28 Haziran 2017 Çarşamba

İÇ SAVAŞLAR VE TÜRKİYE'DE YAŞANMASI MUHTEMEL İÇ SAVAŞ SENARYOLARI,



İÇ SAVAŞLAR VE TÜRKİYE'DE YAŞANMASI MUHTEMEL İÇ SAVAŞ SENARYOLARI,



Onur Dikmeci
İstihbarat ve Strateji Uzmanı


İç savaş, genel itibariyle sivillerin yer aldığı ve ideolojik, dini, etnik, iktisadi gibi meselelere dayanan şiddetli çarpışma türüdür. Hiçbir kural ve kanun olmayacağı için çatışmalar görülebilecek en vahşi ve insanlık onuruna aykırı tonları taşımaktadır. İç savaş olarak adlandırılsada her iç savaşın dış aktörleri olacak ve bu aktörler kendilerine yakın gördükleri grupları destekleyerek politik gayeler güdeceklerdir. İç savaşlarda ağır silahlar kullanılacağı gibi, her türlü silah, taş hatta sopalarda kullanılmakta şiddetin türü çeşitlilik göstermektedir. Hangi nedenle başlarsa başlasın her iç savaş mutlaka o ülkedeki insanlara zarar vermiş, ülkelerin istikrarını zedelemiş, lobi, banker, şirket ya da devletlerin yarar istifade etmelerini sağlamıştır.  Yani bir ülkede iç savaşın kazananı savaşan gruplar bakımından asla olmayacaktır. Dünya tarihinde pekçok iç savaş yaşanmış ve yaşanmıştır. Bunlardan yalnızca birkaç tanesi örnek gösterilerek yazı, konusuna uygun şekilde ilerleyecektir.




Abd kurulduktan 90 sene sonra iç savaş yaşayan ülkelerden biridir. Ekonomileri tarıma dayalı güney eyaletleri kölelik düzenini savunmuş Ve Abraham Lincoln'ün başkanlığı ile 11 tanesi aralarında konfederasyon oluşturarark Washington yönetiminden ayrılmışlardır. Savaş kuzey ve güney eyaletlerinin arasında baş göstermiş ve neticede kuzey eyaletlerinin galibiyeti köleliğin kaldırılmasını getirmiştir. Rusya'da Bolşevik devriminden sonra Kızıl Ordu adıyla örgütlenen devrim taraftarları ile devrime karşı olup Beyaz Ordu adıyla örgütlenen muhalifler çarpışmış, 3 milyondan fazla insan yaşamını yitirmiştir. Bu iç savaşa İngiltere, Fransa ve Abd doğrudan müdahil olmuşlardır. Yunanistan'da da sağcılar ve solcular arasında iç savaş yaşanmıştır. İspanya, cumhuriyetçiler ile milliyetçilerin iç savaşına sahne olmuştur. Cumhuriyetçiler sol, milliyetçiler ise sağ olarak adlandırılmıştır. Sağcıların iktidarında solcular baskılara maruz kalmış, solcuların iktidarında sağcılar baskılara maruz kalmışlardır. Neticede Franco galibiyeti İspanya'da bir faşist yönetim ilan edilmesine sebep olmuştur.

Sudan merkezi hükümetinin güney eyaletleri ile yaşadığı savaş ilk başta Sudan özerk hükümetinin kurulmasına yol açmış, sonrasında ise Güney Sudan bağımsızlığını ilan etmiş ve El Beşir hakkında Birleşmiş Milletlerden karar çıkartılmıştır. Tarihin en kanlı iç savaşlarından biri Ruanda'da yaşanmıştır.  Hutuların iktidarda yer aldıklarında Tutsilere, Tutsilerin ise yönetimde söz sahibi olduklarında Hutulara karşı başlıttıkları katliam, Fransa destekli Hutuların yoğun ve şiddetli saldırılarıyla son bulmuştur. Dünya ülkelerinin ise bu katliama seyirci kalmaları iç savaşların bir başka yönünü de göstermektedir. 


İç savaşlar üzerine daha pekçok örnek oldukça detaylı bir biçimde izah edilebilir.  Ancak önemli birkaç savaşın bile aktarılması hemen her iç savaşın ortak noktalarını açıkça göstermiştir;

.İç savaşlar, dini, politik, etniki ve mezhebi gibi gerekçelerle baş gösterirler ve hemen hepsinin keşfedilmeyi bekleyen iktisadi yönleride bulunmaktadır
.İç savaşların iç savaşların yaşandığı ülkeler nezdinde kazananları yoktur. Neticeleri, siyasi kaoslar, ekonomik çöküntüler ve sosyal belirsizlikler doğurur
.Her iç savaşın mutlaka dış aktörleri bulunmaktadır
.İç savaşlarda geneli itibariyle sivil kökenli insanlar yer alırlar
.İç savaş her coğrafyada, her kültür ve yönetim tarzındaki ülkelerde görülebilir
.İç savaşlarda iktidarı hangi gruplar ele geçirirlerse muhalif gruplara karşı sistemli baskı ve yıldırma tekniği uygular

Türk siyasi tarihi ise kapsamlı bir iç savaşın yaşanmadığı ülkelerdendir. Bunun sebepleri sosyolog ve siyaset bilimcilerin çalışmaları ile izah edilerek sağlıklı bir sosyolojik tarih perspektifi ortaya koyulabilir. Modern dönemde İttihat ve Terakki Hürriyet ve İtilaf Partisi ilişkileri, 1970'lerdeki sağ ve sol olayları iktidarı ele geçirenlerin muhaliflere karşı uyguladığı baskı, sindirme belkide öldürme politikalarını içersede sistemli bir seyir halinde geniş kitlelere sirayet etmediği için iç savaş olarak adlandırılamaz. Türkiye'de iç savaş yaşanır veya yaşanmaz ancak bütün senaryolara hazırlıklı olmak büyük devlet stratejisinin gereğidir.  Bu sebeple en olası savaş senaryolarının verilerek irdelenmeleri yerinde olacaktır.


Türk Kürt İç Savaşı: Kürt hareketinin toplumsal mahiyetlere ulaşması geçmişin Türk devlet yapısının bazı gerekliliklerinden doğmuştu.  Yavuz Sultan Selim'in İslamcılık ve doğu birliği görüşünün bir parçasını sünni kürtlerde oluşturmuş, 20. yüzyılda ise kürtlerden Hamidiye alayları kurdurulmuştu. Bu proje ermenilere karşı denge unsuru oluşturmasının yanında devletin merkezi yönetiminin şark vilayetlerinde tam tesisi ve kürtlerin ayrı bir siyasi yapılanmaya girmelerini engellemek maksatlarını içermekteydi. Kürtler, devlet sisteminin bütünlüğü içerisinde, devlet ile entegre ve devletin politikalarıyla uyumlu bir misyon için sorumluluk biçilme nüansına dahil edilselerde yabancı lobiler için kürtler, ayrılıkçı bir kürt siyasi hareketin tasarlanarak devlet mekanizmasının zedelenmesi için görevlendirilmek istendiler. Kürt tarihi, kültürü ve istikbali için çalışmaları gerçekleştiren dış odakların telkinleriyle bazı istenmeyen ayaklanmalarda yaşandı. Kimilerine göre ise pkk tarihde ki 29. kürtçü ayaklanmaydı. Türk ve kürt etnisiteleri üzerinden siyasi maksatlar tasarlayanlar şimdiye kadar bunda bütünüyle başarılı olamadılar. Yakın dönemde bir siyasi parti üzerinden gerilen hatlar sebebiyle bazı vilayetlerde kürtleri dışlayan ya da hedef alan protesto gösterileri coşkun yürüyüşler düzenlendi. Ancak bu hiçbir zaman Türkiye'nin bütününe yayılmadı. Çözüm Sürecindeki provoke, aksaklık ve samimiyetsizlikleri gören devlet organları bu sürece zamanında müdahale ederek sonlandırmayı bildi.  Çünkü artık bazı çevrelerdeki tepkiler bundan böyle Türk sorununu konuşalım noktasına gelmişti.  İki grup arasındaki akrabalık bağları, uzun yıllardan beri aynı coğrafyayı paylaşma ve etkileşim, şehirleşme ile farkındalık katsayısının yükseltilmesi, çözüm sürecinin esas mahiyetinden sapması üzerine devletin isabetli müdahalesi gibi etmenler toplumsal bir Türk Kürt çatışmasına set çekmektedir.  İç savaş söylemi en çok Türk Kürt çatışması üzerine kurgulanmaktadır. Olumlu özelliklere karşın bazı sakıncalı durumlarda bulunmaktadır. Kürt siyasi hareketinin ısrarla yeni bir devlet telkinleri, iki grubun aşırı milliyetçi tonlarının birlikte yaşama arzusunu hedef almaları, siyasi tarihte görülen kürt isyanları gibi etmenler aslında hiçbir sorunun yaşanmadığını ve yaşanmayacağınıda göstermez.

Alevi Sünni İç Savaşı: Yavuz Sultan Selim'in Halifelik makamını etkin kullanma siyasetine karşın rakip devlet Safevilerin de Şiilik zemininde siyaset alanını genişletme anlayışı Devleti Aliyye ve Safevilerin mezhepsel anlayışlarla savaştıkları anlayışını literatüre soktu. İran, Safevi dönemine kadar Şii anlayışında değildi bu durum tamamiyle Sünni Hilafet uygulamasına anti tez olarak geliştirildi. Irak, Suriye ve Yemen'den getirtilen şii ulema ila İran şiileştirildi ve kendisini şiilerin hamisi ilan etti. Bu süreçte Anadolu'da ki alevi gruplar üzerine nüfuz etme isteğini aktif siyasete çevirdi. Günümüze değin ulaşan Alevi meselesinin temelleri işte bu sürece dayanmaktadır. Bazı akademik çevreler laik anlayışa karşın Cumhuriyet'in tek tipleştirici misyonu gereği kendi kontrolünde bir sünnileştirme ve sünnicilik politikası izlediğini bununda alevi kitlelere olumsuz yansıdığını savunurlar. Sağ sol çatışmalarının yaşandığı dönemlerde istenmeyen hadiseler yaşanmış özellikle 1993 Madımak olayı alevi kitlede derin bir yara olarak kalmıştı. Bundan sonraki alevi sünni tertibi Gazi olayları olmuş ve bu sebeple tehdit altında olduğunu ve mesaj verildiğini algılayan Türk güvenlik bürokrasisi onayıda alınarak Kuzey Irak Çelik Askeri Harekatı sonlandırılmıştı. Günümüzde alevilerin kültür, inanç ve ibadethane konularında isteklerinin karşılanmadığının ifade edilmesi, bazı yörelerde alevi evlerinin işaretlenmeleri mezhepsel bir kargaşanın sebepleri olarak sunulmuştur. Özellikle Alman istihbarat teşkilatı BND'nin aleviler üzerindeki hassasiyeti ve yeni bir alevilik projesi göze çarpmaktadır. Aslında Ortadoğu gerçekten de mezhepsel çatışmaları barındıracak potansiyeldedir ve bu durum Türkiye'de de görülmüştür. Ancak Türkiye'de hiçbir zaman kitlesel manada alevi sünni çatışması yaşanmamıştır. Günümüz postmodern toplumsal düzeninde mezhebi grupların dışa kapalı evlilikleride özellikle büyükşehirlerde kenara bırakılmaya başlanmış, alevi sünni evliliklerinin sayısı artmıştır. Bu durum aslında toplumsallaşmanın en güçlü örneklerindendir.


Laik Muhafazakar İç Savaşı: Meşrutiyet döneminden beri bu hizipleşme görülmektedir. Alaylı mektepli subay çatışması olarak vuku bulan hadiseler Cumhuriyet ile birlikte artık topluma da yayılmıştır.  Özellikle Demokrat Parti'nin 1950'de iktidara gelmesi muhafazakar kitlenin özleminin neticesi olarak yorumlanmıştır. Necmettin Erbakan ile karşıt kitle tarafından selametçileri tanımlamak için siyasi literatüre sokulan Takunyalılar ile laiklerin çekişmeleri 28 Şubat döneminde ayyuka çıkacaktır.  Günümüzde ise laiklik hassasiyeti olan kitle bunu ısrarla gündeme taşımaktadır. Aslında kitlesel olarak bunun ifade ediliş biçimi 2007 süreciyle başlayan Cumhuriyet Mitingleriydi.  Sosyal medyanın da yaygınlaşmasıyla kıyafet tercihinden ötürü saldırıya uğrayanlar ile taciz vakaları, ruhi rahatsızlık veya hukuki bakış açılarının dışına taşınmış laik kesimler kendilerini ezilen ve istenmeyen ancak böyle olsa bile Cumhuriyet'in koruyucaları olan bir nevi sivil askerler olduklarının söylencesini devam ettirmişlerdir. 15 Temmuz süreciyle bu çatışma toplumsal mutabakata dönüşmüş ancak bir müddet sonra yeniden başlamıştır. Laik muhafazakar çatışması hiçbir zaman silahlı ve toplumsal mahiyeti olan eyleme dönüşmemiştir.


Muhafazakar Muhafazakar İç Savaşı: Üzerinde durulmayan bu hususun benzerleri Türk siyasi tarihinde görülmüştür. Muhafazakar parti ve aktörler, genellikle kendi tabanları ile görüşlerinden beslenenlerce hedef alınmış ve tasfiye edilmiştir. Günümüzde irili ufaklı kimi cemaatlerin muhafazakar bir iktidar partisini eleştirmeleri, muhafazakar kimlikleriyle bilinen kişilerin, 28 Şubat dönemini bile hayırla yad etmeleri, muhafazakar cenahtan gelen gazetecilerin farklı ve sert eleştirileri ile iktidar partisinin içerisinden çıkan ve halen etkin olan muhafazakar grupların yeni bir siyasi amaç planlamaları ileriki günlerde muhafazakar muhafazakar çatışmasının ip uçlarını vermektedir.


Ordu Ordu İç Savaşı: Devleti Aliyye tarihinden günümüze intikal eden bir vaka olarak gözükmektedir. Yeniçeri sipahi, alaylı mektepli subay kavgaları her daim görülmüştür. Tarihe 23 Ocak 1913 Babı Ali baskını olarak geçen hadisede hayatını kaybeden 9 kişiden 8'i askerdir. Yine Kurmay Albay Talat Aydemir'in darbe girişimlerinde lokal olarak karacılar ve havacılar çatışmış, Kara Harp Okulu taranmış 8 subay hayatını kaybetmiştir. En yakın tarihli ordu ordu çatışması ise 15 Temmuz girişiminde yaşanmıştır.  Emir komuta zinciri tamamen iğdiş edilmiş, askerler birbirlerine silah doğrultmuş, ateşlemiş, kalkışma karşıtı olanlar uçaklara yakıt vermek istememiş, askeri araçları bozmaya çalışmış, kuvvet komutanları ve Genelkurmay Başkanı bile derdest edilmiştir. 15 Temmuz'un belkide planlayıcıları tarafından en çok arzu edilen tarafı bu çatışmanın oluşturulması olmuştur.  15 Temmuz'dan sonra sivilleşme yolunda birtakım tedbirler alınmaya çalışılmıştır. Ancak cuntalaşma sürecinin şu anda ne olduğu konusunda tam bir veri bulunmamaktadır.


Ordu Polis İç Savaşı: Ne kadar büyük olsalarda hiçbir polis teşkilatı Dünya'nın hiçbir yerinde orduya denk bir güç olamazlar. Hem bu gerçek, hem Türk toplumundaki asker ağırlığı hem de 1990'lara kadar asker kökenlilerin müdür olarak atandığı Türk Polis Teşkilatı'nın tarihindeki bu kodlar polisin orduya karşı saygılı ve mesafeli durmasına sebep olmuştur. Özellikle askeri davalardaki gerginlikler, askerlerin konutlarına polislerin sokulmaları, bu tertiplerin polis teşkilatındaki müdürlerce organize edildiği teorileri asker ve polis arasını açmıştır. 15 Temmuz'da da asker ve polis kitlesel manada birbirlerine silah doğrultmamış kurşun atan ilk taraf olmayı tercih etmemişlerdir.  Aslında Gazi olaylarında tertip edilen askeri polisle karşı karşıya getirme projesi 15 Temmuz ile yeniden tasarlanmış ancak istenmeyen sonuçlar doğmamıştır.


Ordu Halk İç Savaşı: Türk tarihinin hiçbir safhasında ordu halk çatışması görülmemiştir. 15 Temmuz kalkışması ordu halk çatışmasından ziyade canı yanan öfkeli insanların ani reaksiyonları olarak yorumlanmalıdır. Ancak bu durumun kullanılmak istenmesi görülebilir.


Ordu Polis Halk İç Savaşı:  Günün getirdiği gereklilik dahilinde 15 Temmuz günü savaşa varmayan çatışmalar görülmüştür. 15 Temmuz'un belki de gayelerinden bir tanesi bu senaryonun denenmek istenmesiydi. 


Ulusal Merciler Küreselciler İç Savaşı: Özellikle Donald Trump'ın başkan seçilmesiyle gündeme gelen ulusalcı küreselci savaşları, kanlı çok büyük hareketlerden ziyade, ekonomik ve siyasi manüplasyonları içeren suikastlerinde dahil olacağı bir süreci Türkiye'de gösterebilir. Bu husus üzerinde Türk güvenlik mercileri ve siyaset bilimcileri yeterince durmamaktadırlar.

Türkiye tarihinde iç savaş yaşamaması bakımından güzel bir talihe sahip olmasının yanında ileriki dönemlerde iç savaş tehlikelerinede maruz kalabilecek ülkelerdendir. Şimdilik bu tehlikenin olasılığı düşük olabilir. İfade edilen senaryolardan Alevi Sünni İç Savaşı dışında, hemen hepsi aynı anda veya bağımsız olarak görülebilir. Coğrayadaki gelişmeler, Türk siyasi hamleleri, sosyal hareketlenmeler, ekonomik faktörler bunun belirleyicisi olacaktır. 

http://dikmecionur.blogspot.com.tr/2017/04/ic-savaslar-ve-turkiyede-yasanmasi.html


***

27 Haziran 2017 Salı

“ Güldal, Galiba Bunlar Beni Öldürecek...” Uğur Mumcu



“ Güldal,  Galiba Bunlar  Beni Öldürecek...” Uğur Mumcu


Harun Aydemir,
19.01.2004/Sayı:48


Karanlıkta Kalan Suikast

Tarih 2004’ü gösterirken Uğur Mumcu’nun yok edilişinin 11. yılını doldurmaktayız. Peki aradan bu kadar yıl geçmesine rağmen Uğur Mumcu’nun kimler tarafından öldürüldüğünü ortaya çıkara bildik mi? Bugüne kadar bu suikast üzerine sayısız yorumlar yapıldı. Bunların bazıları Uğur Mumcu’nun PKK tarafından, bazıları İslami terör örgütleri tarafından, bazıları ise; bu olaydan devletin sorumlu olduğunu ortaya koydular. Uğur Mumcu’dan sonra bu zincire yenileri eklense de sadece tetikçilerin ortaya çıkarılarak suikastların çözüldüğü havası verilmesi olayları daha da kızıştırıyor. Tarihe kara bir leke gibi düşen bu olaydan sonra çeşitli araştırma komisyonları kurulsa da olayın iç yüzünü ortaya çıkarmak hayalleri süslemekten başka bir şey yapmadı. Şimdi 24 ocak 1993 ve öncesinden bugüne yansıyan bazı olayları sizlere hatırlatarak yazının sonunda soracağım soruyla Uğur Mumcu’nun kimler tarafından öldürüldüğünü ortaya çıkaracağız.

Buyurun gelin buradayım!...

Uğur Mumcu 6 Aralık 1979 tarihinde farklı bir yazıyla okurlarının karşısına çıktı. İlgililere not başlığıyla tehdit edildiğini ve devletin görevini yapmasını hatırla tan Uğur Mumcu yazısında: “ MHP yanlısı Hergün gazetesi, yalan ve iftiraya dayalı yayınlarla beni, İçişleri Eski Bakanı Hasan Fehmi Güneş’i, CHP Senatörü Prof. Uğur Alacakaptan’ı ve CHP Milletvekili Prof. Muammer Aksoy’u kanlı çetelere hedef gösterici yayınlar yapmaktadır. 

Bana, Güneş’e, Alacakaptan’a ve Aksoy’a bir saldırı olursa, bunun sorunlusu MHP yanlısı Hergün Gazetesi ve “Sonları fena olur” gibisinden açık tehditler 
savuran MHP Niğde Milletvekili Sadi somuncuoğlu’dur...” ifadelerini dile getiren Mumcu yazıyı şu metinlerle sona erdiriyor: “Yılmayacağız, korkmayacağız 
ve cinayet şebekelerinin üstüne var gücümüzle gideceğiz. Buyurun gelin buradayım!...”

Devlet isterse çözer

Ankara DGM Cumhuriyet Başsavcısı Nusret Demiral’ın iddiası şu şekilde: “Eğer bu olayı devlet çözmek isterse katiller bulunur ama istemezse bulunamaz. 
Siz gidin, Bakanlara, Başbakana rica edin. Onlar düğmeye basarsa Uğur Mumcu’nun failleri bulunur ve ben dava açarım. Uğur’la ilgili tüm kuruluşları bana bağlasınlar. Bana bağladıkları takdirde ben de çözebilirim.” Bu ifadeleri kullanan Demiral “bunu İslami Hareket Örgütü yaptı” diyerek olayların çözülebilir ancak engellendiği havasını yansıtmaktadır. Ancak bu ifadelere rağmen Uğur Mumcu’nun “Nusret Demiral görev yaptığı sürece işlenen faili meçhul cinayetlerin hiçbiri çözümlenemez” demesi ise suikastların hiçbir zaman aydınlığa kavuşturulamayacağının bir göstergesidir.

Sürgüne gönderilen yapımcı

Uğur Mumcu öldürülmeseydi Nurzen Amuran tarafından yapılan ve TRT’de yayınlanan “Rabıta” adlı programa katılacak ve bu programda bazı belgeleri 
açıklayacağını söylemişti. Ölümü nedeniyle gerçekleşemeyen bu çalışma daha sonrasında Nursen Amuran’ın yapımcılıktan çıkarılıp sürgün edilmesine 
neden oldu.

Uğur Mumcu’nun evinin yakınında bulunan ve güvenliği açısından önemli bir yere sahip olan durağın kaldırılmasının istenmesi ise başka bir boyut. 
Uğur Mumcu’yla diyalog içerisinde bulunan taksi şoförleri. Mumcu onlardan her an bir çapraz ateşe tutulabileceğini ve göz kulak olmalarını istemiş. 
Taksi durağının kaldırılması engellenince de bu sefer Mumcu’nun evine doğru park edilen taksilerin yönlerini evi görmeyecek şekilde değiştirilip evi gözlenemez hale getirilip camların normal camdan buzlu cama çevrilmiş. Bu olayın arkasında kimin olduğu ise olayı daha da ilginç kılıyor: 

DİSK Başkanlar Kurulu üyesi Ömer Çiftçi. Bunu öğrenen Mumcu Çiftçi’ye “Sen benim güvenliğim açısından önemli olan bu durağı niye kaldırmak istiyorsun, 
amacın nedir senin? Hem de ben kaldırılmasını istiyormuşum gibi niye yalan söylüyorsun?” Olaylar bu şekilde gelişirken taksi şoförlerinin bir anda yön 
değiştirerek Ceyhan Mumcu’ya itirafları ise şöyle olur: “Abi artık konuşmak istemiyoruz. Bizden duymamış ol, biz bu konuda tehdit edildik. Biz artık kimseyle konuşmayacağız. Başımız derde girer.” Buradan da taksi durağının kaldırılmasının arkasındaki asıl kişilerin daha büyük bir güce sahip olduğunu anlayabiliyoruz.

Mumcu: beni hedef mi yapıyor?

Uğur Mumcu AnmasıTaksi durağı olayından sonra Ömer Çiftçi’nin ismine bir kez daha rastlıyoruz. Çiftçi’nin bir gün Mumcu’ya yüksek sesle dışarı çıkıp 
çıkmayacağını sorması ise Çiftçi’nin bu olaylarla bağlantılarını daha da artırıyor. Mumcu (eşine) o anı şu şekilde dile getiriyor:

“Camı açarken Ömer Çiftçi bana bugün dışarı çıkıp çıkmayacağımı sordu.”

“Peki, sen ne söyledin?”

“Çıkacağımı...”

“Ne var bunda, niye bu kadar şaşırdın?”

“Sence tuhaf değil mi? Ömer Çiftçi dışarı çıkıp çıkmayacağımla niye ilgileniyor?”

MİT biliyordu...

Dönemin CHP Malatya Milletvekili Mustafa Yılmaz ise şu sözlerle gündeme oturuyor: “ Uğur Mumcu Cinayetini MİT biliyordu ”

Buna benzer başka bir ifade ise Şevket Kazan’dan geliyor. Şevket Kazan elinde bir MİT belgesi bulunduğunu ve bu belgede MOSSAD’ın üç elemanının 
Uğur Mumcu’yu ve Mehmet Ali Birand’ı öldürmek üzere Türkiye’ye girdiğini ve halen bu kişilerin İsrail Büyükelçiliği’nde bulunduklarının açıklamaktan 
kaçınmayacaktı.

22 Ocak 1993 tarihinde Cemalettin Kaplan’a bağlı bir hoca ise camide şu ifadeleri kullanacaktır: “İki gün sonra Uğur Mumcu ve Oktay Ekşi geberecek.” 
Bu sözler aynen gerçekleşiyor ve Uğur Mumcu 24 Ocak’ta öldürülüyor. Bu konunun üzerine ne kadar gidildiğini bilmiyoruz; ama bu olayla –tarihi de göz 
önünde tutarsak- Cemalettin Kaplan’ın bağlantısı olduğu apaçık ortada.

Cinayeti biz işledik!...

Suikast günü Güldal Mumcu adına Berlin havaalanından imzasız olarak gönderilen mektupta şu ifadeler yer alıyor: “İslamlara ve zavallı Kürt köylüsüne 
zulmedenlerin kıçlarında bombayı patlattığımız zaman neler hissettiklerini merak ediyoruz.” Bunlara dayanarak da suikastın İslami terör örgütlerine doğru 
kaydığını görüyoruz.

Adı Jirayir olan bir şahıs ise şu ifadelerle ortaya çıkıyor: “Uğur Mumcu cinayetini kimlerin gerçekleştirdiğini biliyorum, cinayeti biz işledik. Güldal Mumcu’yu da 
öldürmemiz bu birimce kararlaştırıldı. Ancak onu öldürmeyi ben içime sindiremiyorum, yurt dışına kaçabilmem için sonra iade edilmek üzere ödünç para istiyorum”

Cumhuriyet İzleme Kurulu’ndan bir üye ise Uğur Mumcu’nun daha önce de, Vuralhan olayından dolayı öldürülmek istendiğini, ancak MİT’in bunu önlediğini 
iddia etti. Bu olaylar şu şekilde gelişmeye devam ediyor: O tarihlerde Uğur’un oturduğu dairenin bir üstüne üç kişi taşınıyor, yöneticinin ısrarına karşın bu 
kişiler kimliklerini açıklamıyorlar. Bunlardan ikisi İranlı, birisi Türk. Bir gün bu şahıslar, MİT mensubu Mehmet Eymür ile karşılaşıyorlar ve kapı önünde kısa bir 
konuşma oluyor.

Suikast üzerine artan iddia ise bir yenisi daha ekleniyor. Bu iddia temel dayanağı ise yazarın, yazılarıyla, silah kaçakçılarını, uyuşturucu ticaretiyle uğraşan 
mafya mensuplarını rahatsız etmesiymiş.

Genel Kurmay’ın bir çete olduğunu, Kemalizm’in birinci özelliğinin Anadolu halklarına düşmanlık olduğunu, dolayısıyla Kemalizm terk etmeden Türkiye’de 
demokrasi olmayacağını Kemalizm’in yalan üzerine kurulduğunu ifade eden Ali İhsan Yıldırım adlı şahıs ise Mumcu için şu ifadeleri kullanmaktan kaçınmıyor: 
“Eskiden MİT süflörlüğünü Uğur Mumcu yapardı çete kavgasında öldürülünce yerine Çölaşan geçti.

Yine aynı açıklamalar

Dönemin İçişleri Bakanı İsmet Sezgin “bu örgüt üyelerinden Ekrem Baytap, Zübeyir Gümüş, Abdullah Yiğit ve Mustafa Kayacan sahte kimlikli 
İrfan Çağırı’cı isimli kişilerden, herhangi birinin yakalanması halinde, Mumcu olayının aydınlatılmasında önemli mesafe alınacaktır” açıklamaları ise 
tekrarlanan suikastı çözme çabalarına(?) bir yenisini daha ekliyor. Bunun yanında İsmet Sezgin’in diğer bir iddiası da şöyle: “Uğur Mumcu’yu 
İrfan Çağırıcı öldürdü”

Bu iddia ise bir dönem Almanya’da yaşayan ülkücü lider Musa Serdar Çelebi’den. Bunlara bir yenisini ise Çelebi şöyle ekliyor: "Gladio mu, özel harp mi, 
kontgerilla mı dersiniz. Bu güç Türkiye’de var. İpekçi ve Mumcu’yu onlar öldürdü.” Tabi ki bu iddiaların neden bu insanlar tarafından ele alındığı ise 
sorulması gereken başka bir soru.

Uğur Mumcu:
Ankara Sıkıyönetim Komutanlığına,

Bu gün saat 12.00 sularında adının Fevzi Tuz olduğunu söyleyen bir şahıs, gazete bürosuna gelerek, kendisinin Tercüman Gazetesi yazarlarından 
Ergün Göze’nin akrabası olduğunu Göze’nin kendisini bir telgraf ile İstanbul’a çağırarak beni öldürmesini istediğini bildirmektedir...”

Kürt Dosyası

Uğur Mumcu’nun ölümünden önce de ele aldığı konular Kürt sorunlarıyla gün yüzüne çıkıyordu. Son çalışması ise tamamlayamadığı Kürt Dosyası oldu. 
Bu çalışmayla bu sorunun üzerine detaylarla ilerleyen Mumcu’nun ele aldığı başka bir konu ise şuydu:

Abdullah Öcalan’ın 12 Mart döneminde gerçekleşen ihtilalde herhangi bir nedenle kayrıldığı düşünerek bu olayı araştırmaya koyuldu. Elde ettiği bilgiler 
PKK liderinin yakınında kuşkulu iki kişi daha olduğu ortaya koyuyordu. 1978'de evlendiği karısı Kesire Yıldırım ve yanından hiç ayrılmayan Ağrılı Pilot Necati.

Soruların cevapları Öcalan'ın konuşmalarında

Böyle bir iddiayla da karşımıza çıkan farklı bir isim ise Binbaşı Cem Ersever. Ersever: Öcalan’ın Uğur Mumcu’nun kendisinin geçmişini araştırdığını 
Yalçın Küçük’e anlattığını, Mehmetçik gazetecilerle ilgili gerekenlerin yapılmasını, bu cinayetin de İslami örgüt bağlantısı olmadığını ifade ediyor.

Uğur Mumcu’nun ölümünden önce 1 yıl içerisinde yazdığı yazılar araştırılarak şu veriler elde ediliyor: 2 Şubat 1992 tarihinde Milliyet gazetesinde başlayan 
ve öldürüldüğü gün olan 24 Ocak 1993’e kadar geçen süre içinde Cumhuriyet gazetesinde Gözlem sütununda yayımlanan 330 köşe yazısı baz alınarak

Mumcu’nun, 158 yazısını “Kürt” sorununa ayırdığı, bu da yazılarının yüzde 52.6’sını oluşturduğudur. Uğur Mumcu’nun en çok üzerinde durduğu ikinci konu 
ise 117 yazıyla ABD olurken, üçüncü sırada ise yine birinci konu ile bağlantılı olarak 114 yazıyla da PKK yer alıyordu. Bu da Mumcu’nun son dönemlerde 
İslami terör örgütlerine fazla değinmediğini ortaya koyuyor.

Ceyhan Mumcu’nun ifadelerine göre Uğur Mumcu’nun kendisine yakında çıkacak kitabında PKK içinde kaynayan ajanların listesini yayınlayacağını söylüyordu. 
Bu konuşma Mumcu’nun ölümünden birkaç gün önce gerçekleşmiştir.

Tuğlayı çekersem yıkılır;  Ama Çekemem

Bu ifadeyi kullanan ise bu günlerde DYP’nin genel başkanı olan Mehmet Ağar. Olayların sanki birbirine bağlı olduğunu ve bu olayın aydınlatılması yukarı 
birimlerden engelleniyormuş anlamı veriliyor.

Devlet üzerinde yoğunlaştırılan ifadeler daha da artırılıyor. Bu ifadeleri kaçınmadan kullanabilenler ise devletin birimlerinde görev yapan insanlar. 
Örneğin DGM Savcısı Ülkü Coşkun’un iddiası da bunlara bir yenisini daha ekliyor: “Devlet isterse çözer”

O dönemde görev yapan Sıkıyönetim savcısı Baki Tuğ ile Öcalan’ın birbirleriyle olan bağlantısını, PKK’nın güçlü komutanı Cemil Bayık’ın o dönemde 
İran’da bazı isimlerle görüşmeler yaptığını, Türkiye’de Hizbullah örgütünün ortaya çıkmasını Mumcu ortaya koymuştu.

Mumcu’nun ölmeden öncede ortaya koyduğu sav da buydu. Bu konu üzerine yoğun araştırmalar yapan Mumcu, Abdullah Öcalan’ın devlet tarafından 
korunduğunu da ifadelerinde yer veriyordu. Ayrıca Mumcu bu konuyla ilgili derinlemesine araştırma yapmaya koyuldu. 

Baki Tuğ’dan istemiş olduğu bir belge vardı. Bu belgeyle de Mumcu bir çok konuya çözüm getireceğine inanıyordu. Tuğ’dan bu raporu istemiş ve Tuğ raporu Mumcu’nun kendisine vereceğinin sözünü vermişti; ama ne olduysa Tuğ, Mumcu’nun karşısına bir gün istediği belgeyi bulamadığını söyleyerek çıkmıştı.

SAVAMA işin içerisinde

MİT Müsteşarı Sönmez Köksal, Başbakanlık İstihbarat Koordinasyon Makamı’na yazdığı bir Rapor’da Uğur Mumcu Suiskastı ile ilgili olarak sunduğu 
açıklamalardan bir kaçı şöyle: Suikasttan İran İstihbarat Bakanlığı SAVAMA’nın bazı kadrolarının kullanıldığı ve İran İstihbarat Bakanlığı’na bağlı elemanlar, 
ABD istihbaratı ile organize biçimde çalıştığı öğrenildi. Suikastle ilgili durulması gereken örgüt İran’da bir illegal örgüt. İran Savunma Bakanlığı’nın İngilizce 
baş harflerinden oluşan “Ministry Of Defance” (MOD) olduğu belirlendi. İran İstihbarat Bakanlığı’ndan “SAVAMA” ile MOD ortaklaşa karanlık işler yapıyor.

İsrail üzerinde yoğunlaşan bulgular

1992 yılında Mumcu, İsrail’in Barzani’ye 50 milyon dolar para verdiğini ortaya koymuştu. Bunun üzerine İsrail Büyükelçiliği’nden telefonla aranarak elçinin 
kendisi ile tanışmak istediği bildirilmiş ve dışarıda yemeğe davet edilmişti. Mumcu’nun eşinin bu davete kabul edilmemesinin sebebi ise şüphe uyandıracak 
başka bir nokta.

Murat Demir ve Murat İpek, 28 Şubat sürecinin ardından Deniz kuvvetleri Komutanlığı içine, “köstebek” yerleştirmekten yargılanan Emniyet Genel Müdürlüğü eski İstihbarat Daire Başkan Vekili Hanefi Avcı tarafından istihdam edilmişlerdi. Bu kişiler Mumcu cinayetiyle ilgili olarak Kuzey Irak kökenli bir Kürt olan Velit Hüseyin’in ismini ortaya koydular. Deneyimli bir bomba uzmanıydı. Mumcu’nun dışında kaç kişiyi de havaya uçurduğu ise sorulan sorular arasında. 
Velit Hüseyin, 1 Mart 1998 yılında Silopi’de öldürüldü(?) Bundan dolayı bu olayın üzerine gidilemedi.

İran neden Suikast yapsın?

Uğur Mumcu’ya suikastın yapıldığı gün Amerikan ambargosu altında ezilen ve İran’dan gelen bir heyet Türkiye ile 25 milyar dolarlık bir anlaşma imzalayacaklardı. 

Bu durumu da göz önünde bulundurursak suikastın İran tarafından gerçekleştirilme olasılığı da azalıyor.

Böyle bir ifadeyi kullanmaya yeltenen onursuzlar ise kendilerini İslami bir karaktere büründürenlerdir. İfadenin tam metni şu: “Uğur Mumcu, İslami Kurtuluş Örgütü adına cezalandırılmıştır!” Cumhuriyet gazetesine gelen telefon böyle.

Soruyoruz. Bir çok karanlığı aydınlığa kavuşturan, mafya devlet ikilisi arasında delilleri ortaya koyan, öldürülmeden önce kürt sorunu üzerinde yoğunlaşan 
bu gazetecinin neden bir koruması yoktu? Hem de ülkemizde anayasal düzeni yıkmak isteyen, Atatürk’ün fikirlerine ve ideolojilerine düşman olan, onun 
ilkelerinden biri olan Laiklik kavramını ortadan kaldırıp yerine şeriat düzeni getirmek isteyen, hakkında soruşturma açıldığı halde yargılanamayan, tedavi amaçlı yurt dışına gittiğini ifade ederek yargıdan kaçan, ülkede bir çok devlet kurumunda örgütlenerek ilerde büyük bir kaos oluşturmak isteyen, yeşil sermayeyi kullanarak bir çok alt yapı oluşturan, medeniyetten nasibini almamış çağdaşlık adına hiçbir belirtisi bulunmayan, geçmişte ayaklar altında ezilerek yıkılan saltanat ve hilafetin özlemi içerisinde yanıp tutuşan bir Hoca efendinin bir koruması varken. Neden soruyoruz. Mumcu’nun neden yoktu? Onu neden belinde silah taşıyan biri haline soktunuz? 

Neden?

“Güldal, galiba bunlar beni öldürecek...”

Uğur Mumcu’nun o dönemde endişeleri git gide artıyordu. Gazete satırlarında Mumcu bir gün şu satırları okuyacaktı: “Herkes maskesini çıkarsın, yoksa 
yüzlerindeki maskeleri biz yırtacağız. Biz yırtmasak bile Kürt halkının dinamiği yırtacak. Herkesin notu, karnesi belli olmuştur. Kürt düşmanlığı yapmamak 
bile bir namus ölçüsüdür.”

Ayrıca Mumcu o dönemde aynı ifadeyi İlhan Selçuk’a da kullanıyordu. “İlhan abi bunlar bizi öldürecekler”

Uğur Mumcu uykusunda kötü bir kabus görür. Hemen eşine gördüğü şeyi anlatır:

“Bir rüya gördüm Güldal. Korkunç bir patlama oluyor. Bu patlama sonrasında bacaklarım yok oluyor. Bedenimin bu halini yukardan seyrettim.”

Yazının başında da ifade ettiğim gibi sizlere bazı şeyleri hatırlatarak bir soru soracağım. Sıkı durun bu sorudan sonra Uğur Mumcu’nun katilini bulacağız.

Hazır mısınız? Soruyorum o halde. Sizce Uğur Mumcu’yu kim öldürdü? Bu sorunun içerisinde sizler boğuşurken Mumcu’nun şu sözlerini de aklınızdan çıkarmayın. 

Sinmişti halk. Korkuyordu. İşkence haberleri öylesine ürkütücüydü ki...


http://www.turksolu.com.tr/48/aydemir48.htm

***

Siz Kimin “Atatürk”ünden Yanasınız?


Siz Kimin “Atatürk”ünden Yanasınız?


Güneş Ayas
19.01.2004/Sayı:48



Geçen hafta 32. Gün programından geldiler. Atatürkçülükle ilgili özel bir program yapacaklarmış. Bizim de “farklı bir Atatürkçülük anlayışımız” olduğunu 
düşündükleri için görüş almak istiyorlar. “Farklı Atatürkçülükler yoktur, Atatürkçülük tektir ve biz de ondan farklı bir şey savunmuyoruz” dedik ve hemen sorduk; sahi siz durup dururken niye böyle bir program yapma ihtiyacını duydunuz?

Hüsrev Kutlu’nun sözlerinden yola çıkmışlar. Asker Atatürk mü, sivil Atatürk mü? sorusundan başlayarak soruları sıralıyorlar.

Hüsrev Kutlu Atatürk’ün Mareşal resminden rahatsız olmuştu ya, 32. Güncüler de hemen kalpaklı Atatürk’ü soruyorlar: Niye Atatürk’ün kalpaklı resimlerini 
tercih ediyorsunuz?

Gazetede veya eylemlerimizde kullandığımız Atatürk resimleri için böyle bir ısrarımızın olmadığını söyledik, gerçekten de yok ama düşünmeden de edemiyoruz; peki siz neden “kalpaklı Atatürk”ten bu kadar rahatsızsınız?

Şeriatçılar asker Atatürk’ten neden rahatsız?

Ya Hüsrev Kutlu, neden tam da böyle bir zamanda “ Asker Atatürk”ten rahatsız oluyor?

Gerçi şeriatçı biri Türkiye’de Allah’tan çok askerden korkar bu yüzden herhangi bir sebeple askerden rahatsız olması hiç de şaşırtıcı değil. Değil ama 
şeriatçıların “Asker Atatürk”e karşı “cumhurbaşkanı Atatürk”ü savunmaları eminiz ki şeriatçıların bu ülkedeki tarihini biraz olsun bilen herkesi bayağı 
güldürmüştür.

Nedenine gelince;

Şeriatçılar yıllardır Atatürk’e açıkça saldıramadıkları için kaçak güreşiyorlar. Vatan kurtaran bir kahramanın düşmanı olmak kolay değil. Adınız gavura, 
vatan hainine çıkar, insan içine çıkamazsınız. Onun için de ya Atatürk’ün vatan kurtaran bir kahraman olduğunu her şerefli Türk gibi içten gelen bir minnet 
duygusuyla kabul edeceksiniz, yok bundan rahatsızsanız bu sefer mecburiyetten paşa paşa kabul edeceksiniz. İşte şeriatçılar ve mandacılar da hep bunu 
yaptılar. Bu yüzden de Türkiye’de hep “asker Atatürk”ten yana oldular.

Yani Dumlupınar’daki Atatürk’e mecburiyetten tamam ama hepsi o kadar.

Atatürk düşmanları asker Atatürk ile devrimci Atatürk’ü birbirinden ayırıp Atatürkçülüğü milletin hafızasından silmeye çalıştılar. 
Ne demişti geçenlerde AKP’li Bakan; “Atatürk’e evet, Atatürkçülüğe hayır”.

Kurtuluş Savaşı sırasında da muhaliflerin izlediği yol buydu. Sakarya Savaşı’ndan sonra Atatürk’ü orduların başına geçirip meclisten uzaklaştırmaya çalıştıklarını 
hatırlarsınız. Atatürk’ün bu saldırıya verdiği akıllıca bir yanıtla hem orduların başına geçip hem de mecliste tüm yetkileri elinde topladığını da...

Peki sonra ne oldu? Mecliste kaybedince bu sefer birden “asker Atatürk”e karşı çıkmaya başladılar. Bu dönem boyunca tüm dertleri Atatürk’ü başkomutanlıktan 
almaktı. Çünkü bu başkomutanlık onların da elini kolunu bağlıyordu.

Kurtuluş Savaşı bitip de Mustafa Kemal Türk Ordularının muzaffer komutanı olarak İzmir’e girdiğinde ise “bizimkiler” yine eski senaryoya dönmüştü. 
“Mustafa Kemal Ordularının başındaki zaferleriyle tarihteki yerini alsın, Allah O’ndan razı olsun, artık vatan kurtuldu, bundan sonrası Halife efendimizin işi.”

Bundan sonrasını herkes biliyor. Muhalefetin programında hep tek bir madde oldu: “Cumhuriyete ve Atatürk’ün Cumhurbaşkanlığına muhalefet”.

Tüm bunlardan sonra Hüsrev Kutlu’nun tutup “asker Atatürk”e karşı “Cumhurbaşkanı Atatürk”ü savunacak noktaya gelmesi ilginçtir.

Ne değişti?

Niye sivil Atatürk istiyorlar?

Değişen bir şey yok. Ancak şunu görmek gerek. Atatürk düşmanları Atatürk’ü bu toplumun hafızasından silemeyeceklerini anladılar. 
Sadece bu da değil, Türk milletinin Ordusuna Atatürk’ün yadigârı olarak baktığını, Mustafa Kemal tavrını bu ocaktan beklediğini ve bu ocağın da bu tavrı 
alabilecek yegâne kurum olduğunu gördüler. Şimdi yalnız şeriatçılar değil tüm Atatürk ve Ordu düşmanları AB yolundaki “sivilleşmemize” koşut bir “sivil Atatürk” yaratmaya çabalıyorlar. Türkiye’nin sömürgeleşmesini ancak Atatürkçü millet ve ordunun engelleyeceğini bildikleri için işe buradan başlıyorlar. 
Önce yapay bir sivil-asker ayrımı, sonra da Atatürk ile Ordu, Atatürk ile emperyalizmle mücadele ruhu arasındaki bağlantının silinmesi. 

Yani olmayacak bir düşün peşindeler. Hem Atatürk deyince akla Atatürkçülüğün, devrimciliğin değil sadece vatan kurtaran bir askerin gelmesini istiyorlar, 
hem de bu askerin emperyalizmin ve şeriatçılığın karşısında bir Ordu mensubunu değil sivil bir siyasetçiyi çağrıştırmasını istiyorlar. Bakın bu neden mümkün 
değil.

Hüsrev Kutlu’nun rahatsız olduğu Mareşal giysili resimden yola çıkalım. Asil ve mağrur duruşuyla bir Mareşali en iyi şekilde yansıtan Atatürk resmini hepiniz 
görmüşsünüzdür. Öyleyse bir önceki kareyi de hatırlamalısınız. Atatürk’e Mareşal ünvanı Sakarya zaferinden sonra Meclis tarafından verilmişti. 

Bu sırada Atatürk tam da Nâzım’ın tarif ettiği gibi sarışın bir kurda benziyordu, mavi gözleri çakmak çakmaktı ve şayak kalpaklıydı. Bu “şayak kalpaklı adam” 
yalnız cephelerde komutanlık yapmakla kalmıyor Meclis’te de başkanlık yapıyordu. Yani şimdiki terminolojiyle hem sivildi hem asker, hem kalpaklı Kuvayı Milliyeci hem de iyi bir devrimci. Hüsrev Kutlu onda sadece sıradan bir askeri görebilir ama Erkin’in dediği gibi emperyalizmle savaşan mazlum milletlerin içindeki generaldi Mustafa Kemal.

Türk toplumunda sivil-asker ayrımı yoktur

Sivil-asker diyerek yarattıkları yapay ayrım bizim gibi toplumların hiçbirinde hiçbir zaman varolmadı. Bugün de yok. Atatürk bizim için hem devrimcidir, 
hem askerdir, hem düşünürdür, hem başöğretmendir, hem liderdir, hem Türk’ün Atasıdır, yani bunların hepsidir. Hepsinden önemlisi de Türk milletinin bir 
evladıdır.

Onun elinden başkomutanlığı almaya çalışanlara şöyle demişti: “Başkaca ikinci bir saadetim olacaktır ki o da mukaddes davamıza başladığımız gün bulunduğum mevkiye yeniden dönebilmem imkanıdır. Sine-i millette serbest bir fert olmak kadar dünyada bahtiyarlık var mıdır?”

Gerçekten de Türk milletinin bir evladı olmak Atatürk için en büyük makamdı. Onun için Ordu Türk milletinin silahlanmış haliydi, bunun için de sivil-asker 
gibi bir ayrım gütmedi.

Türklerin tarih boyunca kurduğu Ordular soyluluğa dayanmaz, hep halk ordusudur. Bunun için de Attila kendisinin ne kadar aristokrat olduğunu kanıtlamak için bilmem kaç göbek sülalesini sayan Roma İmparatoru’na “ben de soylu bir milletin evladıyım” demekle yetinmişti. “Benim için en büyük şeref Türk olarak doğmuş olmamdır” diyen Atatürk de bu milletin bir evladıydı.

Şimdi bize zorla dayatılmak istenen sivil-asker ayrımı aslında Batıdan kopya edilmiş bir modele dayanıyor. Batı toplumlarında Ordu hakim sınıfların bir baskı 
gücüdür. Halktan ayrı, halka kapalı ve halka karşıdır. Orada gerçekten sivil ve asker ayrımı vardır ancak bizim gibi toplumlarda devlet emperyalizme karşı 
milletin tek vücut halinde direnişinden doğduğu için asker, aydın, emekçi ve gençliğin hepsi sivildir, emperyalizmin ve onun ordularının işbirlikçileri ise sivil 
olmayan güçlerdir. Ordu da halkın ordusudur.

Peki Atatürk?

Atatürk de halkın içinden çıkmış bir kahramandır. Onun için de daha Kurtuluş Savaşı başlamadan Anadolu köylerinde bir “Sarı Paşa” efsanesi dolaşmaya 
başlamıştır. Halk Kurtuluş Savaşı’nı başlatan lideri kendisinden ayrı bir kurumun mensubu olarak değil kendinden biri olarak görmüş, “Sarı Paşa” diye 
çağırmıştır.

Atatürk Mussolini’yi Mareşal Üniformasıyla korkutmuştu

“Sarı Paşa” için de asker veya “sivil” olmanın pek bir önemi yoktur. Önemli olan verilen mücadeledir. Tüm görevlerinden istifa edip Sivas Kongresi’ne 
“sivil” olarak katılan ama buna rağmen Sivas halkı tarafından coşkuyla karşılanıp koruması sağlanan da aynı Mareşal değil miydi? Hüsrev Kutlu’ya göre 
Cumhurbaşkanı olduktan sonra Atatürk bir daha asker kıyafeti giymemiş, bu yüzden o resim Atatürk’ü yansıtmıyormuş.

Ben Atatürk’ün asker kıyafetini tekrar giydiği birkaç olay hatırlıyorum. Acaba AKP’liler neden hatırlamazlar. İşte bir tanesi; bir gün İtalyan Büyükelçisi 
“Cumhurbaşkanı Atatürk”ün makamına gelir ve laf arasında üstü örtülü biçimde Antalya ile ilgili isteklerinden bahseder. “Cumhurbaşkanı Atatürk” hemen 
izin ister ve iki dakika sonra “Mareşal Atatürk” olarak geri döner, kıyafeti değişmiştir. Sonra da büyükelçiye dönüp asker kıyafetini değiştirmenin kolay ama taşımanın zor olduğunu söyler.

Mesaj verilmiştir.

Bir an düşünün Kıbrıs, Güneydoğu ve Kuzey Irak...

Acaba Atatürk bunları görse sivil mi kalırdı yoksa yine Mareşal kıyafetini mi kuşanırdı?

32. Gün’den gelenler belki hâlâ kalpağı merak ediyorlardır. Onlara da Atatürk cevap versin.

Ölmeden hemen önce Hatay görüşmeleri tıkanınca bakın Atatürk’ün aklına ne geliyor; çete kıyafetlerini kuşanıp, Hatay’da çeteciliğe başlamak, hatta diyor 
ki bu Fransız Suriye’ye bağımsızlığını vermeyecek gidip orada da savaşmak lazım. Çete kıyafeti dediğiniz nedir, başta Astragan Kalpak, omuzda çapraz fişeklik. 

Ama dikkat edin, bunları söyleyen Atatürk’ün sırtında şık bir takım elbise vardır yine de ve CHP Kongresi’nde Laiklik ilkesini programa eklemekle uğraşmaktadır. 
Halkevleri açmaktadır, çağdaşlaşma kavgasını sürdürmektedir. Bunlar farklı “Atatürk”ler değil ki...

Şapka ve kalpak neleri simgeler

Kalpaklı da olsa, fötr şapka ve takım elbiseli de olsa Atatürk şüphesiz aynı Atatürk’tür. Ancak Atatürk’ün ölümünden sonra Atatürk’ün resimlerinin de bir imaj yaratmak üzere Atatürk karşıtı güçler tarafından kullanıldığını ortaya koymak gerek.

Bize “niye kalpaklı Atatürk resmini kullanıyorsunuz” diyenler acaba neden hep şapka ve fraklı Atatürk resimlerini kullanırlar?

Sahte Atatürkçülerin yayın organları Kalpaklı Atatürk resmini unutturmak için ellerinden geleni yapmaktadır. Neden?

Çünkü onlar Atatürk’ün giydiği şapkadan Atatürk’e taban tabana zıt bir karakter yaratma peşindedirler.

Ömer Seyfettin’in bir hikâyesinden biliyoruz; Osmanlı’nın son yıllarında şapka giyenler halk arasında hoş karşılanmazdı. Şapkayı Atatürk giymiyordu ki 
kozmopolit alafranga züppelerin simgesiydi şapka.

Cumhuriyet döneminde ise gericiliğe karşı mücadelenin simgesi oldu. Böyle dönüşümler toplumların hayatında sık yaşanır. Örneğin Fes ilk giyilmeye 
başladığında modernliğin simgesiydi, sonra ise taassubun simgesi haline geldi. Şimdi dönüp fese bakan kimsenin aklına modernliğe ilişkin bir şey 
gelmeyeceği açıktır.

Kalpak niye geri döndü?

Cumhuriyet döneminde şapka giyen Atatürk daha bir yıl önce kalpağıyla emperyalizme karşı muzaffer olmuş ve bu mücadelesini diğer sahalarda sürdüren devrimci, antiemperyalist bir liderdi. Türk milletinin sarı paşasıydı. Onun için de kafasındaki şapkayı kimse yadırgamadı, tersine bu halkın gericiliğe karşı tepkisinin simgesi oldu.

Ama şimdi antiemperyalist-devrimci ve halkçı bir Atatürk silinip yerine “şapkalı Atatürk” geçiriliyor. Şapkayla simgelenen Atatürk artık Atatürk’e taban tabana 
zıt bir kişiliktir: Batıcı, aydınlanmacı, “sivil”, statükocu bir “devlet adamı”.

Atatürk’ü altedemeyenler O’nu kendilerine benzetme yoluna gitti. Şeriatçılar ve komprador solcular ise bu sahte Atatürk portresinin üzerinden bir Atatürk 
düşmanlığı propagandasına girişti. Böylece elele kalpak unutturuldu.

Kalpağın geri dönüşü Türkiye’de devrimci, milliyetçi ve Atatürkçü bir uyanışın başlamasıyla birliktedir. Madem ki Türkiye 1919 koşullarındadır Atatürk yeniden 
dirilmelidir, tam da 1919’daki kalpaklı haliyle. Kalpaklı Atatürk’e daha fazla yer verenlerin kalpaksız Atatürk’ü sevmediklerini nereden çıkardınız. Tersine onlar 
gördüğümüz bütün Atatürk resimlerinin o aynı kalpaklı resimden türediğinin bilincindedir. Ancak o kalpağın nasıl ve ne amaçla sansürlendiğini anlayacak kadar da uyanıktırlar.

Kalpak, bugün Türkiye’deki Atatürkçü, milliyetçi, devrimci uyanışın simgesidir. Bu simgeler çoğu zaman gerçek bir askeri tedbirden çok daha etkilidir, Atatürk 
Mussolini’nin elçisine silah falan çekmemiştir, harp de ilan etmemiştir, sadece üniformasını giymiştir o kadar.

İşte Meclis’teki o Mareşal resmi emperyalist Batıya ve Türkiye’yi parçalamak isteyenlere karşı “haddini bil” mesajının simgesidir. Bunun için onlar “ Şapkalı 
ve sivil! ” Atatürk’ü Pazarlamaktadır.

Rahatsız olduğunuz bütün Atatürkler geri geliyor

Atatürk Kurtuluş Savaşı’nı bitirince üniformasını çıkartmış bir daha da giymemiş! Bak sen; demek ki sizin “sivil Atatürk”ünüz istediği zaman üniformasını giyip 
Mussolini’ye “posta koyuyor”, sonra kalpağını giyip 56’sında çeteciliğe soyunuyor. Herhalde siz böyle bir sivilliği kastetmemiştiniz.

Deniz Gezmişlerin 68’lerde temel sloganlarındandı “Mustafa Kemaller geliyor”.

Gazeteci de sanki bunu biliyormuşçasına soruyor; Atatürk gelse bu Atatürk’lerin hangisi olurdu?

Bir daha söyleyelim, farklı Atatürkler yok, Atatürk bir tane ama sizin rahatsız olduğunuz ne kadar Atatürk varsa hepsinin tek tek geri geleceğini bilin.

Bilin de korkunuz artsın.

Mareşal Atatürk geldiği gibi kıyafetini giyecek ve Kıbrıs’ta Rumun planını bozacak, Kürt devletini kurdurtmayacak,

Devrimci Atatürk bakalım bu cici demokrasiye kaç saat tahammül edebilecek

Kalpaklı Atatürk pek yakında Kuzey Irak’ta Türkmen ve Arap’larla beraber çeteciliğe başlayacak,

Solcu Atatürk gelince bu kapitülasyonlar bu yeni Duyun-u Umumiyeler ne kadar dayanır varın siz düşünün,

Halkçı Atatürk sizin işbirlikçi patronlarınız hakkında hiç de iyi düşünmeyecektir.

Laik Atatürk’e gelince “maalesef” bütün tarikatlarınız da kapanacak, şeyhleriniz Hocaefendinin yanına taşınır artık, bir daha dönmemecesine.

Milliyetçi Atatürk gelince de, deneyin “Türkiye Türklerin değildir” demeyi, O Türkiye’nin sahibinin kim olduğunu kanıtlayacaktır, denemesi bedava...

Ama en çok Büyük Şeytan korksun Atatürk’ün gelişinden çünkü “Ortadoğu’da Filistinli çocuğun da Irak’lı köylünün de içindeki general Mustafa Kemal’den 
başkası değil. ABD’nin “köpek generalleri” bu gerçeği anladıklarında onlar için çok geç olmuş olacak.”

Atatürk’ün kim olduğunu merak ediyorsanız, tüm bunları toplayın, zaten tek bir Atatürk çıkar ortaya.

Sizi de korkutan bu değil mi?


http://www.turksolu.com.tr/48/ayas48.htm


***


18 Temmuz 1703 Ayaklanması



18 Temmuz 1703 Ayaklanması


Turhan Feyizoğlu
19.01.2004/Sayı:48

Hazırlamakta olduğum herhangi bir kitap için binlerce sayfa belge okur, göz atarım. Ayrıca, onlarca dergi, onlarca gazete tarıyorum. Bu belgeleri okur, 
göz atarken ilgili olduğum konunun dışında da çok değişik konular ister istemez zaman zaman ilgimi çekiyor ve bunları not alıyorum. 

Dergilerde ve gazelerde yeralan her türlü olay ve konu yeralmaktadır not aldıklarım arasında. Siyasi bir olay, reklam, cinsellik, spor, anketler, edebiyat, 
sinema v.b.

Birçok dergi ve gazetede gibi TÜRKSOLU dergisi de uzun zamandır benden, kendi yayınlarına yazı yazmamı istiyordu. Yoğun çalışmalarım nedeni ile bunu
yapamıyordum.

Kitap haline getirmek istediğim konular zaten kitap olarak yayınlanarak okuyucuya bir anlamda ulaşmakta. Bunun dışında kalan ve ilgimi çekip de not 
aldığım konu ve olaylar “Tarihin tozlu sayfalarında” kalmasın diye düşünerek TÜRKSOLU dergisine yazmaya karar verdim.

Yeni bir konu üzerine çalışmaktayım. Daha sonra kitaplaştıracağım bu konu hakkında en son okuduğum bir kitapta ilginç bir bilgiye rastladım ve not aldım. 
Ayrıca, günlük gazeteleri ve yayınları takip ederken, bir açıklamanın not ettiğim konu ile paralellik oluşturduğunu gördüm.

Okuduğum kitap ile televizyonda izlediğim haberi özetle aktarıyorum.

NTV’nin 25 Kasım 2003 Salı günü, saat 13.00’de yayınlanan haberinde, Gürcistan eski Cumhurbaşkanı Eduard Şevardnadze, özetle şu açıklamayı yapıyordu:

“Etrafta ellerinde pankartlarla koşuşturan gençleri önemsemedim. Değerlendirme hatası yaptım. Dolaşır dolaşır giderler diye düşünüyordum. 
Sonra hükümet darbesi oldu.”

Muhalefetin, Gürcistan parlamentosunu basması sonucu 27 saat sonra istifa eden Şevardnadze’nin bu açıklamasını duyunca, aklıma Türkiye Cumhuriyeti’ nde sağın ünlü politikacılarından Süleyman Demirel geldi.

Herşey aynı anda olmuyorve yaşanmıyor tabii. Bir dönem başbakanlık ve cumhurbaşkanlığı yapmış olan Süleyman Demirel’in sokak gösterileri-eylemleri ile ilgili ilginç tanımlamaları vardır. Bunları biliriz ama bilmeyenler için aktarmak istiyorum. Bir kısmı sırasıyla şöyledir:

1-10 Kasım 1968 tarihleri arasında, Samsun’dan Ankara’ya “Süleyman Demirel Hükümetini Mustafa Kemal Atatürk’e Şikayet” yürüyüşü yapan gençleri 
kastederek, 8 Kasım 1968’de Başbakan Süleyman Demirel, şu açıklamayı yapıyordu:

“Talebeler yürüsün. Sokaklar eskimez. Önemli olan, gösteriler kanunsuz yapıldığı, saldırı halini aldığı zaman bunu önleme gücünün gösterilmesidir.”

12 Mart 1971’de verilen askeri muhtıra ile Süleyman Demirel başbakanlıktan istifa etmek zorunda kalmıştır.

12 Eylül 1980’de yapılan askeri darbe sonrası kurulan Doğru Yol Partisi’nin bir dönem Genel Başkanlığını yapan Süleyman Demirel, 20 Ekim 1990’da yayınlanan açıklamasında sokak hareketleri için şu değerlendirmeyi yapıyordu:

“1876’lı yıllarda Abdülaziz’in tahttan indirilmesine kadar giderek, Talebe-i Ulum hareketleri, daha sonra gençlik hareketi olarak sokağa konulmuştur. Üniversite 
gençliği olması şart değildir. Bu sokak hareketlerinin arkasından da iktidar değişmiştir.”

9. Cumhurbaşkanı olarak Süleyman Demirel, 3 Temmuz 2000’de yayınlanan açıklamasında da şunları söylüyordu:

“Meydanlar Demokrasinin Ciğeridir. Meydanlar, İdare edilen ile İdare edenlerin Hesaplaştığı yerlerdir.”

TÜRKSOLU Dergisine sunduğum bu ilk yazının konusu Osmanlı İmparatorluğu’ nda yaşanmış sokak hareketlerinden bir olaydır.

Tarih: 18. yüzyıl.

Yer: Osmanlı İmparatorluğu’nun bir dönem başkenti olan Edirne.

Olay: Tarihi belgelerde “ Edirne Vak’ası ” ve “ Feyzullah Efendi Vak’ası ” olarak yeralmakta, Padişah - Sultan II. Mustafa döneminde geçmektedir.

Padişah II. Mustafa, 1664-1703 yıllarında, yaşamıştır.

Yazıya konu olan şahıs Seyid Feyzullah Efendi, Sultan IV. Mehmet’in çocukları olan şehzâde Ahmet ve Mustafa’nın öğretmenliklerini yaptı.

Osmanlı İmparatorluğu’nun 22. padişahı II. Mustafa, bu nedenle hocası Seyid Feyzullah Efendi’yi çok sayardı. Bu sevgisinden ve saygısından ötürü onu 
padişahlığı döneminde Şeyhülislam yapmıştı.

Babası Erzurum müftüsü olan ve büyük bir İslam Hukuku âlimi olan Seyid Feyzullah Efendi, Erzurum’da doğmuştu. Bir çok risâle ve kitabın yazarı idi. 
Oğullarından en büyüğü önce Nakibül-eşraf, yani emirler başı yahut Peygamber sülalesinden gelenlerin reisi idi.

Osmanlı İmparatorluğu’nun Padişahı II. Mustafa döneminde Şeyhülislamlık yapan Seyid Feyzullah Efendi’nin kayınvâlidesi olan Ummetul Cebbâr da, 
sarayın tanınmış nüfuzlu vâizi Vâni Efendi’nin eşi ve bilgili bir kadındı.

Şeyhülislam Seyid Feyzullah Efendi, II. Mustafa’nın kendisini çok sevmesi ve koruması nedeniyle devletin her işine karışmış, gücünü ve yetkisini kullanarak 
hemen bütün akrabalarını devletin en üst kademelerine getirmişti.

Şeyhülislam Feyzullah Efendi’nin elde ettiği bu güç saray içinde iktidar savaşına yol açmıştır.

Osmanlı İmparatorluğu’nda Silahlı kuvvetler içinde Cebeci olarak adlandırılan 200 kadar asker, biriken aylıklarını alamadıklarını öne sürerek, 
18 Temmuz 1703 tarihinde ayaklandı.

Padişah II. Mustafa da, Şeyhülislam Feyzullah Efendi gibi kızlarından birisini Köprülüzade Numan Efendi ile evlendirmişti. Numan Paşa bir dönem Erzurum’da valilik yapmıştı. Bu arada bir noktayı belirtmek istiyorum. Bir çok olayın bir geçmişi olduğu hiç bir zaman unutulmamalı. Küçük bir ayrıntı olabilir ama bir örnek teşkil ettiği için vurgulamak istyorum. Erzurum’un İspir kazasında “ Numan Paşa ” isimli bir köy bulunmaktadır ve Numan Paşa’nın burada akrabaları vardır.

Rami Mehmet Paşa’nın kışkırtığı ayaklanma, Şeyhülislam Feyzullah Efendi’nin damadı olan İstanbul Kaymakamı Köprülüzade Abdullah Paşa’nın olayı 
küçümsemesi ve önemsememesi sonucu gelişti. Yeniçerilerin, ulemanın, İstanbul esnafı ile tüccarının da katılmasıyla tüm kente yayıldı.

İstanbul’daki olaylar sırasında sekbanbaşı Murtaza Ağa öldürüldü. Daha sonra, Orta Cami’de toplanan isyancılar, 21 Temmuz 1703 günü,  İmam Mehmet Efendi’yi şeyhülislamlığa, Amcazade Hüseyin Paşa’nın damadı Kavanoz Ahmet Paşa’yı da sadaret kaymakamlığına atadı. İsyancılar, 50 bin kişilik düzenli bir orduyla Edirne’ye hareket etti. İsyan otuzaltı gün devam etti. Sonuçta, Padişah II. Mustafa, tahttan indirildi. Yerine, kardeşi III. Ahmet getirilerek padişah yapıldı.

Şeyhülislam Feyzullah Efendi’nin oğulları, kâhyası ve muhasebe müdürü Magosa’ya, damadı İstanbul kadısı Mahmud, Bursa’ya sürgün edildi.

Şeyhülislam Feyzullah Efendi’nin karşılaştığı ilk ayaklanma değildir bu ayaklanma. 2 Mart 1688 pazar günü akşamı sadrâzam Siyâvuş Paşa aleyhine yeniçeriler  isyan etmişler ve bu sırada Rumeli ve Anadolu kazaskerleri ile birlikte sadrâzam sarayında bulunan Şeyhülislam Feyzullah Efendi, sürgün olarak Erzurum’a gönderilmiştir.

Sultan-Padişah II. Mustafa döneminde, 18 Temmuz 1703 tahinde başlayan isyan 22 Ağustos 1703 tarihinde sona ermiştir. İsyanı yapan dönme ve devşirmeler, 
Şeyhülislam Feyzullah Efendi’yi de yakaladı. Ayaklananlar, Şeyhülislam Feyzullah Efendi’nin ilk önce burnunu, sonra kulaklarını ve en sonra da dudaklarını kesti. 
Bunlar yapıldıktan sonra, hakaret olsun, aşağılansın diye, Şeyhülislam Seyid Feyzullah Efendi bir eşeğe ters bindirildi, gem yerine eşeğin kuyruğu eline verildi. 
Bu eziyet ve barbarlık yetmedi. Sokak sokak gezdirildikten sonra Şeyhülislam Feyzullah Efendi’nin ayrıca kolları, bacakları da kırıldı. En sonra da kafası kesildi. 

Şeyhülislam Feyzullah Efendi, ibret olsun diye bu şekilde Edirne caddelerinde gezdirildi. Bu sırada oğullarından biri de öldürüldü.

Ayaklananların içinde bulunan ve öfkesi dinmeyen bazı dönme ve devşirmeler:

Bu Cesedi Meriç’e atalım ” dedi.

Bu sesler üzerine Şeyhülislam Feyzullah Efendi’nin cesedi Meriç’in önemli kollarından biri olan Tunca nehrinin sularına atıldı. 
Meriç’in suları Şeyhülislam Feyzullah Efendi’nin cesedini sürükledi Ege denizine götürdü.

Tarihte yaşanan olaylar gösteriyor ki, bazı ayaklanma dönemlerinde, ayaklananlar hiç bir toplumsal kuralı tanımıyorlar. Bazen barbarlaşabiliyor ve en korkunç işkence ve zalimlikleri yapabiliyorlar. Dinin temsilcisi olan ve en üst düzeyde sayılan şeyhülislama en korkunç işkence yapılarak öldürülmüş ve dinin en büyük temsilcisi olan halife padişah tahtından indirilerek hapis edilmiştir.

Şeyhülislam Seyid Feyzullah Efendi, bu döneme kadar, Osmanlı İmparatorluğu’ nda zorbalıkla öldürülen üçüncü şeyhülislamdır.

Bu olay ayrıca göstermiştir ki, bazı olaylar, sonuçları önceden kestirilemeyen olaylara yol açmaktadır. Örneğin üç ay biriken maaşını alamayan 200 kadar 
memurun başlattığı hareket, bir iktidarın sonunu getirmiştir.

http://www.turksolu.com.tr/48/feyizoglu48.htm


***


YÖK’te Yeni Dönem

YÖK’te Yeni Dönem


Özgür Erdem
19.01.2004/Sayı:48


AKP’nin iktidara gelmesiyle birlikte YÖK ve üniversite sistemi yeniden tartışılmaya başlandı. Tartışma geçtiğimiz Ekim ayında AKP’nin üniversiteler üzerinde tahakküm kurma çabasına girişmesiyle alevlenmişti. Hükümetin YÖK’ü tasfiye etmeyi amaçlayan tasarısını YÖK ve üniversitelerin direnişi nedeniyle geri almasıyla sonuçlanmıştı. Kemal Gürüz’ün emekliye ayrılması, yeni YÖK Başkanı Prof. Dr. Erdoğan Teziç’in Cumhurbaşkanı’nca atanmasıyla üniversitelerde yeni bir dönem başladı. Teziç tarafından kamuoyuna sunulan ve Üniversitelerarası Kurul ile YÖK’ün ortak çalışmasının sonucu olan yeni YÖK Yasası taslağıyla YÖK ve üniversiteler yeniden gündemin ön sıralarına yerleşti.

Öncelikle bu tartışmanın basit bir mevzuat değişikliği tartışması olmadığının altını çizmemiz gerekiyor. Üniversiteler Türkiye için bir eğitim kurumundan 
öte anlamlar taşır. Türkiye’de hocasıyla öğrencisiyle üniversite hem toplumu ilerleten, hem de uyandıran bir işleve sahip olmuştur. Kurtuluş Savaşı’nda, 
27 Mayıs döneminde, 68’lerde üniversitenin direnişi Türk siyasetine damgasını vurmuştur. Bu nedenle üniversiteler Türkiye için hâlâ çok önemlidir ve 
yüksek öğretimi etkileyecek tüm düzenlemeler bu yüzden tüm toplumun müdahil olduğu siyasi tartışmalara dönüşmektedir.

AKP’ye karşı Üniversitenin direnişi

Üniversitelerin AKP iktidarı için ise farklı bir önemi var. Türkiye’yi bir halifeliğe dönüştürmeye kalkışan AKP’nin emellerine ulaşabilmek için tasfiye etmesi 
gereken kurumların başında üniversiteler geliyor. Bilindiği gibi 28 Şubat sürecinde üniversiteler Atatürkçü güçlerle şeriatçı güçlerin mücadelesini yaşamış ve üniversitelerdeki şeriatçı kadrolaşma ve örgütlenme engellenmişti. AKP’nin öncelikle 28 Şubat’ın rövanşını en azından üniversitelerde almak gibi bir amacı var. 28 Şubat’tan sonra üniversitelerde yaşanan değişimlerin geri alınması AKP için oldukça önemli.

28 Şubat süreciyle birlikte, imam-hatip mezunları üniversitelerde istediği bölüme giremez olmuştu. Türban genelgesi üniversitelerde uygulanmaya başlamış, 
şeriatçı terör örgütlerinin üniversitelerdeki gücü önemli ölçüde kırılmıştı. 28 Şubat öncesinde üniversitelere bile hakim olmaya başlayan şeriatçı harekete en 
büyük darbe yine üniversitede vurulmuştu. AKP ile birlikte yeniden iktidara gelen şeriatçı hareket 28 Şubat’ın (kendince) hesabını görmeye üniversitelerden 
başladı.

Üniversiteler AKP için yalnızca rövanş değil, aynı zamanda Türk siyasetinde hakim olma, devlet içine kadro sokma ve imam-hatip mezunları gibi militan 
kadrolarını yetiştirme gibi işlevleri de görebilecek. Tabii bunun için de üniversitenin AKP’ye karşı yürüttüğü laiklik mücadelesinin kırılması gerekiyor.

Üniversitelere hakim olanın Türkiye’ye de hakim olacağını bilen AKP, üniversitelerin yeniden yapılanmasını bu yüzden öne çıkarıyor.

YÖK’ün 28 Şubat’tan beri sürdürdüğü misyon

AKP ile üniversiteler arasında yaşanan mücadelenin önemini tam olarak anlayabilmek için bu mücadelenin keskin bir biçimde yaşandığı 28 Şubat öncesini hatırlamak gerekiyor. Toplu namazların kılındığı, Ramazan aylarında oruç tutmayan öğrencilerin ellerinin satırlarla kesildiği, türban politikasıyla başı açık kız öğrenciler üzerinde baskı kurulduğu günleri unutmamak gerekiyor. Üniversitelerde şeriatçı kadrolaşma da 28 Şubat öncesinde yoğun bir şekilde yaşanmıştı.

28 Şubat Türkiye’yi şeriatçı idareden kurtardığı gibi üniversitelerde de hocalar ve öğrenciler üzerindeki şeriatçı baskıyı ortadan kaldırmıştı. 

YÖK de bu dönemde 28 Şubat’ın kararlılığının üniversitelerde uygulanmasını sağlamıştı. Bu anlamda şeriatçı ve bölücü çevrelerin YÖK’e karşı çıkmasını ve 
“demokrasi” çığlıkları atmasını doğal karşılamak gerekiyor. Bu çevrelerin çığlıklarına aldanan kesimlere ise 28 Şubat öncesi üniversitelerin durumunu 
hatırlatmaktan başka bir çare kalmıyor.

AKP’nin hayali: Federal Türkiye federal üniversiteler

AKP iktidarı Türkiye’de bir halifelik rejimi kurmaya çalışmakta. Bu rejimi tesis edebilmek için devletin gücünü kırmayı ve kendisine direnecek güçleri zayıflatmayı hedefliyor. AKP bir yıllık icraatıyla ve çıkardığı yasalarla bu yönde önemli adımlar da attı. Son olarak, Meclis gündemine gelen Kamu Yönetimi Reformu yasasıyla da Türkiye’yi 81 eyalete bölmeyi hedefleyen AKP, böylelikle devletin merkeziyetçi üniter yapısına bir darbe daha vurmayı planlıyor. AKP’nin 
planı aslında çok açık, Türkiye’yi bir eyaletler federasyonuna çevirerek bölücülüğe ve şeriata karşı direniş olanaklarını zayıflatmak. Ve gerekli yasal 
değişikliklerle de direnişin elini kolunu bağlamak.

Üniversiteler açısından da durum çok farklı değil. Türkiye’nin üniter yapısını ortadan kaldırmak isteyen AKP, üniversitelerde de üniter yapıyı yok etmeye 
çalışıyor.

AKP’nin asıl istediği üniversite sistemini rektörlerin büyük direnişiyle rafa kaldırılan AKP’nin ilk YÖK Yasa tasarısında görebiliriz. Bu taslakta AKP, 
YÖK’ün merkeziyetçi yapısını tasfiye ederek üniversite sisteminde federal bir yapıyı tesis ediyordu. Hatta, bir adım daha giderek büyük üniversiteleri 4-5 
parçaya bölerek üniversitelerin gücünü de önemli ölçüde kırmış oluyordu.

Merkezi bir YÖK’e Hâlâ ihtiyaç var

28 Şubat öncesinde ve AKP iktidarı boyunca üniversitelerin şeriatçı iktidarlara direnişini olanaklı kılan bir anlamda merkeziyetçi yapının varlığıydı. 
AKP’nin hayal ettiği gibi tek tek birbirinden kopuk ve bağımsız üniversiteler tek başına siyasi iktidarın baskılarına direnecek gücü kendilerinde bulamayacaktır. 
Türkiye’deki üniversiteleri birarada tutan ve merkezi bir yapıyla denetleyen ve düzenleyen bir yüksek öğretim kurumunun varlığı üniversitelerin şeriatçı baskıya direnmesini mümkün kılan şeydir. Dolayısıyla üniversitelerdeki merkezi yapı çokça sanıldığı gibi demokrasiyi ortadan kaldıran bir uygulama değildir. Tersine şeriatçı yönetime direnme olanaklarını güçlendirdiği için aslında önemli bir demokrasi mevzisidir.

Aynı şekilde 28 Şubat sürecinde görüldüğü gibi özellikle taşra üniversitelerinde üniversite yönetimlerinin öğretim üyeleri üzerindeki siyasi baskı hâlâ akıllardadır. 

Kılık-kıyafet yönetmeliklerini bir türlü uygulamayan ve üniversiteleri şeriatçı örgütlerin devlete meydan okuduğu kurtarılmış bölgelere dönüşmesine seyirci kalan kimi üniversite yönetimleri, Atatürkçü ve ilerici pek çok öğretim üyesi üzerinde de büyük baskılar uyguluyordu. Ancak 28 Şubat sürecinden sonra YÖK’ün merkeziyetçi yapısı sayesinde bu üniversitelere müdahale edilebilmiş, üniversitelerdeki şeriatçı-bölücü terör örgütleri önemli darbe almış, şeriatçı kadrolaşma da engellenmiştir.

Görüldüğü üzere, YÖK’ün merkeziyetçi yapısı üniversitelerin şeriatçı hükümete karşı direnişini sağlamada önemli bir silaha dönüşmektedir.

“İki Kemal”in Mustafa Kemal’e verdiği zarar

Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in son 2 yıldır YÖK’e atadığı yeni üyeler ve son olarak yeni YÖK Başkanı Prof. Dr. Erdoğan Teziç, YÖK’te yeni bir 
dönemin başladığını gösteriyor. AKP’nin halifelik rüyaları ve bu rüyaların gerçekleşmesi için üniversiteleri teslim alma projesi sürmektedir. 
Ancak üniversiteler önündeki AKP tehlikesi 28 Şubat öncesindeki tehlikeden farklıdır. 28 Şubat ile birlikte üniversitelerin şeriatçı terör örgütlerinden ve 
şeriatçı kadrolaşmadan temizlenmesi gerekiyordu. Türban genelgesinin uygulanmaya başlanması, imam-hatip mezunlarının istediği bölümlere girmesinin engellenmesi bu çabanın bir ürünüydü. Ancak, bugün üniversitelerin önünde bir “temizlik” değil, savunma görevi bulunmaktadır. Şeriatçı tehdidin azalmadığını, hatta arkasına ABD’yi almış AKP iktidarıyla birlikte artttığını unutmadan, uyanıklığı elden bırakmadan laiklik konusunda taviz vermemek gerekiyor. 

Fakat, 28 Şubat döneminin sert idari tedbirlerine dayanmak ve bununla yetinmek artık çıkar yol değil ve üniversitelerin artık farklı bir kimlikle toplumun 
önüne çıkması gerekiyor.

Bir dönem artık kapandı. 28 Şubat sonrası şeriatçılarla yaşanan hesaplaşma süreci Atatürkçü güçlerin başarısıyla sonuçlanmıştır denebilir. 

Ancak bu başarıda esas pay sahibinin son dönemde üniversiteleri yöneten kadrolar mı olduğu sorusunun da sorulması gerekmektedir. 

28 Şubat ile birlikte Atatürkçü kesilen, Atatürkçü kimlikle kendini topluma tanıtmaya çalışan, 28 Şubat’ı var eden irade sayesinde uygulanabilen türban 
genelgesini, kendi başarısıymış gibi sunan ekip artık miadını doldurmuştur. Üniversitelerin adeta kendilerine muhtaç olduğunu düşünen ve aslında hiç de 
Atatürkçü olmayan bu ekip, geldiği mevkilerine tanıdığı ayrıcalık ve yetkileri kendi kişisel siyasi ve ekonomik ihtirasları için kullanmıştır. 28 Şubat’tan sonra 
Atatürkçü gözüküp kimi mevkilere gelenler, Atatürkçülüğün tek adresi olduğunu iddia ederek mevkilerini adeta işgal etmiştir.

İsmen “Kemal” olmanın Mustafa Kemal olmak için yeterli olmadığı ortadadır. Kemaller 28 Şubat’tan beri Atatürkçülüğe büyük zarar vermişlerdir. 
Atatürkçülük maskesiyle yaptıkları Atatürkçülüğe ve gerçek Atatürkçülere mal edilmiş, Atatürkçülüğü salt laikliğe indirgemişlerdir. 

Kemallerin sahte Atatürkçülüğü Mustafa Kemalleri de engellemeye çalışmıştır.

YÖK’te son yıllarda yaşanan değişiklikler ve son olarak Prof. Dr. Erdoğan Teziç’in YÖK başkanlığına getirilmesi, üniversitelerde belli mevkilerde tutunmuş 
sahte Atatürkçülerden kurtulunacağı yolunda bir umut ve beklenti yaratmıştır. Sahte Atatürkçülerin yolsuzlukları, adam kayırmaları, siyasi baskıları, keyfi 
uygulamaları, intihalleri engellenmelidir. Hele hele sahte Atatürkçülerin yaptıklarının Atatürkçülüğe mal edilmesinin kesinlikle önüne geçilmelidir.

YÖK’teki yeni yönelim

Teziç’in göreve başlar başlamaz kamuoyunun tartışmasına sunduğu yeni YÖK Yasa Tasarısı da YÖK’ün yeni yönetiminin önümüzdeki dönemde alacağı 
yönelimi gösteriyor.

Yeni yasa tasarısını incelediğimiz zaman, Teziç’in daha demokratik, daha katılımcı, daha hukuki bir YÖK anlayışına sahip olduğunu görüyoruz. 

Taslakta, YÖK’te özellikle rektörler ve dekanlar üzerindeki denetim arttırılıyor, YÖK Denetleme Kurulu’nun üye sayısı ve yetkileri arttırılıyor. 

Ayrıca Yargıtay, Sayıştay ve Danıştay’dan seçilecek üyelerle birlikte Denetleme Kurulu’nun hem hakkaniyeti, hem de güvenilirliği arttırılmaya çalışıyor.

Aynı şekilde, öğrencilerin ve araştırma görevlilerinin üniversite ve fakülte yönetimlerindeki söz ve karar hakları arttırılıyor, rektör ve dekan seçimlerinin 
daha demokratik hale gelmesi sağlanıyor. Teziç’in öğrenci temsilcilerinin ve öğretim üyesi derneklerinin görüşlerini de alması üniversitelerin bundan sonra 
daha demokratik olacağının göstergesi.

Yeni taslakta düzenlenmese bile, disiplin yönetmeliğinin Türk yargısındaki son değişikliklerle uyum içerisinde yeniden düzenlenmesinin gereğinden açıkça 
bahsediliyor. Mevcut disiplin yönetmeliğinin ne kadar baskıcı ve anti-demokratik olduğu ortada. Öğrencilerin en ufak siyasal faaliyetinin istendiğinde 
okuldan uzaklaştırmaya varacak kadar ağır şekilde cezalandırılması hem üniversitelerin geldiği noktanın, hem de mevcut yasaların çok gerisinde kalıyor. 
Üstelik yönetmeliğe göre bir öğrencinin eğitim yaşamı ya da bir öğretim üyesinin akademik kariyeri bir rektörün ağzından çıkacak kelimelere bağlı oluyor. 
Çılgın bir rektörün yürüttüğü bir siyasi linç kampanyasının sonucu olarak okulundan atılan Atatürkçü gençler mevcut mevzuatın nerlere yol açacağının güzel bir göstergesi. Bu yüzden disiplin yönetmeliğinde bir iyileştirmeye gidilmelidir.

Teziç’in YÖK’ü:

AKP’ye Direniş devam edecek

Dikkat çeken bir başka nokta da AKP’nin iktidarının ilk gününden itibaren ısrarla savunduğu kimi değişikliklerin Teziç’in taslağında yer almaması. Örneğin 
ÖSYM YÖK’e bağlı olarak çalışmaya devam ediyor. İmam-hatip mezunlarının istediği bölüme girmesini sağlayan düzenleme de rafa kalkıyor. Hükümetin 
üniversiteler üzerinde baskı kurmasını engelleyen YÖK’ün merkeziyetçi yapısı da gerekli kimi demokratik düzenlemelerle birlikte korunuyor.

Teziç’in sunduğu taslakta, YÖK’ün yapısının AKP’nin istediği şekilde değiştirilmesinin Anayasa’ya bile aykırı olan gereksiz bir uygulama olarak görülmesi üniversitelerin direnişinin süreceğinin önemli bir işaretidir. Zaten Teziç’in göreve başladığında laiklik ve türban konusunda taviz vermeyeceğini beyan etmesi de tüm Atatürkçülerin alkışladığı bir tutumdu. Üniversitelerde demokratik bir açılım yaşanması, keyfi idareye son verilmesi hocasıyla öğrencisiyle tüm üniversite kamuoyunun isteği. Ancak bunu yaparken laiklik konusunda uyanıklığı elden bırakmamak ve üniversitelerin laiklik konusunda direnmesinin idari olanaklarını ortadan kaldırmamak gerekiyor.

Vakıf üniversiteleriyle laiklik korunmaz

Teziç’in tasarısının yukarıda sıraladığımız önemli doğrularının yanında değinilmesi gereken bir yanlışı da bulunuyor. Tasarı, vakıf üniversiteleri hakkında ayrıntılı bir düzenleme içermekte ve yıllardır eksik kalmış yasal dayanağı sunmakta ve vakıf üniversitelerini Türk yükseköğreniminin önemli bir parçası olarak tanımlamaktadır.

Herşeyden önce vakıf üniversitelerinin öğrenciler arasında nasıl bir eşitsizlik yarattığı tartışma götürmez bir gerçektir. Liberal ekonomiyi savunanların vakıf 
üniversitelerini onaylaması doğaldır. Ancak kendisini Atatürkçü olarak tanımlayanlar arasında bile vakıf üniversitelerini savunanların, hatta vakıf 
üniversitelerine destek olanların yer alması ilginçtir. Özel bir eğitim kurumu hiçbir şekilde Atatürkçülüğe sığmaz. Paralı eğitim hem Atatürk’ün son verdiği, 
hem de Atatürkçülüğün özüne ters bir sistemdir. Bu nedenle kimi hocalarımıza Atatürk’ün Halkçılık ve Devletçilik ilkelerini hatırlatmak istiyoruz.

Üniversitelerde AKP’ye karşı direnmek isteyen, kendisini Atatürkçü olarak tanımlayan pek çok hocamızın bulunduğunu biliyoruz. Ancak bu hocalarımızın 
bir kısmının Atatürkçülüğü laikliğe indirgemesi, AKP’ye karşı verilen Atatürkçü mücadeleye zarar veren bir tutumdur.

Deli Dumrullar Engellenmeli

Tasarıdaki denetimle ilgili maddelerin artması, rektörlere ve dekanlara geniş yetkiler vermesi, ancak bu yetkilerin de denetime açık hale getirilmesi, 
öğrencilerin ve araştırma görevlilerinin üniversite yönetimine katılımını arttırması, disiplin yönetmeliklerinin yeniden düzenlemeye tutulacağının savunulması şüphesiz çok olumlu adımlardır.

Bugün kimi üniversitelerde ortaya çıkan “Deli Dumrul”lar üniversiteleri kendi kişisel şeyhliklerine dönüştürmüştür. Yolsuzlukların, hukuksuzlukların, keyfiliklerin, haksızlıkların haddi hesabı yoktur. Denetleme mekanizmalarının yetersizliği nedeniyle Deli Dumrullar engellenememektedir. Mağdur olanların eğitim hayatları veya akademik kariyerleri heba olmaktadır. YÖK Yasası’nda “Deli Dumrul”ları engelleyecek düzenlemelere ihtiyaç olduğu açıktır.

Kemaller gidecek Mustafa Kemaller gelecek!

Türk üniversitelerinin bir değişime ihtiyacı olduğu ortada. Ancak bu değişim mevcut YÖK sistemini tasfiye eden bir yönde değil, üniversitelerin AKP’ye karşı 
layıkıyla direnmesine olanak veren yönde olmalı. YÖK’ün merkezi yapısını sulandırmak yerine, sistemi suistimal edenler temizlenmeli, yapısal sorunlardan 
kaynaklanan kimi tıkanıklıklar ve eksiklikler yeni bir yasal düzenlemeyle giderilmeli, üniversiteler Atatürkçü mücadeleyi gerçekten verecek kadrolara teslim edilmelidir. Deli Dumrulların oluşmasına olanak veren kimi antidemokratik hükümler düzeltilmelidir. Kimi üniversitelerimiz zaten gerçek Atatürkçülerin 
yönetimindedir, ancak kimilerinde sahte Atatürkçüler gerçek Atatürkçülerin önünde engel olmaktadır.

AKP iktidarına karşı üniversiteler başından itibaren direndi. Ancak bu direnişin takıyyeci değil tam anlamıyla Atatürkçü bir içerikte devam etmesi gerekmektedir. Bu nedenle giden bir Kemal hayırlı olmuştur. Üniversiteler diğer Kemaller’den de kurtulacak, yerlerine Mustafa Kemaller gelecektir.

http://www.turksolu.com.tr/48/erdem48.htm

***