İRAN etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İRAN etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

17 Ekim 2021 Pazar

TÜRKİYENİN ORTADOĞUDAKİ YUMUŞAK GÜCÜ . BÖLÜM 2

TÜRKİYENİN ORTADOĞUDAKİ YUMUŞAK GÜCÜ . BÖLÜM 2





2. TÜRKİYE - İRAN İLİŞKİLERİ: AŞILMASI GEREKEN GÜVEN BUNALIMI

    İran 70 milyonluk nüfusu, Türkiye yüzölçümünün yaklaşık iki misline ulaşan toprakları ve özellikle enerji alanındaki devasa kaynakları ile Ortadoğu’nun en önemli ülkeleri arasında. İran aynı zamanda Türkiye’den sonra Ortadoğu bölgesinin ve tüm Müslüman coğrafyanın en büyük ikinci ekonomisi durumunda. 

Üstelik İran, Türkiye’nin de komşusu. Bu veriler dikkate alındığında Türkiye ile İran arasında ciddi bir ekonomik yakınlaşma, hatta entegrasyon beklemek doğal bir sonuçtur. 

Ancak ilişkilere bakıldığında son derece sağlıksız bir tablo ile karşılaşılıyor:

İran, Çin ve Rusya ile birlikte, Türkiye’nin en fazla dış ticaret açığı verdiği ülkeler arasında yer alıyor. Açık 5 milyar doları aşıyor. Ticaretin % 75’ini gaz alımı oluştururken enerji dışı ticaretin hacmi sadece 2 milyar dolar civarında kalıyor. Oysa Türkiye sanayisi ve tarım-hayvancılık sektörleri İran’ın ihtiyaçlarını karşılamaya çok müsait. Buna rağmen İran, Türk mallarına yüz vermiyor, ticaret bir türlü istenen hızda ilerlemiyor. Doğrudan yatırımlarda ise durum çok 
daha kötü. İran’a girmek isteyen Türk yatırımcılar akla zarar engellemelerle karşılaşıyorlar. Türk yatırımcılar bırakınız komşu ülkeden olmanın ve ortak kültürel-dini benzerliklerin tadını çıkarmayı, Türk oldukları için bazı özel engellemelerle dahi karşılaşabiliyorlar. Tüm bu engelleri aşıp ihalenin son aşamasına geldiğinizde ise tüm süreç birdenbire iptal edilebiliyor. TAV ve Türkcell’de bunun en açık örnekleri yaşandı. 

Geçenlerde USAK’ı ziyaret eden bir grup Türk iş adamı ise sorunun bir başka boyutundan dert yandı. İranlı iş adamlarının son dönemde sıkça Türk iş adamlarına işbirliği önerisinde bulunduklarını, ancak bu ilişkilerin Türk tarafı için hep hüsranla sonuçlandığını belirttiler. İranlılar Türk iş adamlarından meslek sırlarını aldıktan, üretimin nasıl yapıldığını iyice öğrendikten sonra Türk ortağı İran’dan uzaklaştırıp yollarına devam ediyorlarmış. 
İş adamları İranlıların yaklaşımını ‘şark uyanıklığı’ olarak değerlendiriyorlar ve İran ile uzun dönemli bir işbirliğinin ne kadar zor olduğunu anlatıyorlar. 

Belli ki Devrim sonrasında oluşan kapalı ekonomi ve ekonomik müeyyideler İranlıları rekabetten uzaklaştırmış ve evrensel iş hayatı kurallarını öğrenmeleri bayağı bir zaman alacak. 

Başka bir deyişle İran’da siyasi direncin dışında bir de kültürel direnç var.

Kim ne derse desin, İran’da daha fazla Türk şirketi görmek istemeyen bazı güçlerin olduğu muhakkak. Bunların en önemli hareket noktası Türkiye’nin ‘ABD ve İsrail’in casusu’ olduğu düşüncesi. İran’da Türklerin sayısı arttıkça ‘karşı-devrim’ olacağından endişe ediyorlar. 

1 Mart Tezkeresi ve Irak Savaşı sonrasında Türkiye’nin aktif Ortadoğu politikası bu düşünceleri yumuşattıysa da Türkiye birçok radikal devrimci için hala şüphe ile yaklaşılması gereken bir ülke.

İkinci önemli gerekçe Türkiye’nin hemen her alanda İran’ın tersi bir istikameti temsil ediyor oluşu. Türkiye İslam dünyasında farklı bir dini yaşam yorumunun şampiyonu ve serbest ekonomisi ve serbest siyasi yapısı ile İran’daki devrim rejimini yumuşak gücü ile erozyona uğratabilecek ve nihayetinde sona erdirebilecek bir ülke olarak görülüyor. Başka bir deyişle Türkiye anlayışı bazı İranlılarca da ‘İran anlayışının panzehiri’ olarak algılanıyor. 

Bu durumda da İran devletinin derinlerinde Türkiye ile ilişkilere karşı ciddi bir direnç oluşuyor.
İlişkilerin yeterince gelişmemesinde en önemli bir diğer sorun ise geleneksel- tarihsel İran politikaları. Başka bir deyişle İran seküler bir ülke olsaydı da karşımıza çıkabilecek bir sorun. 

O da İran’ın Arap, Türk ve diğer Müslüman ülkelere karşı izlediği kendine has güven telkin etmeyen dış politikası. 

Hatırlanacağı üzere Osmanlı döneminde de İran ile Osmanlı Devleti bir müttefik olamamış, ciddi bir ekonomik ya da siyasi işbirliğine girememişlerdir. 

Bu dönemde İran-Vatikan ilişkileri İran-Osmanlı ilişkilerinden çok daha iyi bir durumdadır. Birçok araştırmacı Türk-İran sınırının uzun yıllar boyunca önemli oranda değişmeden kalmış olmasını ilişkilerin olumlu bir yönü olarak sunsalar da sınırların nispeten değişmemesinin nedeni tarafların birbirlerine duydukları güvenden ziyade güç dengesinde aranmalıdır. Eğer Osmanlı Devleti yeterince güçlü olmamış olsa idi İran, Anadolu’nun içlerine kadar uzanmış 
olurdu. 
Osmanlı’nın İran’ın içlerine fazlaca girmemiş olmasının nedeni ise Osmanlı’nın yayılma sahası olarak temelde Akdeniz ve Avrupa’yı görmüş olmasında aranmalıdır. 
Özetle sınırlardaki istikrar ilişkilerin güçlü olmasından kaynaklanmamıştır. Aksine Osmanlı arkadan bir saldırıya uğramamak için Irak’ta ve Anadolu’da İran’a karşı çok çeşitli önlemler almıştır. Örneğin Irak Türkmenlerinin kuzeyden güneye bir kılıç şeklinde yerleştirilmelerinin en önemli nedeni ‘İran tehlikesi’dir.

Aslına bakılırsa İran’ın ilişkileri sadece Anadolu Türkleri ile değil, neredeyse tüm Müslüman dünyası ile sorunlu olmuştur. Bu sorunlar 20. yüzyılda da sürmüş ve İran İslam Devrimi sonrasında ortaya çıkan devletin Müslüman coğrafyadaki algılanması bu açıdan bakıldığında Şah dönemi ile bazı benzerlikler de içermiştir. Örneğin 2008 itibariyle Arap dünyasının bölgede en çok çekindiği ülkelerin başında İran geliyor. Soğuk Savaş boyunca Arapları komünizm 
tehlikesi ile kendi liderliğinde birleştirmeye çalışan ABD şimdi de İran tehdidini bir araç olarak kullanıyor. Bölgede hangi Arap temsilci ile görüşseniz (Suriye, Hamas ve Hizbullah hariç) İran’a hiçbir bölge ülkesinin güvenemediğini anlıyorsunuz. Körfez Arapları İran’ın her an kendilerine saldırabileceğini, topraklarının bir kısmını almaya çalışabileceğini veya iç işlerine karışacağını düşünerek İran’ı en önemli tehditlerin başına yerleştiriyorlar. 

Çoğu kez bu nedenle ABD’ye yanaşıyorlar. Yani Körfez’deki ABD varlığını meşrulaştıran en önemli neden de İran. Sadece Körfez Arapları değil, Ürdün ve Mısır gibi nispeten daha uzak bölgelerdeki Araplar da İran’a şüphe ile bakıyor ve niyetlerini sağlıklı bulmuyorlar.
İran sadece Arapları değil, Pakistan gibi diğer bazı Müslüman ülkeleri de ‘korkutuyor’. Bunun çok sayıda örneği var ancak en çarpıcı olanı Pakistan’da deprem olduğunda yaşandı. İran, Pakistan’a giden yardım ekiplerine büyük zorluklar çıkardı ve bu durum ne Pakistan, ne de Türkiye tarafından bugüne kadar unutulmadı.

İran’ın en önemli güven sorunu yaşadığı Müslüman gruplardan biri de Türkler. Sadece Türkiye değil, Azerbaycan, Türkmenistan, Özbekistan ve diğer Türk cumhuriyetleri de İran’ı şüphe ile karşılıyor. Özellikle Azerbaycan, İran’ın Ermenistan’a verdiği açık desteğin çok net bir şekilde farkında. Eğer Türkiye ve ABD’nin net karşı çıkışları olmamış olsaydı Azerbaycan’ın özellikle Hazar’da İran karşısında ne kadar zor durumda kalacağı aşikârdı. Ermenistan’ın Azeri 
topraklarını işgali sürerken Ermenistan’a her türlü ekonomik desteği veren ilk iki ülkenin Rusya ve İran olduğu da bir sır değil. İran başta enerji olmak üzere her alanda Ermenistan’ın Azerbaycan karşısında güçlenmesine katkı sağlıyor. Tahran’ın zaman zaman iki ülke arasında arabulucu gibi davranma çabası da garip. Çünkü İran bir İslam devleti olduğunu iddia ediyor ve kendi nüfusunun da önemli bir kısmını oluşturan Azerilerin toprakları işgal altındayken 
kendisini en fazla arabulucu olarak tanımlayabiliyor.

Türkiye açısından ise İran’ın PKK terör örgütüne verdiği destek hala akıllardadır. İran sınırını serbest geçiş alanı gibi kullanan terör örgütünün bugün Kandil Dağı’nda kullandığı birçok altyapı da İran’dan birer hatıra. Zamanında terörü görmezden gelen İran bugün aynı derde düştü ve Türkiye ile işbirliği yapmak zorunda kalıyor. 

Fakat ilerleyen zamanlarda bu durumun tersine dönmeyeceğinin garantisi de yok. Türkiye için İran imajını etkileyen en önemli unsur ise şüphesiz 1980 ler boyunca süren ve 1990ların bir kısmında da net bir şekilde hissedilen rejim ihraç etme çabaları oldu. Bugün dahi Türkiye’de birçok kişi İran’ın hala bu tür gayretler içinde olduğunu düşünüyor.

Anlaşılan o ki İran’ın Müslüman ülkeler ile ilişkileri oldukça garip. İran kendisini bir ‘İslam Cumhuriyeti’ olarak tanımlıyor. Ancak dış ilişkilerinde birkaç istisna (Suriye, Sudan gibi) dışında neredeyse tüm Müslüman ülkeler ile sorunlu. İlişkilerinin iyi olduğu ülkeler Rusya ve Ermenistan gibi bölgenin iki Hıristiyan ülkesi. Üstelik bu iki ülke Müslümanlarla da ciddi sorunları olan ülkeler. 

Ermenistan komşusu Azerbaycan’ın topraklarının neredeyse beşte birini işgal etmiş, Rusya ise Çeçenistan’da gelmiş geçmiş en büyük insanlık dramlarından birine imza atmış. 

Başka bir deyişle bu şartlar altında Osmanlı’ya karşı Vatikan ile işbirliği yapan İran’ı hatırlamamak çok zor.

Bu veriler altında denebilir ki Ortadoğu’da ekonomik entegrasyonu, ticareti ve siyasi işbirliğini arttırmak isteyen Türkiye’nin karşısındaki en önemli engellerin başında İran geliyor. Çünkü İran herkesi kendisi gibi biliyor. Türkiye’nin gizli (kirli) bir gündemi olduğunu sanıyor. Türkiye’nin ticaret ile İran’ın altını oyacağından endişeleniyor. Tahran’da bu bakış açısı sadece Türkiye’ye karşı değil, diğer birçok bölge ülkesine karşı da var. Oysa İran bu kaygılarında çok 
yanılıyor. Bunu anlaması için ‘ABD ajanı’ olarak algıladığı ülkelerin ABD politikasına nasıl karşı çıktıklarına bir göz atması bile yeterli olurdu.

Gaz Sorunu

Doğalgaz hattındaki kesilmeler İran’ın yanlış bakış açısının bir diğer örneği. 

Bilindiği üzere Türkiye, Rusya’ya olan bağımlılığını azaltabilmek ve komşusu İran ile ticaretini arttırabilmek için İran gazını almaya karar verdi. 

Bu maksatla ciddi yatırımlar yapılarak iki ülke arasında yüzlerce kilometrelik doğalgaz boru hattı döşendi. Türkiye ilk defa bu hattı gündeme getirdiğinde içeride ve dışarıda çok önemli siyasi maliyetlerle de karşılaştı. İçeride İran gibi bir ‘İslamcı rejim’ ile iş yapılmasının Türkiye Cumhuriyeti’nin temel kurucu ilkelerinden laikliğe aykırı olduğu söylenirken, dışarıda da ABD, İran ile her türlü işbirliğine karşı olduğunu açıkladı. Fakat Ankara tüm bu zorlukların 
üstesinden gelerek İran doğal gaz hattını hayata geçirdi. Hatta ilerleyen yıllarda İran ile doğalgaz alanında başka işbirliklerinin de yolunu aradı. 

İran’dan tüm dünyanın köşe bucak kaçtığı, ona ‘çirkin ördek yavrusu’ muamelesi yaptığı bir dönemde Türkiye’nin tüm bu fedakârlığına ve uluslararası yazılı anlaşmalara rağmen İran keyfi bir biçimde, üstelik kara kışın ortasında gazı kesmeye başladı. 

İran’dan gelen gazın kalitesinde de ciddi sorunlar yaşandı. Bu kesintiler zamanla sıklaştı. 2005-2006 kışında ve bu kış ise İran’ın kesintileri Türk Ekonomisini  vurmaya başladı. İki kış önce bazı sanayi tesisleri faaliyetlerini gaz yetersizliği nedeniyle durdururken, bu yıl da elektrik üretiminde ciddi sorunlar yaşanıyor.

İran gaz kesintileri konusunda zamanında açıklama yapma ihtiyacını bile duymuyor. Canı isteyince vanayı kapatıyor, canı istemezse açıyor. Türkiye’de tepkiler sertleşince lütfen bir açıklama gelse de özür vs. hak getire.

Bu yılki gerekçeleri yine aynı: “Kış sert geçiyor. Bize yetmiyor, size mi verelim?” Hatta Türkiye’de bazıları da İran’a hak verecek kadar ileri gidiyor: 

   “Bir ülke kendi vatandaşları dururken gazı dışarı satar mı?” diyorlar. Elbette satar. Eğer bir anlaşma imzalamışsanız, uluslararası taahhütler altına girdiyseniz, öncelik dış taahhütlerinizde dir. İçerideki haliniz ne olursa olsun sözünüzde durmak zorundasınız. 

Aksi takdirde hiç kimse sizinle ne ticaret yapabilir, ne de siyasi işbirliği. İran kış soğuklarını tarihinde ilk defa yaşamıyor. Yıllık gaz üretiminin ne kadar olacağı da sır değil. Bu durumda başka bir ülke ile anlaşma imzalayan İran’ın öncelikle bu taahhütlerine uyması gerekir. 
En azından anlaşma imzaladığı Türkiye ile oturup anlaşarak yaşanan sıkıntıyı paylaşması gerekir.

İran’ın bir diğer gerekçesi de Türkmenistan’ın İran’a verdiği gazı ani bir şekilde kesmesi. Türkmenler gaz fiyatını beğenmedikleri için İran’ı yola getirmeye çalışıyorlar, İranlılar da faturayı Türkiye’ye çıkarmaya kalkıyorlar. Oysa Türkmen gazı da Türkiye’yi ilgilendirmiyor. Çünkü Türkiye Türkmenistan ile herhangi bir anlaşma yapmış değil. Hatta böyle bir işbirliğinin önündeki önemli engellerden biri de Tahran Yönetimi oldu. 

İran, Türkiye’nin Orta Asya ile ilişkilerinde hep engelleyici olduğu gibi Türkmen gazı konusunda da her zaman engelleyici oldu. Söyledikleri ile uygulamaları birbirini tutmadı. Türkmen gazının doğrudan Türkiye’ye gitmemesi için Türkmen gazını alıp kendi gazıymış gibi Türkiye’ye satmaya kalktı.

Özetle İran içinde bulunduğu kuşatılmışlığa, ABD ve Avrupa ile yaşadığı siyasi ve ekonomik sorunlara rağmen bölgesine dönük şüphe uyandıran politikalarını sürdürüyor. Milyarlarca dolar kazandığı Türkiye pazarına karşı dahi sorumluluklarını yerine getirmiyor. Tutarlı bir ortak gibi davranmıyor.

Oysa ki Türkiye ve İran’ın işbirliği önündeki engelleri aşması demek Türkiye-İran-Orta Asya ve Türkiye-İran-Pakistan hattında derinleşen bir ekonomik entegrasyon demek. Bölge ülkeleri arasında katlanan ekonomik ilişkiler sayesinde bölge dışı ülkelerin daha az siyasi müdahalesi demek. 

Türkiye yılmadan İran’a ekonomik araçlar (ticaret, boru hatları vs.) ile girmeye çalışıyor. Çünkü ekonomik olarak bölgeye entegre olmuş bir İran sadece Türk ulusal çıkarlarına değil, bölgesel istikrar ve barışa da katkı sağlayacaktır. Ortadoğu’nun kalkınması ve istikrara kavuşmasında hiç şüphe yok ki Türkiye ve İran işbirliği özel bir rol oynayacak. Eğer bu iki ülke en azından ticari sahada yakınlaşamazsa Ortadoğu’nun (ve hatta Pakistan ve Orta Asya’nın) geleceği için güzel düşler kurmak dahi zorlaşacaktır. Bu basit gerçeğin farkında olan İranlıların sayısı az değil. Ancak bu gerçeği anlamak istemeyen ve hala eski Pers İmparatorluğu oyunlarını İslamcılık etiketi altında sürdürmek isteyen dar, ama çok etkili bir kadro da İran devletinin içlerinde  mevzilenmiş durumda.Son söz olarak denebilir ki İran’ın önündeki en önemli engel yine İran. 

İran’dan anlaşılması güç, birbiriyle çelişen mesajlar geliyor. 

Şu an için denebilir ki karşımızda en azından birden fazla İran var ve böyle bir İran da en az ABD kadar bölge ülkelerini korkutuyor.

***
 

TÜRKİYENİN ORTADOĞUDAKİ YUMUŞAK GÜCÜ . BÖLÜM 1

TÜRKİYENİN ORTADOĞUDAKİ YUMUŞAK GÜCÜ . BÖLÜM 1





ULUSLARARASI İLİŞKİLER GÜNDEMİ
TÜRKİYE’NİN ORTADOĞU’DAKİ YUMUŞAK GÜCÜ
Sedat LAÇİNER


   Soğuk Savaş’ın sona ermesinden bugüne Türkiye bölgesinde daha etkili bir aktör olmaya doğru ilerliyor. Geçmişte sürekli olarak ‘potansiyel’ olarak değerlendirilen ilişkiler adım adım somut ilişkiler haline gelmeye başlıyor. Türkiye ‘sahaya indikçe’ Ortadoğu, balkanlar ve Kafkasya başta olmak üzere yakın çevresindeki yumuşak gücünü de keşfetmeye, bunun tadına varmaya başlıyor. İsrail-Filistin, Pakistan-Afganistan, Suriye-İsrail ya da İran-İsrail gibi rakip kampların her iki kanadı da kendilerini Türkiye’ye yakın bulabiliyor. 

2007 yılının 2. dönemi Türkiye’nin söz konusu yumuşak gücünü daha fazla fark ettiği bir dönem oldu. Bu nedenle bu çalışmada Türkiye-Ortadoğu ilişkilerini ele almak yararlı olabilir.

1. İSRAİL-FİLİSTİN ANKARA BULUŞMASI

Daha önce başka bir ‘küskün kardeşler’ olan Pakistan Devlet Başkanı Müşerref ile Afganistan Devlet Başkanı Karzai’ye ev sahipliği yapan Ankara Kasım 2007’de bu kez dünyanın en ünlü ‘düşmanları’nı bir araya getirdi. İsrail ve Filistin Devlet Başkanları Ankara’da. Şimon Peres ve Mahmud Abbas’ın Ankara ziyaretibirçok açıdan ilk oldu: İlk kez bir İsrail ve bir Filistin devlet başkanı Türk meclisine hitap etti. Peres’in Meclis’teki konuşması İsrailli bir devlet başkanının Müslüman bir ülke meclisinde yaptığı ilk konuşma oldu. Dahası ilk defa iki lider birbirlerini bir başka ülkenin meclisinde dinlediler. 

Bazıları bu ilkleri önemsemeyebilir ve sıradan ‘diplomatik oyunlar’ sayabilir. Ancak iki liderin Ankara ziyaretleri Türkiye’nin (büyük) Ortadoğu’daki ‘yumuşak gücü’nü açık seçik ortaya seriyor. 

Türkiye gerektiğinde Filistinlileri de, İsraillileri de azarlıyor, sert bir dille eleştirebiliyor. 

Ancak gerektiği zaman her ikisi ile en yakın ilişkileri de sürdürebiliyor. Pakistan ve Afganistan’ın Türkiye’ye duydukları güven, ama birbirlerine duydukları güvensizliğin bir benzeri de Filistin ve İsrail tarafında mevcut. Türkiye ile geçinebilenler, birbirleri ile geçinemiyorlar, hatta bir araya dahi gelmekte zorlanıyorlar. Aynı durum Irak’ın içinde bile söz konusu. Şiiler de Sünniler de Türkiye’yi kendilerine yakın görebiliyorlar. Böyle bir pozisyona sahip ikinci bir ülke bulabilmek gerçekten çok zor. Başka bir deyişle uzun yıllar sırtını Ortadoğu’ya dönen Türkiye yüzünü bölgeye dönmeye başladıkça ve bölgeyi tanıdıkça 
burada kendisi için ‘büyük bir servetin’ olduğunu fark ediyor, daha da fark edecek.

İsrail ve Türkiye

Her şeyden önce Türkiye ve İsrail bölge sorunlarının çözümünde iki farklı ekolü temsil ediyorlar. İsrail (ABD ile birlikte) sorunların çözümünü lider, rejim ve hatta sınır değişikliklerinde görüyor. 

Irak’ın üçe, en azından ikiye bölünmesi İsrail’in gönlünden geçen bir dilek. Irak gibi bir Arap devinin yeniden, karşısına eski haliyle dikilmesini istemiyor. 

Dahası Suriye ve İran’ın da ABD eliyle hallini umuyor. Suriye’de rejim değişimi, Suriye’nin birkaç parçaya bölünemese bile Lübnan ile ilgilenemeyecek kadar zayıflaması ve iç işlerine dönmesi İsrail’in bir diğer gizli dileği. İran’ın ise en azından gücünün budanması ve elini Irak, Suriye, Lübnan ve Filistin’den çekmesini bekliyor Tel Aviv. İsrail Irak ve diğer ülkelerde tüm bu süreç cereyan ederken Filistin sorununu bir veya iki güçsüz ama Batı yanlısı devlet(ler) kurdurarak çözmenin planlarını yapıyor. Elbette bu planlarda Türkiye’nin İsrail’in yanında yer alması İsraillilerin en büyük dileği. Aslına bakılırsa İsrail’in derdi Ortadoğu sorunlarına kalıcı çözümlerden çok üzerindeki yükü başka ülkelerin sırtına yükleyebilmek.

Türkiye ise Ortadoğu sorunlarının çözümünün lider, sınır veya rejim değişiklikleri ile çözülemeyeceğini, aksine böylesine ‘yüzeysel’ bir yaklaşımın sorunları içinden çıkılamaz bir hale getireceğini düşünüyor. Irak’ın da Filistinleşme sürecine girmiş olması Türkiye’nin kendi tezini savunurken kullandığı önemli kanıtlarından biri. Ancak Türkiye’nin ABD’yi, ya da İsrail’i ikna edebilmesi kolay değil. Bu nedenle Türkiye her iki devletin politikalarını da belli bir 
noktaya kadar veri olarak almak ve ona göre tedbir geliştirmek zorunda kalıyor.

Türkiye-İsrail ilişkileri ekonomik rakamlar dikkate alındığında tarihinin en iyi düzeyinde. 2007 yılının ilk 6 ayında Türkiye-İsrail ticaret hacmi 1.2 milyar doları aştı. Bunun 782 milyon doları Türkiye’nin İsrail’e ihracatı ve bir önceki yıla göre % 29’luk bir artışa denk düşüyor. 1997 tarihli serbest ticaret anlaşması ticari ilişkilere ciddi bir ivme getirirken turizm alanında da iyi ilişkiler hızla gelişmeye devam ediyor. 

Türkiye şu anda İsrail’in Ortadoğu’daki en büyük ticari ortağı durumunda. Doğrudan yatırımlar ve diğer faaliyetler dikkate alındığında iki ülke arasındaki toplamekonomik faaliyetlerin 10 milyar doları aştığı tahmin ediliyor. Bu da İsrail gibi nispeten küçük bir ülke için kayda değer bir rakamdır.

Türkiye-İsrail Ticaret Hacminin Seyri

1990 100 milyon dolar
1994 300 milyon dolar
1997 450 milyon dolar
2003 1.2 milyar dolar
2005 2.1 milyar dolar
2007 (İlk 6 Ay) 1.2 milyar dolar

Peres ile Türk yetkililer arasındaki görüşmelerde ekonomik ilişkiler elbette gündeme geldi. Ancak gündem bununla sınırlı değildi ve oldukça yüklü oldu. 

Doğal olarak ilk sırada Filistin sorunu görüşüldü. Türk, İsrailli ve Arap işadamlannı tek bir hedef doğrultusunda bir araya getirmeyi amaçlayan Ankara Forumu’nun Batı Şeria’da bir sanayi bölgesi oluşturması, böylece Filistin’in ekonomik sorunlarını azaltarak barışa katkıda bulunması Türkiye açısından önemli bir adım oldu. Peres de bu girişimi çok yararlı bulduğunu çeşitli defalar tekrarladı.

Şüphesiz iki taraf için de önemli bir diğer konu güvenlik ve terör. İsrailliler İran’ın terörü desteklediğini ve nükleer silahlar elde etmeye çalıştığını her vesile ile tekrar ediyorlar ve Türkiye’den de benzeri bir tavır bekliyorlar. Ancak Gül-Peres görüşmesinde tarafların İran konusunda net görüş farklılıkları olduğu anlaşıldı. 

Cumhurbaşkanı Gül, Peres’in iddialarının önemli bir kısmına katılmadı.

Güvenlik boyutunda İsrail’in bir diğer önemsediği konu da Türkiye’ye silah satışı. Silah sanayi İsrail’in önemli gelir kaynaklarından. Çoğunlukla ABD lisanslı silahları Washington’un izni ve çoğu kez maddi desteği ile İsrail’de üretiyorlar. Bazı silahlarda ufak değişiklikler yaparak İsrail malı versiyonlar da elde ediyorlar. 

Malum Ortadoğu’daki en iyi silah alıcılarından biri de Türkiye ve İsrail Türklere silah satmayı, silahlarını modernize etmeyi çok istiyor. Bu konuda hiçbir fırsatı kaçırmamak için elinden geleni yapıyor. Jerusalem Post’un haberine göre Peres bu gezide Türkiye’ye Arrow balistik füze savunma sistemi ile Ofek casus uydularının satışını da gündeme getirdi. Arrow (İngilizce ‘ok’ anlamına geliyor) füze savunma sistemi 1986’dan bu yana ABD’nin maddi desteği ile sürdürülüyor. 

Bu desteğin şimdiye kadar 2 milyar doları aştığı belirtiliyor. Sistem Scud ve Şahap 3 (İran) füzelerine karşı denendi ve başarılı bulundu. 

Halen sistemin Arrow II’si geliştirilmiş durumda ve geliştirme çalışmaları sürüyor. Sistemin daha çok Irak ve İran’a karşı geliştirildiği açık. İsrail’in Türkiye’ye pazarlarken ki argümanı da Türkiye’nin bu sisteme İran’a karşı ihtiyaç duyabileceği varsayımına dayanıyor. İsrail Arrow’u Hindistan’a da satmak istedi. 

Ancak ABD’nin muhalefeti nedeniyle sadece radar kısmı satılabildi. Ofek (İbranice ‘Ufuk’ anlamına geliyor) ise İsrail tarafından üretilen bir casus uydu. 

Bir arabanın plakasını dahi okuyabildiği iddia ediliyor. Üzerinde çeşitli sensörler bulunuyor ve işletme ömrü olarak 1-3 yıllık süreler belirtiliyor. 

1988’de başlayan çalışmalar şu anda Ofek 7’ye ulaştı. Ofek’in Türkiye’ye katkısı şüphesiz Kuzey Irak ve Güneydoğu Anadolu’da istihbarat toplamada olacak. 

İsrail 2008 başı itibariyle bu ürünleri Türkiye’ye satabilmek için hala lobi yapıyor. Ankara göüşmesinden sonra savunma alanındaki önemli bir gelişme Türkiye’nin İsrail’den kiraladığı insansız uçakları PKK’ya karşı yoğun bir şekilde kullanmış olmasıdır.

    İsrail Devlet Başkanı Şimon Peres Ankara Görüşmesi esnasında “ Teröristler F-16 ile kovalanmaz. F-16 ile takip ederek terörle mücadele edemezsiniz. Nano gibi yeni teknolojileri kullanmak gerek” derken çantasındaki diğer satılık ürünlere de işaret ediyordu. Bunlar arasında hafif çelik yelekler de var. 

Peres’in sözleri aslında Türkiye’nin yumuşak karnına da işaret ediyor. USAK raporlarının Haziran 2006’da dile getirdiği “balyoz ile sivrisinek öldürülmez” sözünün başka bir versiyonunu böylece İsrail’in ağzından da duymuş oluyoruz. 

    Nitekim 5 Kasım Zirvesi’nin ardından ABD Başkanı Bush da “ Sizde istihbarat yok, Sizdeki istihbarat ile terörist avlanmaz ” Mealinde sözler söylemişti. 

Türkiye bu konudaki açıklarını kapayamadığı sürece ABD ve İsrail gibi ülkelerden hem tavsiyeler almaya devam edecektir, hem de bu konuda karşı ülkelere ciddi bir koz verecektir.

Görüşmelerdeki bir diğer gündem maddesi de KKTC oldu. Kıbrıs’ta ipler neredeyse tamamen Rumların eline geçtiği için Türkiye’nin manevra alanı tamamen daralmış durumda. Buradan çıkışın tek yolu tam bağımsız bir KKTC: Fakat Hükümet, tıpkı kendisinden önceki hükümetler gibi, bu konuda gerekli cesareti gösteremiyor. 

Bu nedenle doğrudan ticaret, doğrudan ulaşım, temsilcilik vb. ara formüller aranıyor. Suriye ile KKTC arasında başlatılan feribot seferleri bu türden önlemler arasındaydı. 

İsrail’den de aynı tür bir uygulama bekleniyor. Hayfa ile Gazi Magosa arasında feribot seferlerine başlanabilmesi ve KKTC’de İsrail’in ticari temsilcilik açması Peres’e götürülen öneriler arasında. İsrail’in bu konuda Türkiye’yi ‘kırması’ için herhangi bir neden görünmüyor. Ancak geçen aylar içinde ciddi bir adım da atılmış değil. Hatta KKTC’nin Tel Aviv’de temsilcilik açması önerisinin İsrail tarafından reddedildiği Aralık 2007’de Ha’aretz sayfalarına yansıdı.

Filistin ve Türkiye

Diğer konuk Mahmut Abbas’ın gündemine bakacak olur isek burada işbirliği olanakları daha sınırlı kaldı. Filistin, Hamas’ın Gazze’de kendi idaresini ilan etmesinden sonra fiiliyatta iki ayrı ülkeye dönüştü. Mısır-İsrail arasındaki Gazze Hamas kontrolünde ve Batı medyasında ‘Hamasistan’ olarak da adlandırılıyor. 

Bazı yorumculara göre İsrail bu durumdan hayli memnun. ‘Büyük bir Filistin ile kuşatılmaktan ise iki küçük Filistin daha iyi’ diye düşündüğü söyleniyor.

Türkiye’nin Filistin konusundaki en önemli hatası ise Hamas liderini Ankara’ya çağırmak olmuştu. Her ne kadar Başbakan Erdoğan kendisiyle görüşmekten kaçındıysa da Hamas’ı Ankara’da görmek ABD ve İsrail için en kötü kâbuslardan daha kötü bir kâbustu. Ne yazık ki bunun maliyeti Türkiye’ye Kuzey Irak’ta ve Ermeni meselesinde çıkarıldı. TOBB’un inisiyatifiyle başlayan ve Türkiye’nin devlet olarak sahiplendiği yaklaşım Filistin için üretilmiş tek ciddi proje konumunda. Eğer başarılı olur ise hem Türkiye’nin Ortadoğu’daki konumu güçlendirecek, hem de İsrail-ABD yaklaşımlarının alternatifi pratikte geliştirilmiş olacak.

Özetle Türkiye uzun yıllar gönülsüz olduğu Ortadoğu’da istekli ve güçlü bir aktör olarak belirmeye başladı. Eğer Ortadoğu’da Türkiye lehine olan zemin iyi kullanılabilir ve ciddi hatalar yapılmaz ise Türkiye’siz bir Ortadoğu düşünmek zorlaşır ve Türkiye istikrar sağlayıcı bir güç olarak güneyini bir bataklık olmaktan çıkarmaya ciddi katkılar sağlayabilir.

Bundan sonrası için Ankara’da görmeyi arzuladığımız başka ikililer de var elbette ve bunların başında Esad ile Peres geliyor. 

Olanaksız mı? 

Türkiye başkaları için olanaksız olanın gerçekleşebileceği bir iklim. Eğer Türkiye bu tür ikilileri Ankara’ya getirmeye devam edebilir ve marjinal ülke ve gruplar ile ‘körgözüne’ görüşmelerden kaçınabilir ise son derece zor bir süreci büyük kazanımlar ile tamamlayabilir.

2. BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***

8 Mart 2021 Pazartesi

İRAN VE SURİYEDEKİ TÜRKMEN KARDEŞLERİMİZ.,

İRAN VE SURİYEDEKİ TÜRKMEN KARDEŞLERİMİZ.,


Prof.Dr. Sait Yılmaz 
22 Mart 2019 


     Irak ve Suriye’deki Türkmen kardeşlerimizi unutmayalım.. 

Giriş 

     Hafta içinde yaptığımız Irak ve Suriye Türkmenleri Kongresi ile iki ülkedeki Türkmen kardeşlerimizin liderlerini, sahadan bilgi alan çeşitli akademisyen ve gazeteci arkadaşlarımızı ağırladık. Neler olup-bittiği ile ilgili bilgilerimizi tazeledik, görüş alışverişinde bulunduk. 
Türkiye‟de Türkmen kimliği ve yaşadığı sorunlar ile ilgili önemli bir bilgi açığı var. Irak ve Suriye‟de yaşayan Türkmenler, 1923 yılına kadar aynı ülkenin (Osmanlı) vatandaşı olduğumuz, bizim gibi Oğuz kökenli Türk kardeşlerimiz. Kader pek çok coğrafyada olduğu gibi bizleri fiziken ayrı düşürse de gönül bağlarımız ve ortak umutlarımız devam ediyor. 
Türkmen kardeşlerimiz için yaşadıkları ülkelerde durum uzun zamandır iyiye gitmiyor, hatta varlıklarının hiç olmadığı kadar tehlikede olduğunu söyleyelim. Bunları size aşağıda rakamlarla anlatacağım. 1990 yılından beri Türkmen kardeşlerimizle ve bölgedeki istenmeyen oluşumlar ile ilgili önümüze pek çok fırsat çıkmasına rağmen bunları değerlendirmedik. 

 Irak ve Suriye‟deki Türkmen kardeşlerimiz için bir şeyler yapmak konusunda geç 
kalmışta olsak da hala yapılacak çok şey var. İki ülkede de Türkmen varlığı hemen hemen silinmek üzere. Kamuoyunda az bilinen bir harita var; „Türkmeneli bölgesi‟ yani tarihi olarak Türkmenlerin hâkim olduğu bölgeler. Bağdat‟tan başlayıp Irak‟ın kuzeyinde Kerkük ve Musul‟u da içine alıp, oradan Suriye‟nin kuzeyinden Halep‟e ulaşan bir Türkmen hilalini temsil ediyor. İşte bu hilali şimdi Batılılar PKK terör örgütü ve işbirlikçisi Barzani yönetimi ile dolduruyorlar. Türkiye‟nin vizyonu Türkmen kardeşlerimizin kimliğinin ve haklarının korunması olmalıdır. Bunun için ne Irak‟ı ne Suriye‟yi bölmeye gerek var. Türkmenler, her zaman en barışçıl toplumlardan biri oldu. Bu ülkelerin bütünlüğü içinde Türkmenlerin hakları 
korunabilir. Aksi takdirde Suriye de Irak gibi olabilir. Neler oldu, hangi aşamada yız, neler yapmalıyız; özetleyelim. 

Federal Irak’ta Türkmenlerin adı yok.. 

 Birinci Dünya Savaşı'nda müttefikleri yüzünden mağlup sayılan Osmanlı 
İmparatorluğu, 30 Ekim 1918'de Mondros Ateşkes Antlaşması ile savaşa son verdi. Yapılacak barış anlaşması için Mondros‟un imzalandığı gün savaşın durduğu hatlar esas olacaktı ama İngilizler savaşa altı gün daha devam edip, Kerkük ve Musul‟u da içine alan bölgeyi de işgal ettiler. Son Osmanlı Mebusan Meclisi‟nin, 28 Ocak 1920'de yaptığı toplantıda kabul ettiği "Misâk-ı Milli", Mondros Ateşkes Antlaşması sonrasında yapılan tüm işgalleri reddediyordu. 

Atatürk, Lozan öncesinde 13 Ekim 1922'de yabancı basına verdiği demecinde "Avrupa'da İstanbul ve Meriç'e kadar Trakya, Asya'da Anadolu, Musul arazisi ve Irak'ın yarısı, Makedonya'yı ve Suriye'yi terk ettik. Fakat artık arkada kalan ve sırf Türk olan her yeri ve her şeyi isteriz. 

Bunları kurtarmaya azmettik ve kurtaracağız" demişti. 

1924'te Meclis‟te dağıtılan haritaya göre (Harita 1) Batum, Halep, Rakka, Deyr-i Zor, Musul ve Kerkük (Revandiz, Erbil) gibi bugün Türkiye sınırları dışında olan vilayetler Türkiye toprağı olarak gösterilmektedir 1. İngiliz kontrolündeki Milletler Cemiyeti 1925 sonunda Musul'un Irak'ta kalmasına karar verdi. Türkiye, tüm hoşnutsuzluğuna rağmen içeride bekleyen ekonomik ve sosyal sorunlar yüzünden 05 Haziran 1926‟da İngiltere ile yapılan anlaşma çerçevesinde, Milletler Cemiyeti kararını tanıdı. Ancak, Atatürk, Misak-ı Milli sınırlarını Türk dış politikasının yükümlülük alanı olarak tespit etti. 

Harita 1: Misak-ı Milli 


 1926 Ankara Antlaşması ile Musul vilayetinin Irak sınırları içinde kalması neticesi 
Irak vatandaşı olan Irak Türkleri, antlaşmayla beraber Irak devletinin asli ve kurucu üç unsurundan biri olmuştur. Ancak, sahip oldukları haklar hep kâğıt üstünde kalmıştır. 1959 
Kerkük Katliamı yeni bir dönemin başlangıcı oldu. 1972‟de Irak hükümeti, Türkçe eğitimi ve Türk medyasını yasaklarken, Baas rejimi de 1980‟de kamusal alanda Türkçe‟nin kullanımına fırsat vermedi. Türkmen aydınları arasında öne çıkmış isimler 1980‟de idam edilmiştir 2. 
Amerikan işgali sonrası 1990‟lı yıllarda Türkmenler siyasi örgütlenmeye gittiler. 1995‟te Irak Türkmen Cephesi (ITC) kuruldu. 1957 yılındaki Irak nüfus sayımına göre Irak‟ta 2,5 milyon Türkmen yaşamakta idi. Türkmen nüfusu; 28 milyon olduğu tahmin edilen Irak nüfusunun % 12‟sine tekabül etmektedir. 
Günümüzde 3.5 milyon nüfusu ile Türkmenler Irak‟taki üç önemli etnik unsurdan 
biridir. Irak‟ın her bölgesine yayılmış olan Türkmenler en çok Irak‟ın kuzeyinde Kerkük, Erbil, Selahaddin, Musul ve Telafer‟de yoğun olarak yaşamaktadır3. 2003 yılı sonrası yaşanan olaylar nedeni ile Harita 2‟de görülen Türkmen bölgesi kaybolmuş, geride bölük pörçük Türkmen toplulukları kalmıştır. Irak‟ın kuzeyinde Kürtlerin devlet kurma istekleri Türkmenlere olan saldırıları arttırmış ve birçok katliam gerçekleşmiştir: Tuzhurmatu (2003), 

Telafer I (2004), Telafer II (2005), Musul (2005), Yengice (2006), Karatepe (2006), Kerkük Terör (2006) katliamları bunlara örnektir ve maalesef bu katliamlar hâlâ daha devam etmektedir. 
 Amerikan askerlerinin 2005 yılında yaptığı Irak Anayasası ile Parlamentodaki 329 
sandalye ve önemli konumlar (başkanlık, başbakanlık ve hükümet sözcülüğü) mezhepsel olarak dağıtılmış durumdadır. Kürtlere başkanlık, Şiilere başbakanlık ve Sünnilere hükümet sözcülüğü verilmiştir. Irak‟ın kuzeyinde kurulan Kürt yönetim bölgesinin kendi parlamentosu ve başbakanı var. Kürtler kadar nüfusu olan Irak Türkmenlerin ise ne diğer azınlıklar gibi parlamentoda sandalye hakları var ne de Irak yönetiminde bir konuma sahipler. Türkmenler son seçimlerde Kerkük‟te Irak Türkmen Cephesi‟nden 2, Şii gruplar içinden 7 milletvekili çıkardılar. Ancak, 100 bin nüfuslu Hıristiyanlar bakanlık (Adalet) alırken, Türkmenlere bir bakanlık bile verilmedi. Irak nüfusu, 2018 yılında 39 milyon kişidir. Türkçe konuşan (Türkmen) sayısı; resmi olarak 1.5-1.8 milyon kişidir. Bunlara resmi olmayan 750 bin -1 
milyon kişi ilave edilmelidir. Türkmen bölgeleri dışında yaşayan ve Türkçe konuşmayı yararına görmeyen 500 bin kişi daha ilave edilmelidir. Irak‟ta Türkmenler yok sayılmaya çalışılmaktadır. 

Harita 2: Irak Demografisi Türkmenler (2001 ve 2019) 

Not: Soldaki haritada 2001 yılında Irak’ın kuzeyindeki Mavi Bölge Türkmen bölgesi iken, sağdaki haritada ise bugün sadece Kırmızı bölgelerde Türkmen nüfus yoğunluğu kalmıştır. 
 Sorunun temelinde Türkmen bölgelerinde petrol olması yatmaktadır. ABD destekli Barzani yönetimi; Türkmen nüfusu güneye kaçırtarak, petrol bölgeleri başta olmak üzere Irak‟ın kuzeyinde referandum ile Kürt devletinin yaşaması için gelir kaynağı yaratmak, diğer bir ifade ile bizim topraklarımız olan Kerkük ve Musul‟a el koymak istemektedir. 

Suriye’deki Türkmenler de buharlaştılar.. 

 Daha Anadolu‟da yerleşmeden önce ilk Selçuklu Devleti Suriye‟de kuruldu. 
Dedelerimiz Anadolu‟ya en az İran kapısı kadar Suriye, özellikle Halep üzerinden girdiler. 
Bugünkü Şam Camisi, Selçuklu dönemine aittir. Esat zamanında Türkçe türkü 
söyleyemezdiniz, aşırı Arap milliyetçisi baba Esat zamanında Türkmenler büyük baskıya uğradılar. Türkiye‟ye yakın sınırlarda yaşayanlar güneye göç ettirildi, buralara bugünkü PKK‟nın tabanı olan nüfus yerleştirildi. Osmanlı dönemine ait tarihi eser bırakılmadı. 
Suriye‟de iç savaş çıkmadan önce Türkmenlerin bir etnik kimliği yoktu. Suriye rejimi onları Türkiye‟nin bir uzantısı olarak görmüş, Türkçe kitap, kaset vb. her şey yasaklanmıştı. 
Ekonomik bakımdan ve eğitim seviyesi olarak en geri durumda bırakıldılar. İdlib ve Afrin ile birlikte Fırat Kalkanı bölgesi de Araplaştırılırken Türkmenler Suriye genelinde buharlaştılar. 
2011 yılına göre Suriye‟deki Türkmen nüfusu (3.5 milyon) %90 azaldı veya kayboldu. 

Suriye‟deki Türkmen sayısı 3.5 milyon (%15.2) civarındadır. Bu Türkmenleri üç gruba ayırabiliriz (Harita 3); 

(1) Türklük bilinci olup, Türkçe konuşanlar (1.5 milyon), 
(2) Türklük bilinci olup, Türkçe bilmeyenler (1 milyon), 
(3) Türklük bilincini kaybetmiş ve Türkçe bilmeyenler (1 milyon). 

C:\Users\TOSHIBA\Desktop\suriye-turkmen-nufusu-harita.jpg

Türkmenler yedi bölgeye dağılmış olduğu gibi, bu bölgeler içinde de dağınık durumda kaldılar. Türkmenlerin Suriye içi dağılımı aşağıdaki gibi idi; Halep (1 milyon 250 bin), Hama ve Humus (1 milyon), Bayır Bucak (Lazkiye) (250 bin), Şam (750 bin), Golan (40-50 bin), 
Rakka (50 bin), İdlib (50 bin). 
Harita 3: Suriye’de Etnik durum 

Bu gruplardan ilk ikisi bugün daha çok muhalif grupların bölgeleri (İdlib, Humus) 
içinde ya da Türkiye‟ye gelmişlerdir. Üçüncü grup ise çoğunlukla Esat güçlerinin (Halep, Hama) kontrolü altındaki bölgelerdedir. 
Suriye‟deki iç savaşta on üç milyon insan diğer ülkelere göç etti ya da ülke içinde yer değiştirdi. Dört milyon Suriyeli Türkiye‟ye geldi. Kuşatılmış bölgelerde varlığını sürdürmeye çalışanlara ilaç gitmiyor, bu da BM‟nin acizliğinin göstergesidir. Savaş öncesi Türkmenler tüm Irak‟ta önemli nüfus bölgeleri oluşturmuşken, bugün sadece Halep‟in kuzeyinde ve Fırat Kalkanı bölgesinde az bir Türkmen varlığı kaldı. Bugün Suriye’deki Türkmen mevcudu yaklaşık 350 bin kişi civarındadır. Sadece 10 bin Türkmen Avrupa‟ya gitti. Toplama bir milyon nüfusa sahip YPG/PKK bölgesin de devlet kurulmaya çalışılırken, Suriye‟deki Türkmenler sahipsiz ve ne istediğini bilmiyorlar. 

Türkiye‟ye gelen 4 milyon Suriyeli yanında 500 bin civarında Türkmen var. Suriye 
Türkmenleri en çok İstanbul (300 bin), Antep (50 bin), Osmaniye (50 bin), Hatay (30-40 bin), İzmir (20 bin), Malatya (20 bin) ve Konya‟da (15 bin) yaşamaktadır. 150 bin civarında Suriyeli Türkmen‟in Lübnan‟a göç etmek zorunda kaldığını da not edelim. 
Savaş nedeni ile Fırat‟ın doğusunda boşalan yerlerde suni bir Kürt haritası oluşturuldu. Kobani kelimesi, Birinci Dünya Savaşı öncesi bölgede faaliyet gösteren Alman demiryolu şirketi için verilen isimdir. Şirket anlamındaki „company‟ kelimesinden gelmektedir. 

Bölgedeki tüm Kürtçe isimler uydurmadır. Bu bölge için kullanılan Arap Pınarı (Ayn el Arab) ismi aslında iki kardeş Türkmen adını taşıyordu; burada su kaynaklarının bolluğundan dolayı Ali Pınarı ve Mürşit Pınarı isimleri vardı. Onca zorla göç ettirmelerin ve demografi değiştirme çalışmalarından sonra bölgede hala 8 Türkmen köyü bulunmaktadır. 

Gelinen aşama.. 

 Türkmenler, her türlü baskı, demografik yapıyı bozma çalışmaları ile karşı karsıyadır. 
Bugün Irak‟ta Türkmenlerin 5-6 siyasi partisi, yüzlerce Sivil Toplum Örgütü ile geniş bir örgütlenmesi var. Türkmenlerin, almış yıllık siyasi mücadelesi devam ediyor. Misak-ı Milli içindeki Türkmenlerin bölgeden kaçması ile sorunun kökten çözüleceğini düşünmek yanlıştır. 
1990 yılına kadar gizli olan mücadelemiz, bu tarihten sonra siyasi parti olarak tanınmış bir şekilde devam etmeye başladı. Türkmen bölgelerine dönüşler var ama çok yetersizdir. 
Türkmenler, Kerkük‟ün idaresinin Türkmenlere bırakılmasını yani Vali‟nin Türkmen olmasını istemektedir. Zaten Kerkük merkezinde Türk nüfus daha fazladır. 
Irak Türkmen Cephesi (ITC), Türkmen mücadelesinin bayraktarlığını yapan, en büyük siyasi kuruluştur. Ancak, ITC‟nin daha çok ülke tarafından tanınması için gayret sarf edilmelidir. Suriye ve Irak‟ta Türkmenler için ancak, 2017 yılında sonra bazı görünen iyileşmeler başladı ve bunun devam etmesi gerekir. Yaşanan o kadar kötü dönemden sonra Türkmenler mücadeleye sıfırdan mücadeleye başladı. 25 Eylül 2017‟de Barzani tarafından Kerkük‟te yapılan gayrimeşru referandumun tanınmaması Kürt Yönetim Bölgesi için bir tokat oldu. 
 Türkiye‟nin kontrolündeki Fırat Kalkanı ve Afrin bölgelerinde iki sene önce IŞİD ve PKK terör örgütü vardı. Afrin ele geçtikten sonra görüldü ki buraya çok uzun sürecek bir savaş için önemli savunma alt yapısı kurulmuş. Anlatmak istediğimiz Afrin‟in savunması değil, buradan denize çıkış için Hatay‟ın ele geçirilmesinin planları yapılmış. Her şeye rağmen Fırat‟ın doğusundaki PKK terör örgütü temizlenmedikçe Türkiye için tehlike geçti denemez. YPG/PKK buralarda yabancı güç olarak görülüyor ve halk onlardan nefret ediyor. 
Kandil‟den gelen birileri buraları baskı ile yönetmeye çalışıyor ama halk onlardan kurtulmak istiyor. 
 ABD ise çekilmek yerine bazı Arap ülkeleri ile burada yeni bir stratejiye geçti. 
Yapılmaya çalışılan şey PKK‟yı Araplar ile birlikte meşrulaştırmak. Petrol bölgesi Rakka, PKK işgali altında ve ABD‟nin vekil savaşının aktörü olmaya devam ediyor. Rakka‟nın işgalini aslında Batılı güçler yaptı ama PKK‟yı buraya davet edip, kontrolünü verdiler. 
Amerikan projesi ilerliyor, Arap askerleri sızıyor. Amerikalılar, Irak gibi Suriye‟yi de federasyon çamuruna düşürmek yani özerk bölgeler ile istikrarsız bir ülkeye dönüştürmek istiyorlar. 
 Burada Türkiye‟deki Suriyeli göçmenler için bir paragraf açalım. Gelen Suriyeli 
göçmenler ile birlikte Gaziantep ve Urfa başka bir şehir oldu. Suriyelilerin olduğu şehirlerde hayat tarzı değişti. Sorulduğunda gelenler, “Suriye’nin Türkiye’ye göre çok geri kalmış olduğunu, orada halkın vergi vermeyi ve bankayı bilmediklerini” anlatıyorlar. “Türkiye’deki hayata ve çalışmaya alıştıklarını, şirket kurmasını öğrendiklerini” söylüyorlar. Suriye‟de iken işe erken gitmezlermiş çünkü çok geç yatarlarmış. Suriyeliler için Türkiye‟de artık dükkânlar daha uzun süre açık kalıyor. İnsanlar farklı yemek çeşitleri için Suriye lokantalarına ve tatlıcılarına gidiyorlar. Diğer yandan bu şehirlerde insanların giyim tarzları ve görünümleri de değişti. 
Suriyeli misafirlerimiz büyük oranda dönmek istemiyorlar. Onlara göre Türkiye‟de 
hayat güzel ve para kazanmak için çok şansları var. Çocukları burada eğitime başladı, burada doğan çocukları sadece Türkçe konuşuyorlar. Çocuklarının iki dile sahip olmasını istiyorlar. 
Peki, Suriye‟deki terör unsurları Türkiye‟ye göç eder mi diye soruyorum. Cevap; “Suriye’de terör yoktu onları Amerikalılar getirdi” diyorlar. Bazı detayları yazamıyoruz. Suriyelilerin Türkiye‟ye entegre olmaları kolay çünkü din sorunu yok, gelenekler benzer. Tek sorun dil ve bu da zamanla aşılacak bir olgu. Türkiye, 2019 yılını sosyal uyum yılı ilan etti. 

Büyük oyun ve alınacak dersler.. 

 Büyük Oyun açısından baktığımızda Ortadoğu‟da Suriye ve Irak üzerinden pek çok büyük devletin karşılıklı birbirini by-pass (izole) etme stratejisi uyguladığını görüyoruz. ABD, Suriye ve Irak‟ın kuzeyinde Kürtler üzerinden Türkiye‟yi Ortadoğu‟dan izole etmek ve Doğu Akdeniz‟e gelecek enerji hatlarını kontrol altına almak istiyor. Rusya, Avrasyacılık stratejisi içinde Afganistan‟dan sonra Doğu Akdeniz‟de de ABD‟nin önünü kesmek ve buralardan çıkarmayı planlıyor. Rusya‟nın enerji kartı Suriye ve Ukrayna‟da kendi çıkarlarına odaklanmış durumda ve ittifakları her an değişebilir. Çin ise „Tek Yol Tel Kuşak‟ ile sadece Rusya‟yı güneyden kuşatmayı değil, Doğu Akdeniz‟e kadar uzanmayı hedefliyor. 
 Ortadoğu‟da ise Suudi Arabistan, petrol ihraç etmek için tankerleri ile Basra ve 
Hürmüz Boğazlarını dolanmak zorunda ve bu yüzden en büyük tehdit olarak İran‟ı görüyorlar. Bu kavga son yıllarda Yemen üzerinde (Kızıldeniz‟de) Bab-El Mandab‟ın kontrolü için savaşa dönüştü. Suudiler için İran‟a karşı Suriye alternatif bir çıkış güzergâhı olarak görüldü. Bütün bu stratejilerin kesişme noktasında bölgenin en güçlü devleti olan Türkiye‟nin Ortadoğu‟dan izole edilmesi planları var. Afrin üzerinden Hatay‟ın işgali planı bunun bir parçası idi. 

 Suriye‟deki oyun; demokrasi, insan hakları, diktatörü kovma gibi algı yönetimi 
üzerinden, büyük güçlerin kendi aralarındaki çıkar kavgaları için bölge ülkeleri ve vekil güçleri kullanmaları ile şekillendi. Bunların hepsinin arkasında ise üst akıl yani küresel sermayenin çıkar savaşı ve kurdukları düzenekler var. Suriye, Ruslar için ikinci bir Afganistan olabilirdi ama hiçbir tarafın kazanmadığı bir barışı en çok İsrail istedi. 
 İsrail, Suriye‟de askeri tehdit olmayacak kadar güçsüz bir Esat yönetimi istiyor. Bu yüzden, Baas ağırlıklı bir rejimi çıkarına görüyor. Rusya ile arka kanal diplomasisi kurarak İran ve Hizbullah‟ı Suriye‟de devre dışı bırakmak istiyor. Hizbullah‟ın Golan ve etrafında varlığına son vermek için kontrol bölgesi kurdu. Suriye‟de Müslüman Kardeşleri istemeyen İsrail, en başından beri IŞİD‟i destekledi. IŞİD‟in arabaları yakın müttefiki Neçirvan Barzani‟nin ortağı olduğu Toyota‟dan geldi. İsrail, Golan‟daki IŞİD militanlarına aylık 5 bin $ maaş verdi, hastanelerinde tedavisini sağladı. İsrail, YPG/PKK‟yı hem İran‟a hem de 
Türkiye‟ye karşı kendi deyimi ile „siper‟ olarak görüyor. 

 Batılıların yaratıcı kaos dedikleri strateji, bölgenin parçalanması, güç odaklarının 
ufalanması için vekil güçler bulmaya, demokrasi ve azınlık hakları görüntüsü altında federasyonlar kurmayı öngörmektedir. Son olarak şunu söyleyelim; ABD ve Rusya, Türkiye olmadan burada adım atamazlar, bizi ikna etmeden ne kalabilirler ne de etki sağlayabilirler. 

 Suriye ve Irak‟tan alınacak önemli dersler var. Bunların başında bir bölgede etkili 
olmanız için elinizin altında kullanabileceğiniz bir nüfus olması geliyor. Çünkü savaş stratejisinin temelinde rakibi askeri olarak yenmekten çok bölgenin kontrolü için etkin bir güç olmak yatıyor. Bu nüfusu bulamayan ülkeler ABD‟nin yaptığı gibi bir etnik grubu satın alıyor, terör için kullanmak üzere vaatlerde bulunuyor. 
 Son gelişmeler bize gücün dört kategorisi kapsamında şu sonuçları sağlamaktadır; 
 - Askerinle olmadığı yerde söz sahibi olamazsın. (Sert Güç). 
- Kurumlarınla olmadığın yerde kalamazsın. (Yumuşak Güç) 
- Adaletin ve halk desteğinin olmadığı yerde düzeni sağlayamazsın. (Akıllı Güç) 
- İnsanların temel ihtiyaçlarının (yiyecek, ikamet, al yapı, eğitim) karşılanmadığı yerde halkı kazanamazsın. (Ekonomik Güç) 

Dış politikamızın yürütülmesinde genellikle olduğu gibi sorunumuz şu; Türkiye, 
büyük güçlerle ilişki kurmayı bilmiyor. Türk insanı dostuna âşık oluyor, aşk gözünü kör ediyor. Hâlbuki uluslararası ilişkilerde dostluk çıkarlar üzerinedir ve gerçekleri görmelisiniz. 
Türkiye, sadece Suriye ve Irak‟ın değil, bölgenin tümünü kapsayan genel bir vizyon oluşturmalı ama bu vizyon din ya da sübjektif değerler üzerine değil, önce milli politikalar sonra tüm ülkelerin ortak çıkarlarına üzerine oturtulmalıdır. 1990 yılından öncesinde olduğu gibi tüm Ortadoğu için güvenlik santrali olma rolüne dönmeliyiz. Gelişmeler bize şunları öğretti; bu coğrafyada sandıktan demokrasi çıkmaz ve Ortadoğu‟da her şey bir domino taşı gibi ince inceye işlenmeli, üzerinde çalışılmalıdır. 

Sonuç; Suriye, Irak gibi olmasın.. 

 Irak ve Suriye‟deki Türkmenler, her zaman ikinci ya da üçüncü sınıf vatandaş olarak görüldüler ve sistemin dışına itmeye çalışıldılar. Türkmenler dağılmış, güveni sarsılmış ve yüzlerini son çare olarak Türkiye‟ye dönmüşlerdir. Türkiye‟den yapılacak en küçük bir açıklama bile onlar için çok önemlidir. Türkmenler topraklarını kimseye kaptırmamakta kararlıdır. 
 Türkiye‟nin Irak ve Suriye‟deki Türkmenlere ilişkin uzun vadeli ama milli bir 
politikası olmalıdır. Saha ile masadaki mücadelenin birleştirilmesi, kazanımların ekonomi için yük değil kazanç kapısı olmasını sağlamak gereklidir. Bu da ancak, milli ve maddi çıkarlara dayalı, gerçekçi politikalar ile mümkün olabilir. Askerinizle sahada olmanız sizi güçlü yapar ama kurumlarınız ile orada iseniz orada kalışınız istikrarlı hale gelir. 

 Türkmenlerin hakları Irak ve Suriye‟nin toprak bütünlüğü içinde korunmalıdır. 
Politikamız bu olmalıdır ama Irak bölünecekse ve ya da Türkmen bölgelerinde başka bir oluşum ortaya çıkacak ise Ankara Anlaşması bozulur ve Türkiye‟nin Misak-ı Milli‟den gelen Kerkük ve Musul başta olmak üzere Türkmen bölgeleri için ahdi hakları ortaya çıkar. Türkmenlerin en büyük desteği ve arkasında hissettiği güç Türkiye‟dir. Ortadoğu‟da Türkiye‟nin istemediği bir şey olmaz, kimse Türkiye‟nin gücüne karşı koyamaz. Mesele, ne istediğimizi bilmek ve fırsatları değerlendirilmeye hazır olmaktır. Türkmenlere acil eğitim desteği götürülmelidir. Üniversite olmadığı için Lise‟ye gitmekten vazgeçmektedirler. 

Üniversitelerimiz, Türkmenler ile ilgili tez çalışmalarını desteklemelidir. 

 DİPNOTLAR:

1 Nejat Kaymaz: Misak-ı Millî Üzerinde Yapılan Tartışmalar Hakkında, VIII. Türk Tarih Kongresi, (Ankara, 1977), s.2. 
2 İnci Muratlı: Irak Türklerinin Siyasi Tarihi, http://www.turansam.org/makale.php?id=630 (Giriş: 12 Ocak 2010). 
3 Mazin Hasan: Irak‟ın Gizlenen Gerçeği: Türkmenler, Irak Krizi, ASAM Yayınları, (Ankara, 2003), s.47-49. 

***

16 Şubat 2020 Pazar

TÜRK DIŞ POLİTİKASININ SON 10 YILI ULİSA ANALİZ MERKEZİ., BÖLÜM 2

TÜRK DIŞ POLİTİKASININ SON 10 YILI ULİSA ANALİZ MERKEZİ., BÖLÜM 2



VI. İRAN PERSPEKTİFİNDEN TÜRKİYE İRAN İLİŞKİLERİNİN ANLAMI- 
DR. ARZU CELALİFER EKİNCİ 

    Ben biraz da Türkiye İran ilişkilerine İran nasıl bakıyor bu ilişkilerin İran açısından anlamı ne onu açmaya çalışacağım. Bunu yapmadan önce kısa bir giriş yapacağım. Bazı noktalarda bayram Hoca ile örtüşebilir ama kısaca hatırlatmak gerekirse Türkiye İran ilişkileri Atatürk döneminde başladı soğuk savaş döneminde evirildi ivme kazandı ancak 1979’da İslam Devrimi’nin gerçekleşmesi sonrası ilişkiler bir miktar duraksama ve gerileme noktasına geçti ve zaman zaman ikili ilişkiler gerilimlere sahne oldu. İran Devrimi ile birlikte ortaya çıkan ideoloji farkı iki ülkenin yeri geldiğinde birbirine anti tez olarak kullanma noktasına gelmesine sebebiyet verdi. Bir anda Türkiye İran’ı İslam Devrimi ihraç etmekle köktenci grupları desteklemek ve PKK’ya destek vermek gibi konularda suçlarken İran da rejim muhaliflerini Türkiye’nin kendi topraklarında barındırması ve suçlularla ilgili İran’la işbirliği yapmaması hususunda suçluyordu. Ve daha önce de belirtildiği gibi; bir noktada bir dönem büyükelçilerin geri çekilmesine kadar geldi ilişkiler. Fakat Sovyetlerin yıkılması sonrasında ve özellikle İran’da pragmatik cumhurbaşkanı Rafsancani’nin başa geçmesi sonucunda ilişkilerde özellikle ekonomik ilişkilerde iyileşme ve işbirliği başladı. Fakat diğer yandan Orta Asya ve Kafkasya bölgesinde de bir rekabet söz konusu olmaya başladı. Turgut Özal dönemine Turgut Özal’ın çok taraflı politikasıyla gelişmeye başlayan ikili ilişkiler Necmeddin Erbakan döneminde farklı bir noktaya geçti ve farklı bir sayfa açıldı ilişkilerde çünkü Erbakan İran 
yönetimini kendine daha yakın hissediyordu. 2002 yılında Ak Parti hükümetinin başa geçmesiyle ilişkiler çok daha farklı bir noktaya geçti. Başbakan Erdoğan döneminde ilişkiler çok hızlı bir şekilde yükselen bir trend izlemeye başladı ve bu dönemi değerlendirirken de ben iki döneme ayırmayı faydalı buluyorum. 2002-2010 yılları arasındaki dönem ve 2010 yılı yani Arap Baharı’nın olduğu dönemden günümüze kadar ki dönem. 

1. Dönem ilişkilerine baktığımızda yani AK Partin’nin yönetime geçmesi ve Arap Baharı sürecine kadar olan dönemde ekonomik siyasi ve güvenlik konularında ikili ilişkilerin her anlamda karşılıklı olarak geliştiğini söyleyebiliriz. Ticaret ilişkilerinde ticaret hacminin artması, Türkiye’nin İsrail’e karşı izlediği politikanın ilişkilere yansıması, Türkiye’nin İran nükleer krizi hususunda İran’dan yana bir tavır takınması ve uluslararası platformda İran nükleer krizinin kimi zaman hamiliği noktasına gelmesi, petrol doğalgaz alanında işbirliği yapılması, Kürt ayrılıkçı hareketlerine karşı imzalanan güvenlik protokolleri ve Türkiye’nin tek taraflı ABD yaptırımlarına destek vermemesi ve son olarak da iki ülkenin birbirlerinin iç işlerine müdahale etmemeleri hususunda gösterdikleri hassasiyetler bu dönenim altın çağı olarak değerlendirmesinin temel faktörleri olarak sayılabilir. Tabi burada önemle belirtilmesi gereken husus İran’ın Türkiye’ye bakışında ki güvensizliğinde önyargının aşılmasında bir takım faktörlerin daha önde olduğu ve belirleyici olduğunu söylemek gerekiyor. Neydi bunlar? Ak Parti hükümetinin her ne kadar laik bir Türkiye yönetiyor olsa da İslami kökene sahip olması birinci nedendi. Ve ikinci nedene baktığımızda bu tarihe kadar Ortadoğu olaylarına uzak ve batıya yakın dış politika izleyen 
Türkiye’nin artık yeni bir dış politika izlemeye başlaması ve bunun paralelinde bölge meseleleriyle daha fazla yakından ilgileniyor olması hatta müdahil oluyor olması ayrı bir faktördü. Diğer önemli faktöre baktığımızda ise Türkiye’nin İsrail konusunda takındığı tavır oldu ki bu önyargının aşılması ve İran’ın Türkiye’ye daha da ısınmasında en önemli nedenlerden bir tanesi oldu. 

    Bütün bunlar artık Türkiye’nin batıdan daha bağımsız politikalar izleyebileceği fikrini İran’da uyandırmıştı ve bunun ispatlanmış örnekleri vardı. Neydi bunlar? Mesela 1 Mart Tezkeresi. İran nükleer krizinde Türkiye’nin takındığı tavır, yaptırımlar hususunda Türkiye’nin gayet net ve sert durması bunun örnekleriydi. 

    Şimdi gelelim ikinci döneme yani Arap Baharı ve günümüze kadar geçen döneme. Burada belirleyici iki faktörden bahsedebiliriz. Bunlardan birincisi; Arap Baharı faktörü, ikincisi ise NATO Füze Kalkanı Projesidir. Arap Baharına baktığımızda altın çağlarını yaşayan ikili ilişkilerin beklenmeyen bu süreçle birlikte ciddi anlamda yara aldığını gördüğümüz bir dönem. Olayların  başlangıcında Arap ülkelerinde gelişen olaylara benzer tepkiler gösteren iki ülke iş Suriye’ye gelince tamamen dağılma noktasına geçtiler. Çünkü ikisinin de olaya bakışları politikaları ve hedefleri farklıydı. İran Esad rejiminin kalmasını ve yapılacak reformların dış müdahale olmaksızın gerçekleşmesini savunuyordu. Bunun bir yandan da varlığını sürdürme mücadelesi olarak gördüğünden tüm kapasitesini Suriye’ye yönlendirdi ve Rusya’yla ortak hareket ederek Esad 
yönetiminin ayakta kalması için desteğini sürdürdü. Türkiye ne yaptı? Esad rejimini reformlar hususunda ikna edemeyeceğini anlayınca Esad rejiminin gitmesi gerektiği hususunda ciddi şekilde ısrarını devam ettirdi. Ve karşı kampı aktif şekilde desteklemeye başladı. Bu noktada iki ülke arasındaki gerilim arttı ve açıklamaların tonu giderek sertleşmeye başladı iki ülke arasında. İran 
Türkiye’yi Suriye’ye karşı düşmanca tavır takınmak ve Türkiye’nin bölgesel politikasını kendi bölgesel politikasına aykırı ve batının hedef ve stratejilerine paralel hareket etmekle suçlamaya başladı. Arap ayaklanmaları aslında bölgenin iki büyük devleti olarak hem Türkiye hem İran için tehdit ve fırsatları beraberinde getirmişti. Artık her iki taraf da ulusal çıkarları doğrultusunda farklı 
ülkelerdeki hareketlere yönelik birbirleriyle çelişen çatışan tutumlar sergileyebiliyorlardı. Fakat Suriye konusunda işler çok ciddiydi çünkü hiçbir taraf geri adım atmıyordu. Türkiye’nin Suriye politikasının İran’la çelişmeye başladığı yıllarda bu sefer İran’daki şahinler yani ultra muhafazakârlar bu durumu fırsat bilip Türkiye’yle ilişkilerin gözden geçirilmesi gerektiğini Türkiye’nin asıl hedefinin kendi yönetim modelini Arap ülkelerine uygulamak olduğunu ve en 
nihayetinde bölge liderliğini hedeflediğini ileri sürdüler ve Türkiye’yle ilişkilerin anlamsız olduğunu baştan söylediklerini ve bunun bu şekilde olması gerektiği hususunda elleri güçlendi. 

Farklı ağızlardan farklı açıklamalar gelmiş olmasına rağmen asıl önemli olan dini liderin bu husustaki görüşüydü ve 2002 yılında başbakan Erdoğan’ın İran ziyareti sırasında Hamaney’in sarf ettiği sözleri hatırlamış olmak belki faydalı olur. Hameney; İran İslam Cumhuriyeti Türkiye’yle ilişkilerin geliştirilmesi gerektiğine katiyetle inandığını belirtti. Ne zaman iki ülke farklı hususlarda aynı tarafta yer almış ve birbirleriyle işbirliği yapmışlar ise hem İran’ın hem 
Türkiye’nin hem de İslam âleminin lehine sonuçlanmıştır. Tabi bunu söylerken ABD’nin Suriye hususunda hiçbir planına dâhil olmayacaklarını dış güçlerin Suriye’ye müdahil olmalarına karşı olduklarını ve bölge ülkelerinde doğru kararlar alacağını umduklarını eklemeyi de unutmadı. 

Burada ki mesaj çok açıktı; kırmızıçizgimiz belli Suriye bizim kırmızıçizgimizdir onun haricinde 
    Türkiye ile bir sorunumuz yok. Neyse ki 2013 yılında Türkiye’nin Suriye politikasında esneme olması tansiyonun biraz daha düşmesini sağladı. Türkiye’nin tonu biraz daha düşürünce bu sefer o gerilim biraz daha azaldı. Ve Suriye meselesinin aslında şöyle iki sonucu olduğunu söyleyebiliriz. 
Bir, İran kırmızıçizgisini ikili ilişkilerde net bir şekilde ortaya koydu. İkincisi Türkiye Ortadoğu politikası hususundaki kapasitesinin sınırlarını öğrenmiş oldu. Bu nedenle Suriye’nin böyle iki önemli sonucu var. Her iki tarafın da aslında bildiği bir gerçek var fakat bütün bunlar devam ederken; Arap ülkelerindeki hareketler sonucunda Arap dünyasında oluşan boşlukları ancak birileri 
işbirliği yaparak anlamlı bir şekilde doldurabilirdi. Mevcut bölgesel konjonktürde iki ülkenin çıkarları göz önünde bulundurulduğunda ancak işbirliği bir sonuç yaratabilirdi ve tek başlarına yapacakları hareketler bir şekilde anlamsız kalacaktı. İki tarafta bunun farkında aslında. Çünkü birisinin yapacağı hareket diğerine çelme takma anlamında olacak ve hiçbir yere varmayacak. 

    NATO Füze kalkanı projesine baktığımız zaman aslında gerginliğin bir diğer önemli nedeninin bu olduğunu görüyoruz. Her ne kadar Türkiye İran lehine bu hususla ilgili çok uğraş vermiş olsa da bu plan dâhilinde, İran ismini çıkartmış olsa da ve İran’da bunun farkında olmuş olsa da nihayetinde bulunduğu, konum NATO üyeliği batıyla ittifakı göz önünde bulundurulduğunda en sonunda buna evet demek durumunda kaldı. Fakat yine ne oldu? Yine; şahin kesim çok sert bir şekilde açıklamalar yapmaya başladı ve Türkiye –İran ilişkileri askeri alandan 
diplomatik alana kadar farklı yorumlara maruz kaldı. Farklı yorumların olduğunu söyleyebiliriz; kimileri Türkiye’nin bu konudaki çabalarını hatırlatırken kimileri de bakın sizle daha iyi ilişkiler kurup nükleer müzakereler gibi çok hassas bir konuya müdahil ettiğiniz Türkiye bu işte sonunda rengini belli etti yorumunu yaptı. Bazı resmi ağızlardan istenmeyen açıklamalar oldu ancak İran siyasetini takip edenler İran’da farklı kesimlerden gelen açıklamaların dini liderin de desteği olmaksızın bir anlam ifade etmediğini çok iyi bilirler. Neyse ki iki ülke Dış İşleri Bakanları bu krizi ve söylemleri çok iyi şekilde idare etti ve gerginlik büyük bir krize dönüşmedi. Tabii NATO füze kalkanı projesi ile ilgili ilginç diğer bir iddia da şu idi; Türkiye İran ilişkileri 2002-2010 yılları arasında altın çağlarını yaşadı. Ciddi anlamda ivme kazandı. Bundan rahatsız olan ABD, Türkiye İran ilişkilerine bir şekilde sekte vurmak ve İran’ın Türkiye’ye bu stratejik yakınlaşmasının asıl 
sebebinin yaptırımları aşıp izolasyonu kırmak olduğunu bildiği için bir şekilde ilişkileri zedelemek istediği için bu projeyi ortaya attı şeklinde de bir iddia olduğunu da söylemeden geçemeyeceğim. Tabi bazılarına göre de Suriye konusunda İran’la Türkiye ihtilafa düştükten sonra Türkiye projeye evet demişti. 

    Şimdi tüm bu gerginlikleri bir kenara bıraktığımızda neden iki ülkenin karşılıklı ilişkilerde çatışmaktansa işbirliğini tercih etmek durumunda olduğunu değerlen direcek olursak ekonomik kültürel ve siyasi açıdan farklı nedenlerin olduğunu söyleyebiliriz. Zaman zaman gerilip bazen kopma noktasına gelen iki ülkenin ilişkileri normal seyrine döndürme ve birbirini idare etme konumunda olduğunu ve bu tecrübeye sahip olduğunu da biliyoruz. Şimdi faktörlere çok kısaca 
bakacağım; ekonomik açıdan baktığımızda ekonomik ilişkiler esasında İran Irak savaşı döneminde çok verimli bir şekilde artmaya başladı. Çünkü; Türkiye’nin istikrarlı petrol alımına ve trampa usulü çalışabileceği yeni bir pazara ihtiyacı vardı. İran’ın da bu savaş sırasında ithalatı güvenli ve sürekli bir biçimde gerçekleştireceği bir ülkeye ihtiyacı vardı. Dolayısıyla bu karşılıklı ihtiyaç iki 
ülkenin o dönemlerde birbirine karşı duyduğu güvensizliği bir kenara bırakıp dondurup bunları bir krize dönüşmesine engelleyip işbirliğine çevirmesine neden olmuştu. Dolasıyla; 1985 yılı itibarı ile iki ülke arasında ticaret hacmi zirve noktaya ulaştı. İkili ticaret anlaşmaları imzalandı, 1996 yılında da bugüne kadar devam eden doğalgaz anlaşması imzalandı. Ve biraz önce Bayram Hoca’nın da bahsettiği gibi 900 milyon dolar civarında olan ticaret hacmi bugün 23 milyar dolar civarında ki bu azımsanamayacak bir oran. Bunun 4 milyar doları enerji haricindeki ticaret. Tabi bu ilişkilerin lokomotifi enerji işbirliği ekonomik ilişkilerden söz ederken bunu geçemeyiz. Bu konuda her iki ülkenin de karşılıklı olarak birbirine muhtaç olduğunu söylemek durumundayız. 

Türkiye enerji çeşitliliği ve devamlılığı politikası çerçevesinde ve enerji tüketicisi bir ülke olarak coğrafi yakınlık itibarı ile de böyle bir ülkeye ihtiyaç duyuyor. İran ise milli gelirinin yüzde 80’ininden fazlası enerjiye bağımlı bir ülke olarak enerji üreticisi bir ülke olarak bu kadar yakına enerjisini ihraç edebileceği ve Avrupa pazarına açılabileceği bir ülkeye ihtiyacı var dolayısıyla bir karşılıklılık ihtiyacın dan bahsediyoruz. Tabi Türkiye’nin İran açısından bir diğer anlamı da İran ’ın siyasi inzivadan kurtulma ve yaptırımları delme fırsatı yakalamış olması. Çünkü Türkiye sadece BM Güvenlik Konseyi yaptırımlarıyla bağlı olduğunu söylemiş ve başından beri tek taraflı yaptırımları uygulamamıştır. Diğer taraftan ise; bu tek taraflı yaptırımlar paralelinde körfez ülkeleri de etkilendi ve çok yoğun olarak Birleşik Arap Emirlikleri’nde faaliyet gösteren İran şirketlerinin 
kapanması söz konusu oldu. Bunlar kapandıktan sonra en yakın nerde açılabilir lerdi ? Son 2 3 yıl içerisinde; İstanbul’da hızla açılan ve ticaret alanında ciddi ivme kazanan İran şirketlerinin sayısı da malum. Uluslararası para transferiyle ilişiği kesilmeye çalışılan İran’ın Türkiye sayesinde altın yoluyla ticaretini gerçekleştirmeye çalışması tabi diğer bir gerçek. 

    Şimdi kültürel sosyal açıdan baktığımız zaman; İran halkının Türkiye hakkındaki görüşlerinin son 15 yıl içerisinde ciddi anlamda bir değişim gösterdiğini görüyoruz. Çünkü İran’da yasak olmasına rağmen kullanılan çanak antenler sayesinde Türk kültürüyle tanışma fırsatı bulmuşlar ve bu vesile ile çok ciddi bir İranlı turist nüfusu Türkiye’yi ziyaret ediyor ve geçen yılki İranlı turist sayısının yaklaşık 2,5 milyon civarında olduğu söyleniyor. Aynı şekilde İran’a yapılan turistik turlar da artış göstermiş vaziyette. 

Son olarak siyasi açıdan baktığımız zaman; en önemli konu olarak İran nükleer kriziyle başlamak istiyorum. Çünkü İran’ın 2003 yılından itibaren siyasetin en önemli konusunu İran nükleer krizi oluşturuyor. Türkiye’nin bu husustaki resmi politikası başından beri aynı çizgide devam etti. İran’ın barışçıl nükleer programını destekliyoruz hiçbir ülkenin nükleer silahlara sahip olmasını istemiyoruz ve krizin diplomatik yollardan çözülmesi için elimizden gelen her şeyi yapacağız şeklinde bir açıklama yapıldı ve bundan da hiç sapmadı. Bu durum ikili ilişkilerde önemli bir lokomotifti. Bununla da kalmayıp Türkiye İran nükleer krizi müzakerelerine ev sahipliği yaptı ve müzakerelerin tıkandığı noktalarda yeniden başlanması için kolaylaştırıcı rol oynadı. Hatta 
daha da ileriye gidip Türkiye; Brezilya ile işbirliği içerisinde Tahran Deklarasyonlarının imzalanması gibi bir başarıya da imza attı. Burada artık kolaylaştırıcı rolden arabulucu olma rolüne evirildi. Bu Deklarasyon büyük bir başarıydı çünkü İran içerisinde Türkiye’yle ilişkilere şüphecilik ve rekabet perspektifinden yaklaşan ve Türkiye’nin böylesi önemli bir konuda diplomatik bir puan kazanmaması gerektiğini düşünen kesimler vardı. Fakat buna rağmen İran ikna edilebilmiş ve gerçekten o zaman çıkış kapısı olabilecek çözüm modeli ortaya konulmuştu. Peki ne oldu da bu kadar takdir edilmesi gereken bir plan tenkitle karşılandı. İran’a karşı bir yaptırım kapıdaydı yaptırım kararı ve İran’a Türkiye’nin Tahran Deklarasyonunu masaya koyması bunu sekteye uğratabilirdi. Çünkü İran konusunda yaptırım kararının alınabilmesi için batı ülkelerinin haricinde Rusya ve Çin’in ikna edilmesi gerekiyordu. Bu zaten çok uzun süreli bir şeydi nerdeyse bir yıl kadar onları ikna etmekle uğraşıyorlardı. Son dakikada böyle bir şey çıkmış olmasına son derece sinirlenmişlerdi. Velhasıl kelam plan işe yaramadı ve yaptırım kararı oylandı. Brezilya ile Türkiye buna hayır dediler ve bu çok önemli bir gelişmeydi. Amerika ve Avrupa’yla ilişiklerine rağmen 
Türkiye’nin yaptırım kararına hayır demiş olması aslında kendisi açısından çok büyük bir riskti. 

Bunu yapmalı mıydı? Naçizane kendi fikrim evet bunu yapmalıydı. Çünkü Tahran Deklarasyonunu yaşatacaktı. Madem böyle bir süreci başlatacaktı evet bunu devam ettirmeliydi. Türkiye müdahil olmalı mıydı? Evet, müdahil olmalıydı eğer bu bölgede yaşıyorsan, bu bölgede İran nükleer krizi gibi yanı başında bir ülkede bu kadar önemli bir olay gerçekleşiyorsa ve gerek yaptırım kararları gerek olası askeri müdahale durumunda her şeyin ucu sana dokunuyorsa bu krize müdahil olup bir şekilde elinden geleni yapmalısın ve Türkiye de yapması gerekeni yaptı. İran açısından baktığımızda; İran’ın bu konuya en nihayetinde sıcak yaklaşmasının bir nedeni konjonktürel gereklilikten kaynaklanıyor. Gittikçe köşeye sıkıştırılmaya çalışılan İran’ın Müslüman bir bölge ülkesi ve batıyla iyi ilişkileri olan bir ülkeyle bu yola çıkması çok mantıklıydı. İran da bu şekilde ikna oldu ve bahsettiğim faktörler dolasıyla Türkiye’ye karşı ön yargılarını da kırmıştı. Dolayısıyla Türkiye’nin krizin çözümlenmesi hususundaki samimiyetine inanıyordu. 

Diğer önemli bir mesele de güvenlik meselesi. İran ile Türkiye’nin PKK ve onun uzantısı PEJAK gibi bir sorunları var. Her ne kadar Irak konusunda farklı yaklaşımları olsa dahi ikisinin de farklı bir hedefi olduğunu biliyoruz. Nedir bu ırak bütünlüğünün korunması ve sağlanması. Benzer bir dava Suriye’deki Kürtlerle ilgili olarak Suriye’de de devam ediyor. Dolayısıyla Suriye hususundaki ihtilafları konusunda da baktıkları zaman orada da Kuzey Iraktakine benzer bir 
oluşumun kapıda olduğunu gördüklerinde daha fazla bu ayrışmayı devam ettirmeyip en azından ortak bir noktada buluşup sorunun çözümlenmesi gerektiğinin farkına varmışlar gibi görünüyor. 
PKK ve PEJAK gibi bir sorun İran-Türkiye hatta Irak ve Suriye işbirliği olmaksızın çözülecek bir konu değil. Gerek bölgenin coğrafi özellikleri dolayısıyla gerekse siyasi açıdan işbirliğini gerektiren bir mevzu. Dolayısıyla ortak çıkar konuları göz önünde bulundurulduğunda Türkiye İran ilişkilerinin bir şekilde devam etmesi gerektiğine ve ikisinin de güvenliklerinin birbirleriyle yakından ilişkili olduğunun farkında olduklarını söylemem gerekiyor. Birinde meydana gelecek olan tehdit hiç şüphesiz diğerini de etkileyecek. Dolayısıyla bunu akılda tutarak hareket ettiklerini söylemenin de yanlış olmayacağını düşünüyorum. Ve bazı uzmanların ekstrem yorumları ve yargılarına rağmen bölgede İran ve Türkiye birbirlerini ciddi tehdit olarak algılamıyorlar. Ama bölgesel nüfuz hususunda birbirlerini rakip olarak gördüklerini söyleyebiliriz. Ve son tahlilde de ilişkilerini ideolojiyi karıştırmadan pragmatik çizgide hareket etmeyi bugüne kadar başarabildiklerini bunun için de daha öncede bahsettiğimiz faktörlerin olduğunu ve bunlarında çok 
geçerli faktörler olduğunu söyleyebiliriz. 

Teşekkür ederim. 

VII. SORU/CEVAP - KAPANIŞ 

Soru 1: 
İran Açısından baktığımızda Türkiye’nin Orta Asya Türk Cumhuriyetleriyle ilişkisi nasıldır? 

Soru 2: Brzezinski “Büyük Satranç Tahtası”nda bir tezi var. 20. yyda Avrasya’ya hâkim olmak gerekir, Avrasya’ya hâkim olmakla ilgili de bazı teoriler var. Ondan sonra da ABD’nin Avrasya’yı yönetebilmesi için iki seçeneği var, biri bütün stratejik noktalarda kendine askeri alanlar tesis etmesi gerekiyor, ikinci seçenek 
de bazı bölgesel güçleri kullanarak diğerlerine karşı onları böylece engellemek olacağını söylüyor. 
Bu bağlamda ABD’nin ikincisini tercih ettiğini öne sürüyor. Örnek olarak Rusya’ ya karşı Avrupa Birliği’ni, Çin’e karşı da Japonyayı desteklediğini söylüyor. Türkiye-İran ilişkilerini de bu bağlamda değerlendirebilir miyiz? 

Soru 3: Başbakan Erdoğan’ın İran gezisinden sonra, Türkiye’nin İran’a son yaklaşımı ve Türkiye’nin bundan sonra Ortadoğu’da hangi çizgide hangi yönde tavır alacağını çok merak ediyorum. Bu konuda bir değerlendirme yapabilir misiniz? 

Cevap - Mehmet Şahin (MŞ): Ben İran’ın bu 5+1 sonuç verirse İran’ın inanılmaz bir şekilde atağa geçeceğini düşünüyorum. Sebebi de şu, İran’a Bayram hocayla Eylül ayında 5-6 günlük bir ziyaret yaptık, şöyle söyleyeyim İran’ın çok önemli iki kaynağı var; bunu kullanırsa doğumuzda hızlanan bir süreç görürüz. İran’ın 
İran dışında 79’dan sonra çıkan inanılmaz yetişmiş bir insan kaynağı var. Ben bunu birkaç konferansta söylediğim için rahatlıkla söyleyebilirim. Birkaç gün önce biliyorsunuz İran’da dışarıya giden insanların İran’a gelmeleri konusunda İran’dan bir açıklama yapıldı. ABD’ de Avrupa’da hem fizik, kimya ve teknik 
bilimlerde hem de sosyal bilimlerde İran’ın dışarda yetişmiş Euro Minds dediğimiz dünyayı iyi tanıyan bir insan kaynağı var. Bir tanesi de bizimle aynı masada oturuyor şuanda Arzu Hanım onu da belirtmek isterim. 

Bu konuda ben İran’ın bundan sonraki süreçte çaba göstereceğini düşünüyorum. İkincisi de enerjisini satabilirse, bu iki kaynak İran için en önemli stratejik kaynaktır. Yalnız dışardaki insan kaynağının en az enerji kadar önemli olduğunu düşünüyorum çünkü içerideki devleti yöneten kitle çok ideolojik. Yani o ideolojik kesimin halkla ilişki kurmasında bazen kopukluk olabiliyor. Otuz küsur yıl ideolojiyle yatıp kalkıyorsunuz bir korku taşıyorsunuz ama dışardaki insanlar öyle değil. Dışardaki insanlar dünyayı çok daha iyi biliyorlar. Özal’ın yaptığı gibi bu kitleyi çekebilirse İran’ın hızlı bir kalkınma sürecine gireceğini söylemek 
mümkün. 

Bence Türkiye’nin İran ilişkilerini değerlendirirken ortak cevap vermek istiyorum, şu şekilde bakmak lazım; sürekli rekabet üzerinden değerlendirmek belki benim aldığım eğitime yakışmıyor gibi geliyor. Çünkü ben stratejik açıdan bakmıyorum yani ben asker değilim, yani çok hoşuma gitmiyor bu bakış açısı yani sürekli karşımdakini düşman görmek. İran’la Türkiye birlikte yaşamak zorunda. Şimdi yakın coğrafyama bakıyorum, İran’la Türkiye’nin sürekli rekabet üzerinden bir ilişki içine girmesi, İran’ı da bitiriyor Türkiye’yi de bitiriyor. Bunun da bölgeye çok kötü bir yansıması oluyor. Gördüğüm kadarıyla İran’daki rejim de artık batıyla barışırsa ve bu süreçte kendini güvende hisseden rejimlerle ilişki kurması (ABD ve Türkiye gibi) açılım yapması esnemesi önemli. Bunu bölgesel anlamda, iç politika anlamında da söylüyorum ama, ben iki ülkenin de artık esneme sürecine gireceğini, sorunlar olsa da birlikte ilişki yürütebilme becerisini gösterebileceklerini düşünenlerdenim. Bunun hem Türkiye açısından hem İran 
açısından hem de bölge açısından çok ciddi sonuçları olacağını düşünüyorum. 

Bir de bölge çalışanlarda şöyle bir hata var; işte genelde Şiilik ve Sünnilik üzerinden bir değerlendirme yapıyorlar. Bunun çok kategorize eden ve yanlış bir bakış açışı olduğunu düşünüyorum açıkçası. Şöyle diyorlar; dünyada 2 milyar 
Müslüman var bunun %10 u Şii %90 ‘ı da Sünni’dir. O açıdan İran ın etkisini az gibi görüyorlar, bu o kadar yanlış bir bakış açısı ki… Şunun için söylüyorum, Sünni Müslümanların çoğu uzak Asya’da Türkiye’nin yakın coğrafyasına baktığımız zaman Şiilerle Sünni nüfusun birbirine çok yakın olduğunu görüyorsunuz. İran, Irak, Suriye, Lübnan çerçevesine değerlendirirseniz aslında iki gücün hem nüfus açısından hem kaynak açısından hem de bölgesel etkisi açısından birbirine çok yakın bir güçleri olduğunu görüyoruz. Bence Almanya ile Fransa arasındaki ilişki burada örnek olabilir. Sürekli Almanya ve Fransa arasındaki didişmenin Avrupa’ya ne getirdiğini herkes gördü. O açıdan sürekli Türkiye ve İran arasındaki didişmenin bölgeye ne getireceğini de herkes zaman zaman gördü ve görür ilerde. O açıdan bence bunu tatlı bir rekabet olsa da işbirliği yapılmasının bölgesel açıdan ve iki ülke açısından daha faydalı olacağını düşünüyorum. Burada ilk kez bir şey keşfetmiyoruz aslında Türkiye bunu çözdü, Türkiye Rusya’yla ilişkisine benzer bir ilişki tarzı kuruyor İran’la. Suriye konusunda da Rusya’yla kötüyüz ama ticaret ortaklığı konusunda Rusya ikinci durumda ve her gecen gün artan bir ilişkimiz var. İran’la da buna benziyor Türkiye’nin ilişkisi. Tamam, siyasi olarak bir rekabet var ama bölgesel konularda ve ikili ilişkilerde alıp yanına çıkartan bir politika takip edilmekte. Daha 
doğrusu ideolojik yaklaşımdan pragmatik yaklaşıma yaklaşılması bence bölge açısından çok çok önemli. Şimdi sorunlara da bakalım. 

1) Irakta ciddi sorunlar var. Suriye’de sorunlar var. Lübnan’da sorun var. 
Bugün yeni çıkan sorunu düşünmüyorum çünkü benim alanıma girmiyor orası, Ukrayna’dan bahsediyorum. Irak’ta Suriye’de İran ve Türkiye’nin dışında olduğu çözüm süreci ne sonuç verir? Yani hiçbir sonuç vermez. 

Türkiye kalkıp ben Suriye’deki bu sorunu ben tek başıma çözerim derse çözemez, İran da ben bunu tek başıma kanalize ederim derse edemez. Türkiye’nin yakın çevresinde, ki bu İran’ın da yakın çevresi oluyor, 
iki ülkenin işbirliği yapmaları zorunlu olarak veya isteyerek (bazen zorunlu olarak yaparsınız bazen isteyerek) iki ülkenin razı olmadığı bir sorunda ben sonuç alınacağını düşünmüyorum. Bu şekilde bakmanın daha doğru olacağını düşünüyorum. 

Soru: Kurumsal İlişki kurulabilir mi acaba? 

Cevap – MŞ: Kurumsal ilişkinin kurulabileceğini düşünüyorum çünkü daha çok batıyla ilgili bu şeye bağlı yakın dönemde kurumsal ilişki tarzına döneceğini düşünmüyorum. Bu gündeme gelirse Şangay da gelir. Aslında Türkiye ve İran arasındaki ilişkinin olmaması sorun olması değil. Veri çok basit: enerji çıktığı zaman 75 milyonluk İran 75 milyonluk Türkiye 98 yılında bayram hocanın dediği gibi 600 milyon dolarlık bir ticaret hacmi, bugün sadece şu rakamı verseniz aslında dış politika yorumu yapabiliriz. Bu ülkeleri bölgesel güç tarzında tanımlayabiliriz, hatta aralarında 600 milyon dolar ticaret hacmi bulunan bu iki ülke arası ilişkileri nasıl yorumluyorsunuz diye sorulsa, ben derim ki bu iki ülke arasında ilişki yok. Sorun bu, ilişki kurulması sorun değil kurulmaması sorun. Yani önümüzdeki süreçte Türkiye ve İran arasında bölgesel sorunlar da göz 
önünde bulundurularak yapıcı ilişki türünün daha da arttırılmasının taraftarıyım. Ben Türkiye ve İran arasında gergin ilişkilerin Türkiye’nin ekonomisine de, iç siyasetine de, dış politikasına da ciddi maliyetli olacağını düşünüyorum. Bu İran açısından da çok önemli çünkü İran’ın Afganistan’dan çıkışı yok, Pakistan’dan çıkışı yok, Körfez ülkeleri ne hissediyor ona bakmak lazım. İran’ın insan kaynağını da göz önünde bulundurduğunuzda bu insan kaynağı da doğuya daha çok bakmayacak batıya bakacaklar. Bu açıdan İran’ın da tek çıkış noktası Türkiye görünüyor. Yani bu sadece Türkiye’nin tek taraflı zorunluluğu 
değil. İki taraflı bir zorunluluğun ortaya çıkarmış olduğu bir ilişki. Bu şekilde bakmanın açıkçası daha doğru olduğunu düşünüyorum. Teşekkür ediyorum. 

Cevap - Bayram Sinkaya: İran’ın nükleer çözümüne dair olumlu adımlar var. Bununla beraber İran’la batı arasındaki bu görünen yakınlaşmanın iki merkez arasındaki sorunları tamamen çözmeyeceği kanaatindeyim. Yani biz 79 öncesi dönemde İran ve ABD’nin iş birliği kurduğu döneme geri dönemeyeceğiz. 
En azından kısa vadede dönemeyeceğiz. Dolayısıyla Batı-İran yakınlaşması Türkiye’nin stratejik olarak gerginliğini alır mı almaz mı ben bunu tartışmaya gerek görmüyorum. Çünkü İran’la batı arasındaki sorunlar sadece nükleer değil. En başında İran’ın bir ideolojik duruşu var. İran’daki bütün değişikliklere rağmen rejim hala değişmedi ve rejimin iç politikasında iç siyasetinde tabii olduğu en azından hala hatırı sayılır taraftarının olduğu ideolojik değerler var ve bu değerler uzun süre etkili olmaya devam edecek. Diğer taraftan bölgesel politikalar itibarıyla içerdeki ideolojik duruşu dış politikadaki yaklaşımlara paralel olarak bölgedeki dış politikası da etkilenir. Ondan yani bu dış politika hem ideolojiden etkileniyor hem de batıyla rekabetinden etkileniyor. İran öyle bir konuma geldi ki nerde bir kriz varsa ABD ordaysa İran da ABD’yle karşı kaşıya gelmek ya da onun nüfuzunu engellemek veya tam tersi İran’ın nüfuzunu engellemek için ABD oraya giriyor. Yani aralarındaki rekabet Türkiye- İran - ABD ilişkilerini aşmış. İnsan hakları meselesi var; terörizm var; İsrail meselesi var. Dolayısıyla İran’la batı stratejik ilişki kurmayacaklar. Orada nükleer meseleden kaynaklanan tansiyon biraz düşecek, İran’la batı arasındaki ekonomik ilişkiler gelişebilir. Bunu Hatemi döneminde de gördük, bu İran’ın ekonomik ve siyasi gelişimine bir nebze katkıda bulunacaktır. Ama hocamın sorduğu soru Türkiye’yi yakalayabilir mi? Bu biraz performanslara bağlı tabi. Hali hazırda kişi başına düşen gelir açısından Türkiye İran’ın önünde ama çok da fark yok. Çünkü İran sahip olduğu petrol gelirleri sayesine açığı rahatlıkla kapatabiliyor. İran’ın asıl meselesi petrol dışı ekonomisini yeniden yapılandırmasıydı. Bu ambargolar sayesinde İran’da şimdi ona öncelik vermeye başladılar. Petrole bağımlılığı azaltmaya çalışıyorlar. Eğer bunu başarabilirlerse, bu konuda önemli adımlar atılırsa, yani normal sanayii yapısını kurarsa İran; buna ilave olarak petrol zenginliği de ekleyebilirse İran pek ala Türkiye’yi yakalayabilir. 

    İran’ın batıyla olan ilişkilerinin yumuşaması Türkiye’nin batıdaki konumunu yıpratır mı? Sorusu… İran’la batı arasındaki sorunlar tamamıyla çözülmeyeceği için, Türkiye’nin stratejik öneminin azalacağını düşünmüyorum ben. Kaldı ki İran meselesi de değil Türkiye’nin olduğu bölge itibariyle her an yeni kriz noktaları çıkabiliyor. Batı ittifakıyla Türkiye’nin ilişkileri kurumsallaşmış ve iyi oturmuş, kısa vadede de önemli değişiklikler olmayacak. Belki göreceli olarak Türkiye’ye verilen önem azalabilir veya artabilir. Ancak bu ittifakın önde gelen ülkeleri ile Türkiye arasındaki ilişkilerin genel ilerleyişine bağlı olarak değişecektir. Yoksa ittifakta kurumsal değişiklik olmayacaktır ya da Türkiye’nin politikasında köklü bir değişikliğe neden olmayacaktır diye düşünüyorum. Türkiye ve İran bölgede evet rekabet ediyorlar. Bu rekabet kimi zaman siyasi rekabet şeklinde kimi zaman ekonomik rekabet şeklinde ve ama İran’ın dış politikasında temel faktör 
değil. Daha çok siyaset ve kültür odaklı dış politika izliyorlardı. Yavaş yavaş ekonomiye dış politikasında yer vermeye başladı. O zaman Türkiye- İran ilişkilerindeki rekabet boyutuna yeni bir boyut daha ekleniyor: 

Ekonomik rekabet boyutu ekleniyor. Ama hali-hazırda Türkiye’nin ekonomik avantajı çok daha önde görünüyor. Dolayısıyla bu rekabetin Türkiye’yi çok fazla olumsuz etkileyeceğini düşünmüyorum. Bölge ülkeleri açısından da; Türkiye-İran rekabeti ikili ilişkileri değerlendirirken hep bir bölgesel bağlama bakmak 
lazım. Bölgesel ve dönemsel. Yani bölgede sizin kiminle ittifak kurduğunuz ya da kiminle yakınlaştığınız İran’la ilişkilerinizi de etkiliyor. İsrail le yakın ilişki kuruyorsanız, İran’la ilişkileriniz olumsuz etkileniyor. Ya da ABD’nin çok sıkı müttefikiyseniz İran’la ilişkileriniz bozulmaya başlıyor. Ama bu ilişkileriniz biraz 
sarsılmaya başlayınca o zaman İran’la ilişkileriniz gelişebiliyor. Bu, sadece Türkiye’nin siyasi tercihlerine bağlı değil. 

     Bölgesel olarak da Türkiye’nin Suudi Arabistan’la ilişkileri ve İran’ın Suudi Arabistan’la ilişkileri. İki ülke böyle dönemlerde Türkiye’yi İran’la gergin ilişkileri olduğu dönemde Suudi Arabistan dengeleyici bir unsur olarak kullanabilir. Dolayısıyla herkes farklı hesaplar içerisinde ve herkes stratejik çıkarları 
doğrultusunda yeniden hesaplar yapıyor.Bu iki ülke arasındaki ilişkilerin krize dönememesi için Selçuk Hoca’nın bahsettiği gibi belki ortak platformların kurulmasında fayda var. Ama ortak platformlar kurmak da kolay değil. Yakın zamana kadar Türkiye’nin batıyla arasında bir “echo” var ama Ortadoğu’ya “echo” pek gelmiyor. Burada siyasi irade çok belirleyici oluyor. Ben yakından çalıştığım için hatırlıyorum: 2000, Arap baharı öncesinde Türkiye’nin diğer ülkelerle de yüksek stratejik iş birliği konseyleri kuruldu. 

Nihayetinde bu konseylerin tek bir çatı altında birleştiği bölgesel bir örgüt kurulması yönünde bir irade var gibi görünüyordu. Ama o dönemde ısrarla İran’la böyle bir ilişki kurulmadı. Hiç böyle bir şey gündeme bile gelmedi. Ancak Ruhani döneminde gündeme gelebildi. Burada dolayısıyla sadece Türkiye’nin siyasi tercihleri belirleyici olmuyor İran’ın batıyla ilişkilerindeki konumu, Türkiye’nin batıyla ilişkilerindeki konumu, ve birbirlerine verdikleri önem çok değişkenli bir süreç ve dikkatli ve yavaş hareket ediliyor. Türkiye-İran rekabeti veya anlaşmazlığı, Suriye veya Irak üzerinden. Irak önce ABD üzerinden Türkiye için potansiyel bir iş kaynağıydı hem de Kürt meselesi de Türkiye-İran için işbirliği kaynağı oldu. Ama İran belirli noktalarda Türkiye politikasından farklılaştı. Kuzey Irak Kürt bölgesinin özerkliği konusunda İran en çok 
destek veren ülke oldu. İran bölgede tek destek veren ülkeydi. Dolayısıyla İran’ın Kürtlerle iyi ilişkileri hali hazırda var şuanda. Türkiye Kürtlerle iyi ilişkiler kuruyor. Kürtler ikisini dengelemeye çalışıyorlar. Merkezi yönetimle İran’ın iyi ilişkileri var. Türkiye’nin merkezi yönetimle ilişkileri bozuk. Burada kim kiminle çarpık kim kiminle iyi ilişkileri var. Hepsini çok iyi analiz etmek değerlendirmek gerekiyor. 

    Cevap - Arzu Celalifer EKİNCİ: İran’ın yaşadığı 79 İslam devrimi ve beraberinde gelen gelişmeler ki bunun en önemlisi 8 yıllık İran-Irak savaşıdır, İran üzerinde çok ciddi yük bırakmış sorunlardır. İran’ın dünyadan izole edilmiş olması, 30 yıldır ciddi yaptırımlarla baş ediyor olması ve ülke içerisindeki bürokraside çok sesliliğin olması dolayısıyla çok ciddi problemlerle karşı karşıya. İran’ın bugün karar verip ben revizona gideceğim deyip, başta bürokratik sistemden kültürel (çünkü kültürel olarak da çok ciddi erozyona uğramış 
vaziyette), ekonomik revizyonu minimum 10 yıl sürer. Çok ciddi revizyonların olması gerekir. Sıkıntı çok seslilik. İki başlı bir ordu var, iki başlı bir yargı var. 
Bu konuda İran’ın kesinlikle bir revizyona gitmesi gerekiyor. 
Fakat Mehmet hocama şu konuda katılıyorum, İran’la ABD helalleşe bilirlerse gerçekten ileriye doğru çok hızlı adımlarla ilerleyebileceğini biliyorum. 

Neden? 

Çünkü İran 75 milyonluk nüfusuyla ekonomik açıdan bakir bir alan. 

Teşekkür Ediyorum… 


****