31 Aralık 2018 Pazartesi

ABD’nin Irak’tan Çekilme Kararı ve Türkiye Üzerine Yapılan Tartışmalar

ABD’nin Irak’tan Çekilme Kararı ve Türkiye Üzerine Yapılan Tartışmalar

Selma BARDAKCI
Bahçeşehir Üniversitesi
Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler
Tarafından Editör -
10 Ağustos 2010


Yine iç Politikamızın sebebiyet verdiği sorunlarla başbaşa kalmış ve toplumsal uzlaşmanın tezahürü olarak bilinen anayasamız konusunda biz “evet” ve “hayır”’larımızı sayarken, sanki bir başka coğrafyada yaşanıyormuş gibi kayıtsız kalmaya devam ettiğimiz bir meselede ABD 31 Ağustos’a kadar Irak’tan çekeceği askerlerin sayısını hesaplamaktadır.

Kosova meselesinde kamusal alanla, kılık kıyafetimizle uğraştığımız iç politik döngümüz, Ortadoğu meselesinde yine iç politikamızda kaset tartışmaları ile yorulan nefesimiz ve  ABD’nin Irak’tan çekilişi sürecinde kendi aramızda oynadığımız siyasi kültür modelimiz. Tüm bu iç dinamiklerle birlikte; dış politikamızda artık genişlemeyi değil, derinleşmeyi gerektiren bir “eksene” doğru kaymanın anlamlı olacağı kanaatindeyim.

Konu elbette; en son açıklamaları ile de sözünü tutan ve konumunu güçlendiren ABD Başkanı Obama’nın 31 Ağustos’a kadar bölgede bulunan 140.000 askerinin sayısını 50.000 askere düşüreceğini ve önümüzdeki yılın son kertesinde tüm askerlerinin bölgeden çekileceğini vurgulaması ile daha önem verilmesi gereken bir hale gelmiştir. Amerika’nın bölgedeki varlığı gerçekleştirilecek olan çekilmenin ardından önümüzdeki yıl sonuna kadar ülkede kalacak 50.000 asker diplomasi ve istihbarat alanında çalışmalarına devam edecektir. ABD’nin Irak’tan çekilme kararı; ABD’nin iç politik sistemi açısından güzel bir demokrasi örneği olarak karşımıza çıkmaktadır.

Obama’nın seçim kampanyası sürecinde verdiği söz bu kararın uygulanması ile birlikte yerine getirilmiş olacaktır. Obama’nın seçim süreci boyunca; Bush döneminin Irak savaşı ile birlikte ülkeye yüklediği ekonomik çöküntüyü iyi kullanması ve kampanyasını bunun üzerinden yürütmesi akılcı olmuştur. Bununla birlikte; demokrasinin tecelli ettiği nokta; hepimizin bildiği üzere 2010 yılında ABD’de Başkanlık Seçimleri olacaktır ve halka hesap verme zamanı gelecektir. Irak’tan çekilme kararı ve bunun uygulanışı ekonomik anlamda istenilen seviyeye gelemeyen Amerikan ekonomisinin savaş masrafının azaltılması ve bunun sonucu halkın rahatlaması olarak değerlendirilip oy potansiyeline dönüşmesi amacı taşımaktadır.     

İç politikanın etkili olduğu nedenlerin ağır bastığı bir dış politik hamle görmekteyiz. ABD Başkanı Obama’nın sırtında taşıdığı Irak yükünü seçim sürecine gelindiğinde güvenli bir şekilde bertaraf etmek istediği açıktır. Bu arada Irak’tan çekilecek askeri birliklerin önemli bir kısmının da Afganistan’a kaydırılacağı ve askerlerin bir anlamda Hoşçakal Irak, Merhaba Afganistan diyebileceği yeni bir “uluslaştırma ve demokratikleştirme” sürecine girecekleri görülmektedir. Obama Irak’tan çekilme üzerine yaptığı açıklamada başarının da altını çizerek terör gruplarının özellikle El-Kaide’nin önemli liderlerinin yok edildiğini söyledi. Bununla birlikte; yeni hedeflerinin daha açık ve başarılabilir noktalara kanalize olacağı yorumunu yaptı. Yani; Irak’ta elde edilen “başarıyı” vurguladı diğer yandan bunu bir başarı olarak değerlendiremeyenler için başarılabilir yeni rotaların örneğin; Afganistan’ın rotasını çizdi.

Çekilme kararının Obama tarafından tekrar gündeme getirilmesi ile ilgili hem Amerika içinden hem de bölgeyi yakından takip edenler tarafından dile getirilen bir çekinceler vardır. Bunlardan en önemlisi; ABD’nin bölgeden çekilmesinin ardından ki burdaki referansımız 2011 yılının sonu için önümüzde durmaktadır, bölgede senelerdir şiddetli bir şekilde devam eden çatışmalardır. Sunni- Arap, Şii- Arap, Kürt, Türkmen ve daha fundamental bir şekilde ortaya çıkan farklı grupların hala içselleştirilemeyen ve kurulamayan hükümetin birliği üzerinde oynayacakları negatif bir rol, bölgenin istikrarsız ve çatışmacı kolonlarını güçlendirecektir. Irak’ta varolan iç karışıklık, grupların kendi hesaplaşmaları ve bölünmenin demografik tarafı, Irak’ın geleceği ile ilgili endişeleri arttırmaktadır. Obama yönetimine iletilen diğer bir çekince ve eleştiride; yönetimin 2011 sonrası için herhangi bir projesi olmadığı yönündedir. 2011 ile birlikte; bölgeden tamamiyle çekilecek olan askerlerin bir sonraki hedefleri belli olmakla birlikte; geride kalan bölgenin durumu ABD tarafından netleştirilmiş değildir. Kuzey Irak Kürt Bölgesi, Türkmenler ve Şii grupların İran ile olan bağlantısı, Suriye ve Lübnan’ın ülke içerisindeki etkileri, Pakistan’ın El- Kaide ve diğer gruplarla olan ilişkisi Irak’ta oluşturulabilecek bir birliğe izin vermeyecektir. Çatışmaların nedenlerinin çok seneler öncesine dayandığı bu ülkede asıl çözüm konusunda özellikle ABD’deki birçok düşünce kuruluşunun da ifade ettiği üzere, bölgede yer alan diğer ülkelerle yapılacak kapsamlı işbirliği modelleri ile Irak’ın bölge istikrarı ve dolayısı ile ABD’nin “ulusal çıkarları” için ortak bir projede şekillendirilmesi gerektiği vurgulanmaktadır.

2007 yılında bir konferans için Türkiye’ye gelen Eski Dışişleri Bakanı Henry Kissenger’da Irak’tan asker çekilmesi konusuna karşı çıkarak bölgeyi şu şekilde tarif etmişti. Irak’tan asker çekilmesi sonucunda varolan krizin daha da derinleşeceğini ve krizin etkisinin çok daha geniş bir alana Fas’tan Endonezya’ya kadar yayılabileceğini söylemişti. Tabi burda Türkiye’nin de bölge için önemli bir aktör olduğunu vurgulamıştı. Kendi ifadeleriyle; “NATO’nun oluşumundan sonra, üye ülkelerden en güvenilir ortaklarının Türkiye olduğunu kaydeden Kissenger, ”Pek güvenebileceğimiz ülke yoktu. Türkiye, Kore’de yanımızdaydı. Ve ben Türk birliklerinin katkısını hiçbir zaman unutmadım. Bu yüzden Türkiye’ye sempati geliştirdim. Ve Türkiye’ye baskı olduğu dönemlerde bu baskılara katılmaya hiç taraftar olmadım” demişti. Tabi, Kissinger’ın Türkiye ile ilgili düşüncelerinde bir değişme var mı yok mu bunu merak etmekle birlikte; Türkiye’yi de unutmadan yazımızın asıl noktasına ve 2011 yılından sonra; Türkiye’nin bölgede nasıl bir strateji izleyeceği ve rolünün ne olacağı yönündeki tespitimiz olacaktır.

Yazının başında da değindiğim gibi kendi iç meselelerimizle hesaplaşmadan ve bu kafa karışıklıklarımızdan kurtulmadan olaylara ve durumlara “evet”- “hayır” gibi kısa ve net cevaplar verdiğimiz ama “çekimser” kalamadığımız bugünlerde, bölgemizi ilgilendiren bu çok önemli yeni dönemle ilgili kendimize biçtiğimiz role bakmadan önce bu meselede Türkiye’nin oynayacağı rolün önemini tartabilmek için dışarda hakkımızda konuşulanların değerlendirilmesi gerektiğine inanıyorum. Ki bu değerlerdirmeler yapıldığı yer ve kişiler bakımından Türkiye’nin hassasiyetle incelemesi ve analiz etmesi gereken değerlendirmelerdir.

Bakalım, bölgede herzaman yumuşak gücünden ve arabuluculuğundan- tarafsızlığından dem vuran ülkemiz dış politika da ard arda aldığı kararlarla bölge ile alakadar olanlar tarafından nasıl bir pozisyonda değerlendirilmektedir?

28 Temmuz 2010 Çarşamba günü ABD Temsilciler Meclisi Dış İlişkiler Komitesi’nde  son dönem Türk-Amerikan İlişkilerinin değerlendirilmesi üzerine geniş bir katılımcı kitlesinin yer aldığı bir komite toplantısı yapılmıştır. Gazetelerimizde ve basında çok fazla yer bulmayan bu toplantıda dile getirilenlerin Ortadoğu ve Dünya’daki vizyonumuzun yeniden gözden geçirilmesi anlamında önemli veriler olduğunun kanaatindeyim.

Temscilciler Meclisi Dış İlişkiler Komitesi Başkanı Howard L. Berman’ın açılış konuşmasını yaptığı toplantıda; Berman’ın sözleri son dönem Türk- Amerikan İlişkilerini ve Türkiye’nin dış politika vizyonunu özetliyordu. En azından Amerika’dan görünün kısmı için yerleşen öngörüleri içeriyordu. Berman’ın Türkiye’ye yönelik geliştirdiği eleştirileri şu şekilde maddeleyebiliriz.

1)            Türkiye- İsrail İlişkileri konusunda; Türkiye bir terör örgütü olan Hamas ile yakınlaşmakta ve İsrail’in bu konudaki tavrını görmezden gelmektedir.

2)            Türkiye Filistin içerisinde El- Fetih yönetimine uzak fakat Hamas ile yakın temas içerisindedir.

3)            ABD Hamas’ı terör örgütü olarak görürken, Başbakan Erdoğan Hamas’ı bir direniş örgütü olarak algılıyor ve söylüyor.

4)            Türkiye artık 1. Dünya Savaşı sırasında Ermenilere yaptığı soykırımı kabul etmelidir.

5)            Türkiye; Türk vatandaşlarının Kuzey Kıbrıs’a illegal olarak yerleştirilmesini engellemelidir.

6)            Türkiye’nin BM Güvenlik Konseyi’nde İran’a yaptırımlar konusunda “hayır” oyu kullanması batı dünyasında tepkiyle karşılanmıştır.

7)            Mavi Marmara olayında; Türkiye Hamas’ı destekleyen İHH örgütüne olayla ilgili destek vermiştir.

Berman’ın toplantı sürecinde Türkiye’deki dini azınlıklara ve iç politikaya yönelik de bazı eleştirileri olmuştur. Berman’dan sonra söz alan diğer katılımcılar da genel itibariyle; AKP’nin son dönem politikaları, ordunun durumu ve askeri soruşturmalar, Türkiye’de anayasa tartışmaları gibi pek çok konuda fikir beyan etmişlerdir. ABD Temsilciler Meclisi’nde Berman’ın yaptığı bu eleştirileri haklı veya haksız olarak değerlendirmek elbette mümkündür. Ayrıca; Berman’ın California’nın 18. eyaletini temsil etmesi de İsrail ve Ermeni meselesi hususunda ne kadar objektif olabileceğini arka planda bizlere göstermektedir.

Bu toplantıda önemli olan ve benim de vurgulamak istediğim nokta; katılırız veya katılmayız Türkiye ile ilgili dışarıda ve içeride değişen algı bizim için çok önemlidir ki kendimize biçtiğimiz “bölgesel güç” modeli tek başına olmak istediğimiz an olabileceğimiz bir tanım değildir. Bölgede bir “güç” olarak kabul edilmek ve Türkiye’nin bölgede uluslararası anlamda etkili olabilmesini gerektirecek bazı koşulların ve algılamaların netleşmesi gerekmektedir.

Türkiye; son yıllarda bölgesinde aktif bir dış politika izlemektedir. Çok yakın bir zamanda düşman olarak görülen ülkelerle yeni dış politika anlayışı çerçevesinde ikili ve çoklu ilişkilerin geliştirilmesi önem kazanmıştır. Uluslararası kamuoyunda yer alan anlaşmazlıkların çözülmesinde arabuluculuk faaliyetleri ile taraflar arasında uzlaşma sağlanması yolunda adımlar atılmaktadır. Dünyanın konuştuğu bir dil, evrensel ve uluslararası hukukun kabul ettiği değerler ilgili beyanlarda vurgulanmaktadır. Bu genel çerçeve şu anki Türk dış politikasının dayandığı temellerdir. Şimdi bu temelleri yukarıdaki eleştirilerle birleştirip ortaya çıkan haritayı Türkiye’nin bundan sonraki vizyonu konusunda ortaya atılan durumlarla değerlendirebiliriz.

Amerika Birleşik Devletleri’nin Irak’tan Çekilmesi ile birlikte ve bu süreçte Türkiye bölgedeki çıkarları ve dış politikasını dayandırdığı maddeler ışığında hangi politikaları izleyecektir? Türkiye bir yandan bölgedeki devletlerle ikili ilişkilerini geliştirmek isteyip, bölgeyi ve dünyayı ilgilendiren menfi gelişmelerin çözümünde aktif rol üstlenmek istemektedir. Türkiye’nin bölgede aktif rol oynaması ve adını uluslararası kamuoyunda barıştan yana koruması elbette çok önemlidir ve büyük devlet olabilmek için gereklidir. Fakat; bir yandan böyle ideallerle yola çıkıp diğer yandan Ortadoğu’da sorunların tam da odağında olmak ve sorunların tarafı olmak Türk dış politikasının belki teorik kısmının güçlü olduğunu ancak pratik uygulanan stratejik hataların varlığını gözler önüne sermektedir.

2011 sonunda gerçekleşecek büyük çekilmenin ardından Türkiye’nin bölgedeki konumuna bakışı 2 boyutta ele almak gerekir. İlk boyut Türkiye’nin yukarıda da getirilen eleştirilerin haklı kısımları dahilinde gündemini ve politikalarını değiştirmemesidir. Türkiye eğer ki ABD’nin Irak’tan çekilme sürecini ve sonrasını başarılı bir şekilde yürütmek istiyorsa; kendinin güçlü ve zayıf yönlerini bilmesinde fayda vardır. Daha doğrusu dış politikada attığı adımların geri dönüşünü iyi hesaplamalıdır. Berman’ın ve diğer önemli katılımcıların hemen hemen üzerinde mutabakata vardığı eleştirilerden yola çıkarsak, eğer; HAMAS’ı terör örgütü olarak görmüyorsa; PKK konusunda önüne gelebilecek kartlar konusunda dikkatli olmalıdır. Ayrıca; Türkiye’nin Filistin içerisinde de bir arabulucu olma adımlarını görmekteyiz. EL- FETİH ve HAMAS arasında yapılan görüşmelerde Türkiye’nin yer alması fakat; taraflar tarafından arabalucu olarak görülmemesi de dikkate değer bir ayrıntıdır.Ermeni meselesinde Türkiye’nin uluslararası kamuoyunda daha etkin bir şekilde lobi faaliyeti yürütmesi ve kamu diplomasisinden yararlanması gerekmektedir. Kıbrıs konusu son yıllarda Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliği sürecinde gündeme gelmektedir. Onun dışında konuyla ilgili yeni başlayan görüşmelerde Türkiye’nin Yunanistan ve İngiltere kadar etkin olması gerekmektedir. İran ile imzalanan Takas Anlaşması ve sonrasında BM Güvenlik Konseyi’nde “çekimser” kalmak yerine “hayır” oyu verilen karar ile ilgili ve hemen ardından tekrardan gerilen İsrail- Türkiye İlişkileri konusundaki algıların evrensel değerlere vurgu yapılarak iyileştirilmesi gereklidir. Ki bu ne kadar mümkün orasını öngöremyoruz. Mavi Marmara hadisesinde gösterilen devlet zaafiyeti üzerine düşünülmelidir ve olay  sadece yardım taşıyan bir gemiye yapılan saldırı olarak değerlendirilmemelidir. Büyük devlet olmak için gereken öngörü ve hesaplanabilirlik kavramlarının altı doldurulmalıdır.

Gelelim olayın ikinci boyutuna; önümüzde ilk boyutun çizdiği bir resim ve bir Türkiye durmaktadır. Bu resmi akılda tutmakla birlikte; tüm bu olaylardan sonra Türkiye’nin nasıl ve hangi kriterlerle bölgede veya bölgelerde “stratejik derinlik” sağlayacağı soru işareti olarak ortaya çıkmaktadır. Konumuz ve değindiğimiz son gelişmeler nedeniyle ABD’nin Irak’tan çekilme olayı üstüne Türkiye’nin tüm bu parametreler çerçevesinde bölgede nasıl bir pozisyonda yer alacağı tartışılmakta dır. Türkiye bölgede terör konusunda ABD ile işbirliği içindedir. Batılı anlamda bir demokrasiye sahip bölgedeki tek ülkedir. Uluslararası hukukun değerlerini benimseyen ve Avrupa Birliği yolunda Türkiye’nin bölgesinde elde edeceği gücün AB üyeliği konusunda önemli bir koz olduğu bilinmektedir. Yine Türkiye;  Nükleer konusunda bölgesinde hassas olan ve barıştan yana olan bir tutum içerisinde olmakla birlikte; İsrail’in sahip olduğu nükleer gücü sorgulamakta fakat; İran konusunda da Batı’nın politikalarını sorgulamaktadır.

Tüm bu gelişmelerden ortaya çıkan sonuç ise Türkiye’nin dış politikasındaki olumlu değişmeler ile birlikte; bu değişimlerin iyi yönetilememesi ve ulusal çıkarlara hizmet etmediği gözlemlenmektedir. Türkiye; ABD’nin Irak’tan çekilmesi ile birlikte ortaya çıkacak manzaraya kayıtsız kalmamalıdır. Daha doğrusu Türkiye; Irak’taki hiçbir gelişmeye ilgisiz kalmamalıdır. Bu Türkiye’nin hem iç politik atmosferi hem de bölgedeki konumu açısından çok önemli bir gelişmedir. Irak’ta yaşanacak olumlu veya olumsuz gelişmeler hem Türkiye için hem de bölgenin istikrarı için hayati bir önem taşımaktadır. Konuyu burada özetlemek gerekirse; ilk aşamada ABD’nin Irak’tan çekilme süreci ve bu aşamada Türkiye’ye batı tarafından biçilen rol ve roldeki değişiklikler ve Türk Dış Politikası’nın son güncel gelişmeler çerçevesinde nasıl bir vizyon izlediğinin ana hatları ABD Temsilciler Meclisi Dış İlişkiler Komitesi’nin yapmış olduğu geniş çaplı toplantıda ele alınmıştır. Bizim için önemli olan özellikle batıda telaffuz edilmeye başlanan çekinceleri ve eleştirileri dikkate almakla birlikte; teoride geliştirdiğimiz politik kararları pratikte bölgemizin ve dünyanın yeni düzenine uygun olacak bir şekilde hazırlamaktır. Bölgesinde güçlü bir devlet olarak yer almak isteyen Türkiye’nin Ortadoğu’da sürekli değişen dengelerin ve güç oyunlarının hedefi olmaması için diplomasinin ve uluslararası normların tüm araçlarını kullanarak akıllı stratejilerle yazılmaya çalışılan hikayen.in önemli karakterlerinden biri olduğunu hem kendine hem de dış dünyaya göstermesi gerekmektedir.

Dış politikada alınacak karar hükümetin duruşu değil ülkenin duruşudur. Dolayısı ile çok boyutlu düşünülmesi gereken konular üzerinde oy kaygısı ve iç politikanın etkisi ile oluşmuş duygulara yer vermeden, tutarlılığın da yetmeyip çıkar odaklı aktif bir dış politika konusunda tüm karar vericilerin hem fikir olması gereklidir. ABD’nin Irak’tan çekilme sürecinde ve sonrasında ülkemizin hangi kurumlarının Irak’ta hangi gruplarla diplomatik ve gayrı resmi toplantılar yapacağı, Irak’ın bütünlüğü ve birliği için neler yapılabileceği ve Irak’ın içinde diğer bölge ülkelerinin ne kadar etkili olduğu gibi soruların cevaplandırılması gereklidir. Türkiye’nin sahip olduğu potansiyel güç, yerel değişkenler ve uluslararası normların çerçevelendirdiği bir dış politika anlayışının önemi anlaşılmalıdır. Bölgemizde aktif olarak yer aldığımız meselelerde uluslararası kamuoyunun dikkatini konuya çekerken kullandığımız argümanlar kimliğe dayalı nedenlere değil evrensel ve hukuka dayalı nedenlere dayanmalıdır.

Unutmayalım ki dış politikamızda yer alan ve hala bir sonuca varamadığımız meselelerin ana eksenlerinin uluslararası kamuoyu tarafından bilinmemesi ve anlaşılamaması bu meselelerin çözümsüz hale gelmesine neden olmuştur. Uluslararası kamuoyunda güçlü argümanlara sahip olan Türkiye; ne dış politikası hakkında yapılacak eksen kayması tartışmalarına ne de Irak’ın şekillenmesi konusunda yaşayabileceği zorlukların okyanus ötesinden konuşulmasına izin verecektir.

Selma BARDAKCI
Bahçeşehir Üniversitesi
Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler

Ayrıntılar için Bkz: ABD Temsilciler Meclisi Dış İlişkiler Komitesi 28 Temmuz 2010 tarihli komite toplantısı raporu: “Turkey’s New Foreign Policy Direction: Implications for U.S.-Turkish Relations”

http://www.tuicakademi.org/abdnin-iraktan-cekilme-karari-ve-turkiye-uzerine-yapilan-tartismalar/

***

27 Aralık 2018 Perşembe

Genelkurmay'ı Üçe ayırmışlar!

Genelkurmay'ı Üçe ayırmışlar!


ABD Dışişleri yetkilileri TSK'yı analiz ediyor. 
Wikileaks belgelerinden...
28 Mart 2011 Pazartesi, 15:18:26 
Güncelleme: 15:18:26


Yeni ortaya çıkan Wikileaks belgelerinde, ABD Dışişleri'nin ve ABD'nin Ankara Büyükelçiliği yetkililerinin Türk ordusuna ilişkin ilginç değerlendirmeleri yer alıyor.

Bugün Taraf Gazetesi'nin yayınladığı 'Wikileaks Türkiye Belgeleri'nde, ABD'nin 2003 yılına ait kriptosunda Türk Genelkurmayı'nın kendi içinde üçe bölündüğü iddia ediliyor.

"TÜRK GENELKURMAYI: DİK KAFALI VE KASVETLİ BİR SİYASİ KOALİSYON"

18 Nisan 2OO3'te, ABD'nin Ankara Büyükelçisi W. Robert Pearson'ın Washington'a gönderdiği "GİZLİ" ibareli telgraf bu başlığı taşıyor. Zamanlamasına ve içeriğine bakınca, Pearson'ın bu telgrafı, 1 Mart 2OO3'te TBMM'nin lrak tezkeresini reddetmesi ışığında, Türk Genelkurmayı'nın bu süreçte nasıl bir rol oynadığının ve daha genel olarak, Genelkurmay'ın ve ordunun bünyesindeki çeşitli kesimlerin ABD'ye nasıl baktığının anlaşılmasına yardımcı olmak üzere yazdığı düşünülebilir.

İşte o telgrafın tam metni:

Hiç bu kadar bölünmemişti

(1) ÖZET: Referans A-E belgelerlnde kaydedildiği üzere (Bu belgeler telgraf metninde yer almıyor), iç ve dış politika konularında birçok üst rütbeli askerî lider arasında gerilimler mevcutken, Türk Genelkurmayı, siyasi hayata ve siyaset üretimine günbegün derinlemesine karışmayı sürdürüyor. (Generaller arasındaki) bu bölünmeler, bugün, geçmişte herhangi bir dönemde olduğundan daha görünür bir halde ve irtibatta olduğumuz kişilere göre, ABD için önem taşıyan operasyonel siyasi ve diplomatik konulardaki işbirliğinde ilave sürtüşme ve gecikmeler yaratacak.

ÖZETİN SONU.

"İrtibatta olduklarımız XXX..."

Geniş bir siyasi yelpazeden, uzun süredir irtibatta olduğumuz çok sayıda kişi, Türk Genelkurmayı'ndaki karar alma sürecini etkileyen çekişmeler ve istikrarsızlık ile bu bölünmelerin, Türkiye'nin ABD'yle işbirliği yapma iradesine yaptığı zararlı etkiye ilişkin endişelerini yakın bir geçmişte bizimle paylaştılar. İrtibatta olduklarımız (kimliklerini kesinlikle koruyun), şu kişileri kapsamaktadır ama bunlardan ibaret değildir: (1) Eski MGK personeli ve daha önce askeri istihbarattaki kariyeri esnasında, Türk Genelkurmayı'nın şimdiki üst rütbeli generalleriyle önemli ölçüde zaman geçiren XXX; (2) XXX'in Başkan Yardımcısı XXX; (3) XXX'in (İslamî yönelimli ama müesses nizamla bağlantılı) XXX grubunun yöneticileri; (4-7) XXX muhabiri XXX, XXX yazarı XXX, XXX yazarı XXX ve Başbakan Erdoğan ile Dışişleri Bakanı Gül dahil üst düzey Türk hükümeti yetkilerine mükemmel erişimi olan XXX; (8) büyük bir medya grubunun sahibi ve CEO'su; (9) Önde gelen bir 'müesses nizam'cı STK olan XXX'in yöneticisi XXX ve (10) Parlamenter Kürt ve İslamcı çevrelere mükemmel erişimi olan eski bir parlamento üyesi. Bu şahıslar, istikrarlı şekilde, hizipçikle parçalanmış ve ABD'ye karşı  daha önce görülmedik derecelerde abartılı bir şüphe hissi besleyen bir Türk Genelkurmayı tarif ediyorlar. 

KORPORATİST KÜLTÜR

(2) İrtibatta olduğumuz şahıslar bize, kişisel çekişmelere karşın, Türk Genelkurmayı'nı birbirine bağlayan belli kurumsal içgüdülerin de kuşkusuz mevcut olduğunu hatırlatıyorlar. Bu içgüdüler şunları kapsıyor:
(1) Kemalizme olan sarsılmaz bir bağlılık (Atatürk'e tapınma ve ordunun, Devlet'in sivil denetimden muaf, yüce ve korkutucu muhafızı olma görevine duyulan inanç); (2) Alt rütbelerde bireysel inisiyatifi hoş görmeyen katı bir şirket (corporate) kültürü; (3) "Laikliğe" katı bir bağlılık ve Türkiye'nin İslam'la kültürel olarak özdeşleştirilmesinin ötesine geçen her şeyden duyulan korku; (4) Sahip olduğu bol teşvikler, bütçe dışı fonlar, yüklü emeklilik fonları, maaşlı rahat işler (burada "arpalık" diye de tercümesi mümkün olan "sinecure" kelimesi kullanılıyor) ve diğer imtiyazlar konusunda kuvvetle korumacı olan içe dönük bir kültür (XXX bize somut örnekler verdi); (5) Kürtlerden duyulan derin şüphe; (6) Kıbrıs'ta her türlü pratik çözüme karşı direniş; (7) Askeriyedeki yolsuzluk kanseri ve Türk Genelkurmayı'nın kendini temizlemek konusundaki ortak gönülsüzlüğü:

—(Askerî) alım skandalları (irtibatta olduğumuz birçok kişi İsrail'e verilen M-60 tankları ve F-4 savaş uçağı modernizasyon ihalelerinde rüşvet döndüğüne ilişkin ısrarlı haberleri gündeme getiriyor; savunma alanında önde gelen bir Batılı müteahhitlik şirketinin Türkiye'de yaşayan yabancı uyruklu üst düzey temsilcisi de bize, Bell helikopterlerinin rakibi olan Kamov'un ve diğer Rus şirketlerinin Türkiye temsilcisi olan Rusya yanlısı meşhur işadamı Ali Şen tarafından, 2002 Ağustosu'nda, deniz kıyısındaki tatil beldesi Bodrum'da Türk subayları için verilen ve çok sayıda Rus tele-kızın katıldığı partinin ayrıntılarını anlattı)

—Kuzey Kıbns'taki Türk askerî mülkleriyle ilgili çıkar çatışmaları ve Türkiye'nin güneydoğusundaki uyuşturucu kaçakçılığı ile bağlantılar; XXX ayrıca, askerî istihbaratta çalıştığı dönemde, PKK'ya ilaç satmak üzere Türk ordusunun bünyesinde kotarılan bir anlaşmanın istemeyerek parçası olduğunu bize anlattı. 

(3) Türk Genelkurmayı, aynı zamanda fikren bir bütün olmadığının ima edilmesine şiddetle öfkeleniyor: Türk Genelkurmayı'nın yönetimindeki çekişmeleri konu alan bir Washington Post haberine tepki olarak, Genelkurmay Başkanı Özkök, 10 Nisan'da resmi bir kuruluş olan TRT'den yayınladığı açıklamayla, özellikle de "Irak'taki gelişmeler nedeniyle ülkenin çok ciddi bir dönemden geçtiği şu sırada" bu haberin yersiz olduğu eleştirisinde bulundu. İrtibatta olduğumuz şahıslar istisnasız bir şekilde, Özkök'ün bu açıklamasını, benzer değerlendirmelere karşı Türklere yapılmış genel bir uyarı olarak değerlendirdiler.

Ancak daha sonra, önde gelen üç gazeteci (Akif Beki, dış politika yazarı Murat Yetkin ve CNN-Türk dış politika muhabiri Barçın Yinanç), Büyükelçilik basın ataşesine ayrı ayrı, Post'un haberine hayran olduklarını belirttiler; her birinin fîkrince, hiçbir Türk gazetecisinin bu haberi yazmaya cesaret edemeyecek olması bu hayranlığı arttırıyordu. Askeriyenin gazetecilere gözdağı vermesi konusuna gelince, hem Jane's Defence Weekly'den Lale Sarıibrahimoğlu hem de Hürriyet'ten Cüneyt Ülsever kısa süre önce bize, askeriyeyi açıkça eleştirmelerinin bir sonucu olarak hayatlarından endişe duyduklarını söyledi.

KİM BU İRTİBATTA OLUNANLAR?

Yabancı ülkelerin büyükelçileri ile bu tarz görüşmeler normal mi, fikir alışverişi olarak mı değerlendirilmeli? - GAZETE HABERTÜRK / POLEMİK İÇİN TIKLAYIN

GENELKURMAY'DA ÜÇ ANA GRUP VAR

...Ve fakat kişisel çekişmeler.,

(4) Türk Genelkurmayı'nın kendi içinde görüş birliğine sahip olduğu yönündeki bu iddiasına karşın, bizim irtibatta olduğumuz kişilere göre, şu anda birbirine rakip üç ana grup var.

Birincisi, Türkiye'nin stratejik çıkarımı, ABD ve NATO ile sıkı bağlar sürdürmekte olduğunu, coşkulu biçimde olsa da olmasa da, kabul eden "Atlantikçiler." İkincisi ABD ile bağları sürdürme ihtiyacına öfkelenen, Türkiye'nin AB üyeliğine karşı çıkan, hiç kimseye güvenmemeyi (lrak topraklarında kurulacak bağımsız bir Kürt Devteti'ni destekleme niyetinden emin oldukları ABD de buna dahil) yeğleyen ve Kemalist devletin tavizsiz biçimde korunmasında ısrar eden katı "Milliyetçiler." Üçüncüsü de, "Avrasya" konseptinin, Rusya'nın hâkimiyetindeki tabiatını kavramaksızın, uzun zamandır ABD'ye bir alternatif arayan ve Rusya'yla ya da Rusya ile İran'ı veya Rusya ile Çin'i içine alan iyi tanımlanmamış bir gruplaşma île daha yakın ilişkiler kurmayı düşünen "Avrasyacılar."

Demokrasi diye tutturmazlar da

Buradaki motivasyon gücü, kısmen "Rapallo Sendromu," yani Türkiye ve Rusya'nın yalnız olduğu, saldırgan bir Batı'nın kötü muamelesinin ve saygı yoksunluğunun eşit mağdurları olduğu duygusudur. Buna ilaveten, XXX'in bize söylediği gibi, Rusya'ya daha canlı bir ilgi gösterilmesinin ardındaki diğer bir motivasyon da "Avrasya" tezinin savunuculanın, Türk Genelkurmayı ile Rusya'nın aynı "istikrar" tercihini paylaşmaları ve Türk Devletini demokratikleşmeyi sürdürmeye zorlamayacak olmalarıdır. Türk Genelkurmayı'nın kendi içindeki siyasi yarışta, "Avrasyacılar" ile "Milliyetçiler" geçici müttefiklerdir.

ATLANTİKÇİ HİLMİ ÖZKÖK HEPSİNDEN DAHA DEMOKRAT

(5) İrtibatta olduğumuz kaynaklar, esas aktörleri şöyle görüyorlar: Genelkurmay Başkanı General Hilmi Özkök, yakın geçmişteki seleflerinin hepsinden daha demokrat eğilimli ve daha Atlantikçi. Prensiplerine bağlı kalarak insanları rahatsız eden ilkeli bir adam olan Özkök, siyasi kararların sorumluluğunun demokratik yoldan seçilmiş bir hükümete ait olduğuna inanıyor. Ancak o, büyük ölçüde izole edilmiş durumda, kurmay kademelerde gerçek müttefikleri varsa bile, sayıları pek az. Özkök, daha inatçı ve katı tutumlu meslektaşlarıyla çatışmaktan uzak durmak adına, kendi görüşlerini söylemiyor; irtibatta olduğumuz kişilerden biri, Özkök'ün "Hamletvari" bir kararsızlıkla davrandığını söyledi. Özkök'ün başarısızlıkları, bunu örnekliyordu:

 (1) Türk Genelkurmayı'nın ABD'nin operasyon planları konusundaki geciktirme taktiklerinin üstesinden gelememişti; 
(2) Parlamentonun, 1 Mart'taki ABD ve Türk askerlerinin konuşlandırılmasına ilişkin tezkereyi (başarısızlığa uğrayan) oylaması öncesindeki kritik dönemde, Türk Genelkurmayı'ndaki meslektaşlarını, askeriyenin kendi planlaması ya da ABD'nin stratejisive planları konusunda hükümeti bilgilendirmeye zorlayamamıştı. Özkök, oylamadan önce, halka, Türkiye'nin ABD'yi desteklemesinden yana bir açıklama yapmak konusunda izin istedi ama Cumhurbaşkanı Sezer, ona bunu yapmamasını söyledi. Sadece basın, sonradan, hiç de tipik olmayan bir şekilde, onu eleştirmeye başladığında, Özkök, Türk Genelkurmayı'nın ABD'nin talebini desteklediğini açıkladı. Ancak nihai olarak, Özkök'ün ABD'nin Kuzey Opsiyonu'na verdiği bu destek beş gün geç ve altı milyar dolar eksik kalmıştı.

"KATI MİLLİYETÇİ MUHALEFETLE KARŞI KARŞIYA"

Özkök, katı-milliyetçi ve Avrasyacı cephelerden bir grup üst rütbeli karacı generalin muhalefetiyle karşı karşıya; bunlardan en dikkat çekenler:

(1) Genelkurmay ikinci Başkanı General Yaşar Büyükanıt, 
(2) Kara Kuvvetleri Komutanı General Aytaç Yalman, ki genellikle bu görevdekiler daha sonra Genelkurmay Başkanı oluyor ama Yalman'ın emekli edilmesi bekleniyor; 
(3) Birinci Ordu Komutanı General Çetin Doğan; 
(4) İkinci Ordu Komutanı General Fevzi Türkeri, ki XXX'e göre, uzun zamandır Amerikan-karşıtı, hakaretamiz haberler (mesela, ABD'nin PKK/KADEK'e malzeme desteği sağladığı yönündeki ithamlar) sızdırmak için milliyetçi sosyalist haftalık dergi Aydınlık'ı kullanıyor; 
(5) Kudretli MGK'nın Genel Sekreteri ve Türkiye'nin Rusya ve İran'la daha güçlü bağlar kurmasının avukatlığını açıkça yapan General Tuncer Kılınç; 
(6) Jandarma Genel Komutanı General Şener Eruygur -kaynaklarımız, Jandarma'nın Türk Genelkurmayı tarafından rutin biçimde araştırmacı ve "polislik" amaçlar için kullanıldığını söylüyorlar. Aynı zamanda, muhtemel Genelkurmay Başkanı olabileceği yönünde tüyo verilen J-3 (Genelkurmay Harekât Başkanı) Korgeneral Köksal Karabay'ın da bu grupla ilişkili olduğunu öğrendik. Özkök'ün en ateşli ve liberal destekçileri (J-5 -Genelkurmay Genel Plan ve Prensipler Başkanı Korgeneral Reşat Turgut bunların tipik bir örneği) ise, milliyetçilere ve Avrasyacılara kıyasla daha az mücadeleci olma eğilimindeler.

AKTULGA, KOMAN VE KIVRIKOĞLU

Katı muhafazakâr generaller, General Doğu Aktulga (dönemin İslamcılar liderliğindeki hükümetine karşı yapılan 1997 post-modern darbesine katılmıştı); General Teoman Koman (bir zamanlar Milli İstihbarat Teşkilatı'nın başındaydı) ve Özkök'ün selefi Hüseyin Kıvrıkoğlu dahil, nüfuz sahibi üst rütbeden emekli subaylarca da dışarıdan destekleniyorlar.

Bu katı muhafazakâr çizgi, aynı zamanda İstanbul'daki Harp Akademileri (Mart 2002'deki yıllık ulusal güvenlik konferansında, Kılınç'ın Rusya/İran yanlısı değerlendirmeler yaptığı ve Mart 2003'teki konferansta NDU - merkez kampusu Washington'daki bir askerî üste bulunan, ABD Genelkurmayı'na bağlı Ulusal Savunma Üniversitesi-Harp Okulu'nun Dekanı'nın sunumuna tepki gösteren Kıvrıkoğlu, Doğan ve diğer bir düzine üst rütbeli Türk subayının sıradışı sertlikte bir dizi ABD-karşıtı yorumda bulundukları yer), tarafından da titizlikle korunuyor.

TÜRK GENELKURMAYI VE ABD'NİN ÇIKARLARI

(6) Türk Genelkurmayı'nın, ABD'nin lrak stratejisine karşı uzatmalı muhalefeti, operasyonel konularda ayak sürümesi ve ABD'nin Irak'ta Türk karşıtı bir gündemi olduğuna dair devam eden suçlamaları, daha çok sayıda Türk'ün, Genelkurmay'ın ABD ile ilişkilere ne kadar bağlı olduğu konusunda daha çok soru sormasına yol açtı.

AKP ve Kürtler'in altını oymak için Dahası, kamuoyu, generalleri daha fazla mercek altına aldıkça, diğer kaynaklarımızın yaptığı çıkarsamayı, Türk Genelkurmayı'nda irtibatta olduğumuz kişiler de bize itiraf etmeye başladılar: Bu da, (askeriyenin) üst yönetimındeki "bazı" kişilerin, ABD ile stratejik ortaklığı devam ettirmekten çok, AK Parti'nin ve Kürtler'in altını oymakla ilgilendiğidir.

Mevcut siyasi ortam düşünüldüğünde, Türk Genelkurmayı içindeki sürtüşme, Türk Devleti'nin ABD'ye olan kızgınlığını ve önümüzdeki istikrarsız dönemde bizim için merkezi önem taşıyan meselelerde yardımı dokunacak kararlar alma konusundaki isteksizliğini pekiştirmeyi sürdürecektir. Dahası, askeriyenin en üst kademeleri ile emir-komuta zincirinin daha alt kademelerindeki ateşli unsurlar arasındaki gerginlikler, geçmişte defalarca olduğu gibi (en son 1997'de) liderlik açısından siyasi bir sorun oluşturabilir.

İleri görüşlü subaylar lazım,

HİLMİ Özkök'ün ABD ile yeniden sağlam bir işbirliği inşa etmek için, Türk Genelkurmayı'ndaki muhaliflerinin emekli olmasını bekleyerek fırsat kolladığı 
yönünde bazı ipuçlarına sahibiz. Ancak, Türkiye'de sıkça olan şey, dışarıdaki olaylar kendi hızlı tempolarında sürüp giderken, doğru zaman bekleyerek fırsat kollamanın kendi içinde bir amaca dönüşmesidir. Bu nedenle, irtibatta olduğumuz kişiler, Türk Devlet sistemi üzerindekı mevcut askerî hâkimiyette köklü değişiklikler olması kadar, ABD-Türk ilişkisinin yeniden dinamizm kazanmasının da, hem katı muhafazakârların istifasını hem de özellikle modern, ileri görüşlü yeni bir subay kadrosunun yetişmesini gerektireceğini tahmin ediyorlar.


***

Ulusalcıların Hedefi Orgeneral Hilmi Özkök’tü

Danıştay’a yönelik saldırının ardından ortaya çıkan bağlantılar dört-beş senedir gerek eylemleri gerekse söylemleri ile dikkat çeken grupları yeniden gündeme getirdi.

Ulusalcılık, Kızılelmacılar ve Kuva-yı Milliye gibi isimler altında buluşan oluşumların hedefi AK Parti, Genelkurmay Başkanı ve Avrupa Birliği’ydi. Yeterli halk desteğini bulamayan bu örgütler hükümet ile orduyu karşı karşıya getirmeyi amaçlıyordu. Emekli askerleri kullanarak strateji geliştirmeye çalışan bu gruplar Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök’e yönelik sert eleştiriler yöneltiyor du. Özkök Paşa’yı aşırı demokrat bulan gruplar gün geldi ‘ordu göreve’ pankartı açtı, gün geldi ‘genç subaylar rahatsız’ manşetleri attı. Hatta bu gruplar içinde yer alan marjinaller daha da ileri gitti. Özkök Paşa’yı 27 Mayıs darbesi ile Yassıada’ya gönderilen Genelkurmay eski Başkanı Orgeneral Rüştü Erdelhun ile korkutmaya çalıştı.

Danıştay saldırısının faili ile arka planında yer alan isimlerin ev ve işyerlerinde yapılan aramalarda ulusalcı çizgide yayın yapan dergi ve kitaplar dikkatlerden kaçmadı. Bu yayın organları, ordu ile hükümetin arasını açmak için Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök’e ağır eleştiriler yöneltiyor. Alparslan Arslan ve Muzaffer Tekin’in evinde ciltler halinde bulunan Türk Solu dergisi kampanyaların önderlerindendi. Dergi 21 Kasım 2005 tarihli 95. sayısının kapağında Özkök Paşa’ya benzer bir figür kullanarak ‘Bröveyi değil Genelkurmay Başkanı’nı değiştirin’ başlığını atmıştı. Derginin söz konusu sayısında karikatürlerle alay ediliyor, Özkök’ün görev süresi dolmadan istifası isteniyor: “Genelkurmay Başkanı’nın görev süresinin başından bu yana Türk milleti içinde, özellikle Atatürkçüler içinde derin bir hayal kırıklığı yarattığı ortada.” İşçi Partisi’nden ayrılarak oluşturulan Türk Solu, ulusalcılar içinde darbe tahrikçiliği ile adını duyurdu. Bu grup üniversite rektörlerinin 26 Ekim 2003’te Ankara Tandoğan’da düzenlenen ‘Cumhuriyet’e Saygı’ yürüyüşüne ‘Ordu göreve’ yazılı dev pankartla çıktı. “Orduya karşı saygısızlık oluyor.” şeklinde anons yapıldı; ancak pankart, miting sonuna kadar yerinde kaldı. Atatürk’ün Selanik’te doğduğu evin şeref defterine yapıştırdığı yazıda başbakan, bakanlar ve AK Partili vekiller aleyhinde ağır ifadeler kullanan Mehmet Fethi Dördüncü’de Türk Solu’na maddi destek verdiği açıklamıştı. Türk Solu ekibinin kendisine örnek aldığı en önemli isim 12 Mart cuntasının fikir babası Doğan Avcıoğlu.

Ülkemizde Kızılelma Koalisyonu’nu gündeme taşıyan İşçi Partililerin yayın organı Teori Dergisi, Haziran 2005 tarihli sayısında Özkök Paşa’yı yakın plana almıştı. İP Genel Başkanı Doğu Perinçek, ‘Org. Özkök’ün yanlış stratejisi’ başlıklı yazısında Genelkurmay Başkanı’nın 20 Nisan 2005 günü İstanbul Harp Akademileri Komutanlığı’ndaki uzun konuşmasını eleştiriyordu. Ulusalcıların sol ayağına Cumhuriyet Gazetesi de destek verdi. Gazete 3 yıl önce ‘Genç subaylar rahatsız’ manşetiyle Silahlı Kuvvetler ile AK Parti hükümetini karşı karşıya getirmeye çalıştı. Özkök Paşa ise 27 Mayıs 2003 tarihinde 14 gazetenin temsilcisi ile yaptığı toplantıda “Bu tür haberleri yapanların vatan ve millet sevgisinden şüphe ediyorum. Dedikodu yaparak TSK’nın birlik ve beraberliğini bölmek isteyenler başarılı olamayacaktır.” ifadelerini kullandı.

Ulusalcıların önemli isimlerinden biri de Yeniden Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Dergisi Genel Yayın Yönetmeni eski savcı Prof. Dr. Çetin Yetkin. Katıldığı bir sempozyumda belinde silahı ile gazetelere yansıyan Yetkin de Özkök Paşa’dan rahatsızlığını bir mektup yazarak dile getirdi. Aynı mektubu dergisinde de yayınladı. Bir Silahlı Kuvvetler subayının AK Parti iktidarı ile uyum içinde olmasını anlayamadığını söyleyen Yetkin, Özkök’ün sık sık siyasal iradeye bağlılığını dile getirmesinden de rahatsızlık duyduğunu yazdı. Ülkenin hızla uçuruma doğru sürüklendiğini dile getirerek, Özkök’ün tam bağımsızlıkçı, milliyetçi ve antiemperyalist görüşleri dile getirmesini istemişti. Bir profesörün böyle çıkış yapması gazeteci Ertuğrul Özkök’ü bile çileden çıkarmıştı: “İşte size Türk tartışma aleminden iki örnek. Daha doğrusu iki zihniyet. Ne hazin değil mi? Biri sivil ve üstelik adının başında profesör unvanı taşıyor. Öteki asker, adının başında ‘Orgeneral’ unvanı var. Biri üniversitede sivil insanlara eğitim veriyor. Öteki genç subay adaylarına tavsiyeler. Biri bir derginin köşesinden adresi pek belli olmayan, ama sivil olmadığı belli olan insanlara açık mektup yazıyor. Sivilin mektubu ne kadar karanlıksa, askerin konuşması o kadar aydınlık. Kim ne derse desin Türk Silahlı Kuvvetleri artık Avrupa Birliği’ne hazırdır. Ama bazı siviller için aynı şeyi ne yazık ki söyleyemeyeceğim.” 

http://www.zaman.com.tr/?bl=haberler&alt=&trh=20060524&hn=287790


***



Ermeni Meselesi

Ermeni Meselesi,


Hüseyin Adıgüzel,
09.05.2005

Sayı:81

Dünü ve bugünü birlikte değerlendirmek

Ermenilerin 1915 tehcir olayını, sözde soykırıma döndürme çabaları, durmadan artarak sürüyor. Kiliselerde hazırlanan uydurma tarih kitapları ve uydurma belgeler, dünyanın dört bir yanına Diaspora tarafından dağıtılıyor ve Türklerin, Ermeni halkına sözde soykırım uyguladıkları ispat edilmeye çalışılıyor. Aslında, Ermeni halkı bile böyle bir soykırımın olmadığını biliyor. Fakat, devleti yönetenler ve diaspora, kendi çıkarları doğrultusunda bu iddiayı sürdürmek zorunda olduklarından, karşı görüş bildirenlerı, şiddet ve terör uygulayarak susturuyorlar.

Ermeni devlet yöneticilerinin ve diasporanın doğru yapıp yapmadığı elbette tartışılır. Çünkü, Ermeni halkını tedirgin edip kendilerine çıkar sağlamaları, Ermenilere de yapılan bir kötülük olarak ortaya çıkıyor. Bugün Ermenistan’ın içinde bulunduğu içler acısı durum, sadece onların eseri.

Bu durumu sürdürmek zorunda oldukları bir gerçek... Yaşamak için bundan başka bir yollarının da olmadığı ayrı bir gerçek... Çünkü; Ermenistan denilen yapay devletin yaşaması, kendilerine göre, “Tehcir” olayının “Soykırıma” döndürülmesi şartına bağlı... Hiç olmazsa bu propagandanın sürdürülmesine bağlı. Soykırım propagandası, uluslararası arenada, Hıristiyan Ermeni devletinin, Müslümanlar tarafından zulme uğratıldığının göstergesi oluyor. Bu durum, Ermenistan’ın diğer Hıristiyan devletlerden külliyetli miktarda yardım almasını sağlıyor. Sadece ABD’de bir yılda toplanan para bir buçuk, iki milyar dolar civarındadır. Diğer Hıristiyan devletlerden toplananları da eklerseniz, Ermenistan’ın kolunu bile kıpırdatmadan, bir yıllık ihtiyacını karşıladığını görürsünüz.

Durum böyle olunca, Ermenistan’ın bu soykırım masalından vazgeçmesinin mümkün olmadığı kendiliğinden ortaya çıkıyor. Bu noktayı gözden uzak tutmadan, yeni politikalar oluşturmak gereği, olmazsa olmaz bir şart olarak görünüyor.

Bir kere, yıllardır uygulamaya çalıştığımız pasif, savunmaya yönelik politikanın terk edilmesi gerekiyor. Ermeni; 70-80 yıldır zulme uğrayan, masum Hıristiyan halk, bis ise zalim, soykırım yapan bir halk durumundayız. Durmadan zalim olmadığımızı ispat etmeye çalışıyoruz. Bu durum ister istemez, bazı kesimlerde şüpheler yaratıyor. Ve bu yüzden de, haklılığımızı bir türlü anlatamıyoruz. Aslında yapmamız gereken şey, Ermeni’nin uyguladığı politikanın bir benzerini uygulamaktan ibarettir. Yani, Ermenistan’ı “Zalim, Terörist Bir Hıristiyan Devlet” olarak takdim etmektir. Bunu yapmak, zalim olmadığımızı ispat etmekten çok daha kolaydır. Çünkü; Ermenistan denilen bu yapay devletin tarihi, yerleştiği toprakların sakinleri olan Türklere yaptığı insanlık dışı soykırımlarla süslüdür. Tarih de çok yakındır. Hiç kimsenin bunları öğrenmesi için arşivlere falan girmesi gerekmez, her şey orta yerde duruyor. Ermenilerin 1988 yılından itibaren Azerbaycan Türklerine, Karabağ’da, Şuşa’da, Kelbecer’de, Hocalı’da, Ağdam’da yaptıklarını ortaya koymak, Ermenilerin gerçek yüzünün görünmesi açısından yeter de artar bile... Daha gerilere gitmeye gerek yok.

Ermeniler, Çarlık Rusya’sının ve Sovyet devletinin şımarık milletiydi. Çarlık döneminde başlayan Rus-Ermeni sevdası, her ne hikmetse, çarlığı devirerek Sovyet devleti kuran Bolşeviklerde de aynen devam etti. Halbuki, Bolşevikler “Halkların Dostluğu” sloğanı ile, çarlık dönemindeki düşmanlıkları güya ortadan kaldıracaktı. Ama beklenenin tam tersi oldu. Ermenilere milliyetçilik yapmak serbest bırakılırken Türklere kesinlikle yasaklandı.

Ermenilerin, Sovyetlerin ilk dönemlerdeki azgınlıklarına ve istediklerine ilk dikkati çeken, Sosyalist Azerbaycan’ın Cumhurbaşkanı Neriman Nerimanov oldu. Neriman Nerimanov, Lenin ve Merkezi Komite’ye yazdığı mektupta “ ... Merkezin bu Ermeni sevdasını anlamış değilim. Biz burada (Güney Kafkasya) canımız, kanımız pahasına Sovyet devletini kurmaya çalışırken onlar, Güney Kafkasya’daki Sovyet devletini yıkmak için “ Milli Komiteler” kuruyorlardı. Buna rağmen merkez hala onların görüş ve istekleri doğrultusunda hareket etmeye devam ediyor. Eğer Şaumyan’ın Güney Kafkasya hakkındaki planı uygulanırsa, burada ve doğu halkları arasında sükünet sağlamak imkansız hale gelir. Dişimiz ve tırnağımız ile kurduğumuz devleti, kendi ellerimizle yıkmış oluruz” diyor ve bu sevdanın kaynağını sorguluyor, başka halkların acıları üzerine bina edilen bu sevdanın artık bitmesi gerektiğini işaret ediyordu.

Bu sevda bütün uyarılara rağmen bitmedi. Hatta artarak devam etti. Sovyetlerin çatırdamaya başladığı ilk yıllarda, 1988 yılından itibaren Rusya destekli, kilisenin koruması altındaki Ermeni silahlı çeteleri Karabağ’a saldırıya başladılar. Silahsız, korumasız, masum insanlar öldürülüyor, yerlerinden yurtlarından çıkarılıyor, zorla Azerbaycan içlerine göç ettiriliyordu. Toprağını, evini, yurdunu terk etmek istemeyenler acımasızca öldürülüyordu. Birkaç sene içinde Karabağ’da tek bir Türk bırakmadılar.

Sovyetlerin yıkılması ile (1991) birlikte, Ermeni silahlı çeteleri Karabağ ile, Ermenistan arasında kalan bölgeye karşı saldırıya geçtiler. Amaıçları; Karabağ ile Ermenistan’ı birleştirmekti. Silahı ve ordusu olmayan Azerbaycan, bu alçakça saldırılara karşı koyamadı. Koridor Ermeniler tarafından tamamen işgal edildi.

26. Şubat.1992 günü, Azerbaycan’ın tarihi şehirlerinden biri olan Hocalı’ya saldıran Ermeniler, genç, ihtiyar, kadın, çocuk demeden on binden fazla Azerbaycan Türk’ünü katlettiler. Tam bir soykırım uyguladılar. Hocalı’dan kurtulan olmadı demek kesinlikle abartı değildir.

Henüz Hocalı’nın acıları dinmeden, 8. Mayıs, 1992 günü Ermeniler Şuşa’ya, Azerbaycan’ın yüzlerce yıllık tarihi, ana toprağına saldırdılar. Kartal yuvasını, biraz da ihanetlerin yardımı ile düşürdüler. Yüksek dağlardan inerek kaçmaya çalışanlar da dahil olmak üzere, buradan hiç kimse sağ çıkamadı. Yedi binden fazla Azerbaycan Türk’ü insanlık dışı vahşi metotlarla yok edildi. Şuşa’da da tek bir Türk bırakılmadı.

Son dönem dünya tarihinin en büyük vahşeti ve soykırımı Kelbecer’de yapıldı. Kelbecer, tarih boyunca Türklerin yaşadığı ve Türklerin idaresi altında olmuş bir şehirdi. Fakat, Ermeniler için bunlar bir şey ifade etmiyordu.Onların tek isteği Ermenistan ile Karabağ’ı birleştirmekti. Buna engel olabilecek her engeli acımadan ortadan kaldırmaya kararlıydılar. Onlar için, insanlığın, uluslar arası hukukun, uluslar arası anlaşmaların hiçbir önemi yoktu.

1993 yılı Mart ayının sonlarında Kelbecer’e saldırıyı başlattılar. Yine ihanetler ve yine ordusuzluğun yarattığı avantaj ile, 2 Nisan 1993 günü Kelbecer’e girdiler. 25 bin nüfuslu şehirde tam bir facia yaşandı. Ev, ev arama yapılarak herkes dışarıya çıkarıldı. Kaçmaya çalışanlar, karlı ormana doğru gittiler. Büyük çoğunluğu karlı orman içerisinde donarak öldüler. Yakalananlar, Hitler faşizmine rağmet okutan işkencelere tabi tutuldular. Tırnakları sökülen, gözleri çıkarılan, bacaklarından asılarak ateşte kızartılanların yanında, süngülere takılan bebekler, yürüyemedikleri için kurşuna dizilen yaralılar ve evlerinden çıkamadıkları için evleri ile birlikte ateşe verilen yaşlılar ve hastalar... Bütün bunlar Ermeni kilisesinin insanlığı adına işlenen cinayetlerdi. Kelbecer’e inen Ermeni helikopterlerinin içine doldurularak Erivan’a götürülen kadın ve genç kızları bir daha gören olmadı. Bütün bunlar, Ermeni’nin “Soykırıma uğradım” çığlıkları altında işlediği cinayetlerin sadece bir bölümü...

Ermeni teröründen kaçarak hasbel kader Bakü’ye gelebilen milyonlarca insan hala çadırlarda yaşıyor. Evine, eşiğine, toprağına döneceği günü büyük bir sabırla bekleyen bu insanların talihini karartan Ermeni, bugün hala masum pozlarda merhamet dileniyor.

Daha gerilere gitmek, elbette tarihçilerin işi, ama bugünü tarihçilere bırakmak kadar büyük bir hata olamaz. Çünkü; bugün politikacıların işi, bugün yapılmış soy kırımları dünya milletlerinin gözünün içine sokma işi tamamen politikacıların işidir. Azerbaycan arşivleri binlerce soy kırım belgesi ile dolu... Hala çadırlarda yaşayan canlı tanıklar Bakü’de... İşkence görenler hala yaşıyor. Bu kadar tanığı bulunan bu olaylar neden gündeme getirilmez? Neden Türkiye ve Azerbaycan devlet adamları, ortak çalışmalarla ortak adımlar atmazlar? Neden, neden, neden? Bir sürü neden orta yerde dururken, hala tarihçilerden medet ummaya çalışmanın, aynen Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu’nun başına gelenler gibi, yeni meseleler getireceği kesin gibi bir şey. Çünkü, karşındaki düşman mert değil, onun tarih ile, tarihçilerle bir ilgisi yok, onun derdi sadece politik... Artık bunu anlamak zorundayız. Düşmana da anlayacağı dille cevap vermeliyiz.

Osmanlı topraklarında yaşayan bir buçuk milyon Ermeni’yi soykırıma tabi tuttuğumuz yalanı beyinlere nasıl işleniyor? İngiliz, Osmanlı, Rus arşivleri o tarihlerde Osmanlı topraklarında bir milyon kadar Ermeni’nin yaşadığını açık olarak göstermelerine rağmen, dünya bir buçuk milyon Ermeni’nin katledildiğine nasıl inanıyor? İşte bunu anlamak ve araştırmak zorundayız. Görünen o ki, dünya, belgelere değil, yalanlara ve propagandaya bakıyor. Öyle ise, tüm doğruları Ermeniler kadar propaganda ederek kendimiz başarabiliriz. Yeter ki, yapacağımıza inanalım. Mesele burada.

1907 yılında Erivan nüfusunun yüzde yetmiş biri Türklerden oluşuyordu. Bugün Ermenistan denilen topraklar üzerinde, o tarihte, beş yüz yetmiş altı bin Azeri Türk’ü yaşıyordu. Gidin bugün bütün Ermenistan’ı dolaşın, bakalım ilaç için bir tane Türk bulabilecek misiniz? Dünyanın etnik açıdan, en homojen devleti biziz, diye övünen Ermeniler’in o kadar Türk’ü ne yaptıklarını sormak hakkımız değil mi? Aslında bu rakamlar Ermenilerin, dünyanın en büyük etnik temizliğini gerçekleştiren millet olduğunu göstermiyor mu?

Soykırımı yapan biziz güya, ama hala Türkiye’de yüz binlerce Ermeni yaşıyor. Onlar soy kırım yapmadılar güya, peki nerede orada yaşayan Türkler? Buhar olup uçtular mı? Ya da Ermeni terörizminin darbeleri altında yok mu edildiler? Eğer araştırılacak bir şey varsa, bu araştırılmalıdır? 1991 yılında Şuşa, Hocalı, Kelbecer, Fuzuli, Ağdam gibi Azerbaycan şehirlerinde kaç Türk yaşıyordu? Bugün kaç Türk yaşıyor? İşte esas araştırılması gerekenler bunlar. Ama, nerede bunları dünya kamuoyunun dikkatine sunacak yiğitler? Bunları tarihçiler değil, sivil toplum kuruluşları, siyasi kuruluşlar araştırmalı ve dünya kamuoyunun dikkatine sunmalıdır.

Ermenilerin, Kürtlerin Türkler tarafından ne kadarının yok edildiğini araştıran sivil toplum kuruluşları, kendilerine aydın diyen kara cahiller, bunlara dönüp bakmayı bile zillet kabul ederler. Çünkü, Ermeni ve Kürt insan sınıfına dahilken Türkler barbarlardır. Onların ölmesi bir şey ifade etmez. Bu sivil toplum kuruluşları, aydınlar bizim ülkemizde bize düşmanlık yapıyorlar. Onlara kimse bir şey demiyor, ama, benim insanım eline bayrağını alıp sokağa çıktı mı kıyamet kopuyor. Yani, artık kendimizi savunma hakkımızın bile kalmadığını söylemek istiyorum. Bırakın Ermeniyi, Avrupalıyı, bizden olduğunu söyleyenler(!) buna engel oluyorlar. Peki, bu milletin hakkını kim savunacak? Elbette milletin kendisi. Kurtuluş Savaşı günlerinde gibiyiz. Ne diyordu o günlerde Mustafa Kemal Atatürk “ Milleti, yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır.”

İşte şimdi de o günleri, hatta daha kötüsünü yaşıyoruz. Bu yüzden bütün yazılarımızda millete müracaat ediyoruz. Her şeyi milletin azim ve kararının kurtaracağına gönülden inandığımız için, milletimize güvendiğimiz için, milletimize müracaat ediyoruz.

Tutunacak başka dalın kalmadığını sizlerin de bilmesini istediğimiz için...

 http://www.turksolu.com.tr/81/huseyin81.htm

***

GERÇEK DEMOKRASİ

GERÇEK DEMOKRASİ 




YEKTA GÜNGÖR ÖZDEN
Sözcü Gazetesi 
yektagozden@sozcum.com
11 Aralık 2017 

     İnsan hak ve özgürlüklerinin hukuksal güvencelere bağlı olarak en görkemli yaşama alanı olan demokrasiyi sözde ve biçimsel kılan tutum ve davranışlar, 
siyasal bozukluklardan kaynaklanmaktadır. Bireylerin ulusal dayanışma, toplumsal barış ve geleceğe açılım yönünden başlıca dayanağı olan demokrasi, anlayıştan uygulamaya uzanan geniş bir alanda içtenlikli, ilkeli, çağdaş, ahlâklı ve gerçekçi çabalar ister. Toplumcu anlayışın siyasal bağlamda yaşama geçme yöntemi sayılan demokrasinin haklar ve özgürlükler için siyasal açılımların en hoşgörülüsü olduğu gerçeğini herkes paylaşmakla birlikte uygulamada tersini 
yansıtan durumlar değişik oluşumlarla izlenmektedir.

Bencillikten ve ilkellikten kurtulamamış kimi yöneticilerle çıkarcı ve partizan kimilerinin doğasını bozduğu demokrasi, bir aldatmaca olarak toplumların 
üzerinde baskı kurmakta, hukuksal yapının gerçeğiyle hiçbir ilgisi olmayan tutum ve davranışlar, adı söylenmekten çekinilen diktatörlük (despotizm) olarak 
ağırlığını artırmaktadır. Adında “Cumhuriyet-Demokrasi” bulunan kimi yönetimlerin kişisel egemenlik kurumu biçiminde sürdüğü dünya gerçekleriyle 
ortadadır.

Her yönden tam eşitlik, ulusal egemenlik, ödünsüz hukuksallık, bağımsız yargı, yönetimin hesap vermesi, üniversite özerkliği, ana damarlar olarak demokrasinin varlık nedenidir. Açıklık, yaşamsal güvencelerle kişisel ve toplumsal açılımlar, hak ve özgürlükler. Hepsinin disiplin ve düzenle değişik renkli varlığı sömürüye, kötüye kullanmalara ve her tür diktaya karşı toplumsal istenç (irade).“Orta demokrasi, yarım demokrasi, gölgeli demokrasi, Batı demokrasisi” gibi değişik nitelemelerle demokrasi ayrımlarının yapıldığı, demokrasiye kıyılan yerlerde demokratlık savunmasının yapıldığı gözetilirse kavramda birleşmenin güçlüğü daha iyi anlaşılır. Önemli olan yaşanan durumdur.

DUYARLIK

Açıklık, saydamlık, gerçeklik demokrasinin niteliğinin olmazsa olmaz öğeleridir. Bu bağlamda özellikle yönetime gelmek isteyenlerle yönetimde olanların halka, 
seçmene kendilerine ilişkin bilgileri çekinmeden vermeleri gerekir. Seçmen, oy isteyenlerle ilgili bilgi edinmeli bu yolla oy vereceği kimseleri uygunlukla 
belirlemelidir. Adayların kimlik ve kişiliklerine ilişkin doyurucu bilgi edinmek her seçmenin en doğal hakkıdır. Yurttaş, yöneticileriyle övünmese bile onların 
durumundan yakınmamalı, sıkılmamalıdır. Türklüğün ve kürtlüğün kimilerince bir tutulduğu ortamda gerekli bilgilerin alınması ulusal yaşam yönünden yararlı 
olur. Yanlış bilgilerle yanlış kanı taşınacağına gerçek durumu bilmek en 
doğrusudur.

Demokrasinin beşiği sayılan Atina'da AKP genel başkanının Yunanlı yöneticilerle tartışmasında Ege adaları acaba konuşuldu mu? RTE'ın “Lozan'ın güncelleşmesi” 
sözünün “tam uygulanması” olarak algılanması gerekir. Trakya'daki soydaşlarımıza ilişkin haklı eleştirisi Yunanlı yöneticileri güç duruma düşürdü.
İktidarıyla muhalefetiyle Türkiye'nin, Kudüs'le ilgili ABD kararına karşı çıkması da siyasal yönden olduğundan fazla insan hakları yönünden de örnek bir 
uyum ve birlikteliktir. Atatürk'ün 1937'de “Burada yabancı bir oluşuma olur verilemez. Her şeyi altüst eder” sözü anımsanmalıdır.

Bu arada Diyanet İşleri'nden yansıyan boşanmaya ilişkin açıklama, çağdışı bir görüşü içermektedir. Okullarda din dersi önerisiyle yaygınlaşan akıl-inanç 
çelişkisi yeni olumsuzlukların, yeni sorunların habercisidir.

BİR KEZ DAHA

And, en bağlayıcı, en onursal, en düzeyli, en güçlü ve en sorumlu kılıcı sözveridir. ATATÜRK 1919'da “And, kutsal bir söz vermek demektir. Namus sahibi olan bir kimse verdiği sözden dönemez” demiştir. Yürürlükteki Anayasa'nın 103. maddesi gereğince cumhurbaşkanının göreve başlarken içtiği and da ayrıntılı içeriğiyle bu anlamdadır. Cumhurbaşkanı bu açık gerçeği asla yadsıyamaz, gözardı edemez. Bu tartışmasız ve kesin bağlayıcılıkla parti genel başkanlığının bağdaşması, ağır bir aykırılıktır. Anayasa'daki tarafsızlığın tersine konum, grup toplantılarına katılma, karşı partilere saldırı, toplumda ayrışma ve 
karşıtlıkları kışkırtan tutum ve davranışlarla konuşmalar, demokrasiyi sözde bırakan siyasal olumsuzlukların yoğunlaşmasıdır. Böylece Anayasa çiğnenmektedir. 

Gerçek demokrasi, gerçek hukuk devletidir. Gerisi, sözden öteye gitmez, geçmez.

https://www.sozcu.com.tr/2017/yazarlar/yekta-gungor-ozden/gercek-demokrasi-2126639/
 ***

26 Aralık 2018 Çarşamba

PYD ve PKK İlişkisini Anla(ta)mamak

PYD ve PKK İlişkisini Anla(ta)mamak


16 Mayıs 2017
PKK terör örgütünün kuruluş mantığını araştıranlar terör örgütünün temel hedeflerini iyi bilirler. Terör örgütünün kuruluş manifestosundan düzenlediği konferanslara, çeşitli vasıtalarla basına verdiği açıklamalardan terörist başı Öcalan’ın konuşmalarına kadar, terör örgütü PKK ile ilgili okuduğumuz hemen her dokümanda örgütün nihai hedefinin bölgede bir Kürt devleti kurmak olduğu açıkça görülüyor. Türkiye, İran, Irak ve Suriye’de Kürtlerin yoğun yaşadığı bölgeleri ele geçirerek, bu dört bölgenin birleştirilmesiyle sözde Kürdistan’ın oluşturulmak istendiğini sağır sultan bile biliyor artık, ancak bu gerçeği görmek istemeyen çıkar çevreleri dün olduğu gibi bugün de mevcut.
Teröristbaşının 25 Aralık 2001’de avukatlarıyla yaptığı görüşmede; “Dört ülke için önermiştim. İran’da demokratik İslam esprisi ile olmalı. PKK, Irak’ta yaşamalı, Güney PKK biçiminde olabilir. Suriye’de Demokratik Birlik Partisi. Artık ayrıntıya girmeyeceğim. Çünkü bunları savunmamda ayrıntılı verdim. Ama esprisi şu: Her ülkenin demokratik birlik amaçlarına bağlı bir partileşme, ittifaklaşma, cepheleşme önerdim. Ülkelerin birliğinin demokratik aracı. Bunları biraz özümsemek gerekiyor” tanımlaması, PYD terör örgütünü oluşturulması için önemli bir adım olarak değerlendirilebilir.
Nisan 2002’de gerçekleştirilen KADEK’in 1’inci Kongresinde, Türkiye’nin yanı sıra Irak, İran ve Suriye’de PKK’ya bağlı örgütlenmelerin kurulması kararı alınıyor. Kararda, “... Suriye Demokratik Birlik Hareketi’ni veya partisini ortaya çıkartarak, onu önümüzdeki dönemde hareketimizin örgütsel yapısı olarak görüp gerekli desteği vermelidir” deniliyor. Böylelikle Öcalan’ın “Suriye’de Demokratik Birlik Partisi’nin kurulması” talimatı sonrasında PYD, 17 Ekim 2003’te “Partiya Yekitiya Demokratik” adıyla kuruluşunu ilan ediyor.[1]
Bu dönemde teröristbaşı Kürdistan Topluluklar Birliğinin (KCK) kurulması için gerekli adımları atıyor. Mart 2005’te hazırlanan KCK Sözleşmesi, sözde yasama organı KONGRA-GEL (Kürdistan Halk Meclisi) Genel Kurulunun 25 Mayıs 2007 tarihli oturumunda kabul ediliyor. Sözleşme PKK terör örgütünün Önderlik (Öcalan’ın) felsefe ve ideolojisinin hayata geçirilmesinden sorumlu olduğunu ifade ederken, KCK sistemi içindeki bütün unsur­ların ise PKK terör örgütünün ideolojik ve ahlaki ölçülerini esas almakla yükümlü olduğunu vurguluyor.[2]
KCK’nın örgütlenme şeması incelendiğinde terör örgütünün dört ülke toprağında PKK, PÇDK, PYD ve PJAK adı altında örgütlendiği ve örgütlerin tek bir çatı altında terörist başına bağlı olarak faaliyet gösterdiğini görmemek için adeta kör olmak gerekiyor.
PYD’nin silahlı kanadı olan Halk Savunma Birlikleri (YPG) de tıpkı PKK terör örgütü ve KCK gibi taban örgütlenmesine dayalı, piramit şeklinde yükselen, her konuda komiteler kurulmasını öngören, güçlendirilmiş yerel yönetimlere dayanan, kendi savunma birliklerini de kurmayı öneren, sözde “demokratik özerklik” modelini savunuyor.[3]
PKK/PYD, 2011 yılında Suriye’de başlayan ayaklanmalardan yararlanmak için Esad rejimiyle birlikte hareket etmeye başlıyor. Ocak 2014 tarihinde Cezire, Ayn el-Arap ve Afrin bölgelerini sözde kanton olarak ilan ediyor.  PYD sözde kantonlarıyla Türkiye’de uygulamak üzere alt yapısını oluşturduğu öz yönetim modelini hayata geçiriyor. DAEŞ terör örgütünün Suriye’deki faaliyetlerinden de yararlanmayı bilerek başta ABD olmak üzere birçok batılı ülkeye karşı kendisini DAEŞ’la mücadele eden bir demokratik ve seküler bir yapı olarak göstermeyi başarıyor.
Ardından Ekim 2015’te büyük kısmını PKK terör örgütünün Suriye’deki kolu YPG’nin oluşturduğu “Suriye Demokratik Güçleri (SDG)” kuruluyor. YPG, YPJ ile Süryani Askeri Konseyi, Burkan El Fırat, Suwar El Reqa, Şems El Şemal, Lîwa El Selçuki, El Cezire Tugayları gibi gruplar ortak basın açıklamasıyla birleştiklerini duyuruyor.[4]SDG’nin kurulmasıyla nüfusun büyük çoğunluğunu Arapların oluşturduğu bölgelerin PYD tarafından daha rahat bir şekilde yönetilmesi sağlanmaya çalışılıyor.
PKK terör örgütü ile PYD arasındaki organik ve fikri ilişki, her iki terör örgütünün belgeleri incelendiğinde açık bir şekilde anlaşılıyor. Her ikisinin de sözde önderinin teröristbaşı olduğu açıkça görülüyor. Basında da yer aldığı şekilde istihbarat birimlerinin çalışmalarına göre, PKK terör örgütünün 1.500 kadar teröristi Irak’tan Suriye’ye kaydırarak PYD terör örgütünün çekirdek kadrosunu oluşturdukları biliniyor.
PYD’nin ele geçirdiği bütün bölgelerde teröristbaşının posterleri boy boy yer alıyor. PKK terör örgütü simgeleri ile PYD’nin simgeleri hep kol kola resimleniyor. 1986’da Şırnak’ta etkisiz hale getirilen Mahsum Korkmaz isimli teröristin heykeli Ayn El Arap’a dikiliyor.[5]
PKK ve PYD terör örgütleri ilişkisi sadece simge ve sembollerin ortak kullanılmasıyla kalmıyor. Terörizmle Mücadele Mükemmeliyet Merkezi tarafından Aralık 2016 tarafından yapılan “Ölüler Yalan Söylemez” başlıklı çalışma[6], PYD ve PKK terör örgütlerinin tek bir örgüt çatısı altında aynı merkezden yönetildiklerini gözler önüne seriyor. Yapılan araştırmada 2001 ve 2015 yılları arasında etkisiz hale getirilen ve açık kaynaklarda yer alan 2.096 terör örgütü mensubunun doğum yerlerine göre analizi yapılıyor. Araştırma aslında etkisiz hale getirilenlerin hepsinin PKK terör örgütü mensubu olduğunu belirtiyor. PKK’nın aynı kadroyu kimi zaman Suriye’de kimi zaman Irak’ta kimi zaman İran’da kullandığını gösteren terör örgütünün oyununu ifşa ediyor. Suriye’de PYD-YPG saflarında bulunan teröristlerin çoğunluğunun büyük ölçüde Türkiye, Irak ve İran’dan gelen PKK’lılar olduğu da belirtiliyor. Bu teröristlerin yüzde 16’sının Türkiye’den geldiği bilgisi veriliyor. Suriye’de öldürülen PYD-YPG’lilerin yüzde 35’inin Suriye dışından gelen teröristler olduğu da kaydediliyor[7]. PYD’nin aslında PKK terör örgütünün ta kendisi olduğu bu çalışma sayesinde somut verilerle ortaya konuluyor.
Suriye kökenli Bahoz Erdalkod adlı Fehman Hüseyin ve Sofi Nurettin kod adlı Nurettin Halef Al Muhammed isimli PKK terör örgütü mensuplarının çatışmaların ilk gününden itibaren YPG bölgesinde olduğu ve hatta sınır bölgemizdeki PKK terör eylemlerini de yönlendirdikleri biliniyor.
PKK terör örgütü ve PYD bağlantısını özetlemeye çalışan yukarıdaki örnekler elbette bunlarla sınırlı değil. Daha sayılabilecek birçok bağlantı ispatı söz konusu ve devletimizin birçok biriminde bu bilgiler mevcut. Sadece burada sıralanan örnekler bile ABD’nin PKK terör örgütü PYD bağlantısını görmesi için yeterli. Savunma gücü olarak dünyanın en büyük ordusuna sahip, bölgede çok sayıda askeri unsuru ve istihbarat elemanı bulunan ABD bizim bildiklerimizi bilmiyor mu? Elbette ki biliyor, PYD’yi çok iyi tanıyor ancak şu andaki çıkarları gereği bilmezden ve anlamazdan geliyor. Şu anda ABD aklı stratejik olarak değil taktik açıdan çalışıyor, çünkü zihinlerinde sadece DAEŞ terör örgütünün ortadan kaldırılması hususu yer alıyor. Türkiye gibi NATO ülkesi bir ülkeyi karşısına almayı dahi göze alarak PYD’yi silahlandırma ve PYD ile ortaklık kurma yoluna gidiyor.
Burada sorulması gereken soru şu. Diyelim ki ABD, PKK ve PYD ilişkisini ve organik bağını bilmiyor. Acaba bu bağlantıyı biz mi anlatamadık? Bildiğimiz kadarı ile başta Dışişleri Bakanlığımız olmak üzere devletin çeşitli kurum ve kuruluşları her fırsatta ABD’li yetkililere bu bağlantıyı anlattılar ve anlatmaya da devam ediyorlar. Devletin en üst seviyesinde Cumhurbaşkanımız ve Başbakanımız dâhil olmak üzere tüm yetkililer ABD’li muhataplarına konuyu defalarca dile getirdiler ve getiriyorlar.  O zaman buradan şu sonuç çıkıyor ki ABD devlet aklı şu anda PKK ve PYD terör örgütü bağlantısını anlamak istemiyor ve PYD’yi bir terör örgütünden öte DAEŞ terör örgütüyle mücadele eden silahlı bir unsur olarak görüyor. ABD’li yetkililerin söylemlerinden PYD’yi taktik bir araç olarak kullandıkları anlaşılıyor. Ancak gerideki stratejik akıl bu bölgede butik bir Kürt devleti kurulmasına destek veriyor.
PKK/PYD ise ABD’nin Suriye’de DAEŞ’le mücadele politikasına hizmet ederek küresel bir gücün desteğini arkasına alarak, Suriye kuzeyinde oluşturduğu kanton hatları boyunca bir devletçik oluşturmak istiyor. Bu amaç doğrultusunda çocuk savaşçıları kullanmaktan, demografik yapıyı değiştirmek için kendisinden olmayanları göç etmeye zorlamaya kadar savaş suçları işlemekten çekinmiyor. Ekim 2015 tarihli Uluslararası Af Örgütü Amnesty International raporu[8] PYD’nin bölgede gerçekleştirdiği savaş suçlarını bir bir ortaya koyuyor. Trajik bir ironi olarak, “Anti Emperyalist PKK terör örgütü” günümüzde koruma kalkanı olarak Suriye’de ABD bayrağını kullanıyor. PYD terör örgütü kendisini ABD’nin kara gücü olarak DAEŞ ile mücadelenin ana yapısı haline getirmeye çalışırken, aynı zamanda kendi çıkarlarını da en üst seviyeye çıkarıyor.
Bütün gerçekler bir arada değerlendirildiğinde ABD’nin PKK ile mücadelede yanınızdayız ancak PYD’yi terör örgütü olarak görmüyoruz açıklamaları da oldukça çocukça bir diplomasi kandırmacası gibi görünüyor. Bunun da ötesinde Türkiye’yi ikna edebilmek adına PKK ile mücadelede istihbarat desteğinin artırılacağı gibi kozlar öne sürmek de açıkçası çok komik gözüküyor. PYD=PKK olduğuna göre kendisine destek verdiği PYD ile ilgili istihbarat paylaşımını mı artıracaklar? Ayrıca bugüne dek ABD’nin istihbarat paylaşımı veriyoruz diyerek parlattığı desteğin insansız hava araçları görüntü izlemesinin ötesine geçmediğini de terörle mücadelede görev yapan profesyoneller çok iyi bilmektedirler. Buradan çıkan sonuç acaba ABD’nin PKK ile mücadelemize destek için daha fazla İHA tahsisi midir?
Diğer bir açıklamada Türkiye sınırının güvencesinin ABD olduğu üzerinedir. Türkiye 1984 yılından bugüne PKK terörü ile mücadele etmektedir ve sınır güvenliği için başka bir ülkenin yardımına ihtiyaç duymamıştır ve duymayacaktır. Bu söylemle ABD, PYD’li teröristlerin ABD silah ve teçhizatıyla Türkiye topraklarına girmeyeceği taahhüdünü vermeye çalışmakta ise de bunun gerçeği yansıtmadığını kendisi de çok iyi bilmektedir. Dünya var olduğu sürece ABD Suriye’de PYD ile birlikte kalmaya mı niyetlendi acaba ki böyle bir konuda güven vermeye çalışıyor.
ABD tarafından son bir haftada öne sürülen başka bir argüman ise PKK/PYD’nin Rakka operasyonunun ardından bölgeyi terk edeceği ve yönetimin Araplara bırakılacağı yönünde. Yani PKK/PYD ABD ile birlikte en ön saflarda Rakka’ya yürüyecek hem de en ön saflarda ancak sonra geri dönecekler. Peki neden ölecek ki YPG’liler? Bunun karşılığında bir beklentileri olmaması ne kadar gerçekçi? Yoksa senaryo şu şekilde olmasın? Biz sizi (PYD’yi) destekleyelim, siz önden gidin, bir kısmınız ölsün ancak ABD askerleri ölmesin, dönüşünüzde Suriye kuzeyinde daha sağlam oturun, bir küçük devlet kurun, hatta Türkiye ile aranıza birkaç da ABD askeri koyalım ki Türkiye size dokunmasın…
Sonuç olarak; ABD PYD’nin bir terör örgütü olduğunu anlamak istemiyor. ABD’nin bu tutumu Trump yönetimi döneminde de değişecekmiş gibi görünmüyor. Ancak, her olaydan olduğu gibi bu yaşananlardan da alınması gereken dersler var. Bunlardan en önemlisi ulusal ve uluslararası kamuoyunu şekillendirmeyi ve lobicilik faaliyetlerini bir düzene sokmamız gerektiği. Henüz PYD’nin adının dahi bilinmediği dönemlerden itibaren, kamu diplomasisi, stratejik iletişim, bilgi harekâtı unsurlarının kullanılarak özellikle uluslararası kamuoyu şekillendirilmeliydi ki PYD’yi tüm ülkeler terör örgütü olarak görsün ve kabul etsin.
Bu arada tam da Cumhurbaşkanımızın ABD ziyareti öncesi bu konuda İçişleri Bakanlığınca atılan olumlu bir gelişme basına yansıyor.[9] İçişleri Bakanlığı tarafından PKK/KCK terör örgütünün Suriye kolu olan PYD-YPG’ye ilişkin tespitlerin yer aldığı 62 sayfalık kitapçık hazırlanıyor. Kitapta YPG terör örgütünün Türkiye’ye yönelik faaliyetleri başta olmak üzere, YPG içerisinde faaliyet gösteren PKK/KCK mensubu teröristler ile PKK ve YPG militanlarının bağlantısına ilişkin örnekler yer alıyor. İçeriği oldukça etkili ve yabancı dilde hazırlanmış olsa da bu bilgilendirme için oldukça geç kalındığı aşikâr. Tabi ki gelecekte üretilecek argümanlar için temel oluşturmak açısından oldukça yararlı bir doküman olabilir ancak daha erken davranılmalıydı.
Biz sadece ikili resmi görüşme ve toplantılarda yabancı muhataplarımıza terörizmle ilgili derdimizi anlatmaya çalışırken kamuoyu bilgilendirmesi ve lobicilik faaliyetlerinde sanki biraz geride kaldık.

[1]http://m.milliyet.com.tr/yazarlar/tolga-sardan/iste-pkk-pyd-iliskisi-2193527 (Son erişim tarihi: 12.05.2017)
[2]Vakkas Bilgin, (2014),  PKK/KCK’nın Bağımsızlık Hedefi, Çözüm Süreci ve Kendi Kaderini Tayin Hakkı, BİLGESAM Analiz, No:1163
[3]Ayşe Karabat, (2013), Suriye Savaşları, İstanbul: Timaş Yayınları, s. 256
[4]http://www.milliyet.com.tr/-demokratik-suriye-gucleri-ni-ilan-gundem-2132545 (Son erişim tarihi: 12.05.2017)
[5]http://www.sozcu.com.tr/2017/dunya/son-dakika-iste-pydypgnin-teror-orgutu-pkk-ile-baglantisini-ortaya-koyan-kanit-1762855/(Son erişim tarihi: 12.05.2017)
[6]Andrew Self ve Jared Ferris, (2016), Dead man Tell No Lies: Using Killed in Action Data to Expose The PKK’s Regional Shell Game, Ankara: ISSN 1307-9190
[7]http://www.hurriyet.com.tr/oluler-yalan-soylemez-40321654 (Son erişim tarihi: 12.05.2017)
[8]Amnesty International, (2015), We Had Nowhereelse To Go Forced Displacement Anddemolitions In Northern Syria, London: Index: MDE 24/2503/2015
[9]http://www.milliyet.com.tr/icisleri-bakanligi-ndan-pyd-ypg-analizinin-ankara-yerelhaber-2042612/  (Son erişim tarihi: 15.05.2017)


***

YÜKSELEN ASYA PASİFİK VE ÇİN,

YÜKSELEN ASYA PASİFİK VE ÇİN,

Prof. Dr. Sait Yılmaz  

14 Ekim 2017


21. Yüzyılda Neler Olacak?
Doç.Dr.Sait YILMAZ
Giriş
20. yüzyıla girerken hiç kimse bu yüzyılın iki büyük dünya savaşına yol açacağını, Sovyetler Birliği ve Çin’in yükselişini, sömürgeci imparatorlukların sona ereceğini, teknoloji ve bilgi devriminde ortaya çıkacak yenilikleri öngörememişti. Gerçekte, hiçbir yüzyıl takvimin gösterdiği ilk yılında başlamaz. Yüzyılları başlatan sonraki dönemde dünyaya yön veren çok önemli dönüm noktalarıdır. Örneğin 19. yüzyıl 1800 yılında değil, 1789’da başlamıştı. Fransız devrimi sonrası Avrupa’da yaşanan güç çekişmelerinin neden olduğu sömürgecilik ve emperyalist politikalar dünya olaylarına damgasını vurdu. 20. yüzyılı başlatan ise 1870’de Alman Birliği’nin kurulması oldu ve sonrasında yaşanan güç çekişmeleri iki dünya savaşına yol açtı. 21. yüzyıl ise çok ilginç bir şekilde aynı yıla rastlayan üç önemli gelişme ile 1989’da başladı. Bu üç gelişmeden ilki olan Sovyetler Birliği’nin çöküşü, sadece dünyadaki güç dengesini ve güvenlik ortamını değiştirmedi, ideoloji çekişmelerini de bitirdi. 1989’un diğer önemli gelişmesi ise internetin bulunması idi. İnternet ve haberleşme teknolojisinde başlayan gelişmeler küreselleşme olgusuna ve bugün yaşadığımız bilgi çağına vücut verdi. 1989’un çok daha az farkında olunan gelişmesi ise klonlama ve gen terapisinde yaşanan gelişmelerdir. Birinci Dünya Savaşı ilk defa zehirli gazlar kullanıldığı için kimyacıların, İkinci Dünya Savaşı ise füzeler ve nükleer silahların kullanılması nedeni ile fizikçilerin savaşı olmuştu. Üçüncü Dünya Savaşı ise gen terapisinde devam eden buluşlar sonucu insan benzeri yapıların savaştığı biyoteknolojinin savaşı olacaktır.
Uluslararası Güç Dengesindeki Değişim
Tarihin çeşitli dönemlerinde ya tek bir hegemon güç olmuş ve o dönem bu gücün etrafındaki gelişmelere göre biçimlenmiştir. Bazen birden fazla birbirine benzer güç merkezi olmuş ve bunlar arasındaki çekişme ve rekabet tarihsel olayların belirlenmesinde etkin olmuştur. 18. yüzyılda, İngiltere; sonraki 200 yüzyıl boyunca Avrupa diplomasisine egemen olan “güç dengesi” kavramını geliştirmişti. Modern dünya sisteminin ilk hegemonik gücü İngiltere idi. 18. yüzyılda Fransa ile birlikte öne çıkan İngiltere, hegemon güç konumunu 1945’lere kadar sürdürdü. ABD iç savaşını sona erdirerek, Almanya ise ulusal birliğini sağlayıp Sedan’da Fransa’yı yenerek istikrarlı bir siyasi yapı oluşturmuşlardı. ABD, ancak 1898 yılındaki İspanya Savaşı sonrasında büyük güç konumuna gelerek hegemonya için yarışa dâhil oldu. 1914 yılına kadar olan dönemde ABD çelik ve otomobil, Almanya ise kimya sektöründe başlıca üretici konumuna gelmişti. 1870’lerde başlayan Almanya ve ABD arasındaki küresel rekabet ise ancak İkinci Dünya Savaşı’nda Almanya’nın yenilmesi ile sona erdi. Uluslararası güç dengesi sıralaması 1900’de; İngiltere, Almanya, Fransa, Rusya ve ABD şeklindeydi. 1945’te liderlik iki kutuplu düzen içinde ABD ve SSCB’ye kaydı. Bu yıllarda Japonya, Çin ve İngiltere çok geride kaldı. Soğuk Savaş’ın 2 + 3 (ABD – Sovyetler Birliği + Çin – Japonya – Almanya) dengesinin yerini 1990’da Rusya’nın bir alt kademeye düşmesi ile 1 + 4 (ABD + Rusya – AB – Japonya – Rusya) dengesi almıştır.
Soğuk Savaş sonrası dönemde yeniden yapılanma süreci devam etmektedir. Gidiş çok kutupluluğa doğrudur ve uluslararası ortam daha kaotik bir hal almaktadır. 19. yüzyılın başlarında Almanya’nın, 20. yüzyılın başlarında ABD’nin dünya dengelerini etkileyecek şekilde ortaya çıktığı gibi, 21. yüzyılda küresel güç olma  yolunda ilerleyen ülkelerin dünyanın jeopolitik dengelerini değiştirebileceği ve bunun potansiyel etkilerinin bütün dünyayı etkileyeceği tahmin edilmektedir. 2020 yılından itibaren ABD hegemonyası; Çin, Rusya, Hindistan, Brezilya ve Endonezya tarafından tehdit edilecektir. Soğuk Savaş sonrası dönem tek süper gücü daha müdahaleci yaparken, büyük güçleri ise bölgesel güvenlik ortamlarındaki konumlarını güçlendirmeye itmiştir.
Yükselen güçlerin ABD’nin rakibi olması henüz kesin değildir. ABD’nin en yakın rakibi AB’dir, ancak AB’nin de bu yüzyılın ilk çeyreğinde, mevcut problemlerini, askeri ve siyasi alanlardaki eksikliklerini gidererek ABD’nin karşısına bir süper güç olarak çıkması pek mümkün gözükmemektedir. Avrupa’nın ABD’nin rakibi olabilecek bir siyasi güç için gerekli bütünlüğe ulaşması çok zaman alacaktır. Eski ana Avrupa güçleri olan İngiltere, Almanya ve Fransa; ABD ile aradaki güç boşluğunu kapatamayacak kadar zayıftırlar. ABD’nin Soğuk Savaş sonrası sistemdeki payı % 30’dan % 33’e çıkarken Çin aynı dönemde % 18’den % 25 civarına yükselmiştir. Hegemonya mücadelesi Batı merkezli dünya ile Doğu merkezli bir dünya rekabetine gitmektedir.
Halen dünya üretiminin % 30’unu yapan ABD’yi 2020 yılında Çin yakalayacak, Çin ve Hindistan; ABD’yi geçeceklerdir. 2050 yılında Batı Blokunun dünya üretimindeki payı % 35’e düşerken, Uzak Doğu’nun % 65’e çıkacağı anlaşılmaktadır. Gelinen aşama 2025-2030 yıllarda güç dengesinin önemli değişimleri tetikleyecek kritik eşiklerden geçeceğini göstermektedir. Bu nedenle, küresel güç piramidinin en üst tabakalardaki aktörleri güvenlik ve savunma alanındaki reform çalışmalarına bu tarihleri hedefleyerek devam etmektedirler.
Geleceğin Güvenlik Ortamı
Gelecek otuz yılda insan hayatının umulmayan oranda değişime uğrayacağı öngörülmektedir. Bu değişimin üç olgusu ise iklim değişikliği, küreselleşme ve küresel eşitsizlik olarak belirlenmiştir. Atmosferin 21. yüzyıl boyunca bugüne kadar görülmemiş oranda ısınacağını gösteren kanıtlar bulunmaktadır. Bunun temel sonuçları, muhtemelen eriyen buz kütleleri, okyanusların termal genişlemesi, okyanuslardaki akıntı ve akımlarda değişiklikler ile atmosferden gelen karbondioksit ile daha asitli hale gelen deniz suyu olacaktır.
2035’e kadar, dünya nüfusunun üçte ikisi su sıkıntısı çeken alanlarda yaşayacaktır. Küresel iklim değişikliği yerleşim için gerekli olan alanları daraltacak ve tarım ile verimliliğe ait yöntemlerde değişiklik ile sonuçlanacaktır. 1900 yılında 1’e 2 olan en zengin ile fakir arasındaki fark, daha 1997’de 1’e 100’ü geçmişti. Birçok insanın maddi şartları önümüzdeki 30 yılda muhtemelen iyileşirken, zengin ve fakir arasındaki fark artacak, mutlak fakirlik küresel bir sorun olarak kalacaktır. Bu nedenle, çatışmalar genellikle geniş çapta anarşi yaratan, yaygın suçları, isyanları, şiddeti, iç savaşı içerecek şekilde toplumsal nitelikte olacaktır. Küresel nüfus 2035 yılından önce muhtemelen 6,5 milyardan 8,5 milyara yükselecektir. En hızlı artış, ekonomik risk altında olan bölgelerde görülecektir. Dünya nüfusu 2035’e kadar çoğunluğu gelişmekte olan ülkelerde olmak üzere % 20 oranında artacaktır. Avrupa, Japonya ve Çin dünya tarihinde görülmemiş yaşlı nüfus ile birlikte demografilerinde düşüş ile karşı karşıya geleceklerdir. 2020’den itibaren küresel ekonomik gelişmede bir yavaşlama olacaktır. Gelişmekte olan ülkelerden gelişmiş ülkelere göç devam edecek, bu göç etnik karışımı ve seçmen sayılarını değiştirecektir. Şehirleşmenin yaygınlaşması ile birlikte ve dünya nüfusunun yarıdan fazlası 2025 yılında şehirlerde yaşayacak ve nüfusu 30 milyonun üzerinde şehirler artacaktır. Yeni şehirlerin varoşları salgın hastalıklara yol açabilecek, belediyeler temel hizmetleri sağlamada zorlanacak, gecekondu bölgeleri artacaktır. Bilgi ve ulaşım teknolojisinin daha da gelişmesi az gelişmiş ülkelerde etnik ve ulusal kimliklerin keskinleşmesine, refah toplumlarında ise aşınmasına yol  açacaktır. Genel olarak Asya, gelecek 15 yıl içerisinde küresel güç dengelerindeki değişimin en önemli aktörü olacaktır. Yüksek teknolojiyle artan yatırımların etkisiyle büyüyen Asya pazarı, bölgenin çok geniş alanlara yayılmış ekonomik bölgelerle rekabet imkânını artıracaktır. Geleceğin bilişim teknolojilerinde Avrupa, Asya’nın gerisinde kalacaktır. ABD birçok alanda liderliğini ve Asya ile rekabeti sürdürmesine rağmen, bazı önemli sektörleri kaybedecektir. Enerji için olan talep 2035 yılından önce muhtemelen yarıdan fazla artacak, fosil yakıtlar bu artışın % 80’den fazlasını karşılayacaktır. Enerji kaynakları için rekabet 30 yıl boyunca baskın hale gelecek, dünya enerji talebindeki artış yıllık olarak muhtemelen %1,5 ile %3,1 arasında olacaktır.
Geleceğin Savaşları
21. yüzyılın ilk yıllarındaki küresel güvenlik ikilemleri 20. yüzyıla göre niteliksel olarak farklıdır. Ulusal egemenlik ve ulusal güvenlik arasındaki geleneksel bağ zayıflamıştır. Savaşın, resmi olarak ilan edilmiş bir devlet meselesi olduğu zamanlar artık geride kalmıştır. Çok ender ve genellikle gelişmiş ülkelerin az gelişmiş ülkeler ile yapacağı savaşlar artık hassas silahlarla gerçekleşecek, rakibi silahsızlandırmak ve kontrol altına almak için kullanılacaktır. Küreselleşme çağında savaş; resmi olmayan, yayılmış ve çoğu zaman isimsiz çatışmalar şeklinde küresel bir istihbarat ağına dayalı, özel ve vekilli savaşlar, örtülü operasyonlar ve propaganda mücadeleleri ile yürütülmektedir. Bugünün krizleri küresel terör örneğinde olduğu gibi kimliksiz, devletsiz, önceden tahmin edilemeyen, gerekçesiz, etik olmayan, topraksız ve ulusallaşan niteliktedir. Dünyanın büyük bölümünde güvenlik tehditleri artık askerlerden değil; ekonomik çöküş, siyasi baskı, kıtlık, aşırı nüfus artışı, etnik ayrılıklar, çevre tahribatı, terörizm, suç ve hastalıklar gibi diğer sorunlardan kaynaklanmaktadır. 21. yüzyılın değişen güvenlik kapsamı güvenliğin askeri olmayan boyutlarındaki tehlikelere de hazırlıklı olmayı gerektirmektedir. Çatışmanın askeri ve askeri olmayan cepheleri arasındaki sisli ilişki artacaktır. Daha kapsamlı yaklaşımlar benimsendikçe, şimdiye kadar askerler tarafından icra edilen pek çok güvenlik ve savunma rolü siviller tarafından yerine getirilmeye başlanacaktır. Geleceğin üç büyük savaş senaryosu şu şekildedir;
– İran: Senaryosu;
İran’ın muhtemel savaş planı balistik ve cruise füzelerinin dağıtılmasını, Hürmüz Boğazı’nın mayınlanmasını ve denizaltılarının burada devriye gezmesini öngörecektir. Gemilere karşı füze bataryaları yaklaşan ABD gemilerini hedef alacaktır. ABD liderliğinde bir koalisyon saldırısına karşı, İran kanlı ve uzun bir savaşa hazırlanmaktadır. İran stratejisi, Amerikalıların kendi ulusal çıkarları tehlikede olmadığında uzun süre savaşa angaje olamayacaklarını hesaplamasına dayanmaktadır. İran’ın amacı ABD zayiatını artırmak ve koalisyonun dağılmasını sağlayacak kadar kan akıtmak olacaktır. Bu savaşta, nükleer, kimyasal veya biyolojik savaş başlıklı füzeler kullanılacaktır. Bu nedenle ABD tarafından füze 2018 yılına kadar savunma sistemi geliştirilmeye çalışılmaktadır. ABD savaşa İran’ın derinliğindeki kilit hedefleri bombalayarak başlayacaktır. Füzeler ve hava saldırıları ile desteklenen bir konvansiyonel taarruz da söz konusu olabilir.
– Kuzey Kore Senaryosu;
Kuzey Kore’nin Güney’i işgali ABD tarafından güçlü bir karşılık verilmedikçe son bulmayacak ve bu durum nükleer silah kullanımını zorunlu kılacaktır. Bu nedenle Kuzey Kore’nin nükleer silah edinme isteğinin temel nedeni Güney’i işgal etmesine karşılık olarak ABD’nin nükleer silah kullanmasına karşı koymaktır. Kuzey Kore, uzun yıllardır ABD’nin nükleer saldırısına hazırlanmakta ve yer altında köstebek bir toplum yaratacak kadar yer altı sığınağı geliştirmiştir. Askeri hedefler sıkı şekilde koruma altına alınmıştır. Üstelik Kuzey Kore’deki bir  nükleer patlama hava koşullarına bağlı olarak komşu ülkeleri de (özellikle Güney Kore ve Japonya) etkileyebilecektir. 5 Kilotonluk küçük bir nükleer bombanın bile Japon Denizi’ne ulaşacağı hesaplanmaktadır. 2030’lardan sonra gerçekleşmesi beklenen bu savaşta füze savaşına sahne olacak ve füze savunma sistemine büyük iş düşecektir. Öte yandan ABD’nin uzun menzilli balistik stratejik silah kullanımı ise her ikisi de nükleer silah kullanımına karşı olan Japonya veya Rusya’nın iznine tabidir.
– Çin (Üçüncü Dünya) Savaşı Senaryosu;
Savaşı tetikleyen, Çin’in Tayvan’ı işgali ve Güney Çin Denizi’nde ancak savaş yolu ile çözülebilecek egemenlik sorunları olacaktır. Çin, konvansiyonel gücünü özellikle Pasifik bölgesinde konuşlanacak şekilde modernize ederken, gelecekteki savaşın sahnesi olacak yeni bir güç projeksiyonu ağı kurmaktadır. Çin’in hayali Tayvan ile birleşerek Hong Kong’a benzer bir ekonomik patlama daha yaşamaktır. Çin’in askeri planları Spratly adalarını savunmak ve Tayvan’ı nötralize etmek üzerinedir. Bölge ile ilgili bir gerginliğin başlaması ile birlikte Çin, Tayvan ve Spratly adalarından itibaren 1.000 km.lik bir bölgede deniz ve hava kontrol bölgesi deklare edecektir. Bu bölgeye giren herhangi bir gemi veya uçak (Çin denizaltıları, mayınlar, balistik ve cruise füzeleri ile) imha edilecektir. Çin Kara Kuvvetleri, Tayvan sahillerine çıkacaktır. ABD, Güney Kore ve Japonya’daki üsleri kullanamayacağını bunun yerine Tayland, Singapur ve Filipinlerdeki üslerden yararlanacağını hesaplamaktadır. Avustralya ve Yeni Zelanda da askeri nitelikte olmayan üs desteği sağlayabilir. Tayvan’daki üsler ise Çin’in güdümlü füze kuvvetlerinin menzili dahilindedir. 2040 sonrasını bekleyen bu savaş için Çin, öncelikle ekonomik olarak ABD’yi yakalamayı hedeflemekte, bu yüzden şimdilik ‘barışçı yükselme’ stratejisi izlemektedir.
21. Yüzyılda Bizi Neler Bekliyor?
Son 25 yılın buluşları önemlerine göre şöyle sıralanabilir; internet, cep telefonu, kişisel bilgisayar, fiber optik, e-posta, ticari GPS (küresel konuşlandırma sistemi), taşınabilir bilgisayarlar, hafıza depolama disketleri, tüketicilere yönelik dijital fotoğraf makinası, radyo frekanslı kimlik etiketleri, MEMS (mikro elektromekanik sistemler), DNA testleri, hava yastıkları, ATM, gelişmiş piller, melez (hibrid) otomobiller, organik ışık-yayıcı diyotlar, görüntü panelleri, HDTV (yüksek çözünürlüklü televizyon), uzay mekiği, nanoteknoloji, yapay hafıza ve sesli posta, navigasyon sistemleri. Yeni teknoloji uygulamaları, insanların ve bireysel refahın gelişmesinde teşvik edici rol oynayacaktır. Bu faydalar; bazı yaygın hastalıklar için yapılan medikal buluşlar ve tedaviler, geliştirilmiş gıda ve içilebilir su uygulamaları, kablosuz iletişimin genişletilmesi ve özellikli dil çeviri teknolojileri gibi ticari, kültürel, sosyal hatta politik ilişkilere katkı sağlayabilecek nitelikler taşıyabilir. Geleceğin teknolojileri sadece bireysel teknolojilere erişimde değil, aynı zamanda hayatın her köşesine yayılan enformasyon, biyoloji ve nanoteknoloji alanlarında belirleyici rol oynayacaktır. Altı yeni teknoloji ve endüstri dalının geleceğe ilişkin değişimi gerçekleştireceği değerlendirilmektedir: bilgi teknolojisi endüstrisi; biyoteknik devrim (insanların kaderini ve yaşamını esaslı tarzda değiştirebilir); gen tekniği (insana hayatın yeni şekillerini, yeni özelliklere sahip olarak kurmak için korkunç bir güç verebilir); yeni suni hammaddeler endüstrisi; yeni bir enerji sistemi ile ilgili teknolojik gelişmeler; uzaya dayalı teknolojiler (uzay yolculuğu tekniğinde de önemli gelişmeler beklenmektedir). Soğuk Savaş sonrasında başlayan pek çok trendin (AB’nin geleceği, küreselleşme, teknolojinin getirecekleri, ulus-devlet içindeki krizler, etnik çatışmalar, küresel ısınma, Çin’in yükselişi vb.) henüz ucu açıktır ve bu da geleceğin okunmasını zorlaştırmaktadır. Bu nedenle, uzun dönemli değerlendirmelere ilişkin birden çok tahminde bulunmak zorunda kalınmakta, her türlü gelişmeye karşın çok yönlü projeksiyonlar, alternatif senaryolar hazırlamak zorunluluğu kendini hissettirmektedir. Tarih artık hızlanmış, geçmişte önümüzdeki 30-40 yıla yönelik gelecek tahminleri yapılabilirken, bugün 5-10 sene sonrasını görmek zorlaşmıştır. Yukarıda açıklanan genel trendlerin yanında şu radikal değişim olasılıkları mevcuttur; NATO ve/veya Avrupa Birliği’nin dağılması, küresel ekonomik çöküş, Rusya’nın çözülmesi, ABD-ÇinRusya Savaşı, terörün yayılması (uygarlıklar savaşı), nükleer bir savaş ve yeni bir ideolojinin yayılması. Bunlara şunları ilave edebiliriz; çok öldürücü ve bulaşıcı bir suni virüsün ortaya çıkışı, California’da beklenen güçlü deprem (muhtemelen ABD’nin haritasını değiştirecektir), saldırgan ve güçlü bir diktatörün ortaya çıkması, benzinin yerine ucuz ve bol miktarda kullanılabilen bir enerji kaynağının bulunması, özellikle havacılık ve bilgisayar alanında devrim niteliğinde teknolojik yenilikler, -ki benim hayalim son yıllarda bazı gelişmelerin yaşandığı ‘ışınlama’nın bulunmasıdır. Başka bir yazıda, Türkiye’nin Geleceği’ni değerlendireceğiz.
@DocDrSaitYilmaz

BM UNPROFOR Türk Barış Gücü’nde Harekat Subayı ve 1996 yılında Saraybosna’da NATO-SFOR’da Sivil-Asker İşbirliği Uzmanı 
olarak görev yapan Prof. Dr. Sait Yılmaz, AVAZTÜRK’ün başarılı kalemlerinin arasına katıldı.
 
Kaynak: Prof. Dr. Sait Yılmaz da AVAZTÜRK ailesine katıldı .,

1997 yılında İTALYA-Roma’da NATO Savunma Koleji eğitimini tamamlayan ve ayrıca 1998-2001 yılları arasında NATO (SHAPE) Avrupa Müttefik Kuvvetler Komutanlığı Karargahı BELÇİKA-Mons’da Kriz Yönetim Uzmanlığı görevi yapan Prof. Dr. Sait Yılmaz AVAZTÜRK ailesine katıldı.

İşte AVAZTÜRK ailesinin yeni üyesi Prof. Dr. Sait YILMAZ'ın özgeçmişi:
Sait YILMAZ, 1961 yılında İzmit’te doğdu. Kabataş Erkek Lisesi’nde okuduktan sonra babasının tayini nedeni ile liseyi memleketi olan ISPARTA-Yalvaç’ta bitirdi. 1982 yılında Kara Harp Okulu’ndan Piyade Teğmeni olarak mezun oldu. 1984’de Eğridir Komando Okulu’nu bitirdi, Bolu ve Hakkâri’de Komando Bölük Komutanlığı yaptı. 1988 yılında ABD-Virginia’da Havadan İkmal Kursu’nu tamamladı. 1991’de Kara Harp Akademisi’ni bitirdi.

BOSNA-HERSEK’de 1994 yılında BM UNPROFOR Türk Barış Gücü’nde Harekat Subayı ve 1996 yılında Saraybosna’da NATO-SFOR’da Sivil-Asker İşbirliği Uzmanı olarak görev yaptı. 1997 yılında İTALYA-Roma’da NATO Savunma Koleji eğitimini tamamladı. 1998-2001 yılları arasında NATO (SHAPE) Avrupa Müttefik Kuvvetler Komutanlığı Karargahı BELÇİKA-Mons’da Kriz Yönetim Uzmanlığı görevi yaptı ve bu süre zarfında ALMANYA/Oberammergau’daki NATO Okulu’nda Kriz Yönetim Kursu Direktörü olarak “NATO’da Kriz Yönetimi” konferansları verdi.

1998-2000 yılları arasında ABD-Oklahoma Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Avrupa Programı’nda MA Eğitimi’ni tamamladı. 2000-2005 yılları arasında ise Gazi Üniversitesi İİBF Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde Doktora Eğitimi yaptı.

2006 yılında Silahlı Kuvvetlerden kendi isteği ile emekli olmayı müteakip Yrd.Doç.Dr. olarak Beykent Üniversitesi’nde  Öğretim Üyesi kadrosuna atandı. 2011-2014 yılları arasında İstanbul Aydın Üniversitesi Ulusal Güvenlik ve Stratejik Araştırmalar Merkezi (USAM) Müdürü olan Sait YILMAZ, 2012 yılında Doçent oldu. Halen Yeditepe Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler (İngilizce) bölümünde kadrolu öğretim üyesi olarak dersler vermektedir. Doç.Dr. Sait YILMAZ’ın güvenlik, savunma ve istihbarat konularında yayımlanmış çeşitli kitap ve makaleleri bulunmaktadır.

Yayınlar

Uluslararası Hakemli Dergilerde yayınlanan makaleler
[1] YILMAZ S., “State, Power, and Hegemony”,International Journal of Business and Social Science, Vol. 1 No. 3; December 2010, (Radford Va., USA; 2010), p.193-206. ISSN 2219-1933 (Print), 2219-6021 (Online)
http://www.ijbssnet.com/journals/Vol._1_No._3_December_2010/20.pdf
[2] YILMAZ S., “Question of Strategy in Counter-Terrorism: Turkish Case”,International Journal of Business and Social Science, Vol. 2 No. 1; January 2011, (Radford Va., USA; 2010), p.140-151. ISSN 2219-1933 (Print), 2219-6021 (Online)
http://www.ijbssnet.com/journals/Vol._2_No._1;_January_2011/13.pdf
Uluslararası bilimsel toplantılarda sunulan ve bildiri kitabinda (Proceedings) basılan bildiriler
[1]  YILMAZ S. “The Middle East in the Light of 21 st Century Power Relations”, Beykent University, The First International Strategy and Security Studies Symposium, The New Middle East in Questioning Strategic Trends, (İstanbul, 17-18 April, 2008).
[2]  YILMAZ S. “Transformation of Defense”, Beykent University, The Second International Strategy and Security Studies Symposium, The National Defense in the 21 st Century, (İstanbul, 16-17 April, 2009).
[3]  YILMAZ S. “Future Power Relations and Cyprus”, Eastern Mediterranean University, Center For Strategic Studies, International Conference on Europe and North Cyprus “Perspectives in Political, Economic and Strategic Issues”, (Fa Magusta,-Cyprus, 12-13 Nov, 2009).
[4]  YILMAZ S. “Iraqi Energy Sources and Turkey”, Beykent University, The Third International Strategy and Security Studies Symposium, Energy Security, (İstanbul, 15-16 April, 2009).
[5]  YILMAZ S. “Power Competetions and Future Wars in Eurasia” Istanbul Aydın University, The First International Strategy and Security Studies Congress, Turkey and Eurasia RElations, (Istanbul, 22 March, 2013).
Yazılan Uluslararası kitaplar veya kitaplarda bölümler
[1] Edt. YILMAZ S., “Security and Defense Perspectives Beyond 2010”, The ISIS Press, (İstanbul, 2010).
[2] YILMAZ S., “The Transformation of Defense”, Edt. YILMAZ S., “Security and Defense Perspectives Beyond 2010”, The ISIS Press, (İstanbul, 2010), s.149-164.
Ulusal Hakemli dergilerde yayınlanan makaleler
[1] YILMAZ S., “Güçsüz Güç”, Harp Akademileri K.lığı, SAREN Enstitüsü, Güvenlik Stratejileri Dergisi, Yıl: 3, Sayı : 5, (İstanbul, Haziran 2007), s.67-104.
[2] YILMAZ S., “Atatürkçü Düşünce Sistemi ve Avrupa Birliği Değerleri”, Beykent Üniversitesi, Sosyal Bilimler Dergisi, Sayı:1, No.1, (İstanbul, Bahar 2007), s.108-152.
[3] YILMAZ S., “21.Yüzyılda Güvenlik Alanının Yeni Aktörleri: Özel Askeri Şirketler ve Kontratçı Firmalar”, Harp Akademileri K.lığı, SAREN Enstitüsü, Güvenlik Stratejileri Dergisi, Yıl: 3, Sayı : 6, (İstanbul, Aralık 2007), s.43-70.
[4] YILMAZ S., “Uluslararası İlişkilerde Güç ve Güç Dengesinin Evrimi”, Beykent Üniversitesi, Stratejik Araştırmalar Dergisi, Yıl:1, Sayı 1, (Bahar 2008), s.27-65.
[5] YILMAZ S., “Karadeniz’de Değişen Dengeler ve Türkiye”, Karadeniz Araştırmaları Dergisi, Cilt 4, Sayı 15, Güz 2007, (Çorum, 2007), s. 45-66.
[6] YILMAZ S., “Kriz Yönetimi ve Güç Kullanımı”, Kara Harp Okulu Savunma Bilimleri Enstitüsü Savunma Bilimleri Dergisi, Cilt: 7, Sayı: 1, (Ankara, Mayıs 2008), s.145-169.
[7] YILMAZ S., “Yükselen Güç Çin’in Güvenlik Politika ve Stratejileri”, Beykent Üniversitesi, Stratejik Araştırmalar Dergisi, Cilt:1, Sayı 2, (Güz 2008), s. 77-98.
[8] YILMAZ S., “ABD Silahlı Kuvvetlerinde Dönüşüm”, SAREM Stratejik Araştırmalar Dergisi, Genelkurmay ATASE Başkanlığı, Sayı:13, (Ankara, Mayıs 2009), s.21-51).
[9] YILMAZ S., “Soğuk Savaş Sonrası Rusya Federasyonu Güvenlik ve Savunma Anlayışı”, Beykent Üniversitesi, Stratejik Araştırmalar Dergisi, Cilt:2, Sayı 3, (Bahar 2009), s.79-99.
[10] YILMAZ S., “Kamu Güvenliği Ve Acil Durum Planlaması: “H1N1 (Domuz Gribi) Örneği”, Beykent Üniversitesi, Stratejik Araştırmalar Dergisi, Cilt:2, Sayı:2, (Güz 2009), s.69-106.
[11] YILMAZ S., “Orta Doğu’ya Demokrasiyi Getirmek”, Uluslararası İktisadi ve İdari İncelemeler Dergisi, Yıl: 3, Sayı 5, (Yaz 2010), Trabzon, s.63-82.
[12] YILMAZ S., “Irak’ın Kuzeyi ve Türkiye”, Beykent Üniversitesi, Stratejik Araştırmalar Dergisi, Cilt:3, Sayı:1, (Bahar 2010), s.79-103.
[13] YILMAZ S., “Bölücü Terör İle Mücadelede Gelinen Aşama”, Beykent Üniversitesi, Stratejik Araştırmalar Dergisi, Cilt:3, Sayı:2, (Güz 2010), s.55-80.
[14] YILMAZ S., “ABD Sivil Müdahale Yöntemi; Demokrasi Geliştirme”, TURAN Stratejik Araştırmalar Dergisi, Cilt:4, Sayı:14, (İlkbahar 2012), s.109-120.
[15] YILMAZ S., “Avrupa Birliği ve Postmodern Jeopolitik”, Kafkas Üniversitesi, İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, Cilt:3, Sayı:3, Yıl: 2012, s.185-214.
[16] YILMAZ S., “PKK Terör Örgütü ve KCK’da Son Durum”, TURAN Stratejik Araştırmalar Dergisi, Cilt:4, Sayı:15, (Eylül 2012), s.5-12.
Ulusal Bilimsel toplantılarda sunulan ve bildiri kitabında basılan bildiriler
[1] YILMAZ S. “Türkiye İçin Yeni Bir Güvenlik Konsepti İhtiyacı”, Bölgesel Sorunlar ve Türkiye Sempozyumu: 12-13 Kasım 2007, K.Maraş Sütçü İmam Üniversitesi Yayın No.: 131, Edt. A.H. Aydın, S.Taş, S. Adıgüzel, (K.Maraş, 2008), s.258-278.
[2] YILMAZ S. “Yumuşak Güç ve Türkiye”, Türkiye’de Siyasetin Dinamikleri Sempozyumu, 4-5-6 Nisan 2008, Abant İzzet Baysal Üniversitesi, (Bolu, 2010), s.312-338.

Diğer Yayınlar

Makaleler:
[1]  YILMAZ S., “Modern Orduların Yeniden Yapılanma Faaliyetleri Işığında  Türk Silahlı Kuvvetleri’nin 21. Yüzyıla Yönelik Konsept ve Kuvvet Yapısı Nasıl Olmalıdır?”, Genkur. ATASE Bşk.lığı Yayınları, Silahlı Kuvvetler Dergisi, Sayı: 358, (Ankara, Ekim 1998), s.39-45.
[2] YILMAZ S., “ABD ile Türkiye Arasında Stratejik Ortalık Vizyonu”, Genkur. ATASE Bşk.lığı Yayınları, Silahlı Kuvvetler Dergisi, Sayı : 371, (Ankara, Ocak 2002), s.70-81.
[3] YILMAZ S., “Güvenliğin Yeni Boyutları”, Genkur. ATASE Bşk.lığı Yayınları, Silahlı Kuvvetler Dergisi, Sayı: 368, (Ankara, Nisan 2001), s.41-52.
[4] YILMAZ S., “Avrupa Birliği Güvenlik Boyutu ve Türkiye”, Genkur. ATASE Bşk.lığı Yayınları, Silahlı Kuvvetler Dergisi, Sayı : 379, (Ankara, Ocak 2004), s.4-15.
[5] YILMAZ S., “Sistematik Ulusal Bilgi Üretilmeli”, Cumhuriyet Strateji Dergisi, Yıl : 3, Sayı : 133,  (15 Ocak 2007), s.6-7.
[6] YILMAZ S., “Küresel, Bölgesel ve Ulusal Düzeyde Türkiye için Yeni Bir Yaklaşım”, Cumhuriyet Strateji Dergisi Yıl : 3, Sayı : 152,  (28 Mayıs 2007), s.16-17.
[7] YILMAZ S., “Kuzey Irak İçin Yumuşak Güç Kullanımı”, Cumhuriyet Strateji Dergisi, Yıl : 4, Sayı : 158,  (09 Temmuz 2007), s.18-19.
[8] YILMAZ S., “Dünyaya Biçilen Kaos”, Cumhuriyet Strateji Dergisi, Yıl : 4, Sayı : 163,  (13 Ağustos 2007), s.20-21.
[9] YILMAZ S., “Bölücülüğe Karşı Akıllı Güç”, Cumhuriyet Strateji Dergisi, Yıl : 4, Sayı : 178,  (26 Kasım 2007), s.20-21.
[10] YILMAZ S., “Atatürkçü Düşünce Sistemi ve Avrupa Birliği Değerleri”, Atatürkçü Düşünce Dergisi, Yıl : 1, Sayı : 4,  (Kasım 2007), s.16-19.
[11] YILMAZ S., “Kafkaslarda Yeni Güç Kurgusu”, Cumhuriyet Strateji Dergisi, Yıl : 4, Sayı : 184,  (07 Ocak 2008), s.22-23.
[12] YILMAZ S., “Bölgesel Kürt Taktiği”, Cumhuriyet Strateji Dergisi, Yıl : 4, Sayı : 187,  (28 Ocak 2008), s.12-13.
[13] YILMAZ S., “Irak’ın Kuzeyi Dönüştürülmeli”, Cumhuriyet Strateji Dergisi, Yıl : 4, Sayı : 192,  (03 Mart 2008), s.14-15.
[14] YILMAZ S., “AB’nin Yayılma Stratejisi”, Cumhuriyet Strateji Dergisi, Yıl : 4, Sayı : 195,  (24 Mart 2008), s.14-15.
[15] YILMAZ S., “Rus Demokrasi Konsepti”, Cumhuriyet Strateji Dergisi, Yıl : 4, Sayı : 199,  (21 Nisan 2008), s.16-17.
[16] YILMAZ S., “ABD Hegemonya Kurgusu”, 21. Yüzyıl Dergisi, Yıl 2, Sayı 4, Ocak-Şubat-Mart 2008, (Ankara, 2008), s. 45-66.
[17] YILMAZ S., “İstihbarat Savaşları”, Cumhuriyet Strateji Dergisi, Yıl : 4, Sayı : 205,  (02 Haziran 2008), s.14-15.
[18] YILMAZ S., “ABD’nin Askeri Çıkmazı”, Cumhuriyet Strateji Dergisi, Yıl : 4, Sayı : 211,  (14 Temmuz 2008), s.22-23.
[19] YILMAZ S., “Savunma İçin Reform Zamanı”, Cumhuriyet Strateji Dergisi, Yıl : 5, Sayı : 213,  (28 Temmuz 2008), s.14-15.
[20] YILMAZ S., “Gerçek Yeni Dünya Düzeni”, Cumhuriyet Strateji Dergisi, Yıl : 5, Sayı : 220,  (15 Eylül 2008), s.8-9.
[21] YILMAZ S., “ABD’de Sivil-Asker Anlaşmazlığı”, Cumhuriyet Strateji Dergisi, Yıl : 5, Sayı : 222,  (29 Eylül 2008), s.10-11.
[22] YILMAZ S., “Yeni Silah Sistemleri”, Cumhuriyet Strateji Dergisi, Yıl : 5, Sayı : 225,  (20 Ekim 2008), s.14-15.
[23] YILMAZ S., “ABD’nin Savaş Senaryoları”, Cumhuriyet Strateji Dergisi, Yıl : 5, Sayı : 228,  (10 Kasım 2008), s.14-15.
[24] YILMAZ S., “Obama’nın Olası Politikaları”, Cumhuriyet Strateji Dergisi, Yıl : 5, Sayı : 233,  (15 Aralık 2008), s.6-7.
[25] YILMAZ S., “Rus Ordusunda Değişim”, Cumhuriyet Strateji Dergisi, Yıl : 5, Sayı : 235,  (29 Aralık 2008), s.12-13.
[26] YILMAZ S., “Çin Stratejisi”, Cumhuriyet Strateji Dergisi, Yıl : 5, Sayı : 241,  (09 Şubat 2009), s.8-9.
[27] YILMAZ S., “Jeopolitik ve Strateji”, Jeopolitik Aylık Strateji Dergisi, Yıl: 8, Sayı: 61, (Şubat 2009), s.74-77.
[28] YILMAZ S., “Jeopolitik ve İstihbarat Savaşları”, 21. Yüzyıl Dergisi, Yıl 2, Sayı 6, Temmuz-Ağustos-Eylül 2008, (Ankara, 2008), s. 125-150.
[29] YILMAZ S., “Türk Savaş Sanatı ve Stratejisi”, Jeopolitik Aylık Strateji Dergisi, Yıl: 8, Sayı: 62, (Mart 2009), s.10-16.
[30] YILMAZ S., “Türkiye’de Ulusal Güvenlik ve MİT’deki Değişim”, 21. Yüzyıl Dergisi, Yıl 2, Sayı 7, Ekim Kasım Aralık 2008, (Ankara, 2008), s. 227-236.
[31] YILMAZ S., “Obama İle Özgürlük ve Demokrasi”, Jeopolitik Aylık Strateji Dergisi, Yıl: 8, Sayı: 63, (Nisan 2009), s.24-27.
[32] YILMAZ S., “NATO’nun Dönüşümü”, Jeopolitik Aylık Strateji Dergisi, Yıl: 8, Sayı: 64, (Mayıs 2009), s.14-21.
[33] YILMAZ S., “Enerji Güvenliği”, Jeopolitik Aylık Strateji Dergisi, Yıl: 8, Sayı: 65, (Haziran 2009), s.13-16.
[34] YILMAZ S., “Türkiye İçin Savaş Vakti”, TURAN Stratejik Araştırmalar Merkezi Uluslararası Bilimsel Hakemli Mevsimlik Dergi, Yıl: 2009, Sayı: 3, s.5-10.
[35] YILMAZ S., “Türkiye ve Savaşlar”, Jeopolitik Aylık Strateji Dergisi, Yıl: 8, Sayı: 68, (Eylül 2009), s.32-36.
[36] YILMAZ S., “Değişen Diplomasi Anlayışı ve Türkiye”, Jeopolitik Aylık Strateji Dergisi, Yıl: 8, Sayı: 69, (Ekim 2009), s.24-28.
[37] YILMAZ S., “Büyük Güçler ve Kıbrıs”, Jeopolitik Aylık Strateji Dergisi, Yıl: 8, Sayı: 71, (Aralık 2009), s.44-48.
[38]  YILMAZ S., “Avrupa Birliği’nin Geleceği”, TURAN Stratejik Araştırmalar Merkezi Uluslararası Bilimsel Hakemli Mevsimlik Dergi, Yıl: 2009, Sayı: 4, s.21-24.
[39] YILMAZ S., “ABD-AB-Rusya İlişkileri Üzerinden NATO’da Son Durum ve Türkiye”, Jeopolitik Aylık Strateji Dergisi, Yıl: 9, Sayı: 74, (Mart 2010), s.10-15.
[40] YILMAZ S., “H1N1 (Domuz Gribi) ve Türkiye’de Kamu Güvenliği”, TURAN Stratejik Araştırmalar Merkezi Uluslararası Bilimsel Hakemli Mevsimlik Dergi, Yıl: 2010, Sayı: 5, s.37-44.
[41] YILMAZ S., “Karadeniz’in Güvenliği ve Rusya-Ukrayna-Türkiye Üçgeni”, Jeopolitik Aylık Strateji Dergisi, Yıl: 9, Sayı:75, (Haziran 2010), s.22-28.
[42] YILMAZ S., “Karadeniz’in Güvenliği ve Rusya-Ukrayna-Türkiye Üçgeni”, Jeopolitik Aylık Strateji Dergisi, Yıl: 9, Sayı:75, (Haziran 2010), s.22-28.
[43] YILMAZ S., “Büyük Resimden Orta Doğu ve Türk-İsrail Gerilimi”, 21. Yüzyıl Dergisi, Sayı 19, Temmuz 2010, (Ankara, 2010), s.57-64.
[44] YILMAZ S., “Irak’ın Kuzeyi İçin Türk Dış Politikası”, 21. Yüzyıl Dergisi, Sayı 20, Ağustos 2010, (Ankara, 2010), s.15-22.
[45] YILMAZ S., “Irak’ın Geleceği ve Türkiye”, Jeopolitik Aylık Strateji Dergisi, Yıl: 9, Sayı:76, (Eylül 2010), s.22-26.
[46] YILMAZ S., “Irak Enerji Kaynakları ve Türkiye”, 21. Yüzyıl Dergisi, Sayı 22, Ekim 2010, (Ankara, 2010), s.51-58.
[47] YILMAZ S., “Füze Kalkanı Projesi ve Türkiye”, 2023 Dergisi, Sayı 115, 15 Kasım 2010, (Ankara, 2010), s.12-15.
[48] YILMAZ S., “NATO Lizbon Zirvesi Sonuçları, Füze Savunma Sistemi ve Türkiye”, Jeopolitik Aylık Strateji Dergisi, Yıl: 9, Sayı:77, (Aralık 2010), s.20-23.
[49] YILMAZ S., “World Armies at a Crossroad with Defence Technologies”, Defence Turkey, Vol.4, Issue: 23, Year: 2010, p.50-52.
[50] YILMAZ S., “Amerika Birleşik Devletleri’nde Bölücülük ve Terör”, 21. Yüzyıl Dergisi, Sayı 26, Şubat 2011, (Ankara, 2011), s.45-50.
[51] YILMAZ S., “NATO Lizbon Zirvesi Sonuçları, Füze Savunma Sistemi ve Türkiye”, 21. Yüzyıl Dergisi, Aralık 2010, Sayı. 24, s.25-31.
[52] YILMAZ S., “Yeni Orta Doğu ve İslamsız Dünya”, Jeopolitik Dergisi, Yıl:10, Sayı: 78,  Mart 2011, s.32-35.
[53] YILMAZ S., “Libya Operasyonu ve Türkiye”, 21. Yüzyıl Dergisi, Sayı 28, Nisan 2011, (Ankara, 2011), s.25-30.
[54] YILMAZ S., “Türk Ulusal Güvenliğinde NATO ve AGSP Denklemi”, Teori Dergisi, Mayıs 2011, s.15-33.
[55] YILMAZ S., “Libya Operasyonu ve Türkiye”, Jeopolitik Dergisi, Yıl:10, Sayı: 79,  Haziran 2011, s.26-29.
[56] YILMAZ S., “Amerika Birleşik Devletleri’nde Bölücülük ve Terör”, Jeopolitik Dergisi, Yıl:10, Sayı: 79,  Haziran 2011, s.42-46.
[57] YILMAZ S., “Uluslararası Müdahale ve Meşruiyet; Libya Örneği”, 21. Yüzyıl Dergisi, Sayı 34, Ekim 2011, (Ankara, 2011), s.35-40.
[58] YILMAZ S., “Atatürk, Ortadoğu ve Filistin”, Aydın - İstanbul Aydın Üniversitesi Uygulama Dergisi, Ekim/Kasım 2011, (İstanbul, 2011), s.12-15.
[59] YILMAZ S., “Yumuşak Güç ve Evrimi”, TURANSAM Dergisi, Sayı: 12, Cilt: 3, Sonbahar 2011, (Konya, 2011), s.31-36.
[60] YILMAZ S., “Türk Ordusunda Profesyonelleşme ve Vicdani Ret, Bedelli Askerlik Tartışmaları”, Teori Dergisi, Ocak 2012, s.39-53.
[61] YILMAZ S., “Avrupa Birliği Üçe Bölünürken Türkiye”, 21. Yüzyıl Dergisi, Şubat 2012, s.48-51.
[62] YILMAZ S., “ABD Silahlı Kuvvetleri’nde Dönüşüm ve Yeni Savunma Stratejisi”, Teori Dergisi, Mart 2012, s.21-38.
[63] YILMAZ S., “ABD İstihbaratında Yaşanan Değişimler”, TURANSAM Dergisi, Sayı: 13, Cilt: 4, Kış 2012, (Konya, 2012), s.10-15.
[64] YILMAZ S., “ABD Sivil Müdahale Yöntemi; Demokrasi Geliştirme”, Teori Dergisi, Nisan 2012, s.25-37.
[65] YILMAZ S., “ABD Sivil Müdahale Yöntemi; Demokrasi Geliştirme”, 21. Yüzyıl Dergisi, Nisan 2012, s.53-57.
[66] YILMAZ S., “İsrail ve Barzani Ailesi”, İstanbul Aydın Üniversitesi Aydın Gazetesi, Ağustos/Eylül 2012, Sayı: 14, (İstanbul, 2012), s.1,3.
[67] YILMAZ S., “Batı İstihbaratı ve Sosyal Medya”, İstanbul Aydın Üniversitesi Aydın Gazetesi, Ağustos/Eylül 2012, Sayı: 14, (İstanbul, 2012), s.8-9.
[68] YILMAZ S., “Suriye Olaylarına Kimler Hangi Rolü Oynuyor?”, Teori Dergisi, Ekim 2012, s.26-35.
[69] YILMAZ S., “Kamu Diplomasisi: Başka Halklara Angaje Olmak, Ayaklandırmak”, 21. Yüzyılda Sosyal Bilimler Dergisi, Sayı:1, Eylül/Ekim/Kasım 2012, s.201-224.
[70] YILMAZ S., “Türk Savaş Sanatı ve Stratejisi”, 21. Yüzyıl Dergisi, Kasım 2012, Sayı: 47, s.69-74.
[71] YILMAZ S., “ABD, Monroe Doktrini’ne Dönebilir mi?”, Teori Dergisi, Aralık 2012, s.36-48.
[72] YILMAZ S., “U.S. Civil Intervention Method: Democracy Promotion”, EURAS Academic Journal, Vol.1, No:1, Autum/September 2012, p.16-29.
[73] YILMAZ S., “Türkiye’nin Gündemindeki Terör”, Tarih Dergisi, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı, Sayı: 312, Cilt: 52, (Aralık 2012), s.39-45.
[74] YILMAZ S., “Almanya Kıskacındaki Avrupa Birliği”, Teori Dergisi, Şubat 2013, s.43-52.
[75] YILMAZ S., “Başkanlık Sistemi; ABD, Türkiye’ye Örnek Olabilir mi?”, Yeni Türkiye Dergisi, Mart-Nisan 2013, Sayı: 51, s.617-635.
[76] YILMAZ S., “Amerikan İstihbaratı-2013”, Teori Dergisi, Nisan 2013, s.47-61.
[77] YILMAZ S., “Amerikan İstihbaratının Büyüyen Gizli Savaşı”, 21. Yüzyıl Dergisi, Nisan 2013, Sayı: 52, s.5-12.
[78] YILMAZ S., “Asya-Pasifik Güvenliği”, 2023 Dergisi, Sayı 144, 15 Nisan 2013, (Ankara, 2013), s.12-17.
[79] YILMAZ S., “Gezi Parkı Direnişi İle Başlayan Halk Eylemlerinin Analizi”, Teori Dergisi, Temmuz 2013, s.29-37.
[80] YILMAZ S., “Türk Hava Savunma Sistemi ve Çin Füzeleri”, 2023 Dergisi, 15 Aralık 2013, Sayı: 152, s.54-59.
 Ulusal Kitaplar:
[1]  YILMAZ S., “21 nci Yüzyılda Güvenlik ve İstihbarat”, 1. Baskı, ALFA Yayınları (İstanbul, 2006). 2. Baskı: Milenyum Yayınları, Kasım 2007.
[2]  YILMAZ S., SALCAN O., “Siber Uzayda Güvenlik ve Türkiye”, Milenyum Yayınları, (İstanbul, 2008).
[3]  YILMAZ S., “Güç ve Politika”, ALFA Yayınları, (İstanbul, 2008).
[4] YILMAZ S., “Ulusal Savunma: Strateji, Teknoloji, Savaş”, Kum Saati Yayınları, (İstanbul, 2009).
[5] YILMAZ S., “Irak Dosyası”, Kum Saati Yayınları, (İstanbul, 2011).
[6] YILMAZ S. & Osman Akagündüz, “Kürtler Neden Devlet Kuramaz”, Milenyum Yayınları, (İstanbul, 2011).
[7] YILMAZ S., “Terör ve Türkiye”, Kum Saati Yayınları, (İstanbul, 2011).
[8] YILMAZ S. “Uzay Güvenliği”, Milenyum Yayınları, (İstanbul, 2013).
[9] YILMAZ S. “Akıllı Güç”, Kumsaati Yayınları, (İstanbul, 2012).
[10] YILMAZ S. “Amerikan İstihbaratı 1947-2013”, Kripto Yayınları, (İstanbul, 2013).
[11] YILMAZ S. “İstihbarat Bilimi”, Kripto Yayınları, (İstanbul, 2013).
Ulusal Kitap Bölümü:
[1] Edit.: ÖZTÜRK O.Metin, “Dış Politika ve Terör”, YILMAZ S., “11 Eylül Saldırıları ve Kriz Yönetimi”, Biltek Yayınları, (Ankara, 2003).
[2] Edit.: ÇAKMAK Haydar, “Türk Dış Politikası 1919-2008”, YILMAZ S., “Türkiye İtalya İlişkileri”, Platin Yayınları, (Ankara, 2008).
[3] Edit.: ÇAKMAK Haydar, “Türk Dış Politikasında 41 Kriz 1924-2012”, YILMAZ S., “Teorik Çerçevede Kriz Kavramı ve Kriz Yönetimi”, Kripto Yayınları, (Ankara, 2012).
[4] Edit.: ÇAKMAK Haydar, “Türk Dış Politikasında 41 Kriz 1924-2012”, YILMAZ S., “Füze Kalkanı Krizi”, Kripto Yayınları, (Ankara, 2012).
[5] Edit.: ÖZKAN Abdullah, ÖZTÜRK Tuğçe Ersoy “Kamu Diplomasisi”, YILMAZ S., “ABD ve AB’de Kamu Diplomasisi ve Güç Projeksiyonu”, TASAM Yayınları, (İstanbul, 2012).
[6] Edit.: ÖZDAĞ Ümit “21. Yüzyılda Prens Devlet ve Siyaset Yönetimi”, YILMAZ S., “Jeopolitik ve Jeostrateji”, Kripto Yayınları, (Ankara, 2012).
[7] Edit.: ÇAKMAK Haydar  ‘ABD’nin Askeri Müdahaleleri’, YILMAZ S., ‘ABD Hegemonya Sisteminde Silahlı Kuvvetlerin Rolü ve Askeri Müdahale Anlayışında Gelişmeler’, Kaynak Yayınları, (İstanbul, 2013). ISBN: 978-975-343-768-4.
[8] Edit.: ÇAKMAK Haydar  ‘ABD’nin Askeri Müdahaleleri’, YILMAZ S., ‘ABD’nin Uruguay’a Askeri Müdahaleleri’, Kaynak Yayınları, (İstanbul, 2013). ISBN: 978-975-343-768-4.
[9] Edit.: ÇAKMAK Haydar  ‘ABD’nin Askeri Müdahaleleri’, YILMAZ S., ‘ABD’nin Filipinlere Askeri Müdahaleleri’, Kaynak Yayınları, (İstanbul, 2013). ISBN: 978-975-343-768-4.
[10] Edit.: ÇAKMAK Haydar  ‘ABD’nin Askeri Müdahaleleri’, YILMAZ S., ‘ABD’nin Guatemala’ya Askeri Müdahaleleri’, Kaynak Yayınları, (İstanbul, 2013). ISBN: 978-975-343-768-4.
Editörlük:
[1] YILMAZ S., “Beykent Üniversitesi Stratejik Araştırmalar Dergisi”, Altı Aylık Uluslararası İlişkiler Dergisi, Beykent Üniversitesi Yayınları, 2007-Devam.
[2] YILMAZ S., “21. Yüzyılda Türkiye Konferanslar Dizisi 2006-2007”, BÜSAM Yayınları No.1, Beykent Üniversitesi, (İstanbul, 2008). (ISBN: 978-975-6319-01-7).
[3] YILMAZ S., “1. Uluslararası Strateji ve Güvenlik Çalışmaları Sempozyum Bildirileri”, Beykent Üniversitesi Yayınları No.60, İstanbul, 2009.
[4] YILMAZ S., “2. Uluslararası Strateji ve Güvenlik Çalışmaları Sempozyum Bildirileri”, Beykent Üniversitesi Yayınları No.66, İstanbul, 2009.
[5] Edt. YILMAZ S., “Security and Defence Perspectives Beyond 2010”, ISIS Publications, (İstanbul, 2010).
[6]  Edt. YILMAZ S. “1. Uluslararası Strateji ve Güvenlik Çalışmaları Kongresi”, “Türkiye-Avrasya İlişkileri Kongresi Bildirileri”, İstanbul Aydın Üniversitesi Yayınları No.87, İstanbul, 2013. Kaynak: Prof. Dr. Sait Yılmaz da AVAZTÜRK ailesine katıldı 



***