30 Aralık 2014 Salı

Öcalan yeni bir şey söyleyemiyor!



Öcalan yeni bir şey söyleyemiyor! 

 Sait ÇETİNOĞLU



Öcalan yeni bir şey söyleyemiyor![1]

Sait ÇETİNOĞLU




Alin Ozinian: KCK Eşbaşkanı Hozat geçen hafta, Ermenileri Kürt barışına engel olmak ile suçladı. Hozat ne dedi?

Sait Çetinoğlu: 

Bese Hozat “Türkiye’de resmi devletin dışında bir de oluşan paralel devletler vardır. Mesela F. Gülen cemaati paralel bir devlettir(…) İsrail lobisi, yine milliyetçi Ermeni ve Rum lobileri paralel birer devlettir. Paralel devletlerin birbiriyle ortaklaştığı ciddi bir çıkar ilişkisi vardır…’’ diye devam eden sözleriyle Türkiyeli “azınlık” mensuplarını barışın ve demokrasinin önünde engel olarak gördüğünü söyleyerek hedef gösterdiğini söyleyebiliriz. Hozat, ezberlediği cümleleri birbiri ardına ekliyor denilse de eline bir metin verilmiş gibi görünüyor. Başlangıçta bir dil sürçmesi olarak algılanmak istenmişse de başta KCK yürütme konseyi üyesi Rıza Altun’un aynı mealde ki sözleriyle bunu bir PKK politikası olarak algılamak mümkündür: "...Bugün Türkiye’de yaşanan kaosa baktığımız zaman devlet içerisinde Önderliğinde sık sık vurguladığı lobilerin var olduğunu rahatlıkla görebiliriz. Ermeni lobisi, Yahudi lobisi, Rum lobisi vardır. Bu lobiler bizzat Türkiye’de devlet içerisinde yuvalanmışlar. Devlet içerisinde etki yapabilecek lobi düzeyindedirler. Bu lobiler Kürt sorununun bu şekliyle çözülmesini kendi politik çıkarları için çok uygun görmüyorlar. Çünkü mevcut durumda kendilerinin talepleri vardır. Rum-Türk çelişkisi, Ermeni-Türk çelişkisi, Yahudi-Türk ilişkileri ve çelişkilerden dolayı Türkiye’de belli bir istikrarın gelişmesini istemezler... " sözleri başta olmak üzere Kürt tarafındaki birçok çevreden kişiler suskun kalırken birçok kişi KCK yetkililerini doğrular açıklamalar yapmışlardır.
Ermeni algısındaki sakatlığın ortaya çıkması yeni değildir. Bunların başlıcalarından biri de BDP yöneticilerinden BDP Muş Milletvekili Sırrı Sakık’ın dil sürçmesidir(!): ‘’Biz buradan söylüyoruz. Aklınızı başınıza alın. Kürtler 1915’lerdeki Ermeniler değil ki katledesiniz, Kürtler 6-7 Eylül’ü yaşayan Rumlar, Yahudiler değil ki zulüm edesiniz.’’ ve ‘’Kafkaslardan, Boşnaklardan gelenler, siz bu ülkenin sahipleri değilsiniz, haddinizi bileceksiniz’’ Sakık’ın sözleri, düzletilip sonrasında özür dilense de bu ayrımcı fikrin yerleşikliği ve derin algı konusunda bize bir fikir verir sanıyorum.
Hozat’ın sözlerini değerlendirerek durumdan vazife çıkaran özellikle Hıristiyan/Ermeni karşıtı ve anti-semit birçok açıklama ve yazılardaki ifadeleri niteliği gereği değerlendirme dışı bırakıyorum. Önemli olan resmi açıklamalardır. Kaldı ki Hozat’ın sözleriyle ilgili arka arkaya resmi açıklamalar da yapılıyor:
Hozat’ın sözlerini değerlendirirken “İyi ifade edememiştir” diyen PKK yürütme konseyi üyesi Mustafa Karasu “Bese Hozat arkadaşın söylediği bir cümle, ki uzun bir röportajın içinden cımbızlanarak alınmıştır. Böyle bir cümle üzerinden aslında Kürtlerle Yahudiler, Ermeniler, Rumlar karşı karşıya getirilmek istenmektedir. Sözleriyle Bese Hozat’ın sözlerine açıklık getirmeye çalışırken Karasu’nun kullandığı dil de sorunludur ve bir hegemonyayı içermektedir: " … [B]u coğrafyada demokrasinin dinamiği Kürtlerdir. Kürtlerin mücadelesi Ortadoğu’yu demokratikleştirecektir, özgürleştirecektir. … Ermeniler, Yahudiler, Rumlar, Süryaniler, farklı etnik ve dinsel topluluklar, gerçekten özgür ve demokratik yaşayacaklarsa en büyük müttefikleri Kürt özgürlük hareketidir ve Kürtlerdir" sözleri de açıklanmaya muhtaçtır. Ayrıca Karasu’nun açıklamasından eleştiriden uzak olduklarının anlaşılması zor değildir.
Evet, Kürtler bu coğrafyanın dinamiklerinden biridir. Ama yegane dinamik Kürtler değildir. Kaldı ki böyle dışlayıcı sözler demokrasi mücadelesinde hoş sözler değildir. Barış dili ise hiç değildir. Her şeyin/her sorunun önüne Kürt dinamiğini ve Kürtlerin mücadelesini koymak ise, çok kızdıkları ve sürekli “Türk solu”nu suçlama materyali olarak kullandıkları “Türk solu”nun her şeyi/her sorunudevrime bağlayan anlayışın günümüz versiyonudur.
Açıklamasının yanlış anlaşıldığını belirten Bese Hozat’ın son açıklamasında sol jargon kullanılmaya çalışılsa da ifade üslubu Karasu’nun dili gibi sorunlu ve hegemoniktir:

“Benim buradaki kastım, halklar değil. Milliyetçi lobi derken, ben bunu ne Rum halkıyla, ne Ermeni halkıyla aynı biçimde ele almıyorum. Kast ettiğim kesimler, küresel sermaye ve kapitalist güçlerle birlikte hareket eden, onların politikaları ile ortaklaşan o temelde siyaset yürüten ve kendisini örgütlemeye çalışan işbirlikçi kapitalist, modernist güçlerdir. Bu benzer güçler Kürtlerin içinde de var. Yani bütün halklar içerisinde elit tabaka içerisinde, üst tabaka içerisinde işbirlikçi güçler çıkıyor. Bundan kasıt halklar değildir, biz kırk yıldır halkların özgürlük mücadelesini veriyoruz. Kürt özgürlük mücadelesi Kürtlerin olduğu kadar, Ermeni, Süryani, Rum, Yahudi halkının demokratik özgürlük mücadelesidir. PKK hareketi halklara sevdalı bir harekettir… Bu hareketi, mücadeleyi abartma değil, bu bir hakikattir. Bugün eğer bu halklar, demokrasi, özgürlük talebinde bulunuyorsa, açıktan anadil istiyorsa, açıktan kendi kimliklerinin tanınmasını istiyorsa, özgürlük, demokrasi, bunun anayasal güvenceye kavuşmasını istiyorsa, bunu açıktan dillendiriyor, mücadelesini veriyorsa; bu, kırk yıllık mücadelenin açığa çıkardığı değerler sayesindedir.” Sözleri anlamlandırılmaya muhtaçtır ki PKK/KCK için minnet duymamız, minnet duygusuyla bağlanmamız istenmektedir ki bu dil de sorunludur.
Bese Hozat ve arkadaşlarının Soykırım neticesinde tarihsel topraklarından kazınan halklardan ve demokrasi mücadelesinin unsurlarından söz ederlerken daha dikkatli bir dil kullanmaları gerekirdi.
Burada şu noktanın altını çizmekte yarar olduğunu düşünüyorum; lobiler ile ilgili bu kadar duyarlı olan PKK sözcüleri, Mor Avgin Kilisesinin topraklarını işgal edenlere o toprakları sahiplerine iade etmelerini tembih etmeleri samimi bir başlangıç olacaktır. Kürtlerin özgürlükten önce hakkaniyetin yanında olma koşulları mevcuttur.

Bu konu ile ilgili Öcalan’dan bir açıklama geldi. Onu nasıl anlamalıyız?

Öcalan’ın Ermenilere yazacağı mektubun içeriğinin Karasu’nun açıklamasından farklı bir dil ve üslup içermeyeceğini düşünüyorum, bu konuda yanılmayı şiddetle istiyordum.
Öcalan’ın söz edilen “mektubu” sonunda muhataplarına ulaşmıştır. İçeriğiyle ne yazık ki beni yanıltmayan mektup Öcalan’ın isteğinden ziyade, HDP üyesi Ermenilerin kırgınlıktan doğan tepkilerini savuşturmak için HDP yönetimince istenmiş gibidir.

Mektup birçokları tarafından çok yönlü değerlendirilmiştir. Ben burada Öcalan’ın koşulları gereğimektubun derinlemesine incelemeye gerek duymadan, kısaca şunları söylemekle yetineyim: “Mektup” soykırım sözü dışında Davutoğlu’nun söyleminden farklı bir üslup içermemektedir. -Mustafa Kemal de ihtiyaç duyduğunda 1915 Soykırımını fazahat (alçaklık) olarak nitelemiştir.- Mektupta Soykırımın aktörleri karartılmış, hayali Batı, emperyalizm, para – kapital, kapitalist modernite… suçlanarak Müslüman (Türk-Kürt) aktör gözden uzaklaştırılmıştır. Kaldı ki lobiler söyleminin aynı yerinde duruyor olması, Öcalan’a isnat edilen beni en iyi Bese Hozat anladı mealindeki sözlerine denk düştüğünü kolaylıkla söylemek mümkündür. Kısaca mektup anlaşılmak istendiği gibi değerlendirilse de Öcalan’ın 2013 Şubatında durduğu yerden kımıldatıldığı söylenemez.
Öcalan’ın 2013 Newroz açıklaması 2015’e doğru yeni bir konseptin açık edilmesi olarak okunabilir. Bunun ipuçlarını Şubat 2013 görüşmelerinin sızdırılan bölümlerinde görüyoruz; “Türkiye’de 3 koldan paralel devlet çalışması var. Bu ilişkileri sabote edilmeye başladı. Sıradan lobiler değil. ABD’de Yahudi, Ermeni ve Rum lobileri stratejik ve taktik müdahale ediyorlar. Her 3’ü de Anadolu çıkışlıdır.” Sözlerinin arkasından Newroz konuşmasında, Ortadoğu’daki Türk-Kürt stratejik ortaklığını vurgular: “Türk halkı bilmeli ki Kürtlerle bin yıla yakın İslam bayrağı altındaki ortak yaşamları kardeşlik ve dayanışma hukukuna dayanmaktadır.” Sözlerinin merkezinde bir dışlama yatmaktadır. Öcalan’ın İslam kardeşliğine yaptığı vurgu ile Abdülhamid’in Hıristiyanları dışlayan birlik ve selamet projesi arasında bir fark yoktur. İkisinde de ümmete vurgu yapılmaktadır. Abdullah Öcalan bu sözleriyle 2015’in startını 2013 Newroz konuşmasında vermiş gibidir. Devlet de 2015 hazırlıklarında 1915 Soykırımının önüne Çanakkale 1915’i koymanın hazırlıklarıyla bin yıllık İslam kardeşliğine vurgu yaparak nafile bir çaba ileMisak-ı Milli ruhunu yeniden canlandırmaya çalışmaktadır. Kurtuluş Savaşı süreci içinde olduğu zannedilen ancak bir İngiliz-Alman savaşı olan Çanakkale’ye Kürtler, Türklerle birlikte Müslüman kimlikleriyle cihad için katılmışlardır. O dönemin Türk-Kürt kardeşliğinin/ ortaklığının vatan kavramı yoktu. (Vatan için orada olanları zikredersek, bunlar Rumlardı, Ermenilerdi ve Musevilerdi) Kürtler 1915 Soykırımına da aynı şekilde Müslüman kimlikleriyle katılmışlardır. Birinde ahretlik diğerindedünyalık. Birincide ahrette yer edinirken ikincide dünyada yer edinilmiştir. Bu günkü stratejik ortaklık’ın neye/nereye denk geldiği sorusu orta yerde durmaktadır.

Kürtler Erdoğan ile birlikte ortak bir 2015 planına mı çalışıyorlar? Erdoğan ile bir pazarlık içinde olduklarını düşünebilir miyiz?

Öcalan son bildirgesinde devlet ile “pazarlık” yapmadığını açıklamaktadır. Ki doğrudur. Öcalan devlete on yılı aşkındır tutsaktır ve devletin kontrolündedir. Pazarlık değil itaat koşulları öne çıktığını söylemek mümkündür.
Bir Ermeni yayın organı 2015’e Türklerin bizden daha iyi hazırlandığını dile getirmişti ki bir bakıma doğrudur; TC 2015’e önemli bir bütçe ayırdı. Başbakan Yardımcısı bütçe görüşmelerinde bunu açıkladı. Türk Tarih Kurumu 2015 çerçevesinde bir dizi konferanslar düzenleyecek. Bunları kurumun internet sitesinde görmek mümkün. Bu bakımdan açıklamaları bu çerçevede değerlendirerek, 2015 perspektifinden bakmak olaylara şaşı bakmaktan bizi kurtarabilir.

1915’de Soykırıma uğrayan Ermenilerin mülklerine ne oldu? Kürtlere Türkler mi paylaştırdı? 1915’te Kürtler ne yaptılar?

Ermeni malları devlet ile Müslüman millet arasında paylaşıldı. Siyasi partiye – CHP, özel sektöre, belediyeye, ticaret odalarına, hazineye, vakıflara, kişilere devredilmiştir. Bu paylaşımı yani yağmayı doktor Reşit özetler. 1915 Soykırımı sonucunda %30-35 oranında bir mülkiyet el değiştirmiştir. Bugün hala Ermeni malları satılıyor. Bunu Elazığ ve Diyarbakır Defterdarlığı internet sitelerinde görmek mümkündür. Elazığ Defterdarlığı Hüseynig’de tarla satıyor. Hüseynig’de Türk mü vardı, Kürt mü vardı?
Burada “kurtarma efsanesine” de değinmek isterim. “Kurtarma” adı altında yetimlerin mal varlıklarına el uzatılmaktan çekinilmemiştir:
Talat’ın 11 Ağustos 1915 tarihli telgrafında, “evlat” edinilen çocuklar ile Müslümanlığa döndürülüp evlenilen kadın ve kızların ailelerinden kalan malların (yani mirasın) da “bakıcı” ailelere devredilmesine izin verilmektedir. Bu yüzden zengin ailelerin çocuklarını “evlat edinmek” için kavga eden Müslüman aileler vardır. Bir başka vahim ve günümüze uzanan durum da Ermenilerin mirasçısı devlet olduğu gerçeğidir. Bu olgu Anayasa Mahkemesinin 22 Nisan 1963 tarihli kararıyla da perçinleşmiş günümüze uzanmıştır. Sevan Nişanyan’ın kendi köyünde kendi mülkünde yaptığı işlerden dolayı cezaevine konması ve daha sonuçlanmamış 20’ye yakın davada toplam 50 yıla uzanan ceza tehdidine maruz kalması bundan ayrı değildir. Sevan’ın mülküne emval-i metruke muamelesi yapılmaktadır. Sevan’a kendi mülkü olmadığı hatırlatılmaktadır. Sevan mülklerini “Mademki Ermeni’yim istenmeden verdim!” sözleriyle Nesin Vakfına bağışlasa da yaptıkları bağışlanmadan(!) cezaevine konmuştur.

Kürtlerin 1915’te ne yaptığına gelince sadece tetikçilik denip geçiştirilecek bir şey değildir. Kandırılma ile de ilgisi yoktur. -1915- 23 sürecindeki vaatler yerine getirilmemesine kandırılma denirse kandırılma elbette vardır.- Suçu Hamidiye Alaylarına yıkmak halk bunda yoktu demek de bilgisizlikten öte çarpıtmadan başka bir şey değildir. Halkın katılımının, sesiz kalma ya da sesiz onamanın ötesinde bir olgu olduğu ve birçok yerde top yekûn bir katılmanın söz konusu olduğu biliniyor. Kürtler (1915 öncesinde Ermenilerin ve diğer Hıristiyanların yaşadığı yerlerin sakinleri de bundan muaf değildir) kendilerine şu soruyu sorarak 1915 Soykırımına net tavır almaya başlayabilirler: Dedem 1915’te ne yapıyordu? Bu soruyu sorabilmek son derece önemlidir.
1915 soykırımındaki tetikçilikte Kürtler yalnız değildir. Türk, Çerkez, Arap, Laz… ve hatta Hemşin de aktif olarak katılmış, katılmayan sessizce onamıştır. Saygı duyulacak halk, yönetici, asker, din adamı… arasında karşı çıkan insanlar tabii ki vardır, ancak onlar istatistiğin ihmal edilebilir veriler kategorisine girmektedir. Sonuç ortadadır ve bu coğrafyanın kadim halkları tarihsel topraklarından kazınmışlardır.
Burada bir noktanın daha altının çizilerek bir yanlışın daha düzeltilmesine ihtiyaç vardır. Dedemin yaptıklarından dolayı ben sorumlu tutulamam! Denemez. Almancadan Türkçeye geç doğmuş olmanın merhameti (ya da affı) diye çevirebileceğimiz bir kavram vardır: Gnade der späte geburt . Almanya’da, Holocost’ta ben daha doğmamıştım sorumlu tutulamam diyen Alman Nazi olarak tanımlanır.

İslam bugün ya da her zaman Kürtlerin Türklere yakın durmalarına ve Ermenileri “öteki” olarak algılamalarına sebep mi?

İslam’ı diğer dinlerden ayıran en önemli özellik kutuplaştırıcı, ötekileştirici ve hegemonik yapısıdır. İslam’ın geleceği bu yapının sürekliliğine ve sürdürülebilmesine bağlıdır. Bu yapı kesintiye girdiğinde İslam krize girer. Bugünkü krizi de bundan kaynaklanmaktadır. Elinde artık altın yumurtlayan tavukkalmamıştır. Çünkü kesmiş, yemiş ve tüketmiştir. Kısaca İslam bu dikotomiye ölesiye bağlıdır. 7. yüzyıldan itibaren İslam’ın diğer din mensuplarına karşı ölesiye savaşı -ki cihad olarak adlandırılır- bu yapının kurulmasına yöneliktir. İslam’ın iktidar olduktan sonra muktedir olmayanların üzerinde baskıdan soykırıma giden seyri, iktidar olduğu coğrafyalarda kadim halkların kazınması ve yok edilmesiyle sonuçlanmıştır.[2]

Öcalan hangi Kürtlerin Lideri? Türk liderlerin izinden giden Kürtler kimler?

Öcalan’ın Kürtlerin yarısına yakın kısmını bir arada tuttuğunu ve kontrol ettiğini söyleyebiliriz. Kürtlerin diğer yarısı da Türk liderlerin izindedir. Bu 1915 Soykırımından kaynaklanan bir rehin alınmışlıktır.
Öcalan’ın kontrol ettiği ve kontrol edemediği guruplar ayrışmış değildir. Birbirleri arasında son derece geçişli ve zaman zaman iç içe geçtiklerini de söyleyebiliriz. Öcalan’ın kontrol şekli ve söyleminin demokratik olduğu söylenemez. Kürt halkını kompartımanlara -kandil, parti, kadınlar, taş atan çocuklar gençler… gibi- ayırıp birbirlerini kontrol ettirerek, iktidarını/kontrolünü demokratik usullerin dışında bir yöntemle perçinlemesi birçok sorunları beraberinde taşımaktadır. Bu yapıya itiraza karşı kullanılan yöntem doğaldır ki şiddet olacaktır. Bu alışkanlık PKK dışındaki özellikle sosyalist iddialı kuruluşlar üzerinde de hegemonik yapının oluşturulmasını kolaylaştırmıştır. Bugün sosyalist iddialı kuruluşların PKK yöneticilerinin söylemlerine karşı çıkamamaları bu nedenden kaynaklanmaktadır. Karşı çıkacak yapı/yönetici ertesi gün tasfiye edilme tehlikesiyle yüzyüzedir. Bu bakımdan o yapıdakiyöneticiyi de atama olarak nitelemek mümkündür.
Bir bakıma bu etkinliği daha doğrusu hegemonyayı şöyle özetlemek mümkün: Feodal otoritenin yerine parti otoritesinin geçirilmesi… Ancak burada şunun da altının çizilmesinde fayda vardır. Bu söylediklerimiz kontrol edilen yapı ve kişiler için doğrudur. İradesini iki iradeye de teslim etmeyen bağımsız unsurları bunlardan ayırmak gereklidir.
PKK veya Öcalan başlangıçtaki söylemlerini Kürt yoksullarının talepleri, istekleri üzerine kurmaktaydı. Ancak bugün son gelinen noktada baştaki söylemlerinden uzaklaştıklarını söylemek mümkündür. Merkezi devlet ve belediye imkanlarıyla palazlanan Kürt burjuvazisi önemli bir güce dönüşmüştür. Bugün Diyarbakır, İstanbul’dan sonra lüks otomobil fuarının düzenlendiği ikinci kent olması çok şeyi anlatır niteliktedir. PKK bu gelişmeden etkilenmiyor, bunları dikkate almıyor demek güçtür. Bu Kürt burjuvalarının ilk birikimlerinin Soykırım sürecinde Ermeni, Süryani ve Helenlerin birikimlerinin gasp edilmesinin üzerinde yükseldiğini söylemeye gerek yoktur.

*Civil.net’ ile yapılan mülakat Ermenice olarak http://civilnet.am/sait-cetinoglu-ocalan-hozat/adresinde yayınlanmıştır.



[1] Civil.net’ ile yapılan mülakat
[2] Bu konu ayrıntılı olarak geçen yıl (2013) Sevan Nişanyan’ın Şirince Matematik Köyü’nde kendi adını taşıyan kütüphanede düzenlediği  Akıl ve Din Seminerinde, İslam fanatizminin  coğrafyamızdaki  ayağı kronolojik olarak işlendi, Seminer konuşmaları nette mevcuttur. 

..

Ulusalcıların ve TGB'lilerin Gerçek Yüzü


Ulusalcıların ve TGB'lilerin Gerçek Yüzü  





VİDEOYU İZLEYİNİZ..



Türk basını içinde PKK için, "gerilla", "Kürdistan", "şehitler" ifadelerini ilk kullanan Doğu Perinçek'in kurduğu 2000'e Doğru ve Yüzyıl dergileridir. 1990'lı yıllarda bölgede yükselen Kürt hareketi üzerinden pay kapmaya çalışan ve bunu yedeğine almak isteyen Perinçek, o dönemde gerilla sempatizanıydı.

Sempatiden de öteye giden Perinçek, başında olduğu Sosyalist Parti'nin Kürt sorununa yönelik çözüm önerisinde Eylül 1991 tarihinde açıkça Kürtlerin kendi kaderini tayin hakkından, Kürtçe'nin ikinci resmi dil olmasından, Kürtlerin kendi bayrağı ve marşı olmasından, Kürt ve Türklerin iki ayrı federal devletten oluşması gerektiğinden söz ediyordu.

2000'e Doğru dergisinin 15 Eylül 1991 tarihli ve 29. sayısının kapak haberi, " Kürt Sorununa Çözüm, Demokratik Federal Emekçi Cumhuriyeti" başlığıyla çıkmıştı. Doğu Perinçek tarafından yazılan 15 maddeden oluşan çözüm önerilerinde bırakın Kürt halkının demokratik haklarının tanınması, Kürtlerin Türkiye'den ayrılması için referandum yapılması, açıkça bağımsız bir Kürdistan'ın kurulmasından söz ediliyordu. Bugün "federasyon", "Kürdistan" kelimeleri yüzünden parti başkanları, belediye başkanları, milletvekilleri hakkında soruşturma ve davalar açılırken, Perinçek 1991 yılında Kürt sorununa çözüm için ve oluşturulacak iki ayrı federel devletin yönetimi konusunda şunları savunuyordu:

Sosyalist Parti'nin Kürt Sorununun Çözümü:

1- Kürt milleti, kendi kaderini tayin hakkına kayıtsız şartsız sahiptir. Eğer isterse ayrı bir devlet kurabilir.

Emekçilerin çıkarı, tam hak eşitliği ve özgürlük temelinde, gönüllü birliği gerçekleştirmededir. Ayrılma hakkı gönüllü birliğin her zaman vaz geçilmez koşuludur.

2- Birlikte veya ayrı yaşamak milletlerin özgür iradelerine bağlıdır. Bu özgür iradenin ortaya konabilmesi için, Kürt illerinde referandum yapılmalıdır. Referandumda ayrılmayı savunanlar da özgürce propaganda yapabilmelidir.

3- Bugünkü tarihsel koşullarda, iki milletin emekçilerinin yararına olan çözüm, iki federe devletin eşit olarak katıldığı, demokratik federal bir cumhuriyettir.

4- Federal Halk Meclisi iki meclisten oluşur; Temsilciler Meclisi ve Milletler Meclisi. Yasalar her iki mecliste çoğunluk kararıyla kabul edilir. Meclislerden birinin reddettiği yasa yürürlüğe girmez.

5- Her federe devlette azınlıkların çoğunlukta olduğu ilçe ve illerde halk isterse bölgesel özerklik uygulanır.

6- Federal Anayasa, iki milletin ortak anayasasıdır. Her iki milletin ayrı ayrı çoğunluğu tarafından referandumla kabul edilerek yürürlüğe girer.

7- Federal Cumhuriyet'in bayrağı ve marşı, Türklerin ve Kürtlerin ortak bayrakları ve marşlarıdır. Ayrıca her federe devletin kendi bayrağı ve marşı vardır. Federasyonun ismi tek bir millete dayandırılmazı.

8- Yurt savunması, savaş ve barış sorunları, uluslararası ilişkilerde temsil, anlaşmaları yapmak, federal organların yetkisindedir.

9- Her federe devlet, yabancı devletlerle ticari ve kültürel alanlarda doğrudan ilişkiler kurabilir, konsolosluklar açabilir.

10- Her yönetim kadamesinde iktidar, bütünüyle halk meclislerinde ve bu meclislere karşı sorumludur. Bu yönetim sistemi dışında, merkezi idarenin atadığı valilikler, kaymakamlıklar, emniyet ve jandarma örgütü kaldırılır. Yerel güvenlik örgütleri, yerel meclislere sorumlu olan yerel yönetimlerin emrindedir.

11- Ulusal ve toplumsal gelişme yanında kardeşliğin de önünde engel oluşturan toprak ağalığı, aşiret reisliği ve her türlü ortaçağ ilişkisi ortadan kaldırılır.

12- Her milletin, milli ve dini azınlıkların, dillerini ve kültürlerini geliştirme, siyasal çalışma ve örgütlenme hakları ve özgürlükleri güvence altındadır.

13- Resmi dil Türkçe ve Kürtçedir. Her federe cumhuriyette kendi dili esastır. Federal organların kararları iki dilde yazılır. İlkokuldan üniversiteye kadar ve bütün kültür kurumlarında, her iki dilden eğitim, araştırma, basın, yayın, radyo, televizyor vb. iletişim olanakları gerçekleştirilir.

14- Kürt milletinin demokratik kültürü, bugüne kadar uygulanan baskılara son verilmesi sayesinde özgürce serpilme olanaklarına kavuşur.

15- Bütün iktidar organları, toplum hayatında ve millletler arasında sorunları zor kullanarak çözen ve şiddeti kutsayan eski kültürün bütün temelleriyle tasfiyesi ve halk içinde barışçı, insana saygılı ve şiddeti hor gören enternasyonalist bir emekçi kültürünün yayılması için çalışır.


Ulusalcıların ve TGB'lilerin Gerçek Yüzü  
 (Maocu Doğu Perinçek)

http://www.youtube.com/watch?v=Zr8B0EXBKWc

..

PKK'nın silah bırakması filan hepsi palavra!



PKK'nın silah bırakması filan hepsi palavra! 


PKKnın silah bırakması filan hepsi palavra! |  görsel 1

2013-05-01 21:02:00
Bir gerçek var sa o da, bölgede PKK'nın borusunun öttüğü, kendi ordusunu kuruyor olduğu, artık legalleşme yolunda oldukları gerçeğidir! Bu kale gibi karakolların yapılması kendi güvenliklerini sağlamak içindir. Başımızdaki politikacı müsvetteleri yıllarca, 'terörle mücadele ediyoruz' diye Türk Askerini göz göre göre ölüme terkettiler. Derme çatma barakalarla, sözde 'karakollar'ı mezar ettiler Mehmetçiğe! Açın bakın haritaları, arşivleri, bu karakolların ne kadar stratejik(!) yerlere inşa edildiğini göreceksiniz. Olası bir baskında hayatta kalmak neredeyse mucizedir, orada görev yapanları bulun sorun. Yardım gelmesini beklemezsiniz, bilirsiniz ki o yardım her şey olup bittikten, gün ağardıktan sonra yani, teröristlerin sağ salim(!) inlerine dönmeleri sağlandıktan sonra gelir!

Şimdi ne değişti de bu denli radikal kararlar alınarak, kale gibi sağlam karakollar inşa ediliyor? Kime karşı?.. Türklere karşı olmasın! Diyarbakır'ı başkent ilan etmediler mi? Özerklik ilan ediyoruz demediler mi televizyonlarda? Çok yakın bir zamanda Türk askeri bölgeden tamamen el çektirilecektir! 
Gidişat budur.
  Ahmet Akın,
.

24 Aralık 2014 Çarşamba

Polise darbeci demek iftira ve nankörlüktür




Polise darbeci demek iftira ve nankörlüktür.,




Polise darbeci demek iftira ve nankörlüktür

Polis Akademisi Öğretim Üyesi Prof. Dr. İbrahim Cerrah, Emniyet Genel Müdürlüğü’ndeki Etik Komisyonu üyeliğinden birkaç ay önce istifa etti. Türkiye’deki çoğu emniyet amirinin de hocası olan Cerrah, 17 Aralık dosyasının kapatılamayacağını söylüyor. AKP hükümetine “Polis olmasaydı bu ülkeyi yönetemezdiniz.” diyor.
Prof. Dr. İbrahim Cerrah, yaklaşık 25 yıldır Polis Akademisi’nde öğretim görevlisi. İngiltere’de master ve doktorasını tamamladı. 1995’ten 2008’e kadar Polis Akademisi’nde Güvenlik Bilimleri Enstitüsü Müdürlüğü yaptı. Başta New York Polisi ve FBI olmak üzere ABD’li polislere üç yıl eğitim verdi. Cerrah, yakın zamana kadar Emniyet Genel Müdürlüğü Etik Komisyonu üyesiydi. 17 Aralık sonrasında meslektaşlarına yönelik ‘kıyıma’ ve ‘cadı avına’ tepki göstererek görevinden istifa etti. Polis Akademisi Bilimsel Araştırma ve Yayın Kurulu Başkanlığı’ndan da istifa eden  Cerrah, kısa bir süre sonra akademideki görevini de bırakmayı düşünüyor. Sahur vakti operasyonunu da değerlendiren Cerrah, öğrencileriyle gurur duyduğunu, onların kahraman olduğunu belirtiyor.
-Manifesto niteliğinde bir mektup yazarak akademideki görevlerinizden istifa ettiniz. İstifaya giden süreçte neler yaşadınız?
Mektubu kamuoyuna ve emniyet mensuplarına bir mesaj olarak yazdım. Yolsuzlukla mücadele eden meslektaşlarımın yanında, yolsuzluk yapanların da karşısında olduğumu duyurmak ve öğrencilerimin yüzüne bakabilmek için istifa ettim. 17 Aralık sonrasında yaşananlarla ilgili Etik Komisyonu ve Polis Akademisi Başkanlığı’na birer yazı yazarak “Bu konuda bir tavır almamız gerekiyor.” dedim ve cevap gelmeyince istifa ettim. Ayrıca televizyona çıkmamam konusunda 7 kez uyarıldım. Onun için Bilimsel Araştırma ve Yayın Kurulu Başkanlığı’ndan da istifa ettim.
-İstifa sonrası çevrenizden ne gibi tepkiler aldınız?
7-8 yıldır bu görevi yapıyordum. Ailemden ve emniyet teşkilatından destek gördüm. Akademideki arkadaşlarımdan bazılarının ‘konuşma, başına bir iş gelir’ gibi endişelerini dile getirmelerinin dışında tepki veren olmadı. Bazı akademisyen ve polis arkadaşlarımdan özellikle sessiz kalmamam gerektiğini söyleyenler oldu. Bunlar, bu süreçte görevden alınanlar değil, tam aksine göreve getirilenler, yani klasik tabirle mevcut ‘düzenin adamları’ydı.
-17 Aralık operasyonu sizin için ne anlama geliyor?
Milletin kendisinden zannederek güvendiği, haram ve helale dikkat edeceğini zannettiği bazı insanlar tarafından aldatılmış olduğunun ortaya çıkmasıdır. Türk milleti dün inandığı ve güvendiği bazı insanlar tarafından aldatılmakta ve soyulmakta, milletimiz olan biteni, şaşkınlık ve ibretle izlemektedir. Milletin bu acı gerçeği kabullenmesi biraz zaman alacak. Ancak bunu çok geçmeden görecek ve bunu yapanlara da gereken dersi verecektir.
-Polise yapılan sahur vakti operasyonuna şaşırdınız mı?
Şaşırmadım çünkü bu insanlardan her şey beklenir. Daha fazlası da beklenir, çünkü çaresizlik içindeler. Bu insanların hukuki olarak alınmamaları gereken bir saatte alınmaları, yasalara göre yanlış şekilde kelepçelenmeleri bir zulümdür. Polislere yapılan muamele hırsızlara bile yapılmadı. 17 Aralık operasyonlarında yolsuzlukları yakalayanlar nasıl siyaset meydanlarında delilsiz ve mesnetsiz bir şekilde darbecilikle suçlanmışlarsa; bu ülkeye ihanet eden bir casusluk örgütünü deşifre edenler de aynı şekilde iftiraya maruz kalmakta ve sözde casusluk yapmakla itham edilmektedirler. Kamuoyu artık şunu görmektedir ki bu ülkeyi yönetmek için seçilen siyasilerden bazıları ve onların aile bireyleri büyük paralarla etki altına alınmış ve kuşatılmıştır. Şu ana kadar paraları verenlerden sadece biri suçüstü yakalanmış olup siyasilerin yargıya müdahalesi ile salıverilmiştir. Ama dış bağlantılı kara para aklama ve siyasileri rüşvetle kuşatma bir kişiyle sınırlı olamaz.
-Bundan sonra nasıl bir süreç bekliyorsunuz?
Ne yaparlarsa yapsınlar kaybedecekler. Haklı bir davada zayıf güçlüyü her zaman yener. Polisler haklıdır. Başta darbeci olmakla suçlanıyorlardı, şimdi casuslukla... Polis teşkilatı 12 yıldır bu iktidarı darbelerden korudu. Polise darbeci demek hem iftiradır hem nankörlüktür. Casusluk çetesinin üzerine giden polislere casus iftirasını atıyorlar. Hırsızın ev sahibine baskın çıkma durumudur bu.
-Bülent Arınç, “Polis özür dilesin, bu iş kapansın.” diyor!
17 Aralık’ta görevini yaparak hırsızları yakalayan polis, kimden özür dileyecektir? Rüşvet ve yolsuzluk hem suç hem de günah değil midir? Fakirlerin, gariplerin ekmek çalması suç ve günah da bakanların, bakan çocuklarının ve zenginlerin milyarlarca dolarlık yolsuzluk yapmaları suç ve haram değil mi? Durum böyleyken bu ülkeyi yöneten siyasi kişi ve makamlar polisin yakaladığı hırsızlardan özür dilemesini mi istiyorlar? Şunu belirtmekte fayda var: 17 Aralık rüşvet ve yolsuzluk operasyonları herhangi bir cemaat veya tarikatın ilkelerine göre değil, çoğu hâlen iktidarda olan siyasi parti tarafından çıkartılan kanunlara göre yapılmıştır. Dosyanın kapağını açacak kadar cesareti olanlar, yapılanların yürürlükteki kanunlara göre suç olduğunu göreceklerdir.
-Gözaltı süresi boyunca polislerin ve ailelerin verdiği fotoğrafı nasıl okumalıyız?
Anne ve babalar evlatlarını herkesten iyi bilirler. Haram lokma yememişlerdir. Eğer bu insanlar, bakanların önlerinde takla attıkları kişilerin rüşvetlerini kabul etselerdi, onların da altlarında lüks arabalar olurdu, lüks evlerde otururlardı. Ancak çoğu kirada oturuyor. Anne babalarından emanet aldığımız o evlatları biz de hukuka uygun eğittik. Güçlünün değil, haklının yanında olmayı öğrettik. Nasıl aileleri onların arkasındaysa ben de evlatlarımın arkasındayım, onlarla gurur duyuyorum.
-Göreve yeni gelen polislerin meslektaşlarına yaptığı uygulama ne kadar etik? Örneğin kelepçe mizanseni…
Alt rütbedekilerin gelen talimatları yerine getirmeye çalıştıklarına inanıyorum. Üst rütbedekilerin de psikolojileri bozuk. Her gün üç-beş tane sakinleştirici ilaç alan tanıyorum. Bazıları yıllardır kin ve nefretle bileniyor, fırsat kolluyorlardı. Bir kısmı ceza almış, hapis yatmış insanlardı. Bunlardan adalet beklemek mümkün değil zaten. Bu uygulamayı yapan polislere ileride hesabı sorulacaktır. Hukuksuz emir, emir değildir, yerine getirilmez. Şu anda görev yapanlara şunu söylüyorum. Başlarındaki başbakan da olsa kanun dışı emirleri yerine getirmesinler, getirirlerse yarın kendilerini ne başbakan ne de içişleri bakanı kurtarabilir. Biz onlara zamanında öğrettik. Öğrenmemişler veya unutmuşlarsa bu onların kusurudur.
-Bu süre içinde AKP bürokrasisi ile ilişkileriniz nasıldı?
Son 12 yıldır iktidarda olan AKP bürokrasisinden birçok kişi beni şahsen tanır. Siyasete ve halkın seçerek iktidara getirdiği siyasetçilere karşı duruşumu ve kendi çapımda verdiğim desteği de çok iyi bilirler. Hiçbir zaman siyasete ve hükümete karşı biri olmadım. Bunu hem polislere verdiğim eğitimlerle hem de çalışmalarımla ortaya koydum. Meşru siyasete verdiğim destekten dolayı tehdit edildim.
-Nasıl bir tehdit?
İki kez bomba süsü verilmiş paketlerle suikast teşebbüsüne maruz kaldım. Adım, birden fazla terör örgütünün suikast listelerinde yer aldı. İstihbarat raporları ile can güvenliğimin tehlikede olduğu ve kendime dikkat etmem konusunda istihbarattan uyarıldım. Bunların hiçbiri beni yıldırmadı. Bunu bugün başbakana ‘çok yakın’ olan bazı siyasiler ve bürokratlar çok iyi bilmektedir. Eğer bilmiyorlar ve hatırlayamıyorlarsa belgeleriyle ispat ederim.
-İçişleri bakanlarıyla ilişkileriniz nasıldı?
Beşir Atalay’la gerek içişleri bakanı olduğu ve gerekse daha önceki bakanlık döneminde birkaç kez görüştüm. Ancak asıl onun içişleri bakanı olduğu dönemde makamlarına nazikâne davet ettiğinde yaptığımız görüşme, bakanın şahsında hükümetin polise o günkü ile bugünkü bakışının karşılaştırılması açısından çok manidardır.
-Neden?
AKP iktidarının ilk 10 yılında polis kahramandı. Polise minnettarlık duyuluyordu. Polis değil darbecilikle suçlanmak, darbeleri önlüyordu. Kısacası, 10 yıl boyunca polis bugünkü gibi tu kaka değildi. Ne zaman ki dört bakana ve onların çocuklarına ulaşan milyarlarca liralık büyük rüşvet ve yolsuzluk operasyonu yapıldı, o polisler birden ‘darbeci’ ve ‘ajan’ olmakla suçlandı. Bu ülkede Genelkurmay’ın ışıkları açık kaldığında siyasilerin uykularının kaçtığı günler vardı. Askerler konuşunca bu ülkenin kimyası bozulurdu. O tarihlerde polisler canla başla çalışarak onlarca darbe hazırlığı ve teşebbüsünü önlediler. Bir insan hele bir Müslüman nasıl bu kadar nankör ve vefasız olabilir? İktidara geldiğiniz ilk yıllarda polisler canla başla çalışmasaydı siz bu ülkeyi yönetemezdiniz. Devlet kurumları içinde güvenebileceğiniz sadece emniyet vardı. Medya, yargı, sivil toplum karşınızdaydı. İçinde yaşadığımız coğrafyada halkın oyu ile iktidara gelinse bile halkın oyu ile iktidarda kalınamadığını görmediniz mi? Bugün kendisine çok güvenerek her şeyinizi ona emanet ettiğiniz kişiler o koltukta yokken siz polise güveniyordunuz. 12 yıldır iktidardaysanız bunu biraz da polise borçlu değil misiniz?
-O dönem başka nelerle karşılaştınız?
AKP’nin ilk iktidarı döneminde askerî vesayet ciddi bir şekilde hissediliyordu. Gerek yaptığımız yayınlar ve gerekse düzenlediğimiz konferans ve panel gibi bilimsel aktivitelerle demokratik değerleri savunduk. Örneğin, 2006’da TESEV Almanağı’nı yayımlayarak siviller adına darbecilere karşı bir duruş sergileyenler arasında yer aldım. Zamanın genelkurmay başkanının bir konuşmasında hedef olarak gösterildik. Arabama ve makam odama bomba süsü verilen paketler konularak korkutulmaya ve yıldırılmaya çalışıldım. Kamuoyuyla ilk kez paylaştığım bu bilgi, polis kayıtlarında olduğu gibi bendeki belgelerle de mevcuttur.
-Beşir Atalay’la görüşmenize dönersek…
Sayın bakan ile ortak bir dostumuz var. Hâlen başbakana çok yakın ve çok etkili bir konumda olan bürokratı otuz yılı aşkın süredir tanımaktayım. Kendisini 13-14 yaşlarında âdeta gencecik bir fidan iken tanıdım ve hâlâ da severim. Sayın Atalay ile ortak dostumuz olan bürokrat, kendisine yaptığı hayırlı olsun ziyaretinde geçen konuşmayı anlattı. Bakan beye, polis teşkilatında görev yapan ve teşkilatı çok iyi tanıyan bir arkadaşından söz ettiğini ve bu kişinin kendisini doğru ve sağlıklı bilgilendireceğini, yanıltmayacağını söyler. Ben içimden ‘kim bu kişi’ diye geçirirken bakan beye söz ettiği kişinin ben olduğumu öğrendim. Ancak bu arada, ileride bir yanlış anlaşılma olmaması için de benim özel hayatımla ilgili olarak biraz bilgi verir ve kamuoyunda tanınmış bir kişiye karşı benim ‘gönül bağım’ olduğunu da belirtir. Ben de kendisine bakan beye benim hakkımda söylediği şeyin çok doğru olduğunu ve bir zamanlar başbakan ve bakanların da açıkladıkları gibi benim de bu kişiye karşı bir gönül bağımın olduğunu doğruladım. Sonuç olarak, bu konuşmadan sonra bile bakan beyle görüşmek gibi hiçbir niyet ve teşebbüsüm olmadı. Aradan birkaç ay geçtikten sonra bakan bey bizzat kendisi beni telefonla arayarak görüşmek üzere makamına davet etti.
-Neden?
Ben o tarihlerde (Nisan 2009) Güvenlik Bilimleri Enstitüsü müdürü olduğum için görevimle ilgili bir bir görüşme olacağını düşünüyordum. Ama öyle olmadı. Bakan bey bana daha önce kendisini neden ziyaret etmediğimi ve beni beklediğini ifade eden sitemkâr bir konuşma yaptıktan sonra çok önceleri görev yaptığı İzmir ile ilgili bazı ortak noktalarımızdan söz etti. Benim açımdan oldukça yararlı ve onurlandırıcı bir görüşme oldu. Bakan bey bana görev yaptığım kurumla ilgili olarak bir istek ve ihtiyacımın olup olmadığını sordu. Böyle bir soruya hazırlıksız olmama rağmen o andaki bazı parasal ihtiyaçlarımızı telaffuz ettim. Bakan bey bana “Bunlar küçük rakamlar hocam! Siz büyük düşünün! Her zaman arkanızdayım! Paraysa para! Elemansa eleman! Ne ihtiyacınız varsa sizi desteklerim.” dedi.
-Herhangi bir talepte bulundunuz mu?
AKP henüz iktidara gelmeden önce ve daha doçent bile değilken yardımcı doçent unvanı ile Polis Akademisi bünyesinde kurulmuş olan Güvenlik Bilimleri Enstitüsü Müdürlüğü görevine atandım. O tarihlerde Akademi’de üç tane profesör olmasına rağmen- sağ olsunlar- beni bu göreve atadılar. 2001’de atandığım ve yaklaşık 8 yıl kaldığım bu görevden kendi istek ve irademle ayrıldım. Bu görevimden istifa etmeden sadece 1-2 hafta önce zamanın içişleri bakanı makamına davet ederek bana her türlü desteği vermeye hazır olduğunu söyledi. Bakanın bunca teveccüh ve destek vaadine rağmen görevimde daha fazla kalmayı düşünmedim. 8 yıl içerisinde değişen akademi başkanlarına istifamı verdim ama onlar uygun görmeyip devam etmemi istediler. Ancak 2009’da atanan akademi başkanına istifam konusunda ısrarcı oldum. Çünkü o zamanki içişleri bakanı, başbakanımızın lise yıllarından sınıf arkadaşına akademi başkanlığına atanması konusunda ümit vermiş olmasına rağmen onu atamamıştı. Bu durumda kendimce bir jest yaparak 8 yıldır iktidarda olan başbakanımızın sınıf arkadaşına bir yer açmak için görevimden istifa ettim. Bu da gerçekleşti ve ben istifa ettikten sonra bu hocamız benim boşalttığım makama oturdu. Bu iddialarımı bazı okuyucularımız abartılı bulabilir. Ancak şimdi söyleyeceğim ve bundan sadece birkaç hafta önce gerçekleşen bir olay anlattıklarımı teyit etmektedir. Başbakanımızın liseden sınıf arkadaşı olan saygıdeğer hocamız, diğer bir arkadaşı da içişleri bakanı olmasına rağmen ancak 2012’de akademi başkanlığı görevine atandı. Ancak görev süresi dört yıl olmasına rağmen üzerinden daha iki yıl bile geçmeden alındı. Kısacası 12 yıldır ülkeyi yöneten başbakanımız kendi sınıf arkadaşına ancak 10 yıl sonra bir görev verdi ve bu görevi de tamamlamadan daha yarısındayken görevinden aldı. Saygıdeğer bir beyefendi olan bu hocamızın görevden alınma nedeni, kendi ifadeleri ile kartal olamayışıydı. Diğer bir anlatım ile ‘cadı avı’ yapma konusundaki isteksizlik ve belki de biraz da hızlı olmayışıydı.
-Emniyete yapılan sahur vakti operasyonunun başında bulunan İçişleri Bakanı Efkan Ala’yla ilişkileriniz nasıldı?
Kendisini İçişleri Bakanlığı tarafından 2005-2006 yıllarında yürütülen ve benim de ‘yerli uzman’ olarak katıldığım bir Birleşmiş Millet Kalkınma Programı (UNDP) projesi kapsamında tanımıştım. UNDP projesinin yerli uzmanı olarak gerek programın içeriği, gerekse sabit hocalar dışında dışarıdan davet edilecek isimler konusunda bana teveccüh gösterilerek görüşüm sorulduğunda Efkan Ala’nın ismini önermiştim. O zamanlar Diyarbakır valisiydi. Kendisini o günkü şartlarda rol model bir vali olarak gördüğüm için konuşmacı olarak çağırılmasını önermiştim. Kendisi hatırlamayabilir; ama aramızda geçen ve onun taa öğrencilik yıllarına ve Erkan Mumcu ile arkadaşlıklarına kadar uzanan çok samimi ve dostane görüşmelerimiz oldu. Açıkça itiraf etmek gerekirse kendisinden o tarihlerde çok etkilenmiştim ve bende ülkeye çok güzel hizmetler edebilecek bir bürokrat izlenimi bırakmıştı. Ancak Sayın Ala’nın Başbakanlık Müsteşarlığı’na atandıktan sonraki performansına inanamıyorum. Bugün neden böyle davrandığını tam olarak kavrayamasam da bu tür davranışlarının asıl nedeninin bir gün mutlaka ortaya çıkacağına inanıyorum. Ben şahsen Efkan Bey tarafından ‘aldatıldığımı’ söyleyemem. Bu ona karşı saygısızlık olur. Ama kendim- belki de biraz saf olmamdan dolayı- onun hakkında ‘aldanmışım’ diyebilirim. Önemli bir programa konuşmacı olarak katılmasına katkı yaptığım Sayın Ala’nın yıllar sonra bakan olunca benimle ilgili ilk tasarrufunun ‘ifade özgürlüğümü’ ortadan kaldırmak olması çok manidardır.
-Nasıl yani?
14 Mart 2014’te CNN Türk’te Taha Akyol’un programına davet edildim. Programın konusu benim doktora alanım olan toplumsal olaylardı. Aynı gün birkaç saat içinde emniyet genel müdürünün imzası ile öğretim üyelerinin TV programlarına katılmalarını sınırlayan ama kanuni dayanağı olmayan bir yazı çıkartılmıştı. Bu yazı ile öğretim üyelerinin TV programlarına katılmaları bakanın, yani Efkan Ala’nın iznine bağlanıyordu. Acele ile alınmış ve hukuksuz olan emri ciddiye almadım ve o gün bugündür çağrılan her TV programına çıkmaktayım.
-Hakkınızda resmî olarak hiçbir işlem yapıldı mı?
Yapıldı elbette ama henüz bana ulaşmadı. Gerçi geçenlerde iki memur arkadaş beni evimde ziyaret ederek bana bir zarf vermek istediler ama yıllık iznimi kullandığım için üzülerek kabul edemedim. Ancak memur arkadaşlar evrakı mahalle muhtarına bırakmışlar. 5-6 gün sonra evrakı muhtardan aldığımda gelen yazının ‘uzaklaştırma’ olduğunu öğrendim. Ayrıca, yazın akademide eğitim olmadığından dolayı ben zaten ‘meslekten uzak’ olduğum için bu yazıyı da çok ciddiye almadım doğrusu.
-Bu süreçte kendinizle ilgili bir kaygınız var mı?
Hem evet, hem hayır. Evet; çünkü sonuçta can tatlıdır. Ayrıca evliyim ve bakmakla sorumlu olduğum ve hepsi de eğitim çağında dört çocuğum var. Hayır; çünkü korkunun ecele faydası yok. Önemli olan yanlış bir yönde ve yanlış bir yolda ölmemektir. Hem burada nasıl ölüp nasıl uğurlandığımız değil, orada nasıl karşılandığımız önemli. Ben ne yapıp edip bu dünyada biraz daha fazla yaşamak değil de ne yapıp edip ‘Müslüman olarak ölebilmenin’ derdindeyim. Şu anda haklı ve mağdur olduğuna gönülden inandığım bazı arkadaş ve meslektaşlarımı savunuyorum. Bunun bedeli ne ise onu ödemeye de hazırım. Ancak zaman zaman geceleri uyanıp acaba dostlarım beni de almaya geldiler mi diye ümide kapıldığım da olmuyor değil. Bir zamanlar abi-kardeş olduğunuz, beraberce oturduğunuz, beraberce gülüp ağladığınız ve acı tatlı hatıralarınız olan bir insanın sizin için endişe kaynağı olması kelimelerle ifade edilemeyecek kadar ilginç bir duygu. Ama buna korku denemez. Bu insana korkudan daha fazla acı veren bir duygu. Şahsım adına endişelenmekten daha çok o dostumun içine düştüğü durumdan dolayı üzülüyorum. İşin benim açımdan güzel tarafı ise bu kurumun başında otuz yılı aşkın bir süredir birbirimizi iyi tanıdığımız ve sevdiğimiz bir dostumun olmasıdır. Aramızdaki dostluk, ilişkilerin bu düzeye gelebileceğini hiç hesap etmediğimiz dönemlerde, yapmış olduğumuz bazı dostane anlaşmalarla geri dönülemez bir şekilde perçinlenmiştir. Ben şu ana kadar sözümü tuttuğum gibi bundan sonra da ahdimi bozmayacağım. Sanırım eski dostum da en az benim ona olduğum kadar bana sadıktır. Bu durumda şu anda Türkiye’de kendisini en fazla güvende hissedecek birisi varsa o da benim. Her şeye rağmen, araba kazası veya başka bir şekilde başıma bir şey gelmesi durumunda ise bunun ilk sorumlusu bu ülkede cadı avını başlatan makamdır. Çünkü benim dostuma beni ortadan kaldırmak konusunda emir verebilecek tek kişi de odur. Ancak emri alan kişi bunu yerine getirmekte çok zorlanacaktır. Çünkü kendine emir veren kişiyle yaklaşık 15 yıldır hukuku varken benimle olan dostluğu ve hukuku 30 yılı aşkındır.
 __________________________
BABAMIN DUALARINDA HEP ERDOĞAN VARDI
-Ailenizin tepkisi nasıl?
 Ben ilkokul çağlarından beri namazını aksatmayan ağzı dualı bir anne-babanın çocuğuyum. Ailecek muhafazakâr-mütedeyyin ve Millî Görüş geleneğinden geliyoruz. Ailem başbakanı millete dürüstçe hizmet ettiğine inandığı için sevmişti. Babam başbakana, eşine ve çocuklarına her gün tek tek ismen dua ederdi. Bir zamanlar kendilerine güvenerek destek verdiğimiz bazı siyasetçilerin bu güveni suiistimal ederek yolsuzluğa bulaştığı konusunda babam ve yakın aile çevrem de benim taşıdığım endişeleri taşıyor. Ailemden hiç kimseyi bu konuda konuşarak etkilemedim. Onlar da benim gibi düşünüyor ve bana destek veriyorlar.
-17 Aralık’tan ülke olarak nasıl bir ders çıkarmalıyız?
Bu süreçte şunu öğrendim ki yolsuzluk yapanlar ile yolsuzlukla mücadele edenler gerçekte çok ayrı dünyaların insanlarıymış. Ben şahsen yakın bir zamana kadar her iki tarafın da ‘helal-haram’ ve ‘kul hakkı’ gibi konularda aynı inanç ve değerleri paylaştıklarını zannediyordum. Birbirlerine benzediklerini zannettiğim bu insanlar, birbirlerinden çok farklılaşmış ve birbirlerine ‘yabancılaşmışlar’. Birileri maaşı ile ayın sonunu zor getirirken diğerleri sadece bir ihaleden gelen 10 milyon doları dahi az görerek reddedebiliyor. Birileri paraları sıfırlamak için lüks villalar satın alırken, havuzlu yazlık villalar yaptırırken, birileri de milyon dolarlık rüşvetlere sırtlarını dönerek 100 metrekarelik evlerde kirayla oturmaya devam edebiliyor. Kısacası, birileri milleti adına samimi ve ‘hasbi’ bir şekilde gece gündüz demeden eşlerini ve evlatlarını ihmal etme pahasına koştururken, diğerleri de ihalelerden komisyon ve pay alarak evlatları ve torunları için servet biriktirebiliyor.
-Rüşvet ve yolsuzluk konusunda toplumda bir yozlaşma var mı?
 Maalesef öyle. AKP iktidarı döneminde insanlar daha fazla dindarlaşmadılar. Tam aksine dinî ve ahlakî değerlerde ciddi bir erozyon ve yozlaşma oluştu. Dindar değil; yozlaşmış, kolaycı, çıkarcı, helal-harama dikkat etmeyen bir nesil yetişti. Sakalı göbeğinde beş vakit namaz kılan hacı amcalar bile “Çalıyor ama çalışıyor!” diyerek hırsızlığı meşru görür oldu. “Allah için siyaset yapacağız! Halka hizmet hakka hizmettir!” diyerek iktidara gelenlerin bugün içine düştükleri durum çok üzücüdür. İslam adına çok acı bir durumdur. Özellikle 17 Aralık’tan sonra Türkiye’nin gündemine oturan ‘rüşvet ve yolsuzluk’, benim yıllardır üzerinde araştırma yaptığım ve eğitim verdiğim bir konu. Bu konularda bilimsel araştırmalar yapmak ve sonuçlarını kamuoyu ile paylaşmak benim hem görevim hem de hakkımdır. Kaldı ki Başbakanlık bünyesinde kurulmuş olan Etik Kurulu’nun bünyesinde, başbakanımızın da özellikle vermiş olduğu destekle yürüttüğüm yolsuzlukla mücadele projeleri vardır. Bu projelerden birinin başkanlığını bizzat ben yürüttüm.
________________________
CADI AVI POLİSİ YIKMAZ, GÜÇLENDİRİR  
-17 Aralık sonrası 100 bine yakın polis sürgün edildi. Siz aynı zamanda Türkiye’deki çoğu emniyet amirinin hocasısınız. Bu süreçte öğrencilerinize yapılan kıyım sizi nasıl etkiledi?
Bence her polisin yaşadığı mağduriyet bir kahramanlık hikâyesi. Bir polis memuru vardı, çocuğu özürlü. Sürgün edilen memura, amiri ‘Akılsızlığının cezasını çekiyorsun’ demiş. Üç göç bir yangına bedeldir. Sadece tayin olmak hele de damgalanarak tayin olmak polisleri ve ailelerini mağdur eder. Bugün o polisler gözaltı-tutukluluk yaşıyorsa, bugün 50-60 bin polis yolsuzluğa göz yummayacağı için sürgün ediliyorsa onlar kahramandır. Onların hepsini alnından öpüyorum.
-Emniyet teşkilatının ruh hâli nasıl?
Namuslu olduğu için görevden alınan hiçbir polisin yıkıldığını görmedim. Yıkılmış, ümitsizliğe kapılmış hiç kimseyi görmedim. Bence polis teşkilatı aklandı. Dün de bu yolsuzluklar yapılıyordu ama bunun üzerine gidecek bir polis teşkilatı yoktu. Şu anda hukuka inanmış cesur polisler var ki bakan da bakan çocuğu da olsa üzerine gidiyorlar. Bence polis teşkilatının imajı parlıyor. O kelepçeler şeref madalyaları.
-Bu kıyımın, polise yapılan zulmün toplumda nasıl bir etkisi olacak?
Ben bunun sürdürülebilir bir durum olmadığına inandığım için bunu yapanlar kısa sürede darmadağın olacaktır. Cadı avı bitecek, hukuk yeniden işleyecektir. Namuslu polisler tekrar görevlerine döneceklerdir.
-Bu süreçte topluma düşen bir görev var mı sizce?
Her şey milletin gözü önünde gerçekleşiyor. Burada Türk toplumuna şunu söylemek istiyorum. Yıllarca haklı olarak polisin rüşvet almasından, adam kayırmasından şikâyet ettiniz. Biz de hak ve hukuku gözeterek sizlere hizmet edecek, hırsızlar ve yolsuzlar tarafından satın alınamayacak kadar dürüst polisler yetiştirdik. Yolsuzluk yapan bakan veya bakan yakını bile olsa hukuk içinde onun üzerine gidebilen polisler yetiştirdik. Milletin hukukunu korumak konusunda cesur, kararlı ve rüşvetçiler tarafından parayla satın alınamayacak kadar dürüst olan bu polislere sahip çıkma sırası sizdedir.
-Bu dosya kapanır mı?
Kesinlikle kapanmaz. Yapanların yanına kâr kalmayacak. Bu dünyada da hesap verecekler, mahkeme-i kübrada da...
.

23 Aralık 2014 Salı

Siyaset Harmanında Kimlik Arayışı




Siyaset Harmanında Kimlik Arayışı


08 Temmuz 2011, 00:00

Siyaset Harmanında Kimlik Arayışı
Dr. Metin ERİŞ














Değerli okuyucu… Söze bir özürle başlamak istiyorum. Bu yazı 24 Haziran tarihi için hazırlanmış ve ani olarak çıktığım bir seyahatten gönderilmesi plânlanmıştı. Fakat bazen beklenmeyenler insanın bütün düşüncelerini altüst ediveriyor. Gittiğim yere herhangi bir ihtimali düşünerek modem bağlantısını birlikte götürmüştüm. Ama ne yaparsınız ki bozulacağını hesaba katmamıştım!.. Bu yüzden de neredeyse yarım günlük çabam boşuna gidecek ve hiç hayatımda yapmadığım gibi mazeretsiz sizlerden uzak kalacaktım. Özrümü kabul etmenizi diler ve o günkü yazıyı bilgilerinize sunarım…. Her yeni gibi görünen olayın insanoğlunun hafızasında geçmişe dönerek bazı araştırmalara başlamasını garipsememek gerekir… Hele bizim nesil gibi, çocuk yaşlarda da olsa, demokrasimizin ilk harfinden itibaren yaşayarak ibret alanlar için hafıza yoklamaları âdeta birer kader gibidir… Türkiye Cumhuriyeti devletinin Osmanlı İmparatorluğunun köklü ağacının filizinden doğduğunu, hâlâ inkâr edenler bulunsa da, günümüzde belgeli gelişmelerle karartılmasının mümkün olmadığı açıkça gözlenmektedir. Osmanlını 18nci yüzyılda belirginleşen, 19ncu yüzyılda ise ne yazık ki yanlış teşhis ve içine sürüklenişle ortaya çıkan darboğazlar ve nihayet Tanzimat’la birlikte neredeyse tamamen Batı kontrolüne giren yenileşme hareketlerinde uygulanan metotların imparatorluğun daha hızlı çöküşüne vesile olduğu bilinir. Böylece Tanzimat çizgisindeki İttihatçı kadrolardan bir grubun yeni devletin kurucuları arasında yer almasının âdeta kader haline gelmesi kaçınılmaz olacaktır!. Cumhuriyetin kuruluş sürecinde, örnek alınan Batı dünyasında yaşanan ideolojik çalkantılardan ülkemiz aydınlarının tesir altında kalmamış oldukları ise herhalde söylenemez. Bu durumda ilk yıllarındaki totaliter yapıda zamanın ideolojilerinin mâkes bulmasını tabii kabul etmek mümkün olacaktır. Dışarıdaki benzerleriyle bağımlı olmadığı intibaını veren, kendine mahsus bir hüviyet iktisap etmek isteyen ideolojik kurgunun vardığı nokta şahıs kültüne bağlanan Kemalizmdir. Kemalizm bir ideoloji midir? Eğer biz söyledik o halde saplantısında değilseniz, bunun bir şahıs kültü olmanın ötesine geçmediğini ve geçemeyeceğini samimiyetle dile getirmek gerekir. Kemalizm olarak isimlendirilmeğe çalışılan pragmatizmin, gerçekte bir sığınma mercii ve/veya iktidar vesayetinin pragmatik bir uygulamalar zincirinden başka bir şey olmadığı görülecektir. Kemalizm ile uygulamağa konulmak istenilen davranışlar irdelediğinde, karşımıza çıkanın iktidara hedefli bir kelimeler silsilesinden ibaret olduğu belirgin şekilde ortaya çıkar. Meselâ İnönü örneği hatırlandığında görülecektir ki Atatürk’ün ortaya koymağa çalıştığı pek çok uygulamanın ortadan kaldırıldığı ve bunların da Kemalizm’in unsurları olduğu iddia edilmiştir! Daha sonraları bu defa Ortanın Solunda da çelişkili görülse de Kemalizm’e sığınılacaktır. Görülen o dur ki CHP’nin kimlik arayışlarındaki çelişkilerinde hep kullanılan Kemalizm paravanıdır. Gariptir, bir türlü ulaşılamayan iktidar yolunda Güneydoğu Anadolu insanından istifade etmenin yolu aranırken, dünün Dersim mucitleri TİP’in arka plânında kalmayı tercihle Kürtçülük Hareketinin organize halde gündeme geldiği Doğu Mitinglerinde başrol oynamışlardır. Hatta TİP’in kuruluşundaki alt yapı da CHP teşkilâtlarınca sağlanacaktır!.. Ve paravan, kendi içinde çelişkilerle dolu olsa da, yine Kemalizm’dir Bu davranış biçimi, tersinden okunduğunda, sn Kılıçdaroğlu’nun Hakkâri Mitingindeki dayanışmasını hatırlatmıyor mu, ne dersiniz? İnönü’den sonra Ecevit de aynı ikilemi kullanmaktan kaçınmayacaktır. Bir taraftan kendi çizgisindeki devrim adına “Kemalist devrimler üst yapı devrimleridir” derken öte yandan “Ortanın Soluna karşı olanların kendilerini Atatürkçülükle vasıflandırmaları bir çelişmedir” diyerek Kemalizm sütresini kullanacaktır. Sonraki yıllardaki Ecevit, Kemalizm(!) adına gerçekleştirilen darbelerden birilerinin bumerang gibi CHP’e çarpması karşısında Kemalizm’in bir ideoloji olmadığını anlayacak ve anlatmağa da çalışacaktır ama kendini CHP’nin dışında bulacaktır!.. Özetle Kemalizm, ilmî temelden kaynaklanmadığı için boşlukta sallanan ve kullananların yorumlamak istedikleri yönde paravan yapılan farklı zeminlerdeki söylemlerden ibaret kalmaya devam etmiştir ve edecek gibi de görünmektedir… Ecevit’ten sonra CHP’nin Baykal ve sonrasında Kılıçdaroğlu ile yaşadıklarına bakınca önceki tespitlerimizden farklı bir zeminin şekillenmediği görülür. Kaybedilen seçim sonuçlarına göre, bir ara şeyh Edebali’ye ve halkın geleneksel değerlerine dönüş arayışları gündeme gelecekse de, adı “Kemalist” konulan vesayet yine hâkim unsura dönüşecek ve CHP’i halktan uzaklaştıracaktır. CHP’nin temel sıkıntısı sığınılan Kemalizm’in ideoloji olamayışı yanında onu bir türlü tarif edememekten kaynaklanmaktadır. Üstelik ondan vazgeçemeyerek yalpalamağa devam ederken halkın değerlerine intibak edememek de kimliksizleşmelerine yol açmaktadır.!.. Kimliksizlik evvel emirde “devletin kurucusu sıfatıyla her şeyin kendilerinden menkul oluşuna bağlandığı, milleti adam etmenin de kendilerinin sahip olduğu bir vecibe” inancı CHP’li mantığa yerleşmesinden doğmuştur!.. Doğruların tek sahibi saplantısından yola çıkıldığında içine sürüklendikleri totalitarizmden despotluğa, kapitalizmden devletçiliğe, halkçılıktan şahıs kültüne bağlı oluş ve nihayet Atatürk milliyetçiliğine uzanan çizgide, kulvar değiştirirken bile, halkla bütünleşememek kimliksizleşmeyi pekiştirmektedir. Dikkatle üzerinde durulduğunda görülecek olan, Atatürk döneminde demokrasi denemeleri olarak sunulan “emirli partiler” uygulamalarının da gerçek anlamda demokrasi arayışlarının olmadığıdır. Kurulan partiler, Anadolu tabiriyle CHP için “hık” deyiciler olarak düşünülmüş, tahakkuk etmeyince de kapanmaları kaçınılmaz olmuştur. Aynı uygulamanın 1946’da DP için de geçerli kılınmak istendiği ama zaman ve zeminin değişmesinin buna müsaade etmediği açıktır. Demokrasinin gerçeğe yakın 1950-60 yılları ise ibret alınacak olaylarla doludur. Birileri sahip oldukları vesayet zincirinin kırılmasına tahammül gösteremeyecek ve daha seçimlerin yapıldığı ilk günlerden itibaren 27 Mayıs Darbesinin alt yapısını oluşturmak üzere harekete geçeceklerdir. Ötesi bahanelerdir. Darbe sonrasında, 1965-69 arasını bir tarafa koyunuz, 60’lı yıllar Türk demokrasisinin talihsizlikler zincirinin devamıdır. İdeolojiler yanında çatışmasının siyasî zemindeki görüntüsü “halk yardakçılığı” artık gündemin başköşesindedir. Dönem parçalanmaların, inatlaşmaların ve insanlarımızın birbirine kırdırılışının yeni bir 10 yılıdır. Bölgesel tahrikler de bu yıllarda önlenemez boyutlardadır. Temelinde artık sol ideoloji ağırlıklıdır. O günlerin zemini, 1980 Darbesinin nokta koyacağı iç savaş çağrışımlarıyla doludur. Öyle ki samimi olunduğunda, hemen herkesin kurtuluşu darbede gördüğü günlerdir o günler. Fakat kim derdi ki “koruma/kollama” yetkisi yeni bir mezalimin sebebi olacaktır!. Bütün bunların irdelenmesi ile ortaya çıkacak olan siyasilerimizin, hele hele kendine devlet partisi kisvesi giydirmekten memnun CHP’nin demokrasiyi için bir türlü sindiremediğidir. O halde bugüne kadar halkı tarafından daima iktidara taşınan muhafazakâr partilerin karşısında ancak sahip olduğu imtiyazla ayakta kalabilen CHP önce kendisini yargılamalıdır. Bu yargılamaya da önce amblemi olan altı okuyla başlamalıdır. Ki bunun kolay olacağı söylenemez. Neden mi? Çünkü halkı anlamaktan çok onunla cebelleşmeyi tercih eden bir zihniyete sahiplenmiş görünmektedirler.. Ama şunu da itiraf etmem gerekir. Yavaş yavaş da olsa ve gelişme denilebilirse, CHP “nankör millet” söyleminden dış kaynaklı “Stockholm sendromunda” karar kılmışlardır.


..