30 Nisan 2015 Perşembe

MİLLİ İRADE BİLDİRİSİ VE SES BAYRAĞIMIZ




“MİLLİ İRADE BİLDİRİSİ” VE "SES BAYRAĞIMIZ"  

Serdar Ant

Bugün, Banu Avar’ın Facebook’taki sayfasında şöyle bir paylaşım yayınlandı:
"TÜRK milletindenim diyen insan, her şeyden önce ve mutlaka TÜRKÇE konuşmalıdır." (Mustafa Kemâl ATATÜRK)
Dilimiz ses bayrağımızdır. Dil Bayramımız kutlu olsun.”
Ben bu paylaşımı, 26 Eylül günü, saat 13: 25’te gördüm. O dakikaya kadar 2 360 kişi bu paylaşımı beğenmiş, 37 kişi hakkında yorum yapmış, 2 789 kişi de kendi sayfalarında paylaşmıştı.  
Bu sayısal veriler ne kadar doğrudur bilmiyorum. Ama görülen o ki Banu Avar’ın izleyenleri dilimiz konusunda çok duyarlı…
Peki, Banu Avar?
Bu paylaşımın da yer aldığı Facebook sayfasının ana kapağına bakınca şu üç sözcüğü görüyoruz:
“Milli İrade Bildirisi…”
Bilindiği gibi bu, Banu Avar ve arkadaşlarının başını çektiği yeni bir girişimin adıdır. “Milli İrade Bildirisi” adıyla bir metin yayınladılar ve bu çerçevede de belli bir süredir siyasal olarak örgütlenmeye çalışıyorlar.   
Peki, Türkçe konusunda bu kadar duyarlı olanlar neden “Milli İrade Bildirisi” diyorlar?
“Milli” ve “irade” sözcükleri Türkçe mi?
Bu iki sözcüğün çok güzel iki karşılığı var dilimizde:
“Ulusal” ve “istenç”…
Neden “Ulusal İstenç Bildirisi” değil de “Milli İrade Bildirisi”?
Örneğin “Tamim” yerine “Bildiri” demişsin! Peki, “Milli” yerine “ulusal”, “irade” yerine “istenç” sözcüklerini neden kullanmıyorsun?
“Milli” sözcüğünün çağrıştırdığı diğer anlamın siyasal getirisinden yararlanmak için mi acaba?
Dahası, bu “Milli İrade Bildirisi”nin içeriğine bakıldığında da benzer bir durumla karşılaşıyoruz. Birçok yabancı kökenli ve Arapça sözcük, sözde “ulusal birlik” çağrısı yapan bir bildiriyi süslüyor: ihlal, radde, kültürel, istihbarat, irade, emperyalizm, rapor, gark olmak, müdafaa, tesis etmek, inşa etmek, cenah, fikir teatisi, samimi, meşru müdafaa, aksi takdirde, misak-ı milli, ihtiyaç, imkân, ittifak, ilham…
Bir taraftan ulusal birlik çağrısı yapan, ama baştan sona Arapça sözcüklerle dolu bu tür bildiri yazacaksın, ama öte yandan Atatürk’ün "TÜRK milletindenim diyen insan, her şeyden önce ve mutlaka TÜRKÇE konuşmalıdır" diye hava atacaksın!
Oysa “Milli İrade Bildirisi” adının bile üçte ikisi Arapça… İçerik ise ortada…
Türk milletinden olmak için Türkçe konuşmak gerektiği konusunda laf ebeliği yapmadan önce, insanın kendisinin doğru ve düzgün bir Türkçe konuşmaya çaba göstermesi gerekir.
O atasözümüz ne güzeldir:
Yılan kendi eğrisini görmez, deveye boynun eğri der.

26.9.2013
..

BANU AVAR, ATİLLA İLHAN VE KEMALİZM...


 BANU AVAR, ATİLLA İLHAN VE KEMALİZM...


Ulusalcı ve Kemalist çevreler Atilla İlhan’ın çok beğenirler. Özellikle İlhan’ın “Türk aydını” konusunda yaptığı kimi saptamalar birçok yazıyı süsler, dillerden düşmez.
Son günlerde Banu Avar çevresinde toplanarak yeni bir siyasi oluşum yaratmaya çalışan “Milli İrade Bildirisi” taraftarları arasında da bu Atilla İlhan aşkının en üst düzeyde olduğunu görüyoruz. Özelikle de Banu Avar’ın Atilla İlhan konusundaki tavrı dikkate değer ölçüdedir. “Atilla Abi”nin yeri başkadır!
Kendini topluma “Kemalist” olarak sunan ve 1938’i bir dönüm noktası olarak değerlendiren “Milli İrade Bildirisi” çevresinin bu Atilla İlhan tutkusu, acaba Kemalist ve ulusalcı söylemiyle ne derece bağdaşmaktadır?
Prof. Dr. Çetin Yetkin’in “Atilla İlhan Kemalist Değildi” başlıklı yazısını aşağıda sunuyorum.  Kemalist tutum ve ulusalcılık konusunda mangalda kül bırakmayan Milli İradecilerin ve özelikle de Banu Avar’ın bu konuda ne yorum yapacaklarını ise hiç merak etmiyorum!  Çünkü çoğunun “Kemalistliği” Atilla İlhan’ınki kadar bile değil ne yazık ki…      
Serdar Ant
  

ATTİLA İLHAN KEMALİST DEĞİLDİ!  / Prof. Dr. Çetin YETKİN -

Attila İlhan’ın ölümü üzerine hemen herkes onun nasıl ve ne büyük bir Kemalist /Atatürkçü olduğunu andı, durdu. Ama acaba Attila İlhan gerçekten de “Kemalist” miydi? Ben, Cumhuriyet’te çıkan iki yazımda bu konuya değinmiş ve örnekler vererek İlhan’ın Kemalist ilke ve devrimlerle ters düştüğünü belirtmiştim. Onun şimdi aramızdan ayrılmış olması, bu gerçekleri değiştirmese gerektir. Bu arada hemen belirteyim ki, bu kanımda yalnız da değilim. Örneğin; bu yazılarım üzerine gerek bana ve gerekse gazetenin 2.sayfa sorumlusu Sayın Sami Karaören’e ulaşan birçok Cumhuriyet okuru aynı kanıyı paylaştıklarını ve kutlamalarını bildirmiş oldukları gibi, gazetede okurların eleştirilerine açılan sayfada İlhan için aynı doğrultuda eleştiriler de yayınlanmış bulunuyor.
Attila İlhan’ın usta bir yazar ve konuşmacı olması, yazı ve konuşmalarında antiemperyalist söylemlere yer vermesi, bu çerçevede küreselleşmeye, Avrupa Birliği’ne gerçekten parlak yazı ve konuşmalarıyla karşı çıkıp, bunların içyüzlerini ortaya koyması, onun Kemalist olduğu sanısını uyandırmış olmalıdır. Ne var ki,Kemalist olabilmek için Kemalizm’in ilkelerini, devrimlerini ve uygulamalarını benimsemek, onlara sahip çıkmak gerekir. Oysa, İlhan, bu ilke ve devrimleri benimsemek, onlara sahip çıkmak şöyle dursun, onları, bilimsel gerçekleri de hiçe sayarak, acımasızca yermiş, eleştirmiş bulunuyor. Antiemperyalist olmak, Atatürk’ün başta gelen özelliklerindendir. Ama Atatürk, yalnızca antiemperyalist olmakla yetinmiş bir önder değildir; o, aynı zamanda Türkiye’yi dünden yarınlara taşıyan bir devrimcidir. O nedenle, yalnızca antiemperyalist olmak, Kemalist olmak için yetmez, onun devrimlerini de özümsemek gerekir. Ne var ki, İlhan, neredeyse tüm Atatürk devrim ve ilkelerine karşı çıkmış ve çok ağır eleştiriler yöneltmiş bulunuyor!
Atatürk’ün laik olduğunu kim yadsıyabilir, dahası laikliğe karşı çıktığını kim öne sürülebilir? Kaldı ki, ulus olmanın yolunun laiklikten geçtiği bilinmeyen bir olgu mudur? Atatürk’ün laiklik anlayışını biri kendince eleştirebilir ama hiç kimse onun laiklik karşıtı olduğunu öne süremez. Ne ki, İlhan’a göre Atatürk laiklikten yana değilmiş. İlhan, daha da ileri giderek, laikliği bir “marifet” olarak nitelendirmiş ve bu “marifet”in İsmet Paşa’nın işi olduğu öne sürmüş bulunuyor. Harf Devrimi, Kemalizm’in temellerindendir. Atilla İlhan, bunu da eleştirip durmuş, abece değişikliğinin halkı bir gecede cahil bıraktığını söyleyegelmiştir. Siz hiç, Harf Devrimi’ne karşı çıkacacak bir Kemalist/Atatürkçü düşünebilir misiniz?
Bununla da yetinmemiş Dil Devrimi’ne de ağır eleştiriler yöneltmiş, dahası Osmanlıcayı savunmuştur. Dil Devrimi’ne karşı çıkan birini Kemalist olarak nitelendirmek olanaklı mıdır?
Hele Harf Devrimi de, Dil Devrimi de, ulus olmanın onsuz olmaz koşullarından ve Türkiye Cumhuriyeti Atatürk ulusçuluğu temeli üzerinde kurulmuş iken!
Bu da yetmezmiş gibi, Osmanlı’nın “ümmet kültürü”nü, “ümmet dili”ni savunan, öven, canlandırmak isteyen, bunlar kopmuş olmaktan üzüntü duyan o değil miydi?
İlhan, kuşkusuz, Osmanlı’nın kozmopolit yapısını, bu yapı içinde egemen güçleri oluşturanların devşirmelerin, Rumlar’ın, Ermeniler’in, Yahudiler’in, Slavlar’ın, Boşnaklar’ın, Arnavutlar’ın v.b.nin Türk düşmanlığını, bunların biz Türkler’i “Etrak-i bi-idrak” (idraksiz/kafasız Türkler) olarak adlandırdığını, Osmanlı yazar ve şairlerinin yapıtlarında Türk’e sövüp saydıklarını; Atatürk’ün, Osmanlı’nın 600 yıldan beri Türk ulusunun üzerinde zorla egemenlik kurduğunu ve ulusun eylemli olarak ayaklanarak bu zorbaların elinden özgürlüğünü zorla geri alabildiğini söylediğini biliyordu. O zaman, nasıl olur da hem Kemalist/Atatürkçü ve hem de Osmanlıcı olunabilir? Hem “ulusçu” ve hem de “Osmanlıcı” olmak olanaklı mıdır? Ulusçuluk, 6 Ok’tan biri değil midir? Ama sanırım, onu Kemalist olarak görenlerin büyük çoğunluğu bu gerçekleri ya bilmiyor ya da her nedense görmezlikten geliyorlar.
Köy Enstitüleri, Atatürk’ün eseridir. Enstitüler’in kuruluşunu hazırlayan Atatürk’ün Milli Eğitim Bakanı Saffet Arıkan’dı. Tonguç, Atatürk döneminde bu amaçla göreve getirilmişti. Bunlar tarihsel gerçekler. Ne ki, Attila İlhan, Köy Enstitüleri’nin de amansız bir karşıtıydı!
Yazılarında sık sık Falih Rıfkı Atay’ı bu gibi yergi ve eleştirilerini doğrulatmak için tanık gösteriyordu. Ama nedense Atatürk’ün ölümünden sonra Atay’ın neler yapıp ettiğini —uyarılmasına karşın— hiç anımsamak istememiştir. Söz gelimi, Atay’ın Amerikan emperyalizmini savunmuş, sınıfsal sömürüye karşı çıkanları “kızıl kol teşkilatı”ndan olmakla suçlamış, toprak reformuna karşı çıkmış, paralı eğitimden yana olmuş, başta İlhan Selçuk olmak üzere Atatürkçü ve ilerici aydınları karalamış, faşist militanları ululamış, 1961 Anayasasını yerden yere vurmuş olması onu hiç rahatsız etmemiştir (bkz. 24.5.2005 günlü yazım).
Atatürk’ün Laiklik Devrimi’nin kilometre taşı olan Türk Medeni Kanunu’nun Tanzimatçı bir anlayışın, başka bir deyişle sömürgeleşmiş bir “zihniyet”in, sonucu olduğunu söyleyen de odur. (Cumhuriyet, 31.8.2005).
Attila İlhan, son yazılarından birinde Vahdettin’in Mustafa Kemal Paşa için idam fermanı çıkarmasının gerçek nedeninin, Paşa halk katında tanınmadığı için onu halkın gözünde kahraman göstermek amacıyla bu yola başvurduğunu yazdı. Vahdettin’in “hain” olmadığını öne süren Bülent Ecevit ise, CNN televizyonunda Attila İlhan’ı övdü ve 1970’lerdeki düşüncelerinde ondan ve Kemal Tahir’den esinlendiğini söyledi. Taha Akyol da 14.10.2005 günlü ve İlhan’ı öven “Sol Ve Osmanlı” başlıklı yazısında bundan söz ederek, Ecevit’in İlhan’dan nasıl esinlendiğine ilişkin örnekler verdi. Bakın, Ecevit, İlhan’dan nasıl etkilenmiş, işte eski başbakanın Atatürk Ve Devrimcilik adlı kitabından bir örnek:
“Örneğin bir şapka devrimi….. köylüye ne getirmişti? Ekonomik ve sosyal bakımdan ne getirmişti?” (1971, s.76).
Taha Akyol, Attila İlhan’ın bu konuda görüşünün de şu merkezde olduğunu, onun 10.11.2004 günü Vatan’da yer alan sözleriyle özetliyor:
“Şapka devrimi, dil devrimi, böyle sululuk olmaz.”
Ecevit, Vahdettin’i vatan hainliğinden aklıyor, devrimler konusunda İlhan’dan etkilendiğini söylüyor; İlhan, Vahdettin’i Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın neredeyse kahramanlarından yapıyor, şapka ve dil devrimini “sululuk” olarak niteliyor; Akyol da, bu nedenle her ikisini de övüyor!
Şu sorulabilir: “İyi ama, Gazi Paşa’yı öven o kadar çok yazı var ki! Ona ne diyeceksiniz?” Ben de, bu soruya bir başka soruyla yanıt vermek isterim: “Atatürk ilke ve devrimlerine eleştiri ve yergilerini araya sıkıştıracağı yerde, Atatürk’ü sürekli açıktan açığa eleştirip dursaydı, yerseydi, siz o zaman onun yazılarını okur muydunuz?”
Attila İlhan’ın yazarlığını, şairliğini övebilirsiniz ve gelin birlikte övelim. Antiemperyalist söylemleri için de övgüyü fazlasıyla hak ediyor. Ama ona Kemalist diyemezsiniz. Çünkü değildi.
Atatürk ilke ve devrimlerini eleştirip duran, yerden yere vuran, “sululuk” diye nitelendiren birine Kemalist/Atatürkçü demek, onu tarihe böyle geçirmeye kalkmak, en azından Attila İlhan’ın anısına saygısızlıktır.
Pekiyi, o anma törenleri, açık oturumlar… Neden?
Sanırım, tarih bu “neden”i açıklamakta bize yardımcı olacaktır: Galile, Engizisyon karşısında zoru görünce, “Dünya dönmüyor” deyivermişti. Tarihsel gerçek böyle demeseydi ama insanlar onun “Yine de dönüyor” dediğini hep sanıp dururlar. Çünkü zoru görünce gerçeği dile getirmeyip de tam tersini söylemesini ona yakıştıramamışlardır.
Sizler de antikemalist olmayı Attila İlhan’a yakıştıramadınız.

Müdafaa- Hukuk,
Aralık 2005, Sayı:87
..

HALUK TARCAN, SABİH KANADOĞLU VE DOĞU PERİNÇEK…




HALUK TARCAN, SABİH KANADOĞLU VE DOĞU PERİNÇEK…


“Bilimsel Araştırmacı”, “Sorbon 6’ncı Seksiyon”dan (!) HALUK TARCAN, “Türkiye Gençlik Birliği Başkanlığı’na” başlıklı bir not yazarak SABİH KANADOĞLU’nu Cumhurbaşkanlığına aday göstermiş!

Türkiye Gençlik Birliği’nin İşçi Partisi denetiminde ve güdümünde bir örgüt olduğu gerçeğini de göz önüne alarak İşçi Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek’in geçmişte Sabih Kanadoğlu hakkında neler söylediğini anımsayalım.

“Sabih Kanadoğlu Hakkında Gerçekler!” başlıklı yazımı, öncelikle “bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olan” ve bilip bilmeden teklifte bulunanların dikkatine sunuyorum.

Serdar Ant

***
     

 SABİH KANADOĞLU HAKKINDAKİ “GERÇEKLER”!


Sabih Kanadoğlu kimdir?

Sabih Kanadoğlu, “Yargıtay Onursal Cumhuriyet Başsavcısı”dır.

21 Ocak 2001 tarihinde Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer tarafından Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’na seçilen Kanadoğlu, 20 Mayıs 2003 tarihinde yaş sınırı nedeniyle emekliye ayrılmıştır. Kısacası Kanadoğlu, bir hukuk adamıdır.

Peki, ben size desem ki, “Kanadoğlu suç işlemiştir”, acaba ne karşılık verirsiniz?

Ama sadece “Kanadoğlu suç işlemiştir” demekle kalmasam ve Sabih Kanadoğlu hakkında başka ithamlarda da bulunsam, ne dersiniz?

Örneğin desem ki, Sabih Kanadoğlu geçmişte “bile bile yetkisini kötüye kullanmıştır, suç işlemiştir.

Örneğin desem ki, Sabih Kanadoğlu’nun geçmişte yaptığı kimi işlemler “hukuka aykırıdır.”

Örneğin desem ki, Sabih Kanadoğlu, geçmişteki kimi hukuki işlemleriyle “Tayyip Erdoğan’ı kurtarma harekâtına yardımcı olmuştur.”

Örneğin desem ki, Sabih Kanadoğlu, siyasal yaşamda bir partiye karşı “psikolojik harekât yapılmasına yardımcı olmuştur.”

Örneğin desem ki, Sabih Kanadoğlu, geçmişte “işgal ettiği Başsavcılık makamının gerektirdiği özellikleri taşımamıştır.”

Evet, Sabih Kanadoğlu hakkında bütün bu iddialarda bulunsam, acaba ne dersiniz?

Eminim ki, en azından “işte Sabih Kanadoğlu’nu karalamaya çalışan, iftiralar atarak saldıran bir ‘Fetullahçı’, bir ‘cemaat müridi’ daha…” dersiniz!

Ne var ki Sabih Kanadoğlu hakkındaki bu iddiaların sahibi ben değilim! İşçi Partisi Genel Başkanı’dır. Diğer bir ifadeyle, Sabih Kanadoğlu hakkındaki bu iddialarİŞÇİ PARTİSİ GENEL BAŞKANI DOĞU PERİNÇEK’e aittir!

Aydınlık dergisinin 29 Eylül 2002 tarihli 793. SAYISINI açtığımızda, Doğu Perinçek’in  “KANADOĞLU SUÇ İŞLEDİ” başlıklı başyazısını görüyoruz. İşte o Başyazı’da Doğu Perinçek, cemaat üyesi Fetullah müritlerine rahmet okutacak bir şekilde Sabih Kanadoğlu hakkındaki sözde “gerçekleri” (!) sayıp döküyor, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı’na saldırıyor! Hep beraber okuyalım şimdi:

“Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Sabih Kanadoğlu, İP Genel Başkanı Perinçek’in adaylığı konusunda yazdığı ihbar yazısının hukuka aykırılığı, Yüksek Seçim Kurulu’nun (YSK) hemen aynı gün oybirliği aldığı kararla saptanmış oldu. YSK’nın yedi üyesinin yedisi de Kanadoğlu’nun yazısını hukuka aykırı buldu.

… Kanadoğlu, kendisinin de hukuka aykırı olduğunu bildiği bir girişimde bulunarak yetkisini kötüye kullanmış, suç işlemiştir.

… Kanadoğlu’nun yetkisiz itirazı bilgisizlik eseri değildir, kasıtlıdır. Kanadoğlu bile bile yetkisini kötüye kullandı.

…Peki, Kanadoğlu, niçin bile bile, yetkisi bile olmadığı halde, hem de hukuk dışı bir itirazda bulunmuştur?

Kanadoğlu Perinçek’in adaylığına kasten itiraz ederek bir yönüyle Tayyip Erdoğan’ı kurtarma harekâtına yardımcı olmuştur.

… Kanadoğlu, yetkisi olmadığı halde, işgal ettiği mevkiyi hukuk dışı amaçlar için kullanarak İşçi Partisi’ne karşı psikolojik harekat yapılmasına yardımcı olmuş, İşçi Partisi hakkında kamuoyunda olumsuz izlenimler yaratmaya çalışmış, YSK’yı yetkisiz ve kanunsuz bir yazıyla meşgul etmiştir. Dahası Kanadoğlu’nun girişimi, seçim sürecinin yasal ölçüler içinde ve sağlıklı yürütülmesine zarar vermiştir.

… Kanadoğlu, bile bile kanundışı bir uygulamada bulunarak işgal ettiği Başsavcılık makamının gerektirdiği özellikleri taşımadığını göstermiştir. Bu nedenle görevinden çekilmesi, hukukun ve yargı mesleğinin kuralları gereğidir.”  

Gördünüz mü, Sabih Kanadoğlu geçmişte meğer neler yapmış, neler!

Şimdi Sayın Kanadoğlu’nun görevi gereği yaptığı bir işlemle, yukarıda altı çizili satırlarda başvurulan iftira ve karalama dolu ifadelerin ne ilgisi vardır? Sayın Kanadoğlu “Tayyip Erdoğan’ı kurtarma harekâtına yardımcı” olmuş da, “İşçi Partisi’ne karşı psikolojik savaş” uygulamış da… Bir sürü zırva…

O zaman herkes şapkasını önüne koyup düşünmelidir. Sürekli zırva üreten, işine gelmeyen şeyler söyleyen ve yapanlara hemen “Fetullahçı”, “Cemaatçi” vs. diyerek ya da Sabih Kanadoğlu’na yöneltilen türden iftiralarla saldıran bu siyasal hareketin, bugüne kadar Türkiye’ye ne faydası olmuştur ki bugün Cumhurbaşkanlığı seçiminde bu adamlara “şu aday olsun, bu aday olsun” diye öneride bulunmanın bir mantığı ve anlamı olsun.

“Kılavuzu karga olanın, burnu …ktan çıkmaz” derler. Önce kılavuz bellediklerinizin geçmişi öğrenin!

Serdar Ant
6.4.2014
..

CHP VE MHP ORTAK HAREKET EDEBİLSEYDİ.



CHP VE MHP ORTAK HAREKET EDEBİLSEYDİ.



30 Mart yerel seçiminde aşağıdaki 13 İLDE belediye başkanlığı AKP adayları tarafından kazanıldı:
AMASYA, BALIKESİR, BİLECİK, KASTAMONU, KIRŞEHİR, NİĞDE, UŞAK, ANKARA, ANTALYA, ARDAHAN, ARTVİN, DENİZLİ, YALOVA…
Oysa CHP ile MHP; AKP’ye karşı ORTAK HAREKET EDEBİLME iradesini gösterip bu illerde AKP’YE KARŞI TEK BİR ADAY ÜZERİNDE ANLAŞABİLSEYDİtablo çok daha farklı olacak, bu 13 İLDEN 7’SİNDE MHP, 6’SINDA DA CHP ADAYI SEÇİMİ KAZANACAKTI.
CHP; Amasya, Balıkesir, Bilecik, Kastamonu, Kırşehir, Niğde ve Uşak’ta MHP adayını destekleseydi…
MHP de; Ankara, Antalya, Ardahan, Artvin, Denizli ve Yalova’da CHP adayını destekleseydi…
AKP, bu 13 ilde belediye başkanlığını kazanamayacak, bu illerden 7’sinde MHP, 6’sında da CHP belediye başkanlığı elde edecekti.
30 Mart yerel seçiminde bu 13 ilde belediye başkanlığını kazanan AKP adayları, Kemal Kılıçdaroğlu ve Devlet Bahçeli’ye teşekkür borçludur!

SERDAR ANT

..

40’DA 1…




40’DA 1…



Satır içi resim 1







22 Ekim’den beri TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu’nda 2013 yılı bütçesi görüşülüyor.
PLAN VE BÜTÇE KOMİSYONU, Meclis’teki en kalabalık ihtisas komisyonudur. 40 üyesi var!  Ama ne ilginçtir ki bu 40 ÜYENİN SADECE BİRİ KADIN!
4 kadın milletvekilinin türbanla Meclis Genel Kurulu’na girmesini büyük bir “özgürlük”(!) hamlesi olarak değerlendirenler, TBMM’de 40 üyeye sahip en büyük komisyonda sadece 1 kadın üye bulunması konusunda neden hiç ses çıkartmıyorlar peki?

Bu ülkede her ailenin bütçesinden ağırlıkla KADINLAR sorumludur. Parayı çoğunlukla erkek kazanır belki, ama evi kadın çekip çevirir. Üç kuruşla ay sonunu getirmek, her gün sofraya en azından iki kap yemek koymak, evin diğer masraflarını karşılamak için olmadık şeylerden tasarruf etmek, kadınımızın “milli hasleti” haline gelmiştir! Türk ailesinde evin direği kadındır aslında…
Ama devletin bütçesi sözkonusu olduğunda kadının söz hakkı işte bu kadardır:
40’da 1…
Oysa bu ülkenin nüfusunun yarısı kadın değil mi?
Ama Meclis’teki kadın milletvekillerinin oranı sadece yüzde 15… 550 milletvekilinin sadece 79’u kadın!
Plan ve Bütçe Komisyonu’nda ise neredeyse “KADININ ADI YOK”!  
Ne zaman ki milletin vergilerinin nasıl harcanacağına karar verirken kadınların da sözü erkeklerinki kadar geçer, işte o zaman Türkiye’de gerçekten demokratikleşme ve eşitlikten konuşmaya başlayabiliriz.

Yoksa bugün yaptığımız şey “Yeni Cami tıraşı”…

SERDAR ANT
21.11.2013  

..

  

TEK ÇARE CHP-MHP GÜÇBİRLİĞİ…


TEK ÇARE CHP-MHP GÜÇBİRLİĞİ…




Serdar ANT 

7 Haziran’da bugünkü koşullarda sandığa gidildiğinde AKP’nin bir kere daha birinci parti olacağı ve Türkiye’yi 4 yıl daha yöneteceği açıktır. HDP’nin barajı aşamaması durumunda AKP’nin çıkaracağı milletvekili sayısının anayasayı değiştirecek düzeye ulaşması da büyük olasılıktır. Bu durumda önümüzdeki dönemde “Türk usulü Başkanlık sistemi” adı altında bir tek adam yönetiminin kurulması, “barış sürecinin gereği” denilerek Güneydoğu’da PKK’ya özerklik verilmesini mümkün kılacak anayasa değişikliğinin yapılması gibi gelişmeler kaçınılmaz olacaktır.

Bütün bunların önlenebilmesi için AKP’nin iktidardan indirilmesi şarttır. AKP’nin seçim yoluyla hükümetten düşürülmesinin ise bugünkü koşullarda MUHALEFET PARTİLERİ ARASINDA BİR GÜÇBİRLİĞİ olmadan gerçekleşmeyeceği bellidir. Ne CHP’nin ne MHP’nin ne de başka bir muhalefet partisinin tek başına birinci parti olamayacağı ve AKP’yi iktidardan indiremeyeceği ortadadır. Bu durumda CHP İLE MHP’NİN 7 HAZİRAN SEÇİMLERİNDE GÜÇBİRLİĞİ YAPMALARI, BARAJIN ALTINDAKİ Vatan Partisi, DSP, HEPAR, Anadolu Partisi gibi DİĞER KÜÇÜK PARTİLERİN DE BU GÜÇBİRLİĞİNE DESTEK VERMELERİ, AKP’yi iktidardan uzaklaştırmak için tek yoldur.

CHP ve MHP yetkilileri bu GÜÇBİRLİĞİNİN hangi amaçla ve ne yöntemle yapılacağını kararlaştırmak amacıyla en kısa sürede bir araya gelmelidir. Hiçbir siyasal ve partisel çıkar, Türkiye’nin bölünmesi ve bir diktatörlüğün pençesine düşmesini önlemek için özverili davranmaktan daha önemli olamaz.

Bu çerçevede CHP ile MHP’nin, AKP’yi iktidardan indirip bir GEÇİŞ HÜKÜMETİ kurmak amacıyla seçimlerde güçbirliği yapacakları, 7 Haziran öncesinde halka açıklanmalı ve sandığa bu amaçla gidilmelidir. Eğer bu güçbirliği sandıkta istenen sonucu verirse, CHP-MHP koalisyon hükümetinin bazı temel yasal düzenlemeleri yaparak EN FAZLA BİR YIL İÇİNDE YENİDEN SEÇİME GİDECEKLERİ de halka duyurulmalıdır.

Bu bir yıllık geçiş süresi içinde CHP-MHP geçiş hükümeti temel olarak iki önemli icraatta bulunmalıdır.

1. YÜZDE 10 SEÇİM BARAJININ OLMADIĞI ADİL VE DEMOKRATİK BİR SEÇİM YASASINI ÇIKARMAK…

2. AKP’NİN GEÇMİŞ DÖNEMDEKİ YOLSUZLUKLARINI SORUŞTURUP DEVLET İÇİNDE KRİTİK NOKTALARDA GERÇEKLEŞTİRDİĞİ KADROLAŞMAYI TASFİYE ETMEK.

Bu amaçla 7 Haziran seçimlerinde CHP ile MHP, aşağıdaki koşullarda bir SEÇİM GÜÇBİRLİĞİ yapabilirler:

2011 GENEL YA DA 2014 YEREL SEÇİM SONUÇLARINA GÖRE, CHP İLE MHP’NİN SEÇİME GİRDİĞİ HER BÖLGEDE, DİĞERİNE GÖRE DAHA AZ OY ALAN PARTİ 7 HAZİRAN SEÇİMLERİNDE ADAY GÖSTERMEYECEK VE O SEÇİM ÇEVRESİNDE DAHA ÇOK OY ALAN MUHALEFET PARTİSİNİN ADAYINI DESTEKLEYECEKTİR.

Böyle bir güçbirliğinden ötürü CHP veya MHP’den biri, önceki seçime göre sanki kaybetmiş ya da zararlı çıkmış gibi görünebilir. Ama bunun sonucunda oluşacak CHP-MHP koalisyonu kısa süreli olacağından ve belli ulusal amaçlarla hareket ederek, AKP’nin yarattığı tahribatı gidermeyi hedefleyen bir geçiş hükümeti olacağından, sözkonusu siyasi kayıp geçici olacaktır.

Bu seçim güçbirliğinin nasıl gerçekleştirileceğinin ayrıntıları partilerinin yetkilileri arasında müzakere edilerek daha ayrıntılı bir şekilde kararlaştırılabilir.

Eğer bu tür bir güçbirliği gerçekleştirilmezse, ne CHP’nin ne de MHP’nin seçimde AKP karşısında tek başına başarılı olması sözkonusu değildir ve 7 Haziran seçimlerinin kazananı da önümüzdeki dönemde Türkiye’nin başına gelmesi olası belalar da bugünden bellidir. O zaman bütün bu felaketlerin sorumlularından biri de 7 Haziran seçimlerinde güçbirliğinden kaçınmış olan muhalefet partileri olacaktır.

AKP’ye karşı muhalefet partilerinin bir güçbirliği yapmadan sandığa gitmeleri durumunda zaten adaletsiz ve antidemokratik koşullarda gerçekleşecek olan böyle bir seçime katılarak oluşacak Meclis’e meşruiyet kazandırmak, aslında AKP’nin seçimlerden sonra yapmayı planladığı ve bugünden belli olan projelerini onaylamak demek olacaktır. Bu durumda seçimleri boykot ederek sandığa gitmemek tek yol olarak görünmektedir. En azından “demokrasi” adı altında Türkiye üzerine oynanan bu oyunun parçası olunmaz!   

Serdar ANT 
.