31 Ocak 2017 Salı

TEPKİSİZ DEMOKRASİ ?




TEPKİSİZ DEMOKRASİ ?




 
Yekta Güngör Özden
 
 
Lâiklik ve irtica konularında tanım istemleri ve tartışmalarıyla günler dolarken asıl sorunlara ilişkin çözüm çabaları yine geride kaldı. Gereksiz ve anlamsız tanım istekleri gerçekte bir oyalama ve saptırmadan başka bir şey değildi. Lâikliğin ne olduğunu bilmeyenden çok bile bile çarpıtanlar vardı. Dinsel ağırlık kişisel yönetim düzeni olan teokratik monarşiden demokrasi amaçlı cumhuriyete geçtiğimiz, Osmanlı’nın kötü yönetimiyle işbirlikçi tutumu karşısında toprak, insan, zaman, değer, kaynak ve onur yitirdiğimiz gerçeği 1923’den beri anlatılıp öğretiliyordu. Cumhuriyetle yıkılanların özlemini çekenler, çıkarların yoksun kalmanın hırsıyla kin besleyenler, cumhuriyete yaraşır olmayanlar boş durmadılar. Gerçek dindarları mutlu kılan lâikliği din düşmanlığı olarak tanıtmaya çalışanlar inanç sömürüsü yoluyla iktidara gelerek rejimin karakterini değiştirmeye soyundular. Yalanlar, yakıştırmalar, bir dindardan asla beklenmeyen çirkinliklerle toplumsal barışı yıktılar. Müslümanlık taslayarak başka dinden olanlara yer açtılar. Müslümanlığa zarar verdiler. Hukuku, ekonomiyi, eğitimi, her şeyi araç kılarak kendi ilkelliklerini, katılıklarını, yozluklarını dayatmaya çalıştılar. İç düzen ve dış ilişkiler yara aldı, bozuldu. Yenilikten cumhuriyete, bağımsızlıktan bilimselliğe, hukuksallıktan devrimlere her iyi duruma ve tutuma karşı olan irtica, lâikliğin tam tersidir. Lâiklik düşmanıdır, insanlık düşmanıdır, din düşmanıdır. “İnanıyorum o halde varım” demekten “Düşünüyorum o halde varım” düzeyine, ümmetten ulus düzeyine taşıyan lâiklik, cumhuriyet ve demokrasinin kaynağıdır. 80 yılı aşan bir zaman yaptıkları öğretime, aldıkları eğitime, bulundukları katlara ve konumlarına karşın bu kavramların ne olduğunu öğrenememişlerse bundan sonra da öğrenemezler. Hele bugüne değin lâiklik ve irtica konularındaki yargı kararlarını geçersiz saydıracak, kuşkulu kılacak konuşmalar, sahiplerinin bağlantılarını, eğilimlerini yansıtan açıklamalar gerçekten üzücü olmuştur. Lâiklik sayesinde şimdiki yerlerini edinenlerin çok iyi düşünmeleri gerekir. Asıl amacını ABD-İsrail karşıtlığıyla gizlemeye çalışan radikal İslâm, yalnız Ortadoğu’nun değil, dünyanın başına belâdır. Dinci terörün islâmiyete dayanması kötülüğünün en ağır yanıdır.

Uluslararası alanda ilginç durumlar yaşanıyor. Nükleer silâh gücüne sahip 9. ülke durumuna gelen Kim-Jong Il liderliğindeki Kuzey Kore’nin atomuna karşı Güney Kore Dışişleri Bakanı Ban Ki-Moon BM Güvenlik Konseyi’nce Kofi Annan’ın yerine Genel Sekreterliğe aday gösterildi. Genel Kurul oylaması ile kesinleşecek. Fransa İçişleri Bakanı, Sarkozy Recep Tayyip Erdoğan’a sürdüğü üç koşul içinde Ceza Yasası’nın 301. maddesini soykırım tartışmaları yasağı olarak gösterdi. Böyle bir şey yok. Amaçları Türkiye karşıtlarına destek vermek, böylece Türkiye’yi uğraştırıp yıpratmak. 


Batıya bahane 

Dinci terör, hiçbir dinde bulunmaması gereken yoketme vahşetidir. Batıda da tarikat ya da kimi aşırılıklarla kötülüklerine tanık olunan terörü gözardı edenler Afganistan, Mısır, Türkiye, Irak başta olmak üzere kimi müslüman çoğunluklu ülkelerdeki aykırılıklara dayanarak ilişkilerini düzenlemektedir. Savaşarak alamadıklarını şimdilerde ekonomik-siyasal kimi ilişkilerle, daha da çok ABD dayatması ve AB baskılarıyla almaktadırlar. ABD’nin PKK için hâlâ bir şey yapmaması, Fransa Cumhurbaşkanı’nın sözde ermeni soykırımını AB üyeliği koşulu göstermemsi, Ermenistan ziyaretindeki anıt ziyaretleri, sözde soykırımı kabul etmeyenlere ceza tehdidi, AB Parlamentosu’nun Kopenhang’ta sözü edilmeyen konuları yeni kriterler olarak öne sürmesi, Almanya Başbakanı’nın “ancak imtiyazlı ortaklık” yinelemesi açık bir oyalama, aldatma, yıpratma ve yutma siyasetidir. Silâhlı Kuvvetlerimizi “Demokrasi, AB üyeliği, ekonomi” duyarlığıyla arkalara itmeye, dışlamaya çalışanlar her şeyi bozarak yıkma oyununun kirli taşlarıdır. Ali Babacan “Ermeni soykırımını tanımaya kapalı değiliz” demiş (NRC Handelsblad, 9.9.2006). Kimsiniz ve ne hakla? Kürt konulu raporunun AB Parlamenter Meclisi’nde kabulünde Türk Delegasyonu neye, nasıl oy verdi, incelemeye değer. 

Bilinçsizlik 

Hukuktan uzaklaşmak, yargıyı etki ve baskı altına almak, Türk Devrimi ve Atatürk ilkelerine, savunucu ve koruyucularına saldırılarak yapılan sapkınlıklar yetmiyormuş gibi açıkça terör örgütünden yana çıkıp ateşkes isteyenler türedi. Ateşkes kavramının anlamını bilmeyenlerin imza gösterisine katılmaları bir yana terör örgütünün aldatılmış militanlarına “Dağılın, silâhlarınızla birlikte teslim olun!” diyecek yerde devleti devlet olmaktan çıkaracak girişimlere zorlayanlar çıkıyor. DTP “Toplumsal tabanımız aynı” diyerek yapılacak sözde siyaseti açıkladı. Terör örgütü, adamları neyi yasal yollardan istediler de yanıt alamadılar, bir yurttaş olarak birbirimizden neyimiz eksik ya da fazla? Yalanla her şey ileri sürülebilir. İstedikleri ayrı bir devlet kurmak, devleti ele geçirmek, devletin yapısını ve niteliklerini bozarak kendi egemenliklerini kurmaktır. Bunun siyaseti kabûl edilir mi ki kimileri de dağdan inip ovada siyaset yapmalarını öneriyor. Böyle oy amaçlı, ödün ağırlıklı sözlerin seçilmek için dış destek aramaktan farkı yoktur. Başbakanın devletin anayasal niteliklerine vurgu yaptığı gibi sözlerinin nereye gideceğini bilmeyen muhalefet sözcüleri de yarın başka türkülere başlayabilirler. Toplum olmayacak işlerle uğraşırken sorunlar unutuluyor, unutturuluyor. Yalnız Fransa Başbakanı Sarkozy, Ermenistan değil, tüm küstahlar, tüm sapkınlar, dönekler ve terbiyesizler, bağnazlar, aymazlar ve yobazlar uygar tepkilerle uyarılmalı, yanıtlarını almalıdır. Demokrasiyi demokratlar kazandırır ve yaşatır. Yargıtay Başkanlar Kurulu’nun son açıklaması umut vericidir. YARSAV’ın Danıştay’a sınavlar için başvurusu da. 


Yeni Türk Ceza Yasası’nın 301 maddesiyle ilgili medyanın tutumu bir yana yargı kararları ilginç içeriklerle açıklanmaktadır. Hukukun siyasallaşması en büyük tehlikedir. Yasaları iyi düzenlenmemesi haklı yakınmalara neden olurken iyileştirme yerine kötülüklere tümden olanak tanıyacak açılımları demokrasi adına dayatmanın sakıncaları da gözetilmelidir. İktidar ve yandaşları 285 milyon m2 yüzölçümlü 62500 taşınmazın yabancılara satıldığını, bankalarda dörtte biri bulan yabancı ortaklığını, artan Kur’an kurslarını, yolsuzlukları, saygısızlıkları, suçlardaki tırmanmayı, her alanda ve her kattaki bozulmaları ele almıyorlar. Ülkemiz için birçok yönden dönemeç sayılacak Cumhurbaşkanlığı seçimi iktidarın amacına kavuşması hazırlıklarıyla ve kendi kurnazlıklarıyla sonuçlandırılmaya çalışılıyor. 2007’deki genel seçimler Türkiye’nin yazgısını belirleyecek. Medyanın iktidar aşkı kimi üniversite ve kuruluşun Başbakana teşekkür ilânlarıyla geçilmek isteniyor. Lâiklikle ve gerçekle hiçbir ilgisi olmayan yapay “Medeniyetler İttifakı” dincilerin dayanışması olabilir. Medeniyet, tüm insanlığın malıdır. Gerçek olsaydı Türkiye iktidarı sıkmabaş, din dersi zorunluluğu imam hatip okulu ayrıcalığı, dinci kadrolaşma ve lâik cumhuriyet-Atatürk karşıtlığı inadını bırakırdı. Siyasetçinin dinlerarası ilişkide başrole çıkması da yanlıştır. 

Kötü alışkanlıklar 

“ Seçilmiş-Atanmış ” ayrımı, eğitim-öğretimi, bilgiyi, yeteneği, deneyimi, süreçleri ve koşulları dışlayan bir ilkellik ve ilkesizlik belirtisidir. Yıllarca çalışmış bir hukukçunun, bir askerin, bir hekimin, bir bilim adamının, meslek katları içinde birkaç seçimden gelerek edindiği yer mi tartışmalıdır, bir seçimle alınmış milletvekilliği sıfatı mı? Demokrasiyi ayağa düşüren, kötüye kullanarak sömüren kimileri ikide bir bu ayrılığı körükler. Kendine bir şey çıkarmaya çalışır. Oy demokrasi için kutsal bir araçtır, namus bilinerek kullanılırsa. Satın alınırsa hiçbir şey değildir. Bu yolla bir yerlere gelenler yüzsüzlük yapıp Cumhurbaşkanına, yargı organları başkanlarına, Genelkurmay Başkanı’na ve Kuvvet Komutanlarına nezaketle asla bağdaşmayan sözcüklerle saldırmaktadır. Terbiye ve düzey sorunu olan tutum medyadaki sapkın kalemler için nerdeyse alışkanlık durumuna getirilmiştir. Başkalarına ders vermeye kalkışan kimi kendini bilmez dilin kişilik simgesi olduğunun ayırdında da değildir. Her konuda her kötülüğü yapabilecek köktendinci kadın-erkekler gibi medyadaki yandaşları da “insanaltı” yapılarını yazdıklarıyla yansıtmaktadır. Bunlar için her şey, her yol, her yöntem geçerlidir. Bugün böyle, yarın başka olabilir, hiçbir şey değişmese de kendileri değişir değiştirilebilir. Çalıştıkları yayın organın her şeye değindiği için patronları da her konuda eleştirilebilir.Hiç patronlarını, para musluklarını eleştirdikleri görülmüş müdür? Yargı kararlarını anlamadığı, anlaması olanaksız düzeyine karşın kendi ideolojisine ve siyasal-patronsal ilişkisine göre yorumlayıp okuyucuları kandıran, yanıltan mı ararsınız, Cumhurbaşkanı’nın konuşmasında lâiklik sözcüğünü kaç kez kullandığına takılan mı, devlet büyükleriyle ilgili yazılarında onlar için “topal ördek” benzetmesini ardarda kullanan mı, saygıyı başkalarına çok görüp kendilerini fildişi kulelerde tanrı gölgesi yerine koyanlar mı, ne tipler, ne cinsler? “Kürt sorununa demokratik çözüm” diyenleri, hukuksal ve anayasal incelikleri bilmeden, Anayasa’nın 14. maddesinde geçen “lâik cumhuriyet”le 24. maddenin ikinci fıkrasında 14. maddeye yapılan yollamanın anlamlarını ve amacını kavramadan “lâiklik için özgürlüklerin durdurulup sınırlamayacağını” savunan genç siyasetçileri de bunlara ekleyebiliriz. Kimi röportajlarla terör örgütlerinin kınanması yerine Türkiye Cumhuriyeti kınanıyor. Aykırı partilerin kapatılmasını önlemek için ustaca sözcükler kullanılmaya, anlatımlar sıralanmaya çalışılıyor. PKK-APO sloganlarının atılması, kürtçülük renklerinin sallanması, posterlerin taşınması, gece-gündüz alçakça öldürmeler, mayınlar yurtdışı çabalar unutuluyor. İktidarın doyurucu bir açıklama yapmaması da endişe veriyor. Hâlâ “Güneydoğu sorunu” yerine “Kürt sorunu” kullananlar var. Tutarlılık yok. Kendisi ya da partisi için beklentilerle ödün vermek ilkesizliktir. 

Tuhaflıklar 

Atatürk’ü küçültme çabaları değişik biçimde sürüyor. Biri de kalkmış Vahdettin’in kızı Sabiha’nın dünürü Suat Hayri Ürgüplü’ye yazdırdığı anılara dayanarak Mustafa Kemal’in evlenme teklifini geri çevirdiğini yazıyor. Atatürk kendisine böyle bir şey önerilmişse de kendisinin düşünmediğini ve uygun bulmadığını söylemiştir. 

Bir kuruluşun AB desteğiyle hazırladığı Almanak’a katkı verenler içindeki devlet görevlileri kimlerin nerelere yerleştirildiğinin kanıtıdır. İktidar yandaşları önemli görevlere niteliklerine bakılmaksızın taşınmaktadır. Suskun üniversiteler de bu durumların dolaylı destekçisi olmaktadır. Hurafelerle dolu kitaplar, “millî” kavram ve sıfatına ters tutumlar, bilime ters bağnazlıklar, kadayıflı, kanlı-kansız, tramvaylı demokrasiden sonra abdest sulu demokrasiyi çağrıştırıyor. Dış borç 200 milyara yaklaşmış, ABD Ankara Büyükelçisi Wilson devlet niteliğini savunan önemli uyarılara “kakafonu, kuru gürültü” diyormuş, Kerkük ve Kıbrıs’tan yavaş yavaş umut kesiliyormuş, sorumluların umurunda mı? Fetva ve ferman dönemi hortlatılıyormuş aydınlar ne ölçüde ilgili? Herkes “En önde ben olayım, en üste ben oturayım, ben egemen ve başkan kalayım” derse, ilke birlikteliği, geleceğe yönelik ortak tasarımlar ve özveri olmasa solda birlik gerçekleşir mi? Böyle giderse pişmanlık yarar getirmez. İyi düşünmeli, çalışılmalıdır. 

 http://www.turksolu.com.tr/118/ozden118.htm


**

Sakıncalı Olasılıklar



Sakıncalı Olasılıklar



YEKTA GÜNGÖR ÖZDEN
Sözcü Gazetesi
14 TEMMUZ 2016
yektagozden@sozcum.com


Bilimsel ve yaşamsal bağlamda kimi eksiklik ve olumsuzlukları olsa da siyasal düzenler içinde günümüzün en iyisi, demokrasidir. Yurttaşların bildiklerini, 
istediklerini, eleştirilerini, önerilerini özgürce söyleyip durum tartışmasını serbestçe yaptıkları demokrasinin erdemi, değerini bilenler için asla 
yadsınamaz.

Siyasal iktidarın Anayasa'yı yenilemek yerine kendi amaçlarını gerçekleştirmek için bilimsel yöntemlere aykırı olarak “Yeni Anayasa” savları, yandaşlarının 
yılışıklığı ve her şeyi göze aldıklarını belli eden tutum ve davranışlarıyla yeni darboğazları göstermektedir. Toplumsal barışı öteleyerek, Başbakan Yardımcısı Numan Kurtulmuş'un 1980'lerin Danışma Meclisi Çanakkale üyesi Mehmet Pamak'ın yalanını anımsatan “Osmanlı'dan sonra Türkiye'de zulüm tarihi oldu. 
Öyle ki camiler ahır oldu, yıkıldı, tahrip oldu” çirkin sözlerinin yansıttığı cumhuriyet ve Atatürk- İnönü dönemleri karşıtlığı, öngörülen sözde “Yeni 
Türkiye”nin ne olduğunu, neler olacağını düşündürmektedir.

Geçenlerde muhtarlara nutuk atmakla başlayıp iftar sofralarına taşıdığı, törenlerde yinelediği konuşmalarıyla tepkileri artıran Bay RTE'ın “Teröristler 
kadar bizler gururlu, onurlu olmazsak..” sözü de iktidarcıların ağız dağınıklığını yansıtmaktadır. Böyle dil sürçmesi de olmaz. Gerçekten, 
cumhurbaşkanlığı ve cumhurbaşkanları, bugünlerde olduğu gibi hiç eleştirilmemiş tartışılmamıştı. Anda aykırı tutum ve davranışları bir yana, gereksiz, çok ve suçlayıcı konuşmaları böyle özürle de bağışlanmayacak sözlere neden oluyor. 

Neyseki “bizler”in içinde değiliz. Gelişigüzel sözlere önem vermemek gerekir.

YARGI YARASI

Yargıyı öncelikle ilgilileri, sorumluları tartışmaya açıyor. Kararları, duruşları ve tutumlarıyla. Yargıyı iktidar kanadı yapmak için düzenlenen yasa yayımlanınca hazırlandığı yazılan kararname uygulanacaktır. Siyasal rüşvet niteliğinde, Yargıtay ve Danıştay Başkan ve Daire Başkanlarına dokunmama düzenlemesi ne karşı tutuk ve tepkisiz duruş, hak dağıtımıyla görevli kesimin boynu bükük bekleyişi eleştirildi. Yargıtay ve Danıştay'dan 21 üyenin, en geç tasarı Meclis'teyken, yapmaları gereken çıkışı 11 Temmuz'da yapmaları bir yarar sağlayamaz. Yarınlarda iktidarın buyruğunda bir yargıyla devletin temeli 
dinamitlenmiş olacaktır. Hele Saygı ÖZTÜRK'ün dünkü yazısında değindiği gibi yeni Yargıtay ve Danıştay üyeleri cübbeleriyle siyasal bir ortamda toplantıya 
katılırlarsa bu durum kuvvetler ayrılığı ile yargı bağımsızlığının cenaze töreni olur. Sakıncalı olasılıklara yelken açılmaktadır. Ayrıca iktidarcıların yargıya 
yaklaşımındaki sakatlıkların yol açtığı durumlar yaralayıcıdır. İstanbul-Çağlayan Adliyesi'nde “Kur'an-ı Kerim Telâveti” için koridorların kaplanması, ezan sesleri, inanç sömürüsünün nerelere kadar tırmandığını ortaya koymaktadır.

BAŞKA NELER

İnsan, gazetelerin üçüncü sayfasını okurken sıkılıyor. Cinayetlerin en çirkinleri, en insanlıkdışı olanları, hırsızlık, kaçakçılık, yolsuzluk, trafik kazaları başta tüm utandırıcı ve yürek yakıcı olaylar terörle birlikte giderek artıyor. Yoksulluk, işsizlik, iflâslar, iş yeri kapanmaları, taşınmaz satışları da cabası. Kanada'da çalışan bir tanıdık geçende Ankara'ya gelmişti. Televizyon yayınlarını izleyince “Kanada'da on yılda duymadığım olayları burda bir gün için duydum, irkildim, Türkiye'ye neler olmuş” dedi. Böyle bir ortamda sağlıklı, mutlu, erinçli (huzurlu) olunur mu?

Bir de iktidar egemenleri “Üç çocuk, daha çok çocuk..” diye tutturuyor. Üniversiteyi bitirenlerin işsizliği, yurt dışı edinmeler akımı ortada. Geleceği 
güvenceli olmayınca nasıl çocuk edinsinler? Birçok sorunu çok kimse görmüyor, görenlerin çoğu da ne yazık ki anlamıyor. Her gün verilen şehitler, yürek yakıcı 
olaylar karşısında iktidarcıların aldırışsızlığı ve her şey iyiye gidiyormuş gibi nutuk atarak Başkanlık sistemi tartışmalarını sürdürerek yerlerinde oturmaları.

KIVANÇ DUYURAN DUYARLIK

Yüksek Mühendis Muammer ÖCAL'ın başkanlığını yaptığı Almanya'da Yükseköğrenim Görmüşler Dayanışma Derneği Alman Federal Meclisi'nin geçersiz soykırım kararını eleştiren ağır anlamlı üç sayfalık bir yazıyı Cem Özdemir dışındaki Türk kökenli 10 Alman parlamentere ve Türk-Alman Parlamentolararası Dostluk Grubu'nun 16 üyesine e-posta olarak gönderdi. Ulusal onurumuzu okşayan bu duyarlığı kutluyoruz.

VE BİR DÖRTLÜK

Değerli kardiyolog Prof. Dr. Abidin KUMBASAR'ın ilgiyle karşılanan dörtlüklerinden birini okurlarımıza sunuyoruz:

“İZLENİM”

İlkellikler kaplamış ülkenin her yanını,
Hiçbir yerde kalmamış güzelliklerden izler,
İnsanlarda coşku yok hüzün sarmış her yeri 
Dalgalar bile siyah, yas tutuyor denizler.” 

Esenlik dileklerimizle.


http://www.sozcu.com.tr/2016/yazarlar/yekta-gungor-ozden/sakincali-olasiliklar-1313140/


**

PARTİLİ YARGIDAN ADALET BEKLEMEK.




PARTİLİ YARGIDAN ADALET BEKLEMEK.



Mehmet Y. Yılmaz
myy@hurriyet.com.tr
26 Ocak 2017

BAŞBAKAN Binali Yıldırım, Anayasa değişikliği ile ilgili olarak “Meclis’in gücü azalıyor” itirazlarını yöneltenlere “ Hadi oradan, aslında Meclis’in gücü artıyor ” diye yanıt verdi.
“ Yargının başındaki idari yapının bir kısmını da Meclis belirliyor. Cumhurbaşkanı ve Meclis belirliyor. Yargıda da milletin bir şekilde iradesi de yansımış oluyor ” dedi.

İtirazlar da esasen bu “ bir şekilde yansıyan irade ” ile ilgili.

Milletin iradesi Meclis’e, “nispi” olarak yansıyor. Seçime katılan partiler, aldıkları oy oranına göre Meclis’te yer buluyor.

Hâkimler ve Savcılar Kurulu’nun 13 üyesinden 6’sını Cumhurbaşkanı doğrudan seçecek.

Geri kalan 7 üye, Meclis’ten seçilecek. Ancak iktidar partisinin komisyondaki ağırlığı ve genel kurul çoğunluğunu dikkate alırsanız, bu 7 üyenin de iktidar partisinin genel başkanı tarafından seçileceğini görürsünüz.

Meclis’teki nispi temsilin, bu seçimde etkili olabilmesinin yolu, seçilecek adaylarda nitelikli çoğunluk aranmasıyla sağlanabilirdi.

Böyle olsaydı, partiler uzlaşmak zorunda kalırlar ve nispeten daha tarafsız adaylar üzerinde anlaşabilirlerdi.

Ancak iki turdan sonra, en çok oyu alan iki aday arasında kura çekilecek. Adalet ve Anayasa komisyonlarındaki iktidar çoğunluğu, kendi tercihlerine göre adayları belirleme olanağına sahip olduğu için, HSK, iktidar partisinin eğilimlerine göre oluşacak.
Anayasa Mahkemesi’nin 15 üyesinden 12’sini Cumhurbaşkanı atayacak.
Kalan üç üye, yine Meclis’teki iktidar çoğunluğu tarafından seçilecek. Böylece, kanunları denetleyecek, Cumhurbaşkanı’nı, yardımcılarını ve bakanları yargılayacak Yüce Divan üyelerinin tümü iktidar tarafından seçilmiş olacak.

Niye halkın yüzde 100’ünü temsil eden Meclis, nitelikli çoğunlukla üyelerin yarısını belirlemiyor da halkın yüzde 50.01’i ile seçilebilecek Cumhurbaşkanı, üyelerin yüzde 80’ini seçebiliyor?

Yürütmenin eylem ve işlerini denetleyecek Danıştay’ın 90’a düşecek üyelerinin dörtte birini, 23’ünü yürütmenin başı olan Cumhurbaşkanı seçecek. Geri kalan üyeleri de Cumhurbaşkanı’nın kontrolündeki HSK seçecek. Bu Danıştay, nasıl bağımsız olarak yürütmeyi denetleyebilecek? Meclis nerede?

Yargıtay Başsavcısı’nı ve Başsavcıvekili’ni, Cumhurbaşkanı seçecek. Yargıtay üyelerini de Cumhurbaşkanı’nın kontrolündeki HSK belirleyecek. Bu yargının bağımsız olacağının teminatı nedir?

“ Partili yargı ” dönemine girecek ve bu yargıdan adalet bekleyeceğiz.

Olacak iş mi?


İFTİHAR EDİLECEK TABLO DEĞİL ULUSLARARASI 

Şeffaflık Örgütü’nün 2016 yılı “ Yolsuzluk Algı Endeksi ”nde, Türkiye 9 basamak geriledi ve 176 ülke arasında 75. sıraya indi.

Araştırma metodolojisine göre “0 puan” en yüksek yolsuzluk algısına, “100 puan” ise en düşük yolsuzluk algısına işaret ediyor, Türkiye 41 puan aldı.

Türkiye bu endekste üç yıldır düzenli olarak geriliyor.

Uluslararası Şeffaflık Örgütü, dünyanın 176 ülkesinden elde ettiği verilerle hazırladığı Yolsuzluk Algı Endeksi’ni 1995 yılından bu yana açıklıyor.

Endeks hazırlanırken 12 uluslararası kurumun yaptığı 13 araştırmanın sonuçlarına bakılıyor.

Toplumsal eşitsizlik, yolsuzlukların cezasız kalması, otoriter yönetimler, kurumların zayıflıkları, hak ve özgürlük ihlalleri, savaş ve ekonomik istikrarsızlık bu araştırmaların ortaya koyduğu sonuçları belirliyor.

Yolsuzluk algısının en düşük olduğu ülkeler Danimarka, Yeni Zelanda ve Finlandiya.

Son üç sırasında ise Kuzey Kore, Güney Sudan ve Somali yer alıyor.

Açıkça görülüyor ki kamu yönetiminin şeffaf olduğu, demokrasisi gelişmiş ülkelerde yolsuzluklar daha az, kapalı rejimlerde daha çok.

Bizimkisi ne doğru dürüst bir demokrasi ne de tam kapalı bir rejim olduğu için ortalarda yer alıyoruz ama sürekli geriliyoruz.

Bu iftihar edilecek bir tablo değil.


KADININ HAK ARAMA REHBERİ AVUKAT 

Altın Mimir’in yeni yayınlanan kitabı Hz. Ali’nin şu sözüyle başlıyor: “Ya düşündüğün gibi yaşarsın ya da yaşadığın gibi düşünürsün.” (Kadının Hak Arama Rehberi, Doğan Kitap)

Altın Mimir’in kitabı, kadınları düşündükleri gibi yaşamaya davet ediyor.

Türkiye’de kadınlara yönelik şiddetin önlenemediğini biliyoruz ama kadınlara yönelik hak ihlalleri sadece yaşam haklarına ve vücut bütünlüklerine yönelik değil.

Günlük hayatımızda, çalışma yaşamında, ilişkilerde sürekli bir hak ihlali yaşanıyor ve kadınların büyük çoğunluğu da bu ihlalleri normalmiş gibi algılıyor.

Mimir’in kitabı, yasalarımızdaki hükümleri, hak arama yollarını bir uzman gözüyle ama herkesin de kolayca anlayabileceği bir dille anlatıyor.

Bir hukuk kılavuzu bu, kadınların kendi hukuklarına sahip çıkmalarını sağlamaya yönelik bir kılavuz.

Bir yandan kadın-erkek eşitliğini ve bu eşitliğin bozulmasına yol açan süreçleri tarihsel bağlamı içinde ele alıyor, diğer yandan yasalarımızdaki çoğumuzun bilmediği kadın haklarını koruyan hükümleri açıklıyor.

Kadınlar için bir başucu kitabı diye de nitelenebilir.

Her zaman el altında tutulması gereken, gerektiğinde başvurulabilecek bir 


***

Türk Tezi



Türk Tezi


“Esas olan, Türk milletinin haysiyetli ve şerefli bir millet olarak yaşamasıdır. Bu essas ancak tam bağımsızlığa sahip olmakla elde edilebilir. Ne kadar zengin ve refah içinde olursa olsun bağımsızlıktan mahrum bir millet, medeni insanlık karşısında uşak olmak mevkiinden yüksek bir muameleye layık olamaz.
“ Yabancı bir devletin himaye ve sahipliğini kabul etmek, insanlık vasfından mahrumiyeti, acizlik ve miskinliği itiraftan başka birşey değildir. Hakikaten bu seviyesizliğe düşmemiş olanların isteyerek başlarına bir yabancı efendi getirmelerine asla ihtimal verilemez.
“ Halbuki Türk’ün haysiyet ve şerefi ve kabiliyeti çok yüksek ve büyüktür. Büyük bir millet esir olarak yaşamaktansa mahvolsun daha iyidir!..
“ Öyleyse Ya İstiklâl Ya Ölüm.”

Mustafa Kemal

Türk Tezi

















Türkler 1000 yıldır Anadolu’dadır. 1000 yıllık Türk hakimiyeti Türk insanı ile coğrafyayı bütünleştirmiştir. Türk insanının toprağına olan bağlılığı Türk Tezi’nin en önemli dayanağıdır. 1000 yıldır Anadolu’dan atılamayan Türkleri bu topraklardan atabilecek bir güç mevcut değildir.


1000 yıldır Anadolu’dan atılamayan Türkleri bu topraklardan atabilecek bir güç mevcut değildir.











Türk Tezi nedir?


Türk Tezi, Mustafa Kemal’in 1919-38 yılları arasında uyguladığı politikadır. Temeli tam bağımsızlıktır.

Mandacı anlayışlara göre Türk toprağı, metropoller için üs, Türk insanı metropoller için paralı askerdir. Mandacılara göre, Türk toprağı ve insanı, sömürgeci ülkelerin desteğinin alınması için bir kozdur. Bu kozu pazarlayarak, Türkiye’yi daha güçlü bir ülke yapacakları iddiasıyla ortaya çıkarlar.

Ancak, mandacıların göremedikleri ya da görüp de halkın görmesine istemedikleri şey, bir metropolün uydusuna bakışıdır. Örneğin tüm Avrupa devletleri, ABD ve Rusya, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra ülkemizi “hasta adam” olarak görüyorlardı.
Her uydu gibi, Türkiye de, metropol için sadece bir uydudur. Ama Türkiye, özel konumu itibarıyla uydudan biraz daha fazla birşeydir.
Metropoller, kimi uydularının uydu olarak yaşamasına razı olurlar. O uyduların sömürgeleri olarak kalmaları, metropole rant aktarmaları yeterlidir. Ancak Türkiye için bu geçerli olamaz. Çünkü Türkiye, gerek Hıristiyanların, gerekse Yahudilerin hak iddia ettikleri Anadolu’dadır.
Batılı ülkelerle Türklerin Haçlı Savaşları bilinmektedir. Bunun nedeni, Hıristiyan Batılının, Hıristiyan toprağı olarak gördüğü Anadolu’yu Türklerden geri almak istemesidir. 1000 yıldır bu amaçlarına ulaşamasalar da, bu amaçtan vazgeçmemişlerdir. Örneğin İstanbul, hem Katolik, hem Ortodoks Hıristiyanlar için asla vazgeçilemeyecek dini merkezdir.
Aynı şekilde Yahudiler için de Anadolu toprakları kutsaldır. Onlara Tanrının vaadettiği topraklardır. Bu vaade ulaşmak için çalışmaktadırlar. Türk toprağının bu dinsel niteliği, Türkiye’yi işgal edilecek bir ülke, Türkleri de Anadolu’dan kovulması gereken bir kavim haline getirmektedir.


Dört cephede de Batı Hakimiyeti

Türk tezi'nin Coğrafi dayanakları










Türk Tezi’nin dayanakları:
1-Anadolu 
2-Türk Coğrafyası 
3-Ortadoğu 
4-Ezilen dünya.

İdeolojik planda dayanaklar:
1-Milliyetçilik 
2- Türklük 


3- Üçüncü Dünyacılık 
4- Antiemperyalizm

Türkiye Cumhuriyeti’nin tam bağımsız olabilmesi için, askeri, siyasi, ekonomik, kültürel vs her alanda tam bağımsız olması gerekmektedir. Ancak Türkiye bugün bu durumda değildir.


Öncelikle askeri açıdan NATO’ya bağlıdır. Bu, Türk Ordusu’nun Türkiye ve Türkler için bir güvence olmasını zedelemektedir. Bu bakımdan Türk cephesinde bir gedik açılmıştır.
Siyasi açıdan Türkiye Batı kampına mensuptur. ABD ile stratejik müttefiklik ilişkisi ve AB’yle tek taraflı bağımlılık ilişkisi, Türk siyasetinin tümüyle Batı yörüngesinde olmasını getirmiştir. Siyasi bakımdan Türkiye cephesi, Batının cephesi haline gelmiştir.
Ekonomik açıdan, dışa bağımlı modeller, Türk ekonomisini kendine yeterlilikten çıkartmıştır. Türkiye bir savaş durumunda kendi halkını en fazla iki ay besleyebilecek kadar güçsüz bir ülke durumundadır.
Bunun ötesinde ekonomik sistem, ancak yabancı para akışı sayesinde dönebilmektedir. Tüm sektörleriyle ekonomi metropollerin tam bir uydusudur. Ekonomi cephesi Batının çok güçlü olduğu bir alandır. Burada Türkiye’nin potansiyeli çok büyük olduğu için bu cephede, bir “darbe” ile konumlanışı tersine çevirme imkanı vardır.
Kültürel alanda Türkiye, Batı, Hıristiyan ve Yahudi kültürlerinin etkisi altındadır. Kültürün her alanından Türk dışlanmış durumdadır. Bu alanda da Batılılar çok güçlüdür. Ayrıca gerici akımın etkisi, bu cephenin Batcı-gerici bir ittifaka teslim olması anlamını taşımaktadır. Ulusal kültür savaşı için hem Batıcılığın hem de gericiliğin yarattığı tahribatın giderilmesi gerekmektedir.


Türk Coğrafyası











< Türk Coğrafyası: Tarihsel ve Güncel Gerçeklik >



Türk Tezı’nin dayanakları

Görüldüğü gibi Türkiye, bu dört alanda da önemli ölçüde Batının tam uydusu haline gelmiş durumdadır. Her uydu gibi, metropolün çekim kuvvetine karşı bir itme kuvveti oluşturarak, yörüngeden çıkartmak mümkündür. Ancak bu yörünge değişikliği için bazı dayanakların olması gerekmektedir.
Türk Tezi’nin dayanakları mevcuttur.
1-Türkler 1000 yıldır Anadolu’dadır. 1000 yıllık Türk hakimiyeti Türk insanı ile coğrafyayı bütünleştirmiştir. Türk insanının toprağına olan bağlılığı Türk Tezi’nin en önemli dayanağıdır.
1000 yıldır Anadolu’dan atılamayan Türkleri bu topraklardan atabilecek bir güç mevcut değildir. Türk insanına, Türk insanının savaşma gücüne, direnme gücüne dayanmak Türk Tezi’nin ana dayanak noktasıdır.
2-Türkiye Cumhuriyeti, Orta Asya’dan Avrupa’ya kadar uzanan Türk coğrafyasının bir parçasıdır. Bu coğrafi alan Türk’ün doğal dayanağı ve sığınağıdır.
Ancak bunu değerlendirebilmek için, Türk coğrafyasının benimsenmesi gerekmektedir. Böyle baktığımız zaman Batı Trakya’dan başlayan Türk toprakları, Anadolu’dan geçerek, Kafkaslar ve Azerbaycan yoluyla Orta Asya içlerine kadar gitmekte, oradan Moğolistan’a ve Sibirya’ya kadar uzanmaktadır.
Bu geniş coğrafya Türklerin 5000 yıllık ata yurdudur. Bu yurtta Türk toprakları sömürgeci Rus metropolünün uydusu haline gelmiştir. Ancak bu uyduluk Türk Birliği bir çekim gücü haline geldiği an bitecektir.
3-Türkiye, Ortadoğu’nun merkezidir. Bu, sadece coğrafi olarak değil tarihi olarak da böyledir. Osmanlı mirası Türkiye Cumhuriyeti’ni Ortadoğu’nun varisi yapmaktadır. Türkler bu topraklar üzerinde manevi bir otoriteye sahiptir.
Bu otorite maddi bir güç haline getirilirse, Türkiye Cumhuriyeti’nin önemli bir dayanağı olacaktır. Batılı Hıristiyan ve Yahudilere karşı mücadelede, Türkler, aynı zamanda Müslüman halkların savunucusu oldukları zaman bu otorite yeniden kurulacaktır.
Ancak bu otorite artık, çağdaş bir temele dayanmalıdır. Bu temel, Şeriatçılığın dışlandığı, ulus temelli bir antiemperyalizm ve Batı karşıtlığıdır.
4-Tüm dünyada antiemperyalist mücadele ve hareketler Türkiye’nin lojistik dayanaklarıdır. Bu hareketlerle işbirliği ve mücadele birliği geliştirmek Türk Tezi’ni güçlendirecektir.
Burada önemli bir avantaj, Türklerin Batılı ülkeler dahil tüm dünyaya yayılan nüfus gücüdür. Avrupa ülkelerindeki yaklaşık 5 milyon Türk, Türk Tezi’nin birer uç unsurları olarak kullanılmalı, Batılı sisteme orada bir tehdit unsuru oluşturacak şekilde değerlendirilmelidir.

Türk Seddi
< Artan Kürt bölücülüğü ve azınlık ırkçılıkları, Türk nüfusunu sıkıştırmaktadır. Kürtçülük istilacılık şeklinde yayılmakta, Türk nüfusunu eritmektedir. Buna karşı Türk bölgelerde bir Türk seddi kurulacaktır. Kürt istilacılığının yayılma noktası olan, Akdeniz’le Güneydoğu Anadolu’nun birleşme noktasında Türk seddi kurulacaktır.
O nedenle Hatay-Adana-Mersin bölgesi ile Antep ve Maraş’tan oluşacak bölge Türk direnme bölgesi olarak belirlenerek burada bir Türk direniş örgütlenmesine gidilecektir. >
İdeolojik dayanaklar

Görüldüğü gibi Türk Tezi’nin güçlü dayanakları bulunmaktadır. Ancak bu dayanaklar bugün değerlendirilmediği gibi, bu dayanakların ortaya konulması bile bir türlü kabul edilemez. Çünkü hiçbir emperyalist güç uyuyan dev Türklerin uyanmasını istemez.
Bu konuda hem ABD, hem Avrupa, hem de Rusya ortak hareket ederler. O nedenle Türk Tezi, her tür metropole ve her türden uyduculuğa karşı konumlanır ve bunun mücadelesi yürütür.
Türk Tezi’nin bir de ideolojik dayanakları vardır. Bunlar ise sırasıyla şunlardır:

1-Milliyetçilik
2-Türklük
3-Üçüncü Dünyacılık
4-Antiemperyalizm
Türk Tezi bu ideolojik dayanakları kullanarak kendisini ortaya koyabilir. Bunun için büyük bir ideolojik seferberlik ve mücadele gerekmektedir. Sonuçta uyduluğa karşı mücadele, uydu kafalarla mücadeledir.
Türk Tezi, dört ideolojik dayanak noktasında savunulmalı, kökü dışarda mandacı ideolojilere karşı mücadele edilmelidir. Bugün Türkiye’de pek çok farklı ideoloji mevcuttur. Ancak tüm farklılıklara karşın bu ideolojiler, mandacılıkta birleşirler. Bu nedenle tüm bu ideolojileri kökü dışarda ideolojiler olarak adllandırmak doğru olacaktır.

Kürt istilasındaki Türk limanları
< Türk toprağında güçlü olmak için, liman şehirlerinde denetim kurmak gerekmektedir. Limanlar, hem yabancıların ülkeye giriş noktası hem de bölücülüğün dışarıyla buluşma noktasıdır. Yani hem iç hem dış düşmanı engellemek için liman şehirlerinde güçlü olmak gerekir. >
1- Mıllıyetçilik mücadelesi

Türk Tezi’nin en önemli ideolojik dayanağı milliyetçiliktir. Milliyetçilikten anladığımız, Atatürk milliyetçiliğidir, Türk milliyetçiliğidir. Atatürk’ün tarif ettiği şekliyle, ortak tarih, ortak kültür ve birlikte yaşama arzusu, aynı coğrafyadaki halkı millet haline getirir. Bu millet, Misak-ı Milli sınırları içinde bölünemez, ayrıştırılamaz.
Bugün Türk milliyetçiliği çok yönlü bir saldırı altındadır. Saldırının en önemli ayağı, Türk milliyetçiliğini Türk ırkçılığı gibi algılayan, göstermeye çalışan kesimlerden gelmektedir. Böylece Türk kimliği, diğer etnik kimlikleri ezen bir ırk tanımına dönüştürülmektedir.
Oysa Türk, bir ırkı değil milleti simgeler. Türk milletini, etnik parçalarına ayırma planı, esas ırkçı plandır. Bu ırkçılık, Kürt ırkçılığı şeklinde ortaya çıkmaktadır. Kürt ırkçılığı, Türk milliyetçiliğinin en büyük mücadele hedefidir. Ancak Kürt ırkçılığının bazı ideolojik dayanakları vardır. Kürt ırkçılığı kendisini Türkiyecilik ve halkların kardeşliği gibi hümanist sloganlar ardına gizlemektedir.
Oysa Türkiyecilik de halkların kardeşliği sloganı da, tek bir millet içinde birleşmiş, kardeşten öte tek bir varlık haline gelmiş olan milleti bölme amacı taşımaktadır. Bu argümanları piyasaya süren de Kürt ırkçılığını destekleyen Avrupalı ve Amerikalı emperyalistlerdir. Emperyalistlerin, ezilen ulusları etnik parçalara bölme planının bir yansımasıdır.
Buna özellikle akademik çevrelerden verilen bazı sözde bilimsel desteğin de ortaya konulması gerekir. Türkiye Cumhuriyeti tek milletten oluşur. Bu millet bir üst kimlik değildir. Oysa bugün Türk bir üst kimliğe dönüştürülerek, Türkiye’nin federasyonlaştırılmasına dayanak yapılmak istenmektedir.
Türk milliyetçiliğinin bu direnişçi yanının dışında özellikle toparlayıcı, birleştirici, organize edici yanının da ortaya konulması gerekmektedir. Kürt ırkçılığının toplumda yarattığı rahatsızlık aşikârdır. Kürt ırkçıları bir yandan, diğer azınlık ırkçılıkları diğer yandan örgütlenmekte, toparlanmakta ve Türkiye’yi bölmeye çalışmaktadır.
Burada Türkiye Cumhuriyeti’nin harcı Türk milletidir. Bu da Türk’ün her tür ırkçılığa karşı kendisini ortaya koymasını, kendi varlığını savunmasını gerektirir. Yükselen bölücü ırkçılığa karşı, birleştirici bir Türk örgütlenmesi ihtiyaç haline gelmiştir. Bu mileltin asıl sahipleri haklarını savunmak için örgütlenecektir.

2- Türklük mücadelesi

Türk Tezi’nin bir dayanağı Türkiye Cumhuriyeti, diğer dayanağı ise Türk coğrafyasıdır. Bu geniş perspektiften baktığımızda, Türk milliyetçiliğinin direniş gücüne bir Türklük şuur ve heyecanını da eklemek gerekir. Türklük, bu geniş coğrafyanın insanlarının, kendi varlıklarının farkına varması, kendi geleceklerini, çıkarlarını düşünmeleri demektir.
Batı Trakya’dan Uzak Asya’ya kadar Türk kökenli halklar, farklı milletleşme süreçlerinden geçmiştir. Bu milletleşme süreci tek bir Türk milleti ortaya çıkartmamıştır. Ancak her bir Türk soylu milleti bağlayan, bu soydaşlık bağı önemli bir bağdır. Bu bağı değerlendirmek Türk Tezi’nin temel yaklaşımıdır. Bu, uyuyan devi uyandırmaktır. Büyük Türk coğrafyası bir Türk uyanışına sahne olmalıdır.
Burada üç tür handikap vardır. Birinci handikap enternasyonal fikirlerdir. Özellikle sol liberal kesimde hakim olan bu enternasyonal saplantılar, Türklerin biraraya gelmesini her zaman için faşistlik ve ırkçılık olarak görmüş ve suçlamışlardır. Bu sözde sol ama özde emperyalist sağ bakış açısı ile mücadele etmek gerekmektedir.
İkinci handikap Türk ırkçılığıdır. Türk ırkçılığı içinse Türk coğrafyası ırki bir devletin vatanıdır. Ancak bu hayalcilikten öte bir şey değildir. Fakat bu hayalcilik, faşist hareketin elinde, şoven bir ırkçılığa dönüşmüştür.
Bu ırkçı anlayış, aynı zamanda, çeşitli emperyalist güçlerin güdümünde kullanılmıştır. Gerek Birinci Dünya Harbi öncesi ve sonrasında Almanya’nın, İkinci Dünya Harbi öncesi ve sonrasında yine Almanya’nın oyuncağı olan ırkçı hareket, 60 sonrası tümüyle Amerikan piyonu olmuştur.
Türklük şuurunun önündeki üçüncü handikap Şeriatçılıktır. Şeriatçı hareket de Türk’ü aşağı bir kavim olarak görür. Arap ırkçılığını yücelten, millet duygusunu da tıpkı Marksistler gibi yoketmeye çalışan Şeriatçı hareket, Türk coğrafyasında bir ayrıştırıcı kuvvettir.
Bu kuvvet de yine, gerek Sovyet Devrimi sırasında, gerek 60 sonrası Yeşil Kuşak projesinde ABD’nin hizmetinde kullanılmıştır. Ve yine hem ABD’nin hem de Rusya’nın en büyük kozu, Türklük şuuruna karşı Şeriatçılıktır. O nedenle Şeriatçı hareket Orta Asya’da Türklüğe karşı mücadelenin ideolojisidir.
Burada Ermenistan’ın konumuna bir göz atmak faydalı olacaktır. Ermenistan, Azerbaycan’a karşı da Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı da hem ABD hem de Rusya tarafından desteklenmektedir. Ermenistan, Türk coğrafyasını tam Türkiye Azerbaycan sınırında bölen kama bir devlet rolü oynamaktadır.

Uyuyan dev Türkler

Buna ilişkin önemli bir belge “Sovyetler Birliği’ne karşı uygulanacak Psikolojik Harp” belgesidir. NATO bünyesinde oluşturulan piskolojik harbin amacı şu şekilde ortaya koyulmaktadır.
Psikolojik savaşın hedef kitlesi Rus olmayan uluslardır, ya da ulusal topluluklardır. Sovyetler Birliği’nin merkezi otoritesi çöktüğü zaman, Rusya’dan başka 16-17 yeni devlet ortaya çıkacaktır. Ortaya çıkacak yeni devletlerden 5-6 tanesi Türk devleti olacaktır. Bunların bulundukları coğrafya stratejik yönden çok değerli ve doğal kaynakları zengindir. Bu devletler, Batıdaki Türkiye Cumhuriyeti ile birleşirse, o zaman “Hitler Almanya’sından ve Stalin Rusya’sından daha tehlikeli bir kuvvet” Batılıların karşısına çıkacaktır.
Bu nedenle şu soru sorulmaktadır: “Büyük bir tehlikeyi yaratmamak ve Türkiye ile doğudaki Türklerin birleşmesini önlemek için alınacak önlemler neler olmalıdır?”

Avrasyacilik: Bir ABD projesi

Avrasya denilen Orta Asya coğrafyası bu bakımdan iki güç tarafından da paylaşılma mücadelesine sahne olmaktadır. Orta Asya Türk coğrafyası, tarihsel birikimi, ticaret yollarını denetimi, zengin enerji ve doğal kaynakları, eğitimli nüfusu ile büyük bir uluslararası güç merkezi olmaya adaydır. Bu potansiyeli gören ABD ve Rusya karşılıklı bir oyuna girişmişlerdir.
ABD, özellikle Fethullahçılığı kullanarak, İslamcı Amerikan Turancılığına oynamaktadır. Böylece Rusya içinde Türk nüfusu içinde etkili olmaktadır. Rusya ise, zaten öteden beri uydusu olan bu bölgede, enerji antlaşmaları ile halen bir adım öndedir.
Fakat iki metropolün de esas kaygısı Türkiye’yi engellemektir. Bunun için Amerikan Psikolojik Harp Dairesi iki akımı kullanmaktadır. Birinci akım, doğrudan Amerikancı bir Fethullahçılıktır. Fakat her Psikolojik Harp gibi, kendi alternatifini de kendisi yaratarak tehlikeli alternatifin önüne geçmektedir.
Bu Amerikan alternatifi Avrasyacılıktır. Türk milletinin ABD’ye tepkisini gören, Türk coğrafyasına ilgiyi gören ABD Psikolojik Harbi, bunun bir Türk Birliği olmasındansa, Rusya’ya eklemlenmesini istemektedir.
Rusya’ya gelince o zaten ABD Psikolojik Harbi’ne göre daha ufak parçalarına bölünecektir. Güçsüz düşürülecek Rusya, parçalanacak Rusya Türk Cumhuriyetleri’ni etrafına toplamış değil sadece Türkiye Cumhuriyeti’nden koparmış olacaktır.
O nedenle Avrasyacılık her ne kadar Rus sömürgeciliğinin bir ideolojisi olarak günümüze kadar gelse de bugün esas işlevi ABD’nin Batı için en büyük tehlike gördüğü Türk Birliği’ni engelleme projesidir.

3-Üçüncü Dünyacılık mücadelesi

Türk Tezi’nin üçüncü önemli ideolojik dayanağı Üçüncü Dünyacı karakteridir. Türkiye Cumhuriyeti, kendisi ile aynı uyduluk kaderini paylaşan tüm ezilen dünya ülkeleri ile ortak bir Üçüncü Dünya’nın üyesidir.
Üçüncü Dünya, sömürge ülkeler arasında kurulan bir bağ olmaktan ziyade, zaten bir bütün oluşturan sömürgeler coğrafyasının ortak kimliğidir. Üçüncü Dünyacılık ise bu coğrafayanın kendi kimliği ile kendisini varetmesidir. O nedenle dışardan değil, içsel bir ideolojidir.
Bugün Üçüncü Dünyacılık özellikle Batıcılığın saldırısına uğramaktadır. Onlara göre sömürgeler zaten geri toplumlardır. Üçüncü Dünyacılık ise bu geri toplumsal yapının ilerlemesine karşı çıkmaktadır.
Oysa sömürge dünya Batıya göre geri değil kendine özgüdür. Bu nedenle Batıya doğru ilerlemek, ilerlemek değil gerilemektir. Sömürge dünya kendini gerçekleştirmelidir. Kendi gibi olmalıdır.
Batıcılıkla Üçüncü Dünyacılık arasındaki bu cepheleşmede, sağcı Batıcı güçlerin imdadına sosyal demokrasi yetişmektedir. Onlar ise, işçi sınıfı politikaları üreterek, tüm dünya işçilerinin kardeş olduğu, ortak çıkarları olduğu tezini öne sürerler. Böylece sömürge dünyanın emekçilerini, Üçüncü Dünyacı değil proleter tepki vermeye çağırırlar.
Oysa Batı işçi sınıfı Batının mensup olduğu sömürgeci kastın içindedir. O kasttan beslenmekte, o şekilde varolmaktadır. Onun maddi çıkarlarını, içinde bulunduğu kast temsil eder. Üçüncü Dünya’nın emekçileri ise, kendi kastının çıkarlarını savunmak zorundadır. Bu ise Üçüncü Dünyacılıktır.
Üçüncü Dünyacılığın bir birleştirici yanı ise, milliyetçiliğin ırkçılığa kaymasına engel olmasıdır. Böylelikle tüm ezilen ulus milliyetçilikleri Üçüncü Dünyacı bir ideoloji içinde ortak düşmana karşı mücadele edecektir. Bu, bir anlamda sömürgeler enternasyonalizmidir.

4- Antiemperyalist mücadele

Son ideolojik mücadele zemini antiemperyalizmdir. Antiemperylalizm en geniş sömürgecilik karşıtı ideolojik temeli sunmaktadır. Burada farklı kampların çıkarlarının çatışması vurgulanmaktadır.
Ancak günümüzde karşılıklı bağımlılık vs tezlerle, emperyalizm çağının bittiği propagandası yapılmaktadır. Bu tezlerin ana kaynağı ise özellekle ABD’de yerleşen sol liberal akademisyenlerdir. Halbuki emperyalizm en saldırgan ve en kan dökücü dönemini yaşamaktadır. ABD’nin son elli yıldır yaptıklarını, daha önceki hiçbir emperyalist kuvvet yapamamıştı.
Çağ değişmediği için tüm sömürgeler dünyasının antiemperyalizmde ısrar etmesi gerekmektedir. Bugün emperyalizm çağının bittiği argümanıyla ortaya çıkan liberal, sosyal demokrat ve Marksist görüşlerle bu anlamda mücadele edilecektir.
Antiemperyalizm, Türk Tezi’nin hayata geçmesi için yedek kuvvetleri devreye sokar. Örneğin dünyanın pek çok bölgesindeki kimi Sosyalist, kimi Şeriatçı hareketlerin, emperyalizme karşı mücadelesi Türk Tezi için hesaba katılacak dayanaklardır. Esas güç buraya verilmediği sürece bu Türk Tezi’ni güçlendirecektir. O nedenle Türk Tezi’nin ana düsturu, emperyalizme darbe vuran, onunla mücadeleye girişen her tür antiemperyalist hareketin desteklenmesi, bunun sonuçlarının da üstlenilmesidir.

İdeolojik karşı saldırı

İdeolojik dayanaklar savunma halinde yeterli dayanaklar değildir, ancak saldırı aracı olarak kullanılırsa gerçek dayanak haline gelirler. O nedenle bu dörtlü ideolojik cephe, bütün halinde, aynı anda ve en radikal haliyle bir saldırı ideolojisi haline sokulmalıdır.
Düşmanına saldırmayan, onunla mücadeleye girişmeyen her ideoloji söner gider. O nedenle ideolojiyi düşmanla mücadele içinde konumlandırmak, mücadele içinde gittikçe radikalleştirmek gerekmektedir.
Burada özellikle, düşmanın her tür saldırısına, savunma psikolojisi ile değil saldırı cesareti ile karşı çıkmak gerekir. Böyle yapıldığında, esas hedef düşman olacaktır. Bırakalım, bu kast sistemini yaratanlar kendilerini savunsunlar, biz mağdurlar değil.
Bunun dışında saldırı ideolojisi, kendi toplumunu ayağa kaldırır ve harekete geçirir. Bunu miskin, uzlaşmacı bir ideolojinin yapma ihtimali yoktur. Kitleleri harekete geçirmekse, savaşın olmazsa olmazıdır.

Postmodern siyasal atmosfer

İdeolojik dayanak noktalarını sağlam tutmanın ve bu dayanakları bir saldırı üssü olarak kullanmanın yanında, toplumsal bilinç ve mantık bozulması ile de mücadele etmek gerekmektedir.
Günümüz siyasal ve akademik atmosferinde mantıklı ve gerçekçi hiçbir şeye yer yoktur. Mantıksızlık ve saçmalık, en fazla rağbet gören şeylerdir. Düne kadar delilik diye elimizin tersiyle bir kenara ittiğimiz teoriler baştacı edilmektedir. Bu, postmodern siyaset atmosferinin görünümüdür. Burada özellikle komplo teoriciliği üzerinde durmak gereklidir. Çünkü komplo teoriciliği bir delilik halini aşmış, emperyalist güçlerin halklara karşı en önemli ideolojik silahı haline gelmiş bulunuyor.
Komplo teorilerini bir kaç noktada özetleyebiliriz. En önemlisi tüm dünyayı Yahudilerin yönettiği teorisidir. Buna göre Yahudiler tüm dünyada gizli örgütler yoluyla ülkeleri yönetmektedir. Mesela Türkiye’de ortaya atılan Sabetaycılık iddialarına göre neredeyse tüm Türkiye Sabetaycı ilan edilmiştir. Onlara göre Türkiye’de kim etkili bir mevkiye gelirse onun kökeninde bir Yahudilik mutlaka vardır. Aynı durum ABD için de geçerlidir. ABD’yi aslında Hıristiyanlar değil Yahudiler yönetmektedir. Hatta bu ABD derin devleti içindeki bir Yahudi şebekedir.
Bu iki örnekte görüleceği gibi gerek ABD gibi bir emperyalist ülke, gerek Türkiye gibi bir ezilen ülke Yahudiler tarafından yönetilmektedir. Durum bu olunca mücadele, metropole karşı değil, onu ele geçiren Yahudiliğe karşı olmaktadır.
Böylelikle ABD Başkanı Bush 11 Eylül’den sonra bir Haçlı Seferi başlattıklarını açıklarken dahi komplo teoricileri bu durumu Yahudi komplosu olarak göstermiştir.

Komplo teorıciliğinin hedefi Cumhurıyet ve Atatürk

Komplo teoricilerinin en önemli bilgi kaynağı ise yine Yahudilerdir. Dünya medya ve iletişim ağını denetleyen Yahudi tekellerden alınan bilgi ve belgelerle dünyayı Yahudi şebekenin yönettiği ispatlanıvermektedir!
Derin devlet ve Yahudi şebekesi teorilerinin Türkiye açısından asıl önemi ise bu teorilerin esas hedefinin Cumhuriyet tarihi ve Atatürk olmasıdır.
Bu Yahudi komplosu teorilerini ortaya atan iki kesim vardır, biri Şeriatçılar diğeri ise sol ve Kürtçü çevreler. Onlara göre Kurtuluş Savaşı diye bir şey uydurmadır. Selanikli Mustafa Kemal ise zaten Sabetaydır. Böyle olduğu zaman Cumhuriyet’in Hilafete ve Osmanlı’ya karşı bir komplo olduğu ispatlanmaktadır.
Bu teoriler ABD’nin Yeşil Kuşak türü militan İslam ve Fethullahçılık ya da Akepecilik gibi Ilımlı İslamcı akımlarına yardımcı olmaktadır. Böylece laik ve antiemperyalist ulus devletler Yahudi komplosu gibi gösterilmekte ve Şeriatçılık güçlenmektedir. Bu, ABD’nin BOP operasyonuna eş zamanda ortaya çıkmaktadır. Yani oyun içinde bir oyun varsa, o oyun bizzat Dünya Kast Sistemi’nin merkezi ABD’den tüm dünyaya yayılmaktadır.

İdeolojıik seferberlik

Bu akımlarla mücadele için de, sömürgecilerle mücadele için de en önemli başlangıç noktası ideolojik seferberliktir. Bu seferberlik, uydu ülkelerde metropolün ideolojik hakimiyetinden kopmayı başlatarak yola çıkmak zorundadır. Bu ise metropole ait her tür kavram ve teorinin reddedilmesini gerektirir.

Ancak reddetme tek başına yeterli değildir. Sömürgecilerin kavram ve açıklamaları reddedildikten sonra, kendi kavramlarımızın inşa edilmesi ve gerçekliğin buna göre açıklanması gerekmektedir.
Burada iki tür yanlıştan da özenle kaçınılmalıdır, bir yanda kapitalizmin modernleşmeci felsefesi, diğer yanda yine kapitalizmin postmodern alternatifi aynı anda reddedilmelidir. Bu ikisine karşı modern ama modernleşmeci olmayan, alternatif ama postmodern olmayan tutarlı, laik, kendine özgü bir felsefe geliştirilmelidir.
Bu, Üçüncü Dünya’nın kafasının metropol gibi çalışmaktan vazgeçmesi demektir. Esas hedef de bu olmak zorundadır.
Bu felsefi duruşun hemen ardından Atatürkçü 6 Ok ideolojisi çerçevesinde fikri bir merkez oluşturarak bu merkezden mücadeleyi başlatmak gerekmektedir.

Dumlupınar Stratejisi

Türk Tezi, görüldüğü gibi stratejik, tarihi, ve ideolojik dayanaklara sahip güçlü bir tezdir. Ancak bu tezi yaşama geçirebilmek için bir stratejiye ihtiyaç vardır. Bu strateji Türk tarihinde mevcuttur: Dumlupınar Stratejisi.

Sıklet merkezi meselesi

Bu anlamda Türk Tezi’ni gerçekleştirmek üzere uygulanacak Dumlupınar Stratejisi bir Türk örgütlenmesi ve Türk önderliği şeklinde tesis edilecektir. Bu Türk merkezi, Türk Tezi’ni hayata geçirmek için gereken tüm önlemleri alacak, tüm hazırlıklara girişecek, hazırlıklar tamamlandığı zaman taarruza geçecektir.
Siklet Merkezi, savaşçı kuvvetlerin en fazla olduğu yerde değil ideolojik merkezde kurulacaktır. Çünkü, gerek emperyalist güçlerle, gerek Şeriatçı iktidar güçleriyle mücadele edecek kuvvetler, harp alanından çekilmişlerdir.
a-Emek güçleri, ekonomik yıkım ve dışa bağlılık süreci içinde çökertilmiş, örgütsüzleştirilmiş, örgütlenmeler işbirlikçileştirilmiş, teslim alınmıştır.
b-Devlet bürokrasisi direnç noktası olmaktan çıkmıştır. Tüm yasal darbeler, bürokrasiyi bir direniş odağı olmaktan çıkartmıştır.
c-Devletin kendini koruma organı olan MGK sivilleştirilmiş, güvenlik kurumu niteliğinden çıkartılmıştır.
d-Ordu güçleri, NATO stratejisi içinde tüm kırmızı çizgilerden çekilmiştir. Yurtsever komutanlara yönelik yıpratma ve emekli etme operasyonu sürmektedir.
e-Üniversite marjinalleştirilmiş, bölünmüş ve toplumdan yalıtılmıştır.
f-Parlamenter muhalefet ABD denetimindedir.
g-Parlamento dışı muhalefet yine dış metropollerin denetimindedir.
Görüldüğü gibi direniş kuvvetlerinin direnme gücü kalmamıştır. Bunun nedeni ise direniş kuvvetlerinin, yanlış ideolojik görüşleridir. Gerek Batıcılığın yarattığı tahribat gerekse alternatif olarak ortaya konulan görüşlerin arkasındaki Amerikan oyunları, bu kuvvetlerin kendi kendilerini bitirmelerine yol açmıştır.
O halde toparlanma, idelojik silkinme ile başlayacaktır. Bu silkinmenin ideolojisi ise 6 Ok ve Atatürkçülüktür. Direniş kuvvetlerini yaratacak olan da, diriltecek olan da sadece ve sadece Atatürkçülüktür.
Bu nedenle siklet merkezi Atatürkçü harekettir. Bu hareket sivil olacak ancak parlamenter oyunlardan uzak duracaktır. Toplumsal bağları kuvvetli olacak ancak bu bağlar Türk örgütlenmesine yönelik olacaktır.
Siklet merkezinin öncelikli görevi, hazırlık ve kuvvetleri organize etmektir. Bu nedenle her tür hayalcilikten ve her tür erken teşebbüsten uzak duracak, zamanı kollayacaktır.
Bu süre zarfında şu hazırlıklar yapılacak ve politikalar hayata geçirilecektir.

1-İdeolojik örgütlenme

Atatürkçülük yeni baştan bir çekim merkezi haline getirilecektir. Bunun için, Atatürkçülüğün mandacılık karşıtı, emperyalizm karşıtı, Üçüncü Dünyacı bir ideoloji olarak tanımlanması ve halka benimsetilmesi gerekmektedir. Siklet merkezinin öncelikli uğraşı bu ideolojik harekatı başlatmak ve yönetmektir.

2-Türk dilinin ve toprağının savunulması

Bu mevzi tutunma mevzisidir.
O nedenle dilde Türkçülük, toprakta devletçilik, önce bir slogan haline getirilecek, sonra mevzi savaşına girilecektir. Bu noktada Türk diline yönelik Batı kaynaklı saldırıya karşı Türkçe savaşı verilecektir.
Türk toprakları ise özellikle Hıristiyan ve Yahudilerin eline geçmektedir. Bilinçli bir toprak satın alma operasyonu başlamıştır. Girit ve Kıbrıs’ta uygulanan taktik uygulanmaktadır. Türk toprağını satın alın yabancılara ve satan Türklere karşı yıldırma mücadelesi verilecektir.

3-Türk bölgelerinde Türk Seddi

Artan Kürt bölücülüğü ve azınlık ırkçılıkları, Türk nüfusunu sıkıştırmaktadır. Kürtçülük istilacılık şeklinde yayılmakta, Türk nüfusunu eritmektedir. Buna karşı Türk bölgelerde bir Türk seddi kurulacaktır. Kürt istilacılığının yayılma noktası olan, Akdeniz’le Güneydoğu Anadolu’nun birleşme noktasında Türk seddi kurulacaktır.
O nedenle Hatay-Adana-Mersin bölgesi ile Antep ve Maraş’tan oluşacak bölge Türk direnme bölgesi olarak belirlenerek burada bir Türk direniş örgütlenmesine gidilecektir.
Türk nüfusunu korumada ikinci önemli bölge büyükşehirlerdir. İstanbul, Ankara ve İzmir’de Türk örgütlenmesi yapılacak, Türklerin ekonomik ve siyasal alanda ağırlıkları arttırılacaktır.
Üçüncü Bölge ise Sivas-Erzincan-Erzurum-Kars hattıdır. Bu hatta Kürt istilacılığının Karadeniz’e çıkışı ve özellikle Ermenilerle birleşmesinin önü kesilecektir.

4-Limanları denetim altına almak

Türk toprağında güçlü olmak için, liman şehirlerinde denetim kurmak gerekmektedir. Limanlar, hem yabancıların ülkeye giriş noktası hem de bölücülüğün dışarıyla buluşma noktasıdır. Yani hem iç hem dış düşmanı engellemek için liman şehirlerinde güçlü olmak gerekir.
Bu bakımdan kritik iki hat vardır. Birincisi güneyde İskenderun ve Mersin Limanları. Bu limanlar hem ABD emperyalizminin Ortadoğu’ya açılma kapısı hem de Kürt bölücülüğünün denizlere açılma noktasıdır. O nedenle İskenderun-Mersin hattında güçlü durmak gerekir.
İkinci hat Samsun-Trabzon limanlarıdır. Şu an çok ön planda durmasa da ABD’nin Rusya’da girişeceği karıştırma politikasının ilk üssü Kafkaslar olacaktır. Trabzon ve Samsun limanları Kafkaslar’a açılan kapıdır. Bu bakımdan ABD için de Rusya için de stratejik önemi vardır.
Türkiye için ikinci önemi ise Ermeni, Pontus, Gürcü, Laz bölücülüklerinin de bu limanların hinterlandında yerleşmiş olmasıdır.
Bu iki liman hattı, güneyde Akdeniz’de ve kuzeyde Karadeniz’de Türk için direnme hattıdır. Ama burayı şimdilik direnme hattı olarak kullansak bile, Türk Tezi için bu bölgeler, Türk coğrafyasını birleştirmenin limanları olacaktır. Bu perspektif de kaybedilmemelidir.

5-Nüfus politikası

Emperyalist metropoller, uyuyan dev Türkler’i daha da uyutmak için 25 yıldır Türk nüfusunu azaltmak için nüfus planlaması uygulamaktadır. Bu planlama Türk nüfusunun artışını keskin bir şekilde sınırlandırmıştır.
70 milyona ulaşan Türkiye 2050 yılında 100 milyon nüfuslu bir ülke olacaktır. Ancak Kürt bölücülüğünün çoğalma politikası nedeniyle 2050’de Türkler azınlık konumuna düşeceklerdir.
Bu Anadolu’da tutunmak isteyen Türkler için felaketin başlangıcıdır. O nedenle ikili bir nüfus politikası güdülmelidir. Birincisi Türk nüfusun fiilen arttırılması için pozitif bir nüfus planlaması ile nüfus artışının teşvik edilmesi. Bu teşvikin de özellikle Türk Seddi’nin kurulacağı bölgede yapılması.
İkincisi Kürt nüfus artışının sınırlandırılması için nüfus denetiminin uygulanması. Ve yine kültürel asimilasyon politikalarının devreye sokulması ile, Türk milleti içinde kaynaşmanın teşvik edilmesi.

6-Ekonomi politikası

Ekonomide hazırlık iki aşamalı olacaktır. Birincisi Türk ekonomisinin metropol ekonomilerine bağını zayıflatmak, özellikle parasal politikaları engellemek. Bu noktada yabancı tekelleri caydırmanın bir yolu olarak her tür mücadele yöntemi uygulanmalı ve yabancı sermaye Türkiye’den kaçırtılmalıdır.
İkinci hazırlık, Türk ekonomisinin güçlendirilmesidir. Çünkü Türk ekonomisinde de bölücü Kürt hareketi, gitikçe denetim kurmaktadır. Bu denetimin özellikle mafya ayağı çökertilmelidir. Kürt mafyası aracılığıyla Kürt bölücülüğü tüm kritik sektörlere el atmakta ve güçlenmektedir.
Özellikle nakit akışını denetleyen sektörler bugün Kürt mafyasının denetimi altındadır. Buna engel olmak için Türkler bilinçlendirilmeli ve Kürt mafya ekonomisini çökertmek için tedbirler alınmalıdır.

7-Örgütlenme politikası

Türk Tezi’ni hayata geçirecek örgütlenmenin ana halkası, Türklük şuuru ile yoğrulmuş genç nesillere dayanmaktır. Bu nedenle gençliğin Türklük heyecanı ile dolması gerekmektedir. Türklüğü yüceltmek, kendine güveni arttırmak, başarı duygusunu tattırmak belirleyicidir.
Özellikle mandacı Batıcı fikirlerle tahrip olmamış genç beyinler, Türk coğrafyasının ihtiyacıdır. Bu nedenle tümüyle tam bağımsızlıkçı, tümüyle savaşçı bir nesil yaratmak görevimizdir.

Örgütlenme, halkın kendi kendini fikirler etrafında örgütlemesidir. Şemalar ve birimler değil, beyinler ve gönüllerdir esas olan. Bu nedenle, statik örgütlenmelere doğru her zorlayışta biraz daha düşünmek, emperyalistlerin kışkırtmalarından uzak durmak gerekmektedir.
Aslonan siklet merkezinin kurulması, direniş merkezlerinin yaratılması, hazırlık politikalarının hayata geçirilmesidir. Örgütlenme, Dumlupınar günü geldiğinde ihtiyaç haline gelecektir.


..