15 Kasım 2019 Cuma

27 MAYIS YÖN HAREKETİNİN SINIFSAL ELEŞTİRİSİ, BÖLÜM 1

27 MAYIS YÖN HAREKETİNİN SINIFSAL ELEŞTİRİSİ,   BÖLÜM 1






27 Mayıs ve Yön Hareketinin Sınıfsal Eleştirisi.,
Hikmet Kıvılcımlı,
( Dayanabilirsek: Kendi Kendimizi Tenkit edelim.)

(,)

     TİP'in " Sahnede" görünmediği 27 Mayıs Ertesi (1961) günleri " Sorumlu Aydınlar "a Okunan, hayli " Yönsüz " ve Densiz bir devletçilik mavalı patlak vermiştir. 
O zaman, bir Adsız sendika yayınları arasına eksik gedik sıkışık yiten bu yazıcığı, Sözcüklerine dokunmaksızın yeni kuşağa sunmayı yersiz bulmadık.

    Bugün, Dünyanın her yerinde, Sosyalizm: Komünizm e karşı alınmış bir tedbirdir ; daha doğrusu, Elçi Müşavirliği yapan bir eski Milli Birlik üyemizin deyimiyle: 
"Komünizme taşmayı önleyecek son bent" tir; herkesçe hoş görülen bir "Ehveni şer: kötünün yeğniği" dir. Ama bizim devletçiliğe kardırılan sosyalizm anlayışımızla, Batı'daki sosyalizm yapılışlar ı arasında, en az Ortaçağla Modern çağ arasındaki farklar kadar karlı dağlar ve uçurumlar vardır . 

     Batı'da Sosyalist Devletçilik, işverenin hesaplılığına dayanır ; bizde " Devletçi Sosyalizm " -bilerek, bilmeyerek - Ortaçağın tartısız, darasız keyfiliğini okşar.
Boyuna unuturuz: Batı'da sosyalizm ne zaman, nasıl ve niçin doğdu?
Batı'da, derebeyi düzeni köklerinden yolundu. Ortaçağın antika ağaları yerine, yeni sanayinin açtığı cihan pazarınaayak uydurup yontulmuş modern emlak sahipleri geçti. 
     Derebeyliğin yıkılış ihtilalleri içinde silah arkadaşlığı yapılırken alevlenmiş halk ve işçi hareketler i önünde ansızın ürken işveren sınıfı, toplum içinde insanın insanı işletme ve sömürmesinin inceliklerini denemiş ortak aradı. 
     Bu uğurda, tek başına dizginleyemediği sarsıntılarla herşeyi kaybetmektense, büyük arazi sahiplerine "kılıçlarının hakkı" olan "irat: Rant" adlı " Aslan Payı "nı 
tanıyıp uzlaşmaktan başka yol bulamadı. 
Üst sınıfların ekonomi temelinde yaptıkları bu İrat - Kâr paylaşımı, devlet ve siyaset alanlarında üleştikleri İş - bölümü ile perçinlendi. 
Modern "serbest rekabet" kanunlarına uygun " Hür Parlamento " düzeni sağlandı. Bu esnek sıkıyönetim altında yalnız kalan, ekonomide işleyici kol, politikada vergi ve oy ödeyici kul durumuna giren işçi sınıfı, Devlet dışında başının çaresine baktı. 
Ortaçağ toplumundan kendi saflarına ve çevresine düşmüş zümre ve tabakaların çeşitli insan ve temayüllerine [eğilimler-ine] göre bir sürü "Sosyalizm"lere sarılmak yollarına girdi. Demek, Batı'da sosyalizm, devletin dışında ve karşısında doğdu. Devletçiliğe halâ, bir türlü, kolay kolay ısındırılamadı.

Türkiye'de gidiş ve kavrayışlar hangi basamakta bulunurlar? Doğru konuşalım. Derebeyi kalıntılarımız, bütün dişleri ve tırnaklarıyla iliklerimize işlemiş olarak yaşarlar. 
Örnek alalım: bir İngiliz işvereni ile Lordu, anayurdunda: Devletin kanunu, hatta örf dışında kılını kıpırdattırmaz; dünyada: Hemen yarı yeryüzünü, sömürge ve 
yarı - sömürge gibi kullanır. Bir de bizim ağalarımızla bezirganlarımıza bakalım: hepsi Devlet koltuğunda şakşakçı teb'a, rüşvetçi müteahhit kenedirler;
 "yurtseverlik"i bu yönde anlar ve savunurlar. Dünyaya ge-lince, onlar ecnebi mallarına ajan ve yabancı nüfuzuna hayran olmaktan hiç tedirgin düşmezler. 
Bu, her çiğ ve acı güçlüyü kendisine "Metbu" (Süzeren: üst ağa) saymaya hazır insanlara Ortaçağda "Vasal" (Kul taifesi) denir. 
Demek, bizim yönetici sınıflarımız henüz vatandaş, modern yurttaş olmamıştırlar. Devletçiliğimize bu yönden bakalım. Uzun ve karanlık Şark tarihimiz örneklerle doludur. 

İslam anayasamız Kur'an'dır. Bir yanda Tanrıcıl kesinlikte Kur'an ayetleri, kör hafız ezberiyle, dediği anlaşılmaksızın, gözü kapalı hoş sesle oku-nurken, 
Ötede sarıklı talkıncılar, Kur'ana aykırı en keyfi saltanatlara fetva verirlerdi. Tıpkı o alışkanlığımızla, tercüme anayasa ve kanunlarımızı hiçe sayan en ilkel 
münasebetlerimiz, geriliğimizi "kitabına uydurarak", bütün ekonomi ve toplumumuzu boğuyor. Mevzuatımız, yalnız ileri insan görüşlü bir ecnebi bize "şunu yapın" dediği vakit, "Kitabımızda o da yazılı" demek için, göstermelik, laf bitiğidir. Siyaset, idare, ahlak, hukuk, bilim ve sanat münasebetlerimiz, geri tepmede her şeyi mubah sayan kılıklarla soysuzlaştırılıyor. İç bağıntılarımız, dağların kayması gibi kendiliğinden ve önüne geçilemezmişçe, dış münasebetleri-mizde kapitülasyon gelenek ve göreneklerini diriltmek üzere inanılmaz, yarışlara kalkışıyor. En rahatsız olmuş görünenler bile, "Yaşasın devletçiliğimiz!" biçiminde, "Padişahımız, efendimiz öldü, Padişahım çok yaşa!" gül bankını çekiyorlar...

     İşte tam o sırada, İşçi sınıfımız dışından ve ta yukarılardan bir sosyalizm gürültüsüdür gırla gidiyor. 

Hem de bütün iddiası ne? Kalkınmamızı özel sermaye yerine, Devletçiliğimiz eliyle yapmak! Ne büyük laf! Bu neye benziyor? 
Aslan pençesine düşmüş eşeğin: "Aman aslanım, kendi pençeni ısır, mideni ye ve kalbini kopar! O daha lezzetlidir... " demesine. 
Bu eşeklik, bizim "sosyalist devletçiliğimiz" den daha mümkün bir şeyi is-temektir. Çünkü aslan da bir hayvandır. 
Gözü kararıp pençesini de ısırabilir. Devlet bir hayvan değildir. Yapacağını hiçbir zaman pençesindeki eşeklere danışmaz. 
Öyleyse bizim " Devletçilerimiz" in sosyal eşeklikleri neye yarar? Çevremize azıcık göz gezdirelim. Bugün, ecnebi sermaye hepimizden daha devletçi! 
Ortaçağ artığı hacıağa ve bezirgan-larımızın Yassıada'dan başka işe yaramadıklarını göstererek: sıkı sıkıya, kıskıvrak bağlanacağımız devlet planları bekliyor. 
Tahttan indirilmiş Düyunu Umumiye saltanatı, başka türlü bir güvenilir Konsorsiyum sağlayamaz. Yalnız Ortaçağ lonca es-nafı kafalı "devletçilerimizde, Ortaçağ azmanı Hacıağa ve bezirganlarımıza kurban Lala Paşalarımız, bu çeşit " Devletçiliğimizde " sosyalizm" veya "komünizm" kokusu alabilirler. 
Ecne-bi sermaye ile birlikte Sivas Kongresi şerefine kadeh kaldırarak kaynaşma sevdasına düşmüş güdücü sınıflarımız, milletlerarası pazarlığını yığınlarımıza 
mal etmek için, sosyalizm gibi laf kalabalıklarını neden hoş görmesinler? Onun için, sosyalizm hazır elbisesi, bütün makbul "Avrupa malı" yabancı nes-neler gibi, değerleri tartışma konusu edilemez "düsturlar" halinde ülkemize sokuluyor. Her pahalı satılmak istenen şey gi-bi, sosyalizm de, hayran kaldığımız Batı menşe'li "İthal malı" olarak piyasaya sürülüyor. Makineyi en iyi yapıldığı Avrupa'dan sokuyoruz da, "Sosya-lizmi" niçin Avrupa'dan almayalım? 

Birincisi: 

Bugün artık makinenin en iyisi Avrupa'dan başka yerde de yapılıyor. Hatta Avrupa'dan daha iyisi Amerika'da, yahut Japonya'da yapılıyor. 
Demek, Avrupa üstünlüğü, Avrupa hayranlığımızın sebebi olmaktan çıkmıştır. Bugün, dünyanın en ummadığımız başka birçok yerlerinde daha iyi teknik ve 
düşünceler bulunabilir. Maksat sırf iyi, doğru, güzelse... 

İkincisi: 

Niçin tekniği ve düşünceyi Avrupa'dan getirtiyoruz? Özrümüz kabahatimizden büyük. 

Geriliğimiz bizi daha iyi düşünmeye ve yapmaya koyvermiyor! Geriliğimiz bu dizginlemeyi nasıl başarıyor? "Devletçiliğimiz" sayesinde... 
Şimdi, oturup, o devletçiliğimizi "evamir'i aşere" yapmamız gerekir mi? Buna lüzum da yok. "Evamir'i aşere"miz (On emrimiz) de, yüz emrimiz de, her emrimiz de "0"ndan, kırk yıllık, bin yıllık "Devletçiliğimiz"den tepemize iner. Bizim ona hınk deyicilik et-memize hacet yokki... Üçüncüsü: Avrupa'dan alıyorsak, lütfen namusumuzla, tah-rif etmeden alalım. Avrupa'da hiçbir sosyalizm devletçilikle başlamadı. Tersine, her sosyalizmin, devletçilik yüzünden boynu altında kaldı. 
Almanya'da Lassalizm, bizzat Lassal'in öl-dürülmesiyle kapandı. Fransa'da Blankizm, "devletçi" "İş Atöl-yeleri" ile halk hareketinin başını yedi... 
Yani, devletçilik, ıs-marlama değilse, kendi kendisi için dahi, bütün ütopyalar gibi uğursuzluk getirir. Dördüncüsü: Avrupalı, kendisi işine daha elverişli bir makineyi keşfetmedikçe eskilerini bize tevekkeli yere vermediği gi-bi, bizim derebeyi sırlı küpümüz de, kalıbına en uygun olma-yan "sosyalizm"i içerisine sızdırmaz vs.vs. 
Bütün bu sebepler yüzünden şöyle bir paradoksla karşılaşı-yoruz: AVRUPA'DA: Sosyal yapı değişiklikleri kaçınılmaz bir gelişim sayılıyor. 
O gelişimi önlemek ve söz yerinde ise- "amortize" etmek için fizik kanunlar uyguluyor. Kazanı aşırı istimle patlat-mamak için (iktisadi ve siyasi buhranlarla 
Batı dünyasını ha-vaya uçurtmamak için) Batı'nın güdücü sınıfları bir "Emniyet sübabı" arıyorlar. Sosyal emniyet sübaplarının en elverişlisini sosyalizmde buluyorlar. 
TÜRKİYE'de: Bütün sosyal ve politik çabaların sonucu, tam Batı'dakinin tersine dönüyor. Kılık ve saç sakal "devrim"leri bi-le, kadim devletçiliğimizden gelmiyorsa, isyan çıkarıyor. Tıraş "inkılapları" dışında en ufak bir toplumcul yapı değişikliği ise: Ölüm (Komünizm) sayılıyor. Modernleşme gidişini bütün ge-rekleriyle ve sonuçlarıyla benimseyeceğimize, o gidişin sosyal yapımıza getireceği her türlü değişiklikleri sansüre uğratmak için uykularımız kaçırılıyor. 
Ortaçağ münasebetlerimizin kilit mevkiini her ne pahasına olursa olsun dokunulmaz tutmak için bir maske aranıyor. 
Ve o maske Devletçiliğimizle karışık Sosyalizmtrak "Aydın" gevezeliklerinde bulunuyor... 

Devletçiliğimizle sosyalizm arasında köprü kurmaya çalışan şövalyelerin kişicil iç kuruntu ve buruntuları ne olursa olsun, objektif etki ve emekler bu değirmene 
su taşıyor. Avrupa'da Büyük Sanayi'nin kuruluşuna yol açan işçi sınıfının yığın hareketi sosyalizmi yaratırken, bizde "devletçiliğimiz" adıyla savunulan tutum, 
pratikte, işçi hareketlerini yer altına sokup, vergi kaçakçılığı ile sosyal adaletsizliği göklere çıkaran bir sanayileşme geriliğini bilerek, bilmeyerek kışkırtıyor. 
1000 kişi çalıştıracak bir işletme, İş Kanunu sınırına girmemek için, 101 parçaya bölünüyor. 1936'dan beri çeyrek yüzyıl geçti. "Özel sermaye"nin bu köstebek 
oyununu, devletçiliğimiz gör-mek bile istemedi. "Mademki kanundur, İş Kanunu bütün işçi-ler için yürürlüğe girdi" diyemedi... Teb'asını kendi kanunları içine 
sokmayı bile bir imtiyaz haline sokmuş olan devletçili-ğimiz, o tavşan uykusu ile, sermaye birikişini değil, milli zenginlik israflarını en mirasyedi derebeyice 
arttırdığını, sanki kavrayamadı. İşçiyi domuzuna sömürmenin makineleşmeyi durdurduğunu, makineleşmesiz sermaye birikişinin olamaya-cağını sanki göremedi. 

- Canım, Tahtakale Dükkancıklarına oranla, Sümerbank Fabrikaları az çok modern işletmeler olmadı mı? 

Birincisi: 

Geriliğimizi korumak için tabii devletçiliğimiz gerekti. 
Tabii devletçiliğimizin ayakta durması için bazı teşebbüslersiz olunamazdı. 

İkincisi: 

Demokrat Parti rahmetlik, bir tek sözünde durmuş olmak için Devlet işletmelerini satılığa çıkardığı zaman, bir tek ciddi özel sermayeci müşteri çıkmadı. 
Ancak, Bedavaya verilir ve üstelik diş kirası para da ödenirse, Devletçiliğimizi utandırmamak için Devlet işletmelerini almaya katlanan bir özel sermayeci, 
ilk iş olarak bu işletmelerdeki personelin beşte üç ve-ya dört kişisini kapı dışarı edeceğini şart koştu. 

Üçüncüsü: 

15 Milyar yatırım yapılmış devlet işletmelerinde, bunca "drakonyen" (zor kötek) fiyat ayarlamalarına rağmen, tekel imtiyazları olmasa her yıl 300 milyon 
Türk lirası zararına çalışılıyor. 

Dördüncüsü: 

Hiçbir Özel sermayenin yapamayacağı zamları, pervasızca yapan devletçiliğimizin, Meclis kontrolü dışında, kanun üstü işleyiş ve ihale mekanizması, Memlekette pahalılığın ve işsizliğin zaptedilemez ve karşı konulamaz öncüsü oluyor. 

Beşincisi: 

En fecii, 1923 ile 1963 arasında tam kırk yıl geçti. Dünyanın bırakalım başka yerlerini 40 yılda Aşiret çağının Japonya'sı, en modem Avrupa kapitalist üretimine öldürücü rekabetle karşı koydu. 

       Devletçiliğimizin en büyük anıtı olan Karabük için Amerikalı uzman Thornburg, yüzümüze karşı: "Beyinsizliğin şaheseri!" sıfatını damgaladı. Vs. vs. Bu çapta bir sanayiciliğe, "modern işletmecilik" mi, yoksa "yağma Hasanın böreği", fodlacılığı besleyen "modern işkembecilik" mi demek daha doğru olur, derince düşünülecek şeydir. "Kalkınmamız" şöyle dursun, boyuna artan nüfusumuz düşünülürse, olduğumuz yerde kalmamızı bile rahatça sağlamayan böyle bir devletçiliğimiz, ister istemez "Demokrasi"yi kuramadı. Çünkü Demokrasi, Avrupa'da 150 yıldan beri tarif edildiği gibi: "En kalabalık, en züğürt yurttaşların" lehine olur. Devletçiliğimiz ise, çoğunluğumuzun (işçi, köylü, esnaf, aydın, memur yığınlarımızın) sosyal adaletsizliğe kurban edilmeleri pahasına, çok parti çağında birkaç şehirde, tek parti çağında birkaç mahallede birkaç "milyoner" yaratmanın şarkısını boruyla çaldırtmayı, demokrasi havası diye övdü. Şimdi, kullarını aç bırakmamak demek olan demokrasiyi bile gerçekleştirememiş olan bir devletçiliğimizin, "kulların efendi olmaları anlamınadır" denilen sosyalizme öncü sayıldığını düşünelim! Hem de kulların hiç haberleri bile olmaksızın, birkaç efendi kendi aralarında kendi kendilerini kandırıp atlatıvererek sosyalizmi uygulayıversinler! Pes. Hayatta olmaz öyle şey. Ama, "Ruh" alemi başka. Belki "ruh"larımıza, "gaipten" bir sosyalizm ilhamı yahut vahyi gelmişse? Olaylarımıza dönelim. Avrupa'da sosyalizm, az çok işçi yığınları için, işçilerle birlikte, işçiler tarafından benimsendikçe güçlenmiştir. İşçi katma inmemiş işçi ile gerçekten omuz omuza güreşmemiş "aydın": Sen-Simon olsa, Robert Ovın olsa, Şarl Furye olsa "Ütopist" (hayalci, kuruntucu) sayılmıştır. Bizde devletçi sosyalizm, düşünce çoraklığımızda kolay satış yapmaya memur birkaç yarım aydının, geçit resimlerinde çığırtkan afişler asmaya, teşehhüt miktarı [çok kısa süre] izin verilmiş dergicikte üç beş okur yazarda kafa göz bırakmayan, camiyle kilise arası lanetlenmeye yarar "münevver avuntusu"dur. Üzerinde en çok gürültü kopardığımız KÜLTÜR bakımından, Avrupa, yüzyıldan beri, az çok bağımsız bir düşünce hürriyetini düşünce olarak kaldığı ölçüde yasak edememiştir. Bizde, anayasalar harıl harıl yazarlar: "Herkes düşünce ve kanaat hürriyetine sahiptir" (Madde 20). Sonra Millet Meclisi katlarında, ecnebi bir konsorsiyumdan yardım görmek üzere düzülen planı yapan ve savunanlar "komünist" damgasıyla resmen suçlandırılırlar. Çünkü Musolini'den adapte edilmiş Ceza Kanunumda bile o adla bir suç yazılmadığı halde, o "düşünce"ye benzer veya benzemez her hoşa gitmeyen fikri kötülemek ve yasak etmek için "komünist" demek, akan bütün suları durdurur. Kanunun ve Adliyenin dili bir karış çıkar, öyle bir suçun damgasını yemiş yurttaşı temize çıkarıncaya kadar... Neden? Çünkü bizde kanunlar değil, şahıslar, derebeyiler "Devletçiliğimiz'^ egemendirler. Daha doğrusu "Devletçiliğimiz "in özü, "Devletlu"ları kanunların üstünde saymaktır. Bu şartlar altında, düşüncemiz, patenti belli tekellerde imtiyazlaştırılmış kalıp fikirlerle ısmarlama laf ebeliklerinden öteye geçemez. Kültür alanında, dünyaya sunulacak tek bir orijinal şaheserimiz doğmadı diye de, ağlaşıp dururuz. Yahut tersine, dünyanın her yerinde harc-ı alem olmuş en bayağı fikirleri, hep biz keşfetmişiz gibi, kendi "eşsiz örneksiz" buluşlarımız olarak millete yutturmaya kalkışırız. Devletçiliğimizin kurduğu karantinayı Cennet saydırmaya çabalayan "devlet kuşu" sosyalistlerimiz sağ olsunlar. Maddi alanda Avrupa en yüksek teknik medeniyeti kurmuş, biz o medeniyeti, siyasi kabuğunda bir kıyafet inkılabı sanmışız. Yarım yüzyıl, harika, mucize, dünyalara bedel ilerleme türküleriyle dere tepe düz gitmişiz. Bir de arkamıza dönüp bakmışız ki, arpa boyu yol almamışız. Yarım yüzyıl önce bıraktığımız yere, dönme dolapla dolaşıp gelmişiz. Avrupa ile aramızda yarım yüzyıl öncekinden çok daha büyük bir mesafe ile geri kaldığımızla karşılaşınca, afallayıp kalmışız! Manevi alanda Avrupa, Ortaçağ skolastiğini bir daha geri getirmemecesine gömüp, modern düşünceyi sağlamış. Biz, Arapça ve Acemceyi bırakıp, Frenkçe'den, Almanca'dan, en son İngilizce'den tercüme ve taklitler yapmakla, medrese kafamıza uygun bir yeni skolastik şapkasını başımıza geçirdiğimizi bile anlamamışızdır. Bugün, en kör göze dahi batan biricik gerçek ortada duruyor: Batı'da sosyalizm büyük sanayinin yarattığı modern işçi sınıfına, uzun süreli güreşlerle savunduğu yaşama ve düşünme hürriyetini, modern toplum çerçevesini çatlatmaksızın, kısmi tatminlerle amortize etme, giderme yollan açan iyi kötü bîr sosyal istikrar sağlamak çabasıdır. Türkiye'de neler oluyor? Büyük sanayi mamulleri nasıl Avrupa'dan hazırca geliyorsa, ülkemizde nasıl ancak Avrupa'da modası geçmiş, tekniğin son sözü olmaktan çıkmış, az çok ıs-
karta makineler getirilerek "monte" edilir edilmez bir "milli sanayi" doğdu sanılıyorsa, tıpkı onun gibi, Avrupa'da büyük sanayinin tabii ürünü olan sosyalizm de, ancak Avrupa'da işportaya çoktan düşmüş sosyalizm veya sosyal düşünce döküntülerinden derme çatma parçalar, yedek parçalar biçiminde yurda aktarılırsa, "yerli malı" bir sosyalizmimiz oluverir, biliniyor. Ham maddesi Amerika'dan, makinesi İsrail'den getirtilip, çıfıt çarşılarımızda sekiz on yaşındaki kız-oğlan çocuklarımızı sabah namazından yatsıya dek balmumuna çeviren "plastik sanayiimiz" ne kadar "milli" ise, o kadar milli "montaj fikir" özentilerine kapılıyoruz. Fakat bu "fikir"ler, hele "devletçiliğimizde kaynaştırıldılar mı, Ortaçağ zihniyetimizle ister istemez hayattan kopuyorlar. Basmakalıp, halkımıza gün ışığı göstermeyen bir sürü yapma ve uydurma "milli sosyalizm" kılıklı "ideoloji" ukalalıkları moda oluyor. O yüzden bizim "sosyal" düşüncelerimiz ve "sosyalizmlerimiz" Hatta soysuzlaştırılmışın soysuzlaştırılmışı -Ahmet Agayefin dediği gibi- "önü sonu tutar" bir sistem bile yumurtlayamıyor. Her sıkışan zümre, sınıf veya sözcünün mahalle kahvesi ağzına, kocakarı aklına geleni, paşa keyfine uyduğu gibi ortaya savurması bir "yenilik" ve "ilerilik" sanılıyor. Her kolay kabadayı kalemşorun kursağında geğirdiği git gıdaklama, her panayır şairinin veya tatlı su romancısının "manası karnında" guruldayan gaazi, fantazi fikir kırıntıcıkları "sosyal hikmet" yerine geçiriliyor. Ne sağ, ne sol, kimse Modern anlamda Düşünceyi ciddiye almıyor. Bütün sosyal yaygaralarımız, halkın ve milletin her türlü hürriyet ve insanlık yönelişini şaşkına çeviren anarşi unsuru sosyalimsi palavralara dökülüyor. Bizim "devletçi sosyalizm" çığırtkanlarınız o palavraların en gözde kahramanlarındandırlar. O sırtlarını "sağlam kazığa", devletçiliğimize dayamış kabadayıların ağzında "sosyalizmimiz" dahi, hatta Batı'nın anladığı yönde "Komünizme taşmayı önleyecek son bent" olmaktan bile çıkıyor. Diktatör taslaklarının demagoji taçlarını süsleyen sahte elmas, zümrüt, zebercet taşları, taklit mücevherat rolünü ancak oynayabiliyor. Bu çeşit "sosyalistlerimiz", Türkiye'de gâh sinsi sinsi, gâh bütün haşmetiyle, debdebesiyle, fakat her zaman dipdiri yaşamış, yaşatılmış derebeyi bağıntılarımızı, "Devletçiliğimiz" maskesi altında, "besle büyüsün, ört uyusun" eden bir rezil çemberi haklı çıkarmaya yarıyorlar. Yıllar yılıdır dinlediğimiz "sosyal" mavallar, kırk yıldır şiştikçe iştihası artan, iştahlandıkça şişen Or-
taçağ artığı bürokrasimiz, Şark kırtasiyeciliğimiz ortamında, dış yardım sadakasıyla "Ne kendi eyledi rahat, ne halka verdi huzur". Biçare palaspare memurlar saltanatımızı hem tavlayan, hem avlayan meşhur: "Yem borusu" yerine geçiyor. Vardı, geldi, Konya altı saat, derken, hayat pahası ve işsizlik hamamı içinde halk kadar memuru da terletip bayıltan geriliğimizi, gökten inmiş kurtarıcı "Mehdi resulullah", hak rahmeti bir mucize ilerleyiş gibi yaldızlamaya özeniyor. Bütün o "sosyalizm" kasketli "Devletçilik" çalımlarımız, profesör Zati Sungurların dünya güzelini belinin ortasından testereyle kesip yapıştıran, yahut hokkabaz külahı içinde tılsımlı tavşanlar hoplatan, "ne sihirdir, ne keramet, el çabukluğu marifet", kavuklu derebeyi geriliği ile sarmaş dolaş silindir şapkalı ecnebi nüfuzunu putlaştırmış, gülünmekten çok ağlanacak bir çorbacı skolastiğinin sarhoşluğudur. Bunun en tipik, daha doğrusu en ibret alınacak "trajik" örneği mi aranacak?.. Dünkü tek parti çağının, tarikat ehli dışında kimsenin ciddiye almadığı çorbacı skolastiğinin son perdesi; "ne idükleri" belirli "komünizm" süprüntüsü "Kadroculuk" idi. Bugünkü çok parti çağının, hemen herkesçe ciddiye alınan çorbacı skolastiğinin ilk perdesi: ne idükleri belirsiz, (küçümseme ve kötüleme anlamında değil, iyi, hoş, parlak sözleri ne olursa olsun, en "doğru" ve sağlam diye yaslandıkları yerde, "devletçiliğimiz" gibi çürük tahtaya basmış olan) "Yöncülük"tür. Kadroculuk: "İşverenden yana devletçilik" imiş de, Yöncülük: "Halktan yana devletçilik" miymiş? Haydi, efendim! Kül poğaçasına hasret memleketimizden başka yerde kim satın alır böyle manda tezeğinden iri lafları, karın doyuracak somun diye? En haklı görünen olayları bile gölgesi altında kuşkuya gömen temel fikirlerine bakılınca, iki akıntı arasındaki (birbirlerine bugün de çekici gelen) metot ve mantık sonucu (yol ve varılacak köy) iddialarında tek fark şudur: Kadroculuk daha kelbi biçimde "ütopik demagoji" idi. Yöncülük daha tasavvufi (mistik) biçimde "demagojik ütopi"dir. Kadrizm, sinikçe (hinoğlu hince) bilerek yapılmış tahriflerle uydurmaya kalkıştığı "ütopya" da, sırf bahşişini kazanmak üzere yaranmak istediği sınıfların gerçek oluşum ve eğilimlerini köy softası kadarcık ezberleyememiş alaturka demagoji idi. Yönizm: Demagojiye (kuru kalabalığı parlak boş lafla temelde yanıltmaya) kaydığını sezmeksizin, güvencini edinmek üzere yaranmak istediği
zümrelerin tarihcil durumlarım bir "tarihçi" Murat bey, veya bir "tarihi istikbal"ci Celal Nuri İleri bey kadarcık olsun görememiş silme "alafranga ütopizm"dir. Osmanlı, "sınıf-i me'murin" derdi bunların "Devletçilik" dedikleri kuşa! Gönül genç "Yön" koçlarını, dişleri dökülmüş kadro kurtlarıyla aynı ağılda görmekten üzülmüş, neye yarar? Acıklı yanları bu. Traji-komik çalımları, melo-dramatik curcuna yalımları ne olursa olsun, çökmüş Osmanlı İmparatorluğu'ndan yadigar düzenle, medreseci lonca mantığına, solcu softalığı katmış kötü esnaf ukalalıkları hangi sapa balta olurlar? Ikıntılı, sıkıntılı "sosyal" sözler veya her ihanetini gördükçe sevgili yosmaya tapınçlı sitemlerle, kurda koyun pöstekisi mi giydirilecek? Kendilerine nasılsa -diplomalarına bakıp- "Aydın" etiketi takılmış, burnunun ucunu görmez, kendini beğenmiş zavallı kapıkulu kalabalığı, ara sıra kazan kaldırma peşrevli "İzmir havası" tem-posuyla, "zinde" zeybek oyununa mı kaldırılacak?... O kadarcığına bile yaramıyorlar. İşte 27 Mayıs "aktı geçti"! O "Sur'u İsrafil" "uyanıklarımız neredeydiler? Bezirgan kulislerde "seçim" yapıldıktan, atı alan hacıağa Üsküdar'ı boyladıktan sonra, mantar gibi fışkırmakla "atom bombasına benzeyişlerini mi seraplaştıracaklar? Yoksa, Türkiye halkının gerilikten kan kusan "sadrine şifa" verecek kağıttan "reçete"ler mi sunacaklar? Çeşitleri Kadrizm kadrilizmile veya Yönizm bönizmile kalsa öpülüp başa konulacak olan bu "Eshab'ı kehif"in "devrimci doktor" perukalı "Kıtmir" üstadlarının, kaçık "ideolog"luklarıyla gösterdikleri bütün "beceri": Türk milletinin başındaki en büyük tarihcil derdi (pahalı, lüks devletçiliğimizi) zemzemle yıkamak, o her aklı başında işverenin pek iyi -sosyalistlerimizden çok daha iyi- tanıdığı, tanımladığı, yaka silktiği Hacıağa kokulu Levanten yetiştirmeye elverişli gübreliği, o ahır karanlığındaki nemli "mantaryaslas/"nı, en güneşli, en bereketli, biricik ekin tarlası diye millete tek umut kaynağı, tek "arz'ı mev'ut" gibi gösterip, halkı yağmur duasına çağırmaktır. Yurdumuzda en basit toplumcul düşünce kurallarını yasak edip, her fikri kör körüne kışla itaatına sokamazsa kelepçeleyen kafatası ölçüsünü, ruh şebekesini, vicdan ağını, bulunmaz Hint kumaşı, "eşsiz örneksiz" Keşmir şalı diye, geri kültürümüzün Mahmutpaşa yokuşu Ankara caddelerinde, maldan anlamayanlara, beş aşağı, on yukarı ucuz, pahalı satmaktır. Geçtim, o "Şark kurnazı" madrabazlıkları, kendilerinden başka anlayarak dinleyen var mı? Belki, koltuklu masa başında
"salla başı, al maaşı" geçinmekten başka ülkü bilmeyen; sertçe yat borusuyla zıbarıp, yumuşakça lahuti hamam borusu ile talime kalkmayı bütün bir değişmez yaşama sanan "me'murin taifesi" yahut usturuplu üç beş cümle tekerlenince her işin yoluna gireceğini (Amerika'dan buğday gelmese, Avrupa'dan "Sadaka'i Fıtır" gelmese de, fodlaların sür git ödeneceğini) uman ulufeci "Aydınyan" veya "Solcıyan", "Sağcıyan"... böyle kaval seslerine alışık ezeli devlet süt kuzucuklarıdır. Ne desen, inanıverirler. Önlerine kim düşse kanıverirler. Maaşlar tıkırında gittikçe pek uysaldırlar. Kazanı boş görmedikçe kaldırmazlar. Ama vergisi ve karakoluyla bizim bitmez tükenmez, ucu bucağı görünmez kırtasiyeciliğimizi etinde, kemiğinde duymuş halkımız önüne, bizim salak ve solak hafızlarımız, Pala Paşalar kadarcık olsun çıkabiliyorlar, "Kalkınma" "hat'mi şeriflerini indi - rebiliyorlar mı? Hayır. Çünkü halk önünde "devletçiliğimiz"e "Şanım şekeri" dedikleri gün, yüzleri kızarmasa bile, "Arabın yüzü gibi istenmeyecektir. Tersine, hani şu "devletçiliğimizin sıcak "serler"inde tıkız harçlıklarla sulanıp sun'ice büyütülmüş "şeriatçı-ırkçı"larımız yok mu? Onlar, "suret'i haktan" görünüp, sığındıkları "devletçiliğimiz"e sözüm ona çatarak, toplumumuzu Hülagü Han'ın okla yay çağına döndüreceklerini vaat ettikleri milletçe alkışlanacaklar da, beriki sosyal - devletçiler, taratorlu ağızlarıyla sırf "devletçiliğimizin cennet köşkleri"ni tapşırmaya kalkar kalkmaz, -yanıbaşlarında jandarma süngüsü yokken- yuhalanacaklarını enkonsiyanlarıyla sezmektedirler. Ne yazık ki, "Fasık'ı mahrum" gözyaşları dökerek, ektiklerini yuhalanmakla biçerlerken, görecekleri ilgisizliği ve tiksintiyi, yaptıkları ham sofu vaizlerinin sonucu değil, "toplumsal ilericiliğe" karşı, anlayışsız "sokak adamı"nın cahilce sövüp sayması bilecekler; böylece, Türkiye halkının her türlü sosyal adalete ve ileriliğe düşman olduğu sanısına bir yol da kendi denemeleriyle yol açacaklardır. Yok, sosyal baylarımız: Batı'dan en az yüz elli yıl geri "devletçiliğimizi sözde ileri batıcı "Sosyalizm" kaftanını giydirmekle yapılan kalkınma "İdeolog"luğu, hiç değilse yeni bir "Demagog"luk sayılamaz. Bırakalım o "Sosyalizm" (Yön) veya "Nasyonal Sosyalizm" (Kadro) gibi ulema pozlu kuruntuları. Önce kendi gerçeğimize inelim. Doğu'nun softa kafasını Batı maymunluğu gövdesine aşılayıp, Türkiye halkında kalmış iki paralık akl'ı selimin de ortasına tüy dikmeyelim.

2.Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder