulgaristan bölümü Bulgargaz ve Gazprom’un kuracakları ortak bir şirket ve Sırbistan bölümü ise Gazprom ve Srbjagas tarafından inşa edilecek ve işletilecekti. Türkiye’nin ise Güney Akım projesinin gerçekleşmesi için kendi münhasır ekonomik bölgesinden geçmesine ve inşaatın yapılmasına izin vermesi gerekiyordu. Türk tarafı Rusya ile görüşmelerde satın aldığı doğal gaz fiyatında indirim istemekten öteye gidememiştir. Hatta o günlerde Fransa’da kabul edilen sözde Ermeni soykırımı ile ilgili bir kanun kabul edilmiş ve Türkiye ile Fransa’nın arası açılmıştır. Türkiye’de Fransız mallarına “boykot yapalım” propagandası sürdürülürken, Türkiye, Fransız şirketinin de ortak olduğu Güney Akım boru hattının inşa edilmesine sessiz sedasız izin vermiştir. Rusya ile neredeyse üç ayda bir üst düzey görüşen Türk tarafının aklına bir türlü Güney Akım projesine bir Türk devlet şirketini de dahil etmek gelmemiştir. Oysa ki Samsun-Ceyhan petrol boru hattı projesinin gerçekleşmesi için dönemin Başbakanı Erdoğan’ın damadının CEO’su olduğu Çalık şirketi için görüşmeler gerçekleştirdiği bilinmekteydi.

Vladimir Putin’in Aralık 2014 tarihindeki Türkiye ziyaretinde aniden Güney Akım projesinin, Türk Akımı projesine dönüştürüldüğü ilan edilerek BOTAŞ ve Gazprom arasındaki ilk anlaşma imzalanmıştır. Türk Akımı projesinin aynı Güney Akım projesi gibi 63 milyar metre küp kapasite de olması ve Türkiye’nin de hattan yılda 15.75 milyar metre küp gaz alacağı ilan edilmiştir. Gazprom tarafından yayınlanan haritaya göre Türk Akımı Karadeniz’in altından geçtikten sonra Kıyıköy’e ulaşacak ve oradan Yunanistan’a geçecektir. Halbuki Türkiye, Türk Akımı projesinin Yunanistan’a değil, Bulgaristan üzerinden yeniden canlandırılacak Nabucco West projesi ile Orta Avrupa’ya gaz taşımasını beklemiştir. Zaten TANAP’ın gazı Trans-Adriyatik Boru Hattı (TAP) boru hattından Türkiye-Yunanistan sınırından Güney Avrupa’ya taşınacağına göre 47.25 milyar metre küp miktarındaki gazı kapasitesi ilk aşama da 12 milyar metre küp, daha sonra 20 milyar metre küp planlanan TAP boru hattı nasıl taşıyacaktı? Buna ilave olarak Rusya, Türk Akımı projesine ilave olarak Türkiye’nin Trakya bölgesinde kapasitesi 50 milyar metre küp olması planlanan bir de doğal gaz depolama tesisi kurmak istediğini bildirmiştir. Türkiye ise Türk Akımı ile ilgili boru hattı görüşmelerinde satın aldığı doğal gaz fiyatının düşürülmesini talep ederek, Haziran 2015 seçimlerinin ardından Meclis’te boru hattı inşaatı için gerekli izinleri geçireceğini taahhüt etmiştir.[1] Ancak AKP Haziran seçimlerinde istediği oyu alamamış ve Meclis’ten istenilen Türk Akımı izinleri geçirilememiştir. O arada ise Rus askerlerinin Eylül ayında Suriye’ye asker göndermesinin ardından Türk-Rus ilişkileri gerilmiş ve Türk Akımı projesi dondurulmuştur. Türk Akımı projesi Rus uçağının 24 Kasım 2015 tarihinde düşürülmesinin ardından değil, Eylül ayında Rus donanmasının Türk Boğazlarından geçerek Suriye’ye asker çıkarmasının ardından bozulmuştur.

Türk Akımı doğal gaz projesine gerekli izinleri alamayan Rusya, Türk Akımı projesini bir müddet daha erteleyerek başka bir projeye imza atmıştır: Kuzey Akım 2. 4 Eylül 2015 tarihinde, Rus askerlerinin Suriye’ye çıkmasından kısa süre önce, Rus Gazprom, Alman BASF, E.ON, Fransız ENGIE, Avusturyalı OMV ve İngiliz-Hollandalı Shell ile Vladivostok’ta Kuzey Akım 2 anlaşmasını imzalamıştır. Anlaşmaya göre projenin %51 hissesi Gazprom’un, geri kalan hisseler ise E.ON, Shell, OMV, BASF/Wintershall %10 ve ENGIE %9 hisse oranında paylaşılmıştır. Kuzey Akım 2’nin de aynı ilk Kuzey Akım projesine paralel olarak 55 milyar kapasite ile 2019 yılı sonuna kadar tamamlanması planlanmaktadır. Bu arada 2012 yılında iki fazı da tamamlanan ilk Kuzey Akım projesinin de %51 hissesi Rus Gazprom’a, %15.5’ar hissesi Alman Winstershall ve E.ON’a ve %9’ar hissesi de Fransız Gasuni ve ENGIE şirketlerine aittir. Avrupa Birliği içerisinde çeşitli itirazlara rağmen Kuzey Akım projesi tamamlanmış ve Kuzey Akım 2 projesi de yine alevlenen itirazlara rağmen başlatılmıştır.

Öncelikle Kuzey Akım 2 projesine 2019 yılı sonundan itibaren 55 milyar metre küp göndermek üzere anlaşma yapan Gazprom’un artık Türk Akımı projesine 2019-2020 tarihinden itibaren gönderecek aynı miktarlarda gaz üretmesi son derece zordur. Bu nedenle de Erdoğan ve Putin’in 9 Ağustos tarihinde St.Petersburg’da ilişkileri düzeltmek için yeniden bir araya geldiklerinde yaptıkları açıklama, Türk Akımı projesinin sadece Türkiye doğal gaz pazarına taşıyacak ilk faz boru hattı inşaatının tamamlanması hakkındadır. Zaten Türk Akımı projesinin kapasitesi nihai olarak da 32 milyar metre küpe düşürülmüş durumdadır. Putin ve Erdoğan’ın bir araya gelmesinin ardından Rus Enerji Bakanı Alexander Novak’ın yaptığı açıklamaya göre Türk Akımı projesinin Türkiye’ye gaz taşıyacak ilk ayağının 2019 yılının sonuna kadar tamamlanması ve ardından ikinci ayrı ayağının da inşası söz konusu olabilir.[2]  Sadece Türkiye pazarına yılda ilave olarak 14 milyar metre küp gaz sağlayabilmek için Rusya gerçekten bu kadar pahalı bir yatırımı gerçekleştirecek mi? Sadece Türkiye pazarı hedefleniyorsa Mavi Akım’ın kapasitesinin arttırılması daha az maliyetli olmaz mı? Bu soruların cevaplarını önümüzdeki günlerde göreceğiz çünkü şu anda Türk Akımı projesini sadece bir ayak olarak yapmak ne Türkiye için ne de Rusya için karlı değildir.

Türk Akımı projesi ile birlikte Rusya’nın Yunanistan ile gerçekleştirdiği projenin Yunanistan ayağı ile ilgili anlaşmaya da değinmekte yarar vardır. 2015 Haziran’ında Rusya ve Yunanistan, Türk Akımı projesinin Yunanistan ayağı için bir ön anlaşma imzalamıştır. Anlaşmaya göre Yunan ve Rus tarafı projenin %50-50 ortağı olacağı bir şirket kuracak ve Gazprom şirketi Yunanistan tarafından geçecek hatta hisse sahibi olmayacaktır. İki ülkenin kuracağı ve Rus kalkınma bankası tarafından finanse edilecek boru hattını böylece Rusya ve Yunanistan ortaklaşa yönetmeyi planlamaktadır.[3] Ekonomisi batmış Yunanistan bile Rusya ile boru hatları üzerine anlaşma yaparken şartların eşit olabilmesi için sonuna kadar pazarlık etmiş ve istediğini elde etmiştir. Oysa ki Türk Akımı projesinin tam olarak ayrıntılarının ne olduğunu, Türk ve Rus tarafları arasında neler konuşulduğunu halen bilememekteyiz. Projenin adı “Türk Akımı” ancak proje de Türk olan hiç bir şey bulunmamaktadır. Daha da önemlisi Türk kamuoyu Türk Akımı doğal gaz boru hattı projesinin ayrıntılarını hiçbir zaman öğrenemeyebilir çünkü Olağanüstü Hal, Türk hükümetinin Türk Akımı hakkındaki kararları Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne getirilmeden Bakanlar Kurulu’nda onaylanmasına olanak sağlamaktadır ve Rus tarafı da bunu çok iyi bilmektedir.[4]

Sonuç olarak akademisyen Özdemir’in[5] “ Koridor Olamazsın Demedik, Merkez Olamazsın Dedik” yazısına atıf yapacak olursak Türk Akımı projesi gerçekleşirse ki, halen gerçekleşme ihtimali zor, Türkiye yine sadece koridor olarak kalacaktır. Üstelik de koridorda Türkiye’nin de söz sahibi olabilmesi için Ankara’nın hiçbir politik vizyonu da politik gücü de bulunmamaktadır. Türkiye’nin Rusya ile gerçek anlamda “enerji işbirliği” yaptığından bahsetmemiz için Türk şirketlerinin Rus şirketleri ile ortak çalışmalar gerçekleştirmesi gerekmektedir. TPAO’nun kendi inisiyatifi ile Rusya’nın bir petrol sahasında çalışması bulunmaktadır ancak bu durum Türkiye ile Rusya enerji işbirliği yapıyor anlamına gelmemektedir. Türk Akımı projesine bir Türk devlet şirketinin ortak olamaması veya Rusya’nın Türkiye’de Rus şirketinin kontrolünde gaz depolama tesisi kurması Türk enerji güvenliği açısından son derece olumsuz bir gelişme olacaktır. Türkiye’nin kesinlikle Rusya ile enerji işbirliği kurması gerekmektedir. Bunun için önünde onlarca Avrupalı şirketlerin nasıl çalıştığına dair örnekler mevcuttur. Türk Akımı projesi için Ankara’nın eşit şartlar talep etmesi ve elde etmesi halinde proje Türkiye için çok büyük jeostratejik bir kazanç olabilir ancak bunu yapabilmek için Türkiye’nin Rusya’dan başka çaresi kalmamış bir imaj vermemesi gerekmektedir. Mevcut haliyle Türk Akımı projesi, “Rus Akım’ından başka bir şey değildir.

[1]Haber Türk, “Medvedev: ‘Türk Akımı’ Projesi İçin Türkiye’de Yeni Hükümeti Bekliyoruz”, 24 Temmuz 2015, http://www.haberturk.com/dunya/haber/1107117-medvedev-turk-akimi-projesi-icin-turkiyedeki-yeni-hukumeti-bekliyoruz

[2]Sputnik, “Turkish Stream Draft Deal Envisions One Leg By End of 2019”, 9 Ağustos 2016, http://sputniknews.com/business/20160809/1044101017/turkish-stream-leg-2019.html

[3]Elena Holodny, “Greece is Now Officially a Part of Russia’s Big New Gas Plan”, Business Insider, 19 Haziran 2015, http://www.businessinsider.com/greece-is-now-officially-a-part-of-russia-big-new-gas-plan-2015-6

[4]Davir O’Byrne, “Turkey’s Coup and ts Gas Supply Plans”, 21 Temmuz 2016, Natural Gas Europe, http://www.naturalgaseurope.com/turkeys-coup-and-energy-plans-30711

[5]Volkan Özdemir, “Türk Dış Enerji Politikası (TANAP Örneği): Koridor Olamazsın Demedik, Merkez Olamazsın Dedik!”, EPPEN, 26 Mart 2015, http://www.eppen.org/index.php?sayfa=Yorumlar&link=&makale=183


https://21yyte.org/tr/merkezler/islevsel-arastirma-merkezleri/enerji-ve-enerji-guvenligi-arastirmalari-merkezi/turk-akimi-projesinin-neresi-turk

***

Türkiye’nin Boru Hatları ve Sözde Özerk Bölge,

Türkiye’nin Boru Hatları ve Sözde Özerk Bölge,




Dr. Tuğçe Varol  
19 Şubat 2014

Gülten Kışanak'ın elinde tuttuğu haritaya göre; 

1. Bakü-Tiflis-Ceyhan petrol boru hattının Türkiye'ye girişi,
2. Bakü-Tiflis-Erzurum doğal gaz boru hattının Türkiye'ye girişi,
3. İleride tamamlanacak olan TANAP doğalgaz boru hattının girişi,
4. İran-Türkiye doğalgaz boru hattının büyük bir bölümü,
5. Kerkük-Ceyhan petrol boru hattının büyük bir bölümü sözde özerk bölgenin kontrolüne bırakılacaktır. 



ABD Jeolojik Survey Dünya Enerji Değerlendirme Ekibi tarafından 2012 yılında dünyanın keşfedilmemiş  petrol ve doğal gaz kaynaklarını incelediği bir rapor yayınlandı. 



Rapordaki haritalara ve açıklamalara göre Türkiye'nin güneydoğu bölgesi petrol ve doğal gaz kaynakları açısından oldukça zengin. 

https://21yyte.org/tr/merkezler/islevsel-arastirma-merkezleri/enerji-ve-enerji-guvenligi-arastirmalari-merkezi/turkiyenin-boru-hatlari-ve-sozde-ozerk-bolge


***

KÖRFEZ SAVAŞI SONRASINDA PETROL POLİTİKALARI BAĞLAMINDA TÜRKİYE-IRAK İLİŞKİLERİ BÖLÜM 2

KÖRFEZ SAVAŞI SONRASINDA PETROL POLİTİKALARI BAĞLAMINDA TÜRKİYE-IRAK İLİŞKİLERİ BÖLÜM 2



Körfez Savaşı Sonrası Türkiye-Irak İlişkileri 

Soğuk Savaş sonrasında iki ülke ilişkileri dönem dönem değişiklik göstermiştir. 

Öncelikle iki ülke arasındaki ilişkilerde, çok problemli dönemler olmuştur. PKK terör örgütünün Irak’ta konuşlanması, Türkiye açısından iki ülke arasındaki en önemli sorunlardan biri olmuştur. Ayrıca 1990’lı yıllarda, iki ülke arasındaki su sorunları da ikili ilişkilerin sorunları arasındadır. Bunun yanında, Türkiye’de bulunan ABD üssü, Körfez Savaşları’nda Türkiye’nin Amerika Birleşik Devletleri’ne vermiş olduğu destek de, iki ülke ilişkilerinin sorunlarının arasında göstermektedir. Ancak tüm bunların yanında, ticari ve ekonomik bağlamda ilişkilerin de geliştiği dönem olmuştur. 

Irak’ın Kuveyt’i işgali ve sonrasında Körfez Savaşı’na Türkiye’nin Irak’ın aleyhinde tam destek vermesi, o dönemde iki ülke arasında sorunlar ortaya çıkarmıştır. Bu sorunlar kapsamında, Türkiye’nin Irak ile olan ekonomik iş birlikleri, petrol taşımacılığı ve Türkiye ihracatına olumsuz etki bırakmış, savaş öncesinde 1 milyar dolar olan ihracat, savaş sonrasında 215 milyon dolara düşmüştür (Sağsen, 2011: 65). Aynı zamanda Birleşmiş Milletlerin Irak’a uyguladığı ambargo sonucu Kerkük-Yumurtalık Petrol Boru Hattı kapanmış ve Türkiye petrol hattından elde edilen gelirden mahrum kalmıştır. Uygulanan ambargonun niteliği, Türkiye’nin Irak ile olan ticaretini olumsuz yönde etkilemiştir. 

1995 yılında Türkiye petrol hattının kapalı olmasından dolayı toplamda 20 miyar dolar zarara uğramış ve ambargonun kaldırılması için Birleşmiş Milletleri ikna etmeye çalışmıştır (İnan, 2013: 77). 

1996 yılında, 1 milyar dolarlık satışın 3 ayla sınırlandırılması ile birlikte Birleşmiş Milletlerin kararıyla boru hattı açılmıştır. Açılış amacı, Irak’ın petrolden gelir elde 
etmesi ve elde ettiği geliri sadece ilaç, gıda, barınma gibi halkının insani ihtiyaçlarını gi-derebilmesini kapsamaktadır (Sağsen, 2011: 66). 

1991-2003 yılları arasında Türkiye-Irak ilişkileri genellikle sorunlu geçmiştir. 

Özellikle 1990 öncesi iki ülkenin üst düzeyde olan ekonomik ilişkileri ambargo sonucu zarara uğramış, iki ülke de ticari anlamda sadece petrol bağlamında değil, tarım, gıda, taşımacılık gibi diğer ticari alanlarda da büyük kayıplar yaşamıştır. İki ülke arasında bu dönemde görünen en önemli iş birliği, Türkiye’nin 2000 yılında başlatmış olduğu, Fırat ve Dicle bölgesinin kalkınması nın devamlılığı için bölge ülkelerini kapsayan sosyal, ekonomik ve teknik anlamlarda iş birliğini amaçlayan Fırat-Dicle İşbirliği Girişimi ( ETIC) olmuştur (Sağsen, 2011: 67). 

2003 Körfez Savaşı’ndan sonra Türkiye, Irak ile olan ilişkilerinde düzelmeye gitmiştir. Bölgede doğan fırsatlara karşı uzak durmak istemeyen Türkiye, Hem Irak’ın yeni yapılanmasında etkin rol oynamak ve ticaretini geliştirmek, hem de bölgede Kuzey Irak ile ayrı olarak iyi ilişkiler içerisinde olmak istemiştir. 2005 yılında, Irak’la olanekonomik hacmi yüzde 51 arttırarak 2.2 milyar dolara çıkartmış, özellikle sanayi ürünlerindeki artış ile Irak Türkiye’nin en çok ihracat yaptığı 7. Ülke konumuna gelmiştir (Çetinsaya & Özhan, 2009: 142). 

Ancak bu dönemde iki ülke arasında etnik köken tartışması yaşanmıştır. Türkiye bölgede Musul-Kerkük hattında bulunan Türkmenlerin haklarını koruma görevini üstlendiğini açıklamış, herhangi oluşacak bir Kürt Federe Devletinin bölgenin etnik zenginliğini tehdit edeceğini açıklamıştır. Öte yandan, Irak Cumhurbaşkanı Talabani ise Türkiye’nin kendi iç işlerine karışmakla suçlamış, gerekirse uluslararası arenada Türkiye’ye muhalif olan ülkeleri ve grupları destekleyebileceklerini dile getirmiştir (Dilek, 2011: 21). 

2007 yılına kadar devam eden bu süreçte, aracı konumda olan Amerika Birleşik Devletleri’nin de teşvik etmeye çalışmasıyla Türkiye’nin bölgedeki Kürt oluşum ile iletişime geçmesi ve ılımlı bir politika izlenmesi yolundaki desteği sonucu, 2007 yılından sonra Türkiye daha farklı bir politika oluşturmuştur (Dilek, 2011: 21). 

Ticari olarak iki ülke arasında çeşitli anlaşmalar ve iş birlikleri bu dönemde gerçekleşmiştir. Bakıldığında 2001 yılında demiryolları taşımacılığı tekrardan başlamış ve 2003’te geliştirilmesi ile ilgili görüşmeler yapılmış, 2004 yılında iki ülke arasında bankacılık sektörü için anlaşma imzalanmış ve bu anlaşmayla birlikte Türk bankaları bölgede şube açma imkanı tanınmıştır. 2005 yılında da 15 yıl aradan sonra iki ülke arasında uçak seferleri tekrardan başlamıştır (Sağsen, 2011: 68). Arap Baharı sürecine kadar devam eden olumlu ikili ticari ilişkiler, 2011 yılından sonra tekrardan değişikliğe uğramıştır. 

2012 yılında Türkiye’nin Merkezi Irak Yönetimi ile arasında gerginlikler vardır. Bu gerginliklerden ilki, Türkiye’ye sığınan Irak Cumhurbaşkanı yardımcısı Haşimi’nin, dönemin Irak Cumhurbaşkanı Maliki’nin yargılanması için Türkiye’den istenmesidir. İkinci olarak Şii temelli olan Maliki’nin Iran ile yakınlaşarak Suriye’deki Esad rejimini desteklemesi ve Kürdistan Bölgesel Yönetimi ile ayrı olarak Türkiye’nin petrol ticareti yapması gibi sorunlar iki ülke arasında olumsuzluklar doğurmuştur (Balcı, 2013: 122). 

Tüm bunların yanı sıra, Türkiye’nin 2011 yılından sonra Irak ile olan ticareti ve ihracatı yüksek görünmektedir. Ancak Maliki yönetimi ile iyi ilişkiler kurulamamış olması ve yaşanan sorunlar sonucunda ticari gelişmenin nasıl olduğu Kürdistan Bölgesel Yönetimi ile ilgilidir. Türkiye, Maliki yönetiminin dışında, Kürdistan Bölgesel Yönetimi ile iyi ekonomik ilişkiler kurmuş, petrol çalışmaları yürütmüştür. Türk iş adamları bu dönemde ilgisini merkez Irak’tan bu bölgeye kaydırarak birçok ihale almış ve ekonomiyi canlı tutmuştur (Erkmen, 2013: 93). 

Türkiye’nin 2009 yılında başlattığı ‘’Kürt Açılımı’’ ile birlikte Kürdistan Bölgesel Yönetimi ile Türkiye arasındaki ilişkiler gelişmeye başlamıştır. Öncesinde Kerkük’ün statüsü ve PKK terör örgütünün teşkil ettiği sorunlarla gergin bir hava olması, ayrıca Türkiye’nin meclisten tezkere çıkarması sorun oluşturmasına karşın, Kürt Açılımı ile birlikte ilişkiler yeni bir boyut kazanmıştır. İki bölge arasındaki ticari gelişmeler yaşanmıştır. 2010 yılına baktığımızda, Türkiye ve Kuzey Irak arasındaki ticaret 5,2 milyar dolar hacme ulaşmış, 2003-2010 yılları arasında 450 Türk şirketi ve 150.000 Türk çalışan Kuzey Irak’ta var olmuştur (Semin, 2011: 197). 

Türkiye hükümetinin 2009 yılından itibaren bölgeye olan ilgisinin artışı, bölgeye yapılan ziyaretlerden de anlaşılmaktadır. 2009 yılında dönemin Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ve Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan’ın beraberindeki iş adamı heyetleri ile birlikte Kuzey Irak bölgesine ziyarette bulunmaları Türkiye’nin gelecekte bölgeye yapacağı yatırım adımlarının temel taşlarından biridir (Öztürk, 2010: 15). Diplomatik olarak 2011 yılında bölgede konsolosluk açılmış, 

Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Recep Tayip Erdoğan bölgenin lideri Mesut Barzani’yi ziyaret etmiştir. 

Irak hükümeti ile ilişkilerin sıkıntılı olması Türkiye’nin petrol ihtiyacının karşılanmasında, Irak’tan temin edilen petrolün ve petrol boru hatlarının geleceği açısından önemli bir sorun teşkil etmekteydi. Bu açıdan Kuzey Irak petrolleri Türkiye açısından önem arz etmekteydi. Kuzey Irak petrollerinin işletimi Kürt yönetiminde olunca, Türkiye ikili anlaşmalarla Irak’tan olan petrol ithalatı ve boru hattı projelerini bu bölgede yoğunlaştırmak için adım attı. 2010 yılında, Kuzey Irak petrollerinin taşınmasında tek yol olan Kerkük-Yumurtalık petrol boru hattı için anlaşma imzalandı (Çelik, 2012: 124). Türkiye bölgenin petrol ihracatı ve ithalatı için muhatap olarak Irak hükümetinden ziyade Kuzey Irak bölge hükümetini alarak, Irak politikasında önemli bir değişikliğe imza attı. 2011 yılında Exxon Mobil Kuzey Irak Bölgesel Yönetimi ile bir anlaşma imzalamıştı. 

Bu anlaşmanın önemi, Merkez Irak yönetiminin Kuzey Irak petrolleri konusunda muhatap alınmaması ve muhatap olarak artık uluslararası arenada da Kuzey Irak Bölgesel Yönetimi alınmasıydı. Bu anlaşma doğrultusunda, Kuzey Irak ve Türkiye arasında yeni bir boru hattı inşa edilmesini kapsamaktaydı ve bu durum Türkiye’nin resmi enerji şirketlerinin de Kuzey Irak’a girmesini sağlamaktaydı. (Üstün, 2013: 2). 

Türkiye ve Irak Arasında Petrol Bağlamında İşbirlikleri ve Anlaşmazlıklar 

Türkiye ve Irak’ın petrol bağlamında işbirlikleri ve yaşadığı sorunlar, bahsetmiş olduğumuz iki ülke ilişkileri ve sorunları ile doğru orantılıdır. İki ülke arasında yapılan en önemli iş birliği olarak Kerkük-Yumurtalık petrol boru hattı görülebilir. 

Tarihsel olarak 1970’li yıllara dayanan bu petrol boru hattı, 1973 yılında imzalanan Kerkük-Ceyhan Petrol Boru Hattı Anlaşması ile hayata geçmiş, 1977 yılında ilk hat devreye girmişti (Dilek, 2011: 24). 1987 yılında ikinci hattın da devreye girmesiyle 80 milyon ton petrol taşıma kapasitesine ulaştı (İnan, 2013: 72). Ancak daha önce de belirttiğimiz gibi, 

1.Körfez Savaşı ile Irak’a karşı ambargo uygulanmış, bu ambargo ile petrol boru hatları Birleşmiş Milletler kararınca kullanım dışı bırakılmıştı. 

Bu durum hem Türkiye hem de Irak için ayrı ayrı sorun teşkil etmekteydi. Her iki ülke de yapmış olduğu yatırımların karşılığını tam olarak alamamış ve projeden 
zarar eden konumuna gelmişti. 1996 yılında tekrardan hattın BM kararıyla petrol-gıda kapsamında açılmasıyla birlikte sınırlı miktarda petrol taşıması gerçekleşmeye başlamıştı. Burada Türkiye’nin de aktif olarak BM üzerindeki baskısının da etkisi vardı. Ancak 2003 yılında ABD askeri müdahalesi ve sonrasında da petrol hattına yapılan sabotaj terörist ataklarıyla bu projeden iki ülke de tam olarak verim alamadı (Etheredge, 2011: 40). 2007 yılında elde edilen verilere göre, 80 milyon ton taşıma kapasitesi olan boru hattından sadece 40 milyon ton elde edilebiliyordu (Zedalis, 2009: 15). 2010 yılında Türkiye ve Irak arasındaki boru hattı anlaşmasının süresi doldu ve anlaşma yeniden revize edildi. Yeni anlaşmaya göre, Türkiye ve Irak arasındaki boru hattınınpetrol nakliyatı 15 yıllığına Türkiye’ye verilmiş ve varil başına düşen ödenecek tutar, yıl bazında ilerleme oldukça düşecektir (İnan, 2013: 81). 

Bunun yanında, 2004 yılında Irak Türk şirketlerine petrol projelerinde pay vermeye karar vermiş, Türkiye ve Irak, güney Irak’taki Gharraf bölgesindeki petrol alanlarında ortak petrol üretimi konusunda müzakerelere başlanmıştır (Sağsen, 2011: 67). Bu müzakereler sonucunda da, petrol alanlarını geliştirme projelerinde yapılan sözleşmeler, Türk ve Kanada şirketlerine verilmiştir. 

İkinci önemli durum ise, Türkiye’nin 2010 yılından sonra Kuzey Irak yönetimi ile petrol işbirliği içerisine girerek, bu durumdan Irak bölge yönetimini dışarda bırakmasıydı. Bu durum Exxon Mobile’ın Kuzey Irak ile anlaşma yapmasıyla yolu açılmış, Merkez Irak yönetimi tarafından da Kerkük petrollerinden soyutlanma sebebi olarak görülmüştü. 

Türk firmalarının Kuzey Irak bölgesindeki petrol ihalelerine girmeleri ve hisse almalarıyla bölgede etkin bir iş alanı oluşturuldu. Genel Enerji, Petoil, Doğan Holding gibi şirketler, bölgedeki petrol alanlarında ciddi hisse alımları gerçekleştirdi (Çelik, 2012: 125). Tüm bu iş alanlarının oluşması ve Türkiye ile Kuzey Irak’ın ikili ilişkilerinin de genişlemesi Irak hükümetini rahatsız etti. 

    Zaten Haşimi konusundan dolayı gergin olan ilişkiler, ekonomik anlamda da Merkez Irak yönetiminin Türkiye hükümetine karşı tavır almasına sebep oldu. Irak hükümeti, Kuzey Irak dışında faaliyet gösteren Türk firmalarına karşı sorunlar çıkararak bölgeden uzaklaştırma çabası içerisine girmeye başladı. Özellikle petrol alanlarında yaşanan bu olaylara örnek olarak görünen en sert tepki, 2012 yılında, 25 milyar dolarla dört projede ortaklığı bulunan Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı’nın (TPAO) Irak’ın güneyindeki petrol sahaların-
da petrol arama kontratını iptal etmesiyle gerçekleşmiştir (Balcı, 2013:126). 

Bunun yanında, 2012 yılında dönemin Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun Kerkük ziyareti, Bağdat ile Ankara arasında kötü bir diyaloğa neden olmuştur. Bağdat ve Kuzey Irak Bölgesel Yönetimi arasında Kerkük’ün statüsü konusunda tartışmalar vardır. Etnik olarak Kerkük’ün yapısının temel alınan bu tartışmaların ana odağı, Kerkük’ün sahip olduğu zengin petrol yatakları ile ilgilidir. 

Ahmet Davutoğlu ziyareti, Bağdat tarafından Kerkük’ün statüsü konusunda Türkiye’nin Barzani’nin Kerkük’te kabine toplantısı yaptığı dönemde gerçekleşmesiyle tartışmalarda Kuzey Irak tarafında yer alması olarak algılanarak Bağdat tarafından Türkiye’ye nota verilmesine sebep olmuştur (Balcı, 2013:126). Bu doğrultuda, iki ülke ilişkilerinin, siyasal anlaşmazlıklarla beraber kırılması ve olumsuz ilerlemesine neden olmuş, petrol işbirliğini de zedelemiştir. 

SONUÇ 

1991 yılında 1.Körfez Savaşı, Irak’ın bugün yaşadığı kaotik ortamın başlangıcı olarak görülmektedir (Duman, 2008:65). Saddam Hüseyin rejiminin ilk yarayı alması ve Birleşmiş Milletler ambargosu ile karşılaşmasıyla birlikte Irak, bölgede var olan gücünün kırılımına adım atmıştır. İkinci körfez Savaşı’ndan sonra da yaşanan rejim değişikliği ile birlikte bölgede beklenen demokrasi dönüşümü gerçekleşmemiş, iç çatışma ortamı doğmuştur. Savaşlarla beraber kırılan ekonomik yapı ve ülkenin fakirleşmesi, toplumun sisteme karşı duruşunu artırarak milliyetçilik unsurlarını körüklemiştir. Bu doğrultuda günümüzde, bölgede Şii-Sünni çatışmasının yaşanması kaçınılmaz olmuş, ayrıca Kürt-
Türkmen-Arap çatışmalarını da alevlenmiştir. Ekonomik anlamda da, bu çatışmalar ülkenin en önemli gelir kaynağı olan petrol tesislerinin güvenliğini tehlikeye atmış ve güvenilirliğini sarsmıştır. Aynı zamanda uygulanan terör eylemleri ve sabotajlarla birlikte tesisler zarar görerek üretimin devamlılığına sorun teşkil etmiştir. Türkiye ise Irak ile olan komşuluğuyla, Irak’a olan ticaretini arttırmaya çalışmıştır. Petrol anlamında aktif bir politika izlese de, Körfez Savaşlarında ABD’ye verilen destek ve diğer siyasi unsurlarla Bağdat ile ikili ilişkilerin sorunlu olmasına sebep olmuştur. 2010’da ise Kuzey Irak bölgesinin yönetimi alternatif olarak görülerek, Irak ile olan ticari hacmi bu alanda genişletme yoluna gidilmiştir. Petrol politikalarında da yeni değişiklikler olmuş, stratejik olarak petrol ekopolitiği de bu alana kaydırılmıştır. 

Ortadoğu bölgesinin sürekli karmaşa ve çatışma doğası uluslararası petrol ticaretini de etkilemektedir. Bu durum da, bölgeye komşu ülke olan Türkiye’yi de yakından ilgilendirmektedir. Her şeyden önce Türkiye, enerji koridoru olarak görülmektedir. Sahip olduğu stratejik konumu ile birlikte, bölgenin petrol yollarının güvenliği Türkiye’yi de çok yakından ilgilendirmektedir. 

Bu dönemde bölgede var olan IŞİD tehdidi, bölgenin enerji yollarının da güvenliği üstündeki en büyük tehdittir. IŞİD’ın geçtiği yollardaki petrol tesislerini ele geçirerek kazanç sağlaması, bazı petrol tesislerine sabotaj düzenlemesi, Türkiye üzerinden geçen petrol yollarını ve Türkiye’nin yakından ilgilendiği Kerkük petrollerini de tehlike altına sokmaktadır. 

 KAYNAKÇA 

Aydın, Mustafa vd. (2007). Riskler ve Fırsatlar Kavşağında Irak’ın Geleceği ve Türkiye. TEPAV Ortadoğu Çalışmaları, 2. 

Bakırtaş, İbrahim ve Haydaroğlu, Ceyhun (2007). Ortadoğu Petrollerinin Politik Ekonomisi. 38.Uluslararası Asya ve 
Kuzey Afrika Çalışmaları Kongresi, ICANAS 38, C: 1. 

Balcı, Ali (2013). Türkiye’nin Irak Politikası 2012: İki Irak Hikayesi (Burhanettin Duran, Kemal İnat ve Ufuk Ulutaş 
(ed.)), Türk Dış Politikası Yıllığı 2012, Ankara: Seta Yayınları. 

Bayraç, Naci (2009). Küresel Enerji Politikaları ve Türkiye: Petrol ve Doğal Gaz Kaynakları Açısından Bir Karşılaştırma. 
Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 10/1, 115-142. 

Çelik, Ersin (2012). ABD’nin Irak’tan Çekilmesi Sonrası Ülkenin Hidrokarbon Yakıtları Üzerine Enerji-Politik Hamleler. 
Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi. Ankara, Atılım Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü. 

Çetinsaya, Gökhan ve Özhan, Taha (2009). İşgalin 6.yılında Irak. Ankara: Seta Yayınları. 

Dilek, Bahadır Selim (2011). Irak Politikasında Kritik Değişim. 21.Yüzyıl Dergisi, 29, 19-29. 

Duman, M. Zeki (2008). Irak Savaşı Sonrası Dönemde Global Siyasette Değişen/Dönüşen Stratejik Parametreler. 
Pamukkale Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 1, 65-74. 

Erkmen, Serhat (2013). 2013’te Türkiye Irak İlişkileri İçin Beklentiler ve Olasılıklar. Ortadoğu Analiz, 5/49, 91-97. 

Etheredge, Laura S. (2011). Iraq: Region in Transition. New York: Britannica Educational Publishing. 

Gause, F.Gregory (2009). Iraq and The Gulf War: Decision-Making in Baghdad. University of Vermont. 

Global Enerji (2013). ‘’Yerli Petrolle 35 Milyar Dolar Cepte Kaldı’’. 
http://www.globalenerji.com.tr/dergide-bu-sayi/2013/12/12/yerli-petrolle-35-milyar-dolar-cepte-kaldi adresinden erişildi. 

Gritzner, Charles F. (2003). World Modern Nations: Iraq. Philedelphia: Chelsea House Publishers. 

Gürbüz, Vedat (2003). Petrol, Petrol Politikaları ve Orta Doğu: Global Politikaların Bölgesel Yansımaları ve Irak Savaşı. 
Avrasya Dosyası, 9/1, 133-168. 

Ham Petrol ve Doğal Gaz Sektor Raporu (2014). İstanbul: Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı. 

İnan, Aybüke (2013). Kerkük-Yumurtalık Petrol Boru Hattı ve Türkiye-Irak İlişkileri (1973-2011). Ortadoğu Analiz, 5/56, 68-75. 

İzol, Ramazan ve Zenginoğlu, Samet (2014). 11 Eylül ve Sonrası: Terörizm, Petrol ve Nükleer Tehdit Ekseninde Ortadoğu. 
Hitit Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 7/2, 423-439. 

Öztürk, Mehmet (2010). Türkiye’nin Kuzey Irak Politikasına Teorik Bir Bakış. Akademik Bakış Dergisi, 19, 1-21. 

Sağsen, İlhan (2011). Sektörler Bazında Türkiye Irak İlişkileri ve Su. Ortadoğu Analiz, 3/36, 60-72. 

Selvi, Aynur (2009). Soğuk Savaş Sorası Dönemde Orta Asya ve Ortadoğu Petrollerinin Uluslararası Politikadaki Yeri ve Önemi. 
Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi. Ankara, Atılım Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü. 

Semin, Ali (2011). Türkiye’nin Irak Politikası Işığında Kuzey Irak Açılımı. Bilgi Strateji Dergisi, 3/5, 179-205. 

Üstün, Nazlı (2013). Türkiye-Kuzey Irak İlişkileri ve Ekonomik Yansımaları. KTO Etüt-Araştırma Merkezi. 

Zedalis, Rex J. (2009). The Legal Dimensions of OilandGas in Iraq. Cambridge: Cambridge University Press.


***

KÖRFEZ SAVAŞI SONRASINDA PETROL POLİTİKALARI BAĞLAMINDA TÜRKİYE-IRAK İLİŞKİLERİ BÖLÜM 1

KÖRFEZ SAVAŞI SONRASINDA PETROL POLİTİKALARI BAĞLAMINDA TÜRKİYE-IRAK İLİŞKİLERİ. BÖLÜM 1


Number: 47 , p. 531-540, Summer I 2016 
Yayın Süreci 
Yayın Geliş Tarihi / Article Arrival Date - Yayınlanma Tarihi / The Published Date 
26.04.2016 
30.06.2016 
Araştırmacı Muhammed TOZLU 
Kocaeli Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü 




Özet 

Çalışma, Körfez Savaşı sonrası Türkiye-Irak ilişkilerinin petrol politikaları doğrultusunda irdeleme amacı taşımaktadır. Çalışma özellikle iki ülkenin petrol 
stratejileri doğrultusunda oluşturdukları politikalar ve anlaşmazlıklar üzerinde durmuştur. 

Ortadoğu coğrafyası, tarihin her döneminde toplumlar ve devletler için hem siyasi hem de ekonomik olarak önem arz etmiştir. Türkiye de bölge üzerinde Soğuk Savaş sonrası dönemde etkinliğini arttırmak için birçok çalışma yürütmüş ve her bölge ülkesi için dış politika unsurlarını aktif kullanan bir ülke konumun dadır. 
Bölgenin hem coğrafi olarak Türkiye’ye olan yakınlığı, hem de tarihsel olarak bağları olması sebebiyle, bölge ülkeleri üstünde etki kurabileceğini düşünerek girişimlerde bulunmuştur. 

Çalışma içerisinde Türkiye’nin Ortadoğu üzerindeki bölgesel anlamda petrol ve enerji politikaları doğrultusunda Körfez Savaşı sonrası Irak’a yaklaşımı ve dış politika unsurlarına değinilmiştir. Bunun yanında, Irak, yaşadığı karışıklıklar ve sahip olduğu yeraltı kaynakları ile bölgenin en önemli ülkelerinden biridir. Ancak yaşadığı savaşlar ve iç karışıklıklar ülke politikası açısından sorun oluşturmakta ve gelişimi engellemektedir. Çalışma içerisinde ayrıca Irak’ın Körfez Savaşı sonrası Türkiye’ye bakışı ve dış politikasının Türkiye doğrultusundaki yaklaşımlarına da değinilmiştir. Bu bağlamda, Körfez Savaşı sonrası iki ülke ilişkileri bazen olumlu, bazen olumsuz çizgide ilerlemiştir. 

Çalışma ilk olarak Ortadoğu petrol stratejileri üzerine genel bir değerlendirme yapılmış, sonrasında da petrol stratejileri doğrultusunda Türkiye-Irak ilişkilerine yoğunlaşmıştır. 

Ülke ilişkileri doğrultusunda petrol ilişkilerinin boyutu ve ticari hacminin dış politikalar sonucu yaşadığı değişimler de tarihsel düzlemde örneklendirilmiştir. 

Giriş 

Tarihsel süreç içerisinde insanlığın büyük uygarlıklarının ve ilk devletlerin Orta-doğu ve çevresinde var olması, bölgenin her zaman ve her an canlı kalmasını sağlamıştır. 
Tarihsel açının yanında, bölgenin sahip olduğu yer altı ve yer üstü değerleri, 20.yy ve 21.yy’da da Ortadoğu’nun dünya devletleri tarafından ilgi odağında kalması ve değerli görülmesine sebep olmuştur. Bakıldığında birçok unsur Ortadoğu’nun önemliliğini sağlamaktadır. Bir kere bölge, büyük dinlerin merkezi ve dinlerin kutsadığı toprakları bulundurmasıyla önem arz etmektedir. Ayrıca ticari olarak Arap dünyası bir pazar ve karlı görünmektedir. 

Tüm bunların yanı sıra, Ortadoğu’nun en önemli değeri sahip olduğu yer altı kaynaklarıdır. Özellikle petrol kaynaklarının zenginliği ve dünya pazarına tedarikçiliği sebebiyle bölgenin, dünyanın tüm büyük güçleri tarafından önem değeri yüksektir. Bu sebeple, yüzyıllardır dünya güçleri bölgede etki alanı oluşturmak, bölgeye hakim olmak ve bölge için yapılan rekabette bir adım daha öne geçebilmek için çeşitli ekonomik stratejiler ve politikalarla, bölgenin devletlerini ve halklarını da etki altına almaya çalışmaktadırlar. 

Ortadoğu 20.yy’da güç dengesinin olmadığı ve sürekli çatışma ortamının doğduğu bir bölge konumundaydı. Özellikle Soğuk Savaş döneminde, çift kutuplu dünyanın güçleri olan Sovyetler Birliği ve Amerika Birleşik 
Devletleri’nin rekabet ortamında, Ortadoğu sahip olduğu yeraltı kaynakları sebebiyle iki ülkenin rekabet alanı konumuna gelmişti. Bu rekabet ortamında, iki ülkenin etkisiyle bölge halkları devamlı olarak iç karışıklık, darbe ve devrimler, iç savaşlara tanık olmak zorunda kaldı. Özellikle 1970 sonrasında bölge ülkelerinin büyük bir kısmı, demokratik bir yönetim anlayışından daha çok diktatör ve hanedan yönetimlerine geçiş yapmaktaydı. Bu durum da ülkelerin sürekli çatışma alanı olmasına sebebiyet vermekteydi. 90’lı yıllarda Soğuk 

Savaş’ın sona ermesiyle birlikte oluşan güç boşluğu, Ortadoğu’da farklı ülkelerin güç kazanması ve Rusya’nın eski etkisini tekrardan oluşturmaya başlamasıyla değişiklik kazandı. Bölgede var olan İran, Irak ve Mısır gibi ülkeler, sahip oldukları askeri ve ekonomik güç ile birlikte bölgeye tesir etmekteydi. 

Bunun yanında, toparlanma aşamasındaki 

Rusya’da bölgede etkili olmak istemesi sebebiyle hareket halindeydi. Nitekim bu hareket, 2000’li yıllardan itibaren çok daha net hale gelmiştir. Ayrıca ABD, petrol kaynakları nedeniyle bölgeye en çok ilgi duyan ülke konumundaydı ve bölge petrolüne ve ekonomisine hakim ülke olmak niyetindeydi. Tüm bunlarla beraber, Çin, Türkiye gibi diğer ülkelerinde bölgeye etki etme çabası sonucu, bölgedeki çıkar çatışması devam etmiş, günümüzde ise çok kutuplu bir çatışma ortamı hali almıştır. Ayrıca bölgede mezhep çatışmaları ve milliyetçi çatışmalar etkisini arttırmıştır. Tüm bunların temelinde ise yine görünenden farklı olarak ekonomik kaygılar ve güç savaşı vardır. Örnek verecek olursak, 1990-91 yıllarında 
gerçekleşen Körfez Savaşı, Vietnam Harekatı’ndan sonraki en büyük Amerikan askeri müdahalesiydi (Gaus, 2009: 1). Körfez Savaşının temelinde yatan neden olarak Petrol Pazarının hakimiyetinin ya da büyük bir kısmının tek bir ülke olarak Irak’ın eline geçmesine karşı olarak dünya güçlerinin dur demesiydi. 

Türkiye, bölge sahip olduğu bölge ülkeleriyle tarihsel bağlarını ve coğrafi yakınlığını kullanarak bölgede söz sahibi olan ülkelerden biri olmak için girişimlerde bulunmaktadır. Bu girişimlerin temelinde, hem Türkiye’nin ekonomik ve ticari olarak bölgede etkinlik kazanmaya çalışması hem de bölgedeki petrol zengini ülkelerle yapılacak iş birlikleri ile petrol aktarımının yeni yollarla Türkiye üzerinden sağlanması amaçlanmıştır. Ayrıca askeri olarak bölgede var olan PKK tehdidi de Türkiye’nin stratejik olarak mücadele verdiği bir alan haline gelmiştir. 

Irak ise 90’lı yıllarda karmaşa içerisinde görülmektedir. Saddam Hüseyin döneminde ABD ile olan savaşlar ve rejim yıkılması sonrasında ortaya çıkan iç savaşlar, mezhep savaşları ve IŞİD tehdidin gün yüzüne çıkmasıyla günümüze kadar olan süreçte sürekli bir karışıklık hali içerisindedir. 

Bu makalede, Türkiye ve Irak’ın petrol açısından durumu ve ticareti, 1.Körfez Savaşı Sonrası iki ülke ilişkilerinin günümüze kadar genel bir değerlendirmesi, iki ülke arasında yapılan petrol bağlamında anlaşmalar ve yaşanılan anlaşmazlıklar incelenmiştir. İlk olarak, Ortadoğu Bölgesi’ndeki petrolün önemi doğrultusunda genel bir değerlendirme yapılmıştır. 

Ortadoğu ve Petrol Stratejiği 

Endüstrileşme ve kentleşmenin artması, sanayinin gelişmesiyle birlikte, ekonomisi güçlü devletlerin 19.yy itibariyle gelişen teknoloji ile tamamen enerji ve enerji ihtiyacı odaklı üretime dönüşmüştür. Sanayileşmenin geliştiği ABD, Çin, Rusya gibi ülkeler, Orta-doğu’daki zengin petrol kaynaklarından ve enerjiye olan ihtiyaçlarından dolayı, bölgeyi kontrol etmek istemektedirler. 

Petrol üretimi veya kaynakları olmayan dünyanın süper güçleri için petrol ihtiyacının kesintisiz giderilmesi önem arz etmektedir. Ortadoğu ise Dünya petrol üretiminin üçte birini sağlamakta olup, rezervlerin de üçte ikisine sahiptir (İzol & Zenginoğlu, 2014: 431). Bu sebeple Ortadoğu petrolleri küresel güçler için vazgeçilmezdir. Bununla birlikte, petrol ihtiyacının giderilmesi bakımından Arap petrol zengini ülkelerinin kesintisiz petrol sağlaması, petrol yollarının güvenliği, petrolün akışının güvenli olarak sağlanması gibi pek çok unsur küresel güçlerinin her zaman gündeminde olmaktadır. Bölgenin istikrarının da korunması bu açıdan önem arz etmektedir (İzol & Zenginoğlu, 2014: 431). 

Rakamlarla baktığımızda, Ortadoğu bölge olarak dünyanın günümüzde üretilen petrolün %40’ını üretmektedir. Suudi Arabistan’ı da içine alan İran Körfezi dünya petrol rezervlerinin %63’ünü elinde tutmaktadır. (İzol & Zenginoğlu, 2014: 431). 

Bunun yanında Körfez’de üretilen petrol, dünyada üretilen en ucuz petrol konumundadır. Körfezde Petrol’ün varili 1 Dolar’a mal edilirken, Amerika’da üretilen petrol varili 4-6 Dolar’ı görmektedir (Gürbüz, 2013: 135). Bu sebeple, bölgenin petrol üretimi konusunda da diğer kaynakları olan bölge ve ülkelere göre daha ucuza ürettiğini söylemek yanlış olmaz. 

Amerika Birleşik Devletleri, enerji politikaları açısından da Ortadoğu’ya en çok ilgili ülkelerden biridir. Bunda ABD’nin petrol ihtiyacını çok yüksek oranda ithalatla karşılaması en önemli etkendir. Bu sebeple, bölge ülkeleri üzerinde de ABD tesir etmekte ve tesirini bölge üstünde arttırmak istemektedir. ABD’nin endüstriyel ekonomisinin petrol ihtiyacına bakıldığında, üretilen dünya petrollerinin %25’ini tüketmekte olup, ithal ettiği petrol yıllık ihtiyacı olan 90 milyon varil petrolün %60’ına yakındır (Bayraç, 2009: 121.) 

Genel olarak bakıldığında, Soğuk Savaş esnasında Ortadoğu’nun üzerindeki temel politikaların büyük bir kısmı halen devam etmektedir. Sadece o dönemde var olan, Komünizm tehdidi ortadan kaldırılmıştır. Günümüzde ise bölge üzerinde sadece bilinen aktörler olan ABD, Rusya ve Avrupa ülkeleri değil, yükselen güç olarak kabul edilen Çin ve Pasifik ülkelerinin de önemlilik seviyesi içerisindedir. Burada temel olan hegemonik düzenin korunmasından ziyade, petrol politikaları çerçevesinde üretimin ve talebin karşılanmasının devam ettirilmesi vardır. Aynı zamanda bölgede oluşacak herhangi bir siyasal ve petrol ekonomisini olumsuz etkileyecek bir durumla karşılaşılması esnasında büyük güçler, insani müdahale ve demokrasinin yaygınlaştırılması kisvesi altında müdahale etmektedir (Bakırtaş & Haydaroğlu, 2007: 287). 

Ayrıca yine aynı göstermelik nedenlerin altında yapılan askeri ve siyasal müdahaleler bölgedeki rekabet ortamında güç kazanmak amacıyla da yapılmaktadır. 

Bakıldığında Ortadoğu ülkelerinin, var olan petrol kaynakları doğrultusunda ekonomiye yön veren dünyanın söz sahibi ülkeleri olması gerekirken, bu ülkelerin uluslararası rekabet politikaları yüzünden ayakta duramaması, bölgede gerçekleşen savaşlar, bölge ülkelerinin kendi aralarında yaşadığı siyasal ve mezhepsel çatışmaların yoğun yaşaması, bölge ülkelerinin güvenlik stratejileri doğrultusunda yanlış kararlar alması, radikal İslam’ın oluşturduğu köktencilik ve terörü besleyen kaynakların barındırılması ile birlikte bölgenin terör örgütleri tarafından yoğun etki alanında olması gibi nedenlerle ülkelerin siyasi çarkları düzgün işlememektedir (Bakırtaş ve Haydaroğlu, 2007: 295). Tüm bunlarla beraber, Ortadoğu üzerindeki petrol stratejiği genel olarak dünyanın güçlü ülkelerinin istediği doğrultuda ve rekabet ortamında ilerlemektedir. 

Türkiye ve Irak’ta Petrol 

Türkiye coğrafi konumu itibariyle Avrupa, Asya, Ortadoğu ve Afrika’ya olan yakınlığı doğrultusunda geçiş bölgesi olarak kabul edilmektedir. Dolayısıyla Türkiye’nin petrolle ilgisi de bu yöndedir. Öncelikle Türkiye’nin sahip olduğu petrol kaynaklarına bakıldığında, Türkiye’nin 1 milyar 30 milyon ton petrol rezervi olduğu düşünülmektedir. Ancak bu petrolün, 183,5 milyon tonluk bölümü üretilebilir seviyede olduğu kabul edilmektedir. Rezervlerinde yüzde 76’sı tüketilmiştir. Tüm bunlar doğrultusunda, Türkiye’nin günlük petrol üretimi,2,4 milyon ton üretim ile 45 bin varildir (Global Enerji, 2013). 

Bunun yanında, Türkiye kendi ihtiyacını karşılayacak kadar petrol üretimi yapamamaktadır. Türkiye’nin petrol ithalatı busebeple yüksektir. Türkiye’nin petrolde dışa bağımlılığı %90 oranında görülmektedir (Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı, 2014: 27). Ancak Türkiye geçiş yolu olması sebebiyle birçok boru hattı projesi içerisinde yer almaktadır. Bu projelerin önemi, Türkiye’nin Avrupa’ya petrol geçişlerinde kendi üzerinden geçiş sağlayarak hem petrolün ulaşacağı mesafeyi kısaltmak, hem de petrol yollarının güvenli bir alandan geçmesi açısından önemlidir. Bu açıdan Türkiye, Irak ile Irak-Türkiye Ham Petrol Boru Hattı projesi içindedir. Bunun yanında, Bakü-Tiflis-Ceyhan Ham Petrol 
Boru Hattı, Azerbaycan petrolünün Ceyhan’a kadar ulaşıp, oradan dağıtılması amacıyla gerçekleştirilmiş olup, 2013 yılında yaklaşık 685,000 v/g’lük Azeri ve Türkmen petrolü Ceyhan’a ulaşmış ve buradan da dünya pazarına ulaştırılmıştır (Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı, 2014: 42). 

Türkiye’nin enerji projeleri sadece petrolle sınırlı olmayıp, doğal gaz projeleri de vardır. Yani Türkiye coğrafi konumunu en iyi şekilde kullanmak istemektedir. 
Diğer ülkelere oranla, Türkiye’nin sınırları içerisindeki boru hatlarının güvenliği nin sağlanıyor olması ve petrol veya doğalgazın dünya pazarına daha kısa yoldan ulaşıyor olması da alıcı taraf için kolaylık sağlamaktadır. Ancak bölgede Türkiye dışında birçok ülkenin de yeni projeler veya gerçekleşmiş projeler için de olması, rekabet ortamını oluşturmaktadır. 

Irak ekonomisi tarihsel olarak bir dönüşüm ve gelişim içerisinde görülmüştür. 1950’li yıllara kadar, diğer Ortadoğu ülkeleri gibi Irak’ın da ekonomisi tarıma dayalı bir ekonomiydi. Ancak, 1958 yılındaki devrimden sonra, 1980’li yıllara gelindiğinde Irak ekonomisi Arap dünyasının Suudi Arabistan’dan sonraki en büyük ikinci ekonomisi konumuna gelmiş, ekonominin temeli ise petrole dayalı olmuştur (Etheredge, 2011: 32). Ancak Iran-Irak Savaşı, Irak’ın Kuveyt’i işgali sonrası ABD müdahalesi ve yaşanan ambargolar, ülkenin ekonomisinin ve Gayri Safi Milli Hasılası’nda düşüşe götürmüştür. 

Irak potansiyel olarak bulunduğu coğrafyanın gelişmesi en kolay ülkelerden biri olarak görülebilir. Çünkü sahip olduğu petrol kaynakları ve aynı zamanda bölge ülkelerine göre daha fazla su kaynakları olması gibi unsurlar, ülke ekonomisinin gelişebilme ihtimalini arttırmaktadır. Ancak yaşanan savaşlar ve rejim değişikliği doğrultusunda ortaya çıkan iç karışıklıklar, bu potansiyelin ortaya çıkmasına engel olmuştur. Irak’ın sahip olduğu petrol kaynakları iki bölgede yoğunlaşmakta dır. Bunlar, Musul-Kerkük Bölgesi ve Basra Körfezi tarafındaki bölgelerdir (Gritzner, 2003: 70). 

Irak Petrolleri, savaş ortamının doğuşuna kadar olan süreçte hedeflenen boyuta ulaşmış olsa da, Saddam Hüseyin döneminde devlet kontrolü altına alınması ve ABD’nin müdahalesiyle yaşanan Körfez Savaşları sonrasında Irak ekonomisi ciddi yara almıştır. 

Savaşın ve iç karışıklıkların getirdiği sancılı süreçte, boru hatları, petrol kuyuları ve rafineriler zarar görmüş, sabotaj saldırılarıyla karşı karşıya kalmıştır (Aydın, 2007: 63). Bu sebeple de petrol üretimi ve ihracatından istenen seviyeye gelinememiştir. 

Rakamlarla bakılacak olursa, 115 milyar varil kanıtlanmış petrol rezervine sahip Irak’ın ihraç gelirlerini %80 petrol oluşturmakta olup, bu rakam 1970’lerin sonlarında 3.5 milyon varil civarındayken, 2003 ABD müdahalesi sonrasında 400 bin-500 bin varile kadar düşmüştür (Selvi, 2009: 92). Zaten bu dönemden sonraki süreçte de, ülkede sağlanamayan istikrarın etkisiyle petrol gelirleri ihracatın büyük bir kısmını kapsamasına rağmen geçmişe göre düşük bir seviyede kalmıştır. 

Irak petrol ihracatı kapsamında dahil olduğu petrol boru hattı projeleri vardır. Bu projelerden Türkiye-Irak Petrol Boru Hattı hayata geçirilmiş projelerden biridir. Bunun dışında Irak, tarihsel olarak birçok petrol boru hattı projesine dahil olmuş ve gerçekleştirmiştir. 1977 yılında, Ceyhan’a Türkiye ile boru hattı inşa edilmiş, öncesinde Suriye ile birlikte inşa edilen boru hattıyla ile birlikte birleştirilmiştir (Etheredg, 2011: 39). Öncesinde, 1934 yılında İsrail’e Hayfa’ya bir boru hattı yapılmıştır. 1948’e kadar işleyen bu boru hattı, Filistin ile İsrail arasında savaşın patlak vermesiyle Irak tarafından sonlandırılmıştır (Zedalis, 2009: 13). Bunun yanında, Irak-Suriye-Lübnan (ISL) boru hattı, yapıldığı andan itibaren en yoğun kullanılan hat olmuştur. Ancak 1980 yılında gerçekleşen Irak-İran Savaşı ile birlikte, bu hattın kullanımında yeni sıkıntılar doğmuştur (Zedalis, 2009: 14). 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun Kerkük Ziyareti Üzerinden Türkmen Stratejileri.,

Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun Kerkük Ziyareti Üzerinden Türkmen Stratejileri.,



Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, 1 Ağustos 2012’de Suriye’nin kuzeyinde yaşanan olayları görüşmek üzere önce Erbil’e gitmiş ve Bölgesel Kürt Yönetimi’nin lideri Mesut Barzani ile uzun bir görüşme yapmıştır. Aynı gün Erbil Türkmenlerinin iftar yemeğine katılmış ve ardından ertesi gün sürpriz bir şekilde Kerkük’ü ziyaret etmiştir. 

Davutoğlu’nun, 1976’daki dönemin Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil’in ziyaretinin ardından Türk yetkililer tarafından yapılan ilk ziyaret olma özelliğini taşımasının yanında son derece kritik bir dönemde yapılmış olması da önemini arttırmaktadır. Diğer taraftan Ahmet Davutoğlu da 7 Ağustos 2012’de Irak Türkmen Cephesi’nden üst düzey bir heyeti ağırlamış ve iftar yemeği vermiştir. Kısa süre içerisindeki karşılıklı bu ziyaretler Türkmen stratejilerini de ön plana çıkarmaktadır. 


Bu yazı da son dönemki gelişmeleri Türkmenler üzerinden değerlendirmeyi ve Türkmen stratejilerini ortaya koymayı amaçlamaktadır.

Buradan hareketle öncelikle Ahmet Davutoğlu’nun Kerkük ziyaretinin detaylarına değinmenin faydası bulunmaktadır. Ahmet Davutoğlu, Kerkük’te önce vilayet yönetimini ziyaret etmiş ve kısa bir görüşme yapmıştır. Ardından Irak Türkmen Cephesi’ni ziyaret eden Davutoğlu burada Irak Türkmen Cephesi yetkilileri ile bir basın açıklaması yapmış ve Türkmenlerin birlik beraberliğinden bahsederek, Kerkük’e fitne düşürmek isteyenlere kardeşlikle karşı çıkılması gerektiği ifadesiyle önemli bir mesaj vermiştir. 


Ayrıca Davutoğlu Türkmenlere Irak Türkmen Cephesi’ne sahip çıkmaları için çağrıda bulunarak, Türkiye’nin Türkmenlere olan desteğinin geçmişte olduğu gibi bugün de var olduğunu ve gelecekte de devam edeceğini vurgulamıştır. Nitekim Davutoğlu’nun Kerkük ziyaretinde bir siyasi parti olarak sadece Irak Türkmen Cephesi’ni ziyaret etmesi, hem diğer etnik ve dini gruplara hem de Türkmenlere verilen bir mesaj niteliği taşımaktadır. Daha açık bir ifade ile bu ziyaret diğer etnik ve dini gruplara Türkmenlerin Türkiye için ayrıcalıklı bir konuma sahip olduğunun işareti olarak değerlendirilebileceği gibi, Türkmenlere de Irak Türkmen Cephesi vurgusu yapılmış olabilir. 


Davutoğlu’nun, bir kısım Türkmenler tarafından eleştirilse de Irak Türkmen Cephesi dışındaki diğer Türkmen partilerini ziyaret etmemesi, Türkiye’nin Irak Türkmen Cephesi’ne desteğini gösterir niteliktedir.

Öte yandan Davutoğlu’nun bu ziyareti, Irak’taki dengelerin yanı sıra özellikle Kerkük’teki siyasal yapıyı da ortaya çıkarır nitelikte olmuştur. 
Zira Davutoğlu’nun Kerkük ziyaret Türkmenler ve Kürtler tarafından olumlu karşılansa da Kerkük’teki Sünni Araplar tarafından oluşturulan Arap Siyasi Kitlesi tarafından çıkarılan bir bildiriyle eleştirilmiştir. Özellikle Haviceli Arapların yer aldığı bu oluşumun son dönemde Irak Başbakanı Nuri El-Maliki ile yakınlaştığı bilinmektedir. 


Bu doğrultuda Maliki’nin de bu ziyareti ağır bir dille eleştirmesinin ardından Arap Siyasi Kitlesi’nin de bu yönde bir bildiri çıkarması dikkat çekmektedir. 
Bu durum Kerkük’te bir kamplaşma olarak yorumlanmaktadır. Yaklaşık son bir yıllık dönemde Kerkük’te Araplar, Türkmenleri kendilerine karşı Kürtlerle ittifak yapmakla suçlamaktadır. Özellikle Mart 2011’de Hasan Turan’ın Kerkük Vilayet Meclisi Başkanı olarak seçilmesinin ardından Araplar, Kerkük vilayet meclisi boykot etmiş ve Türkmenlere karşı bir duruş sergilemeye başlamıştır. Bilindiği gibi 2003’ten sonra Kürt grupların Kerkük’e yönelik baskısı karşısında Türkmenler ve Araplar ortak bir tavır sergilemiş, özellikle uzun süre Kerkük vilayet yönetimi boykot edilmiştir. Ancak son birkaç yıl içerisinde hem Türkiye’nin Kürt gruplarla geliştirdiği ilişkiler, hem Kürt grupların yaklaşımındaki değişim hem de bir Türkmenlerden bir kısmının pragmatik politika üretme çabası Türkmen-Kürt yakınlaşmasını beraberinde getirmiştir. 


Nitekim 2012 yılı başında Irak Türkmen Cephesi Erbil İl Başkanlığını yeniden açarken, KDP’nin 2011 Aralık ayında yaptığı kurultaya Irak Türkmen Cephesi davet edilmiş ve karşılıklı ilişkiler artmıştır.

Bu noktada önümüzdeki dönemde 2013’te yerel seçimler ve 2014’te de genel seçimlerin yapılması planlanan Irak’ta, Türkmenlerin nasıl bir strateji izleyebileceğine yönelik tartışmalar yavaş yavaş gün yüzüne çıkmaya başlamıştır. Zira özellikle Şii Türkmen partilerinin bir araya gelerek seçim hazırlıkları yapmak üzere bir koalisyon oluşturdukları bilinmektedir. Ancak özellikle genel Türkmen stratejisi konusunda bir muğlak olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Irak’ta yerel ve genel seçimlerin yapısı ve sistemi farklı olması dolayısıyla her seçime özgü stratejilerin hazırlanmasının uygun olduğu düşünülmektedir. Bu yüzden pragmatik ve rasyonel bir siyasetin 
hazırlanması ve Türkmenlerin maksimum çıkarının korunması buradaki ilk hedef olarak karşımıza çıkmaktadır. Türkmen daha önceki seçimlerde farklı seçim stratejileri izleseler de ana eksenin Kürt gruplara karşıtlık olduğunu ifade etmek mümkündür. Ancak burada önemli olan faktörün hedef üzerinde dönemsel değişiklik ve konjonktüre uygun politika stratejilerinin hazırlanması olduğu değerlendirilmektedir. Zira 2010 seçimlerinden sonra Irak’taki siyasetin normalleşmeye başladığı ve etnik/dini siyasetin bir nebze olsun ötesine geçilerek, çıkar odaklı siyasetin takip edildiği söylenebilir. Özellikle bir dönem çatışma noktasına gelen Musul’daki Nuceyfi grubu ile Kürtlerin anlaşması buna verilebilecek en iyi örneklerden biridir. Musul Vilayet Yönetimini elinde bulunduran Nuceyfi grubu, Kürt gruplarla anlaşmaları sonucunda Musul’un Kürtlerin hakimiyetindeki bölgelere de etki edebilmektedir. Burada karşılıklı bir “siyasi ticaret”ten bahsetmek mümkündür.


İşte bu siyasetin artık Türkmenler için de var olması gerektiği düşünülmektedir. Artık siyaset bilimi açısından klasik bir söylem haline gelen “siyasette ne sürekli bir dost ne de düşman vardır” cümlesi Irak için hayat bulmaya başlamıştır. Bu yüzden kazanımları maksimize etmek açısından değer ve önceliklerden ödün vermeden politika çizilmesi oldukça önemlidir. Örneğin Türkmenlerin son dönemde Kerkük’te Kürtler ilişkilerindeki normalleşme dikkat çekmektedir. 

Bu normalleşmenin bir ileri aşamaya taşınıp taşınmayacağı Türkmenlerin Kerkük’teki kaderini belirleyebilir. Öncelikle Türkmenlerin Kerkük için ne istediğinin belirlenmesi, uygulanacak stratejilerin açısından önemlidir. Bu noktada, Kerkük’ün hiçbir bölgeye bağlanmaması, Türkmenlerin vilayet yönetiminden eşit pay alması, gasp edilmiş Türkmen mülk ve arazilerinin 
Türkmenlere geri verilmesi gibi kırmızı çizgiler korunarak yapılacak ittifaklar Türkmenlerin çıkarlarını maksimize edecektir. Bu yüzden Türkmenlerin çıkarlarını en üst seviyede koruyacağı ittifakı hesaplaması yerinde olacaktır. Tarihsel travmaların kalıpları içerisinde kalarak siyaset üretmenin artık Türkmenlere fayda sağlamayacağı düşünülmektedir. Bu yüzden milli değerler korunarak, eğer Türkmenlerin çıkarlarını en üst düzeyde sağlayacaksa, Kürt gruplarla bile ittifak düşünülebilir. 


Burada Türkmen siyasetçilerin Kürt gruplarla müzakere yapmasını “Türkmen milletine ihanet” olarak lanse edecek taraflar olabilir. Ancak burada yapılan milliyetçilik olmayacaktır. Çünkü ama “Türkmen milletinin çıkarlarını en üst seviyeye taşımak”tır. Bu yüzden eğer Kürt gruplarla bile ittifak yapmak Türkmenlere fayda sağlayacaksa, örneğin Kerkük’te yapılacak yerel seçimlerde Kürt gruplarla ittifak yapılabilir. Politika çizerken realiteyi de hesaba katmak gerekmektedir. Bozulan denge içerisinde, bunu haksız bir biçimde zorla gerçekleştirmiş olsalar bile Kerkük’teki Kürt grupların ağırlığı aşikardır. Bu durum Kerkük’te yapılacak olası yerel seçimlerde Kürt gruplarla, temel milli değer ve hassasiyetlerden ödün vermeden, yapılacak ittifak Türkmenlere fayda sağlayabilir. Diğer bir seçenek olarak Araplarla yapılacak ittifakın da Türkmenlere ne getireceği iyi hesap edilmelidir. Örneğin Arapların Kerkük vilayet yönetiminde (il hizmet müdürlükleri dahil) hiçbir ağırlığı yoktur. 

Bu yüzden özellikle çoğu Arapların elinde olan Türkmen arazileri konusunda pazarlığa gidilebilir. Hatta Türkmenler daha stratejik davranarak Kürt ve Arap grupların tamamı olmasa bile, en azından bir kısmıyla ortak bir liste çıkararak hareket edebilir. Böylece Arap ve Kürtlerin gücü kırılırken, Türkmenler bundan fayda sağlayabilir. 
Zira bunun olasılığı düşük olsa bile Irak’taki siyasi çekişme içerisinde özellikle Kürt partiler arasında problemler yaşandığı bilinmektedir. Bölgesel Kürt Yönetimi ve Irak merkezi hükümet çekişmesinde, Barzani’nin çok fazla güçlenmesini istemeyen grupların Maliki ile birlikte hareket ettiği söylenmektedir. Buradan hareketle Türkmenlerin de bunu avantaja dönüştürebileceği söylenebilir. Örneğin, Irak Türkmen Cephesi’nin öncülüğünde Türkmenlerin Irak siyasetindeki istikrarsızlık ve boşluğu değerlendirerek parlamentoda Türkmenler için sağladığı kazanımlar son derece önemlidir.

Sonuç olarak Türkmenlerin hedefinin Türkmen ulusal çıkarlarının en üst seviyede elde edilmesi ve korunmasını sağlamak olduğu düşünülmektedir. Bu hedefe hangi gruplarla işbirliği yaparak elde ediliyorsa o grubun seçilmesi önemlidir. Ancak burada tek taraflı cepheleşmelerin Türkmenlere fayda sağlamayacağını da belirtmek gerekmektedir. Bununla birlikte Kürtlerle olduğu gibi tarihsel sorunların arkasından bakarak hareket edilmesinin de Türkmenlere fayda sağlamayacağı değerlendirilmektedir. Burada ifade edilmek istenen Türkmenlerin tarihlerini ya da milli geçmişini unutması veya göz ardı etmesi değildir. 
Milletler tarihi ve milli bakiyeleri ile ayakta durur ve bunların ilelebet korunması için mücadele ederler. Bunlar akılda tutularak, ilelebet milli kimliğin korunması için, duygusal siyasetin önüne geçilerek, rasyonel ve pragmatik stratejilerin Türkmenleri başarıya ulaştıracağı düşünülmektedir.

http://orsam.org.tr/disisleri-bakani-ahmet-davutoglu-nun-kerkuk-ziyareti-uzerinden-turkmen-stratejileri/


***