29 Kasım 2020 Pazar

A.B.D. SÜPER GÜÇ OLARAK KALABİLİR Mİ., BÖLÜM 2

 A.B.D. SÜPER GÜÇ OLARAK KALABİLİR Mİ., BÖLÜM 2







Dünya anakarasının ortasında yeralan Avrasya bölgesinin, Asya’nın büyük ülkelerinin denetimine geçmesi, ya da Avrasya bölgesinde rekabet için de olan güçlü ülkelerin önderliğinde bağımsız bir kıtasal devlete dönüşmesi, Avrupa ile beraber ABD’nin de geleceği açısından önemli güvenlik sorunları çıkartabilecektir. Bunu farkeden başta Almanya olmak üzere, tüm büyük Avrupa ülkeleri ile beraber Avrupa Birliğide kendi çıkarları doğrultusunda bir Avrasya politikasını gündeme getirmişlerdir. 

Avrasya bölgesinde meydana gelebilecek bir Asya ülkesi egemenliği ya da bağımsız bir büyük siyasal oluşum, tüm Batıyı tehdit edebileceği gibi, bu bölgenin Almanya ya da Avrupa’nın hegemonyası altına sürüklenmesi de, ABD’yi tehdit edebilecek ve ABD’nin Avrupa’daki ikinci imparatorluğuna son verecektir. 
İkinci imparatorluğunu koruyamayan ABD ise, Avrasya bölgesinde üçüncü bir imparatorluk hiç bir zaman kuramayacak ve bu durumda da Avrasya bölgesini 
kontrol altında tutamayan ABD’nin süper güç olarak hegemonyasını sürdürmesi artık mümkün olamayacaktır. Jeopolitik teorilere göre Avrasya’ya egemen olanın dünyaya egemen olabileceği görüşü, ABD’nin süper güç konumunu koruması açısından son derece önem taşımaktadır. ABD, ilk iki imparatorluğunu koruyabilmek için, yeni dünya koşullarında Avrasya’da da bir üçüncü imparatorluk kurmak zorundadır. Bunu kurabilirse, süper güç olarak kendisinin merkezde yer aldığı bir yeni dünya düzeni kurabilir, kuramazsa o zaman Avrasya’ya egemen olacak güç, yeni süper güç olarak ABD’nin bugünkü konumuna gelebilir. Günümüz koşullarında ABD dış politikası bu duruma öncelik vermektedir, ve Avrasya bölgesinde Post-sovyet dönemde yeni bir büyük siyasal otoritenin öne geçmesini önlemeğe çalışmaktadır. 

Balkanlar’dan başlayarak, Karadeniz, Kafkaslar, Orta Doğu ve Orta Asya bölgelerindeki tüm siyasal gelişmelerde ABD’nin sürekli olarak öne çıkması ve başa güreşmesi, ABD’nin süper güç konumunu koruyabilmek için zorunlu olduğu, üçüncü imparatorluk alanında hegemonya kurma ve başka bir hegemon gücün bu bölgede ortaya çıkmasını önleyebilme çabasının yansımalarıdır. 

ABD’nin Avrasya politikasının, Osmanlı İmparatorluğu alanını merkez alan bir yaklaşımı gündeme getirdiği görülmektedir. ABD bir anlamda, İstanbul’un merkez olduğu Ankara’nın ikinci plana itildiği yeni bir Osmanlı hinterlandı yapılanması istemektedir. Ne var ki, ABD’nin bu yaklaşımı Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılmaya başladığı ondokuzuncu yüzyılın ortalarında dünyanın egemeni olan İngiliz İmparatorluğu’nun geliştirdiği eski bir plana dayanmaktadır. Bu da, dörtlü konfederasyon planıdır. Anglosakson bakış açısı ile hazırlanmış olan Benjamin Disraelli planına göre, Osmanlının yıkılmasından sonra bu bölgede yeni bir Türk ya da İslam İmpataroluğu’na izin verilmeyecek, Almanya ya da Rusya’nın Osmanlı topraklarına girmesine karşı çıkılacak ve İngiliz İmparatorluğu’na bağlı bir biçimde, yani İngiliz mandası altında dörtlü bir konfederasyon kurulacaktır. İngiltere’nin dünya egemeni olduğu dönemde hazırlanan Osmanlının yerini alacak yeni siyasal yapı planının, olduğu gibi daha sonra onun yerini alan ABD tarafından benimsendiği görülmektedir. 

Dünyadaki Anglosakson egemenliği İngiliz İmparatorluğunun çöküşünden sonra ABD’ye geçmiş ve Amerika Birleşik Devletleri bir Anggosakson güç olarak İngiliz İmparatorluğu’nun hegemonyasını sürdürmüş tür. Birçok eski İngiliz sömürgesi ABD egemenliğine geçerken, Anglosakson dünya egemenliği planları da ABD’ye devredilmiştir. 

Günümüzde İngiltere’nin yerini alan ABD aynı planları ya da benzeri projeleri sürdürerek dünyayı yönetmeye çalışmaktadır. 

Bu doğrultuda, eski Osmanlı imparatorluğu alanındaki Balkan, Kafkas, Orta Doğu ve Anadolu’da oluşturulacak federasyonların daha sonra bir Yakın Doğu Konfederasyonu olarak biraraya getirilmeleri planlanmaktadır. Anadolu’da yeniden Sevr haritaları bu yüzden gündeme gelmiştir. 

Sosyalist sistemin geri çekilmesinden sonra Balkanlardaki büyük güç olan Yugoslavya yıkılmıştır. Balkanlar kendi haline bırakılırsa giderek Almanya ya da Avrupa egemenliğine girmektedir. Orta Doğu ve Kafkaslar ile beraber Orta Asya’da büyük bir hegemonya çekişmesi vardır. Bütün bunların önlenebilmesi için, ABD Türkiye’yi merkezi alan olarak ele alan ama Türkiye’nin siyasal yapısını da tıpkı Disraelli planında ya da Sevr planında olduğu gibi değiştiren bir yapılanmayı dolaylı olarak gündeme getirmektedir. Kurulacak olan dörtlü konfederasyonda 
Balkan ülkeleri, Kafkas ülkeleri ve Orta Doğu ülkeleri ayrı federasyonlar halinde yer alacaktır. Ama bugün Türkiye’nin yer aldığı Anadolu’nun bir bütün olarak değil, Sevr haritasında olduğu gibi eyaletlere bölünen ve daha sonra federasyona dönüşen bir yapıda yeralması düşünülmektedir. ABD’nin üçüncü imparatorluğu dörtlü konfederasyon olarak bir Yakın Doğu devleti biçiminde gündeme gelirken; 
Türkiye, Suriye, İran ve Irak gibi devletlerin üniter yapıdan çıkarak eyaletlerden oluşan federatif yapılara dönüşmesini de beraberinde getirmektedir. İşte bu nedenle, yeni dünya düzeni isteyen ABD; Avrasya’da üçüncü imparatorluğunu kurarken, Avrasya’nın çeşitli bölgelerinde yeni sorunlarla karşı karşıya kalmaktadır. Kendi jeopolitik stratejisi doğrultusunda, sıcak sorunlara yaklaşan ABD, bölgede egemen olmak isteyen İsrail, Almanya, ve Rusya gibi diğer güçlerin politikaları ile karşı karşıya kalmakta bazen de Türkiye gibi yakın müttefikleri 
ile politik sürtüşme süreçlerine sürüklenmektedir. ABD’nin, kendine bağlı bir üçüncü imparatorluk oluşturma stratejisi, İngiltere’nin eski dörtlü konfederasyon tezi ile beraber Orta Asya Türk Cumhuriyetleri’ni de biraraya getirmeyi öngörmekte, bütün bu bölgeleri bir alt örgütlenme merkezi olarak kendine bağlı bir alt merkez olarak İstanbul’dan yönetmeyi hedeflemektedir.

ABD’nin Avrasya stratejisi, bölge dışı ülkelerin bu bölgeye egemen olmalarını önlemeyi hedeflediği kadar, bölge ülkelerinin önderliğinde kendisinden bağımsız bir siyasal yapının ortaya çıkmasını da engellemeye dayanmaktadır. Bunu sağlamak için bölgenin liderliğine aday olan Türkiye ve İran gibi ülkelerin bölünmesi, zaman içinde ABD açısından kabul edilebilir. ABD’nin Avrasya’da üçüncü bir imparatorluk ile dünya hegemonyasını sürdürme stratejisi, Türkiye’nin bölgedeki oluşum ile ilgili ulusal stratejisi ile çelişmektedir. Ulusal birlik ve bütünlüğünü koruyarak, Avrasya’nın yeniden yapılanmasında Kemalist bir model olarak ayakta kalmak isteyen Türkiye modeli, ABD’nin Avrasya İmparatorluğu stratejisi içinde eriyip gitmektedir. ABD; üçüncü imparatorluk oluşumu için kendisinin kumandasında çok modern bir askeri yapılanmayı bu bölgede gündeme getirmek istemektedir. Bu yaklaşım da Nato üyesi olan Türkiye’nin ulusal stratejisi ile açıkça çelişmektedir.
Türkiye’yi merkez alan yeni bir strateji ile Avrasya’ya bakan ABD; Balkanlar, Kafkaslar, Orta Doğu ve Orta Asya gibi bölgelerin savunmasını merkezi bölgeden yaparken, uluslararası nitelikte bir profesyonel ordu istemektedir. Bu da Türkiye Cumhuriyetinin ulusal devlet yapısının dayandığı ulusal ordu yapılanması ile çelişmektedir. Türk ordusu ulusal kaldığı sürece Türkiye Cumhuriyeti de ulusal devlet olarak varlığını koruyabilecektir. Türk Ordusunun ulusal yapıdan uzaklaşması, beraberinde yeni bir bölge ordusuna giden profesyonelleşme 
sürecini getirecektir. NATO çerçevesinde gündeme getirilecek profesyonel ordu, ABD’nin istediği yönde bölge savunmasına yönelirken, ulusal sınırların ötesine taşacak ve yeni bir bölge devletine giden yolda bölgenin jandarması konumuna gelebilecektir. Türkiye Cumhuriyeti ABD’nin müttefiki olmasına rağmen, böylesine bir yeni yapılanma, Türkiye’nin siyasal yapısını zorlayacağı için iki ülke arasında bazı sorunların çıkması kaçınılmazdır. ABD, kendi egemenliğini sürdürmek için yeni bir imparatorluk örgütlenmesine girdiği Avrasya bölgesinde, müttefikleri 
ile ters düşerek değil ama karşılıklı konuşarak, asgari ortak politikalar belirleyerek hareket ederse daha gerçekçi bir yapılanma gündeme gelebilir. ABD’nin Türkiye gibi yakın müttefikleri ile anlaşma ve dayanışma içerisinde gündeme getireceği bir Avrasya yapılanması daha gerçekçi olacak ve dünya dengelerini fazla sarsmayacaktır. 


ABD’nin Amerika ve Avrupa Kıtalarından sonra Avrasya Kıtasındaki üçüncü impatorluğu, varolan çoklu dengelerde büyük gerginliklere yol açmadan gerçekleşebilirse o zaman dünyanın ortasında; Balkanlar, Karadeniz, Kafkaslar Orta Doğu ve Orta Asya gibi beş önemli bölgeyi içine alan bir büyük bölge devleti konfederasyon biçiminde gerçekleşebilir. ABD, burada kendi merkezli bir politika yerine bölgede yer alan müttefikleri ile işbirliği yaparak daha hızlı ve fazla yol alabilir. Kendisinin süper güç olarak ayakta kalabilmesi için, bir üçüncü imparatorluğa gereksinme duyan ABD, bu imparatorluğun kurulacağı büyük alandaki nüfus çoğunluğunun Türk ve müslüman asıllı insanlardan geldiğini ve bunların gerçek merkezlerinin de Türkiye Cumhuriyeti olduğunu dikkate almak durumundadır. Bu durumu dikkate almayan ya da bu doğrultuda Atatürk’ün Türkiye’sini kendisine ortak almayan bir ABD’nin, Türkiye’ye rağmen bir Avrasya yapılanmasını gerçekleştirebilmesi son derece zor görünmektedir. 

Zira kendisinden binlerce kilometre ötede bulunan bir alanda, yeni bir siyasal yapılanmaya gidebilmek için güçlü bir merkezin oluşturulması gerekmektedir. 

Bu çerçevede, Atatürk’ün Cumhuriyetinin yaşamını sürdürdüğü bir Türkiye  devletinde, ülkenin ulusal çıkarlarına ters düşen ya da bağdaşmayan bir yeni bir siyasal yapılanmayı gerçekleştirmek düşünülemez. Bunu Türkiye’yi karşısına alan ABD gibi bir süper güç bile gerçekleştiremez. 

Dünya dengelerinin giderek Avrupa’dan Asya’ya kaydığı, Atlantik Okyanusu’nun yerini Pasifik Okyanusu’nun aldığı bir dönemde ABD’nin okyanus ötesinden dünya anakarasının merkezi bölgesini yönetebilmesi ya da yönlendirebilmesi son derece güçtür. ABD binlerce kilometre öteden dünyanın jeopolitik merkezini kontrol etmekte epeyce zorlanacaktır. Her türlü teknolojik üstünlük bile bölge ülkelerini izlemekte ve denetlemekte bir ölçüde yetersiz kalacaktır. Özellikle bölgede sıcak çatışma sorunlarının devam etmesi ve bunların uzun süredir çözümsüz kalması; ABD’nin kendine bağımlı bir üçüncü imparatorluk alanı yaratmasını, ABD üstünlüğü açısından zorunlu kılmaktadır. Bu nedenle, yeni dünya düzeni süreci içinde ABD’nin en fazla ilgilendiği, gene en fazla zorlandığı bölge Avrasya alanı olmaktadır. ABD, kendisine bağlı bir Avrasya yapılanmasını gerçekleştirebilirse, o zaman kendisinin merkezinde yer aldığı yeni dünya düzenini başarabilecektir. Kendisinin gerisinde yer alan diğer büyük devletlere sözünü daha kesin olarak dinletebilecek, büyük devletler arasındaki denge bozulmadan oluşacak Avrasya yapılanması, ABD’ye rakip olabilecek diğer büyük devletlerin dengelenmesinde de önemli bir rol oynayacaktır. Eğer, ABD Avrasya yapılanmasını fazla sancısız biçimde gerçekleştirebilirse, o zaman ne Asya’nın dev ülkeleri ne de Avrupa’nın büyük ülkeleri ABD üstünlüğüne karşı direnemeyeceklerdir. O zaman da, dünyanın ortasında birbirine bağlı biçimde üç ayrı imparatorluk kurmuş olan ABD, dünyanın tek hegemon gücü olarak devam edecek ve kendisinin merkezinde yer aldığı tek ve bütünleşmiş bir dünya düzeni oluşturabilecektir. Kendine bağlı üç imparatorluk kuran ABD’nin üstünlüğü o zaman tartışılmaz olabilecektir. 

Ne var ki, böylesine bir sonucu ve geleceğin dünyasını Avrasya’daki gelişmeler belirleyecektir. 

ABD’nin ikinci imparatorluğunun kurulmuş olduğu Avrupa kıtasındaki ülkelerin biraraya gelerek Amerikan güdümünden kurtulmak üzere bir Avrupa Birliğine 
yönelmeleri, ABD üstünlüğü açısından Avrasya’da oluşturulacak üçüncü Amerikan imparatorluğunun kurulmasını yaşamsal bir noktaya getirmiştir. 

Avrupa Birliği’nin kendi ordusunu kurarak Nato’yu dışlamak istemesi ve böylece ABD’yi Avrupa’dan atmaya yönelmesi ile ABD’nin dünyanın merkezi bölgesi 
olan Avrasya’ya yerleşmesi üstünlüğünü koruyabilmesi için zorunlu bir noktaya gelmiştir. ABD kendi kontrolü altından sıyrılmak isteyen Avrupa Birliği’ni ancak Avrasya’da kendine bağlı olarak kurabileceği yeni birbüyük siyasal yapılanma ile denetleyebileceğini çok iyi bilmektedir. 

Bu nedenle, Avrasya’da yeni Amerikan yapılanması, ABD’nin dünya üstünlüğü açısından son derece kaçınılmaz bir noktaya gelmiştir. ABD imparatorluklarını üçe çıkarmak isterken, ikincisini yitirme aşamasına sürüklendiği için üçüncünün kurulması, diğer ikisinin korunması açısından yaşamsal bir anlam kazanmıştır. İki dünya savaşı çıkmasına neden olan maceraperest Alman politikası Avrupa Birliği’ne egemen oldukça, Avrupa Birliği’nin Avrasya bölgesinde genişleme arzuları hiç bir zaman dinmez ve Avrupa gelecekte dünyanın merkezi jeopolitik 
alanına sızarak, ABD’nin üstünlüğüne son verebilecek kadar ileri gidebilecek yeni siyasal örgütlenmeleri devreye sokabilir. ABD yönetimi bu durumu çok iyi bilmekte ve bu nedenle Alman ve Avrupa yayılmacılığını Balkanlar’da kontrol ederek, çekişmenin Orta Doğu ve Kafkasların petrol ve enerji alanlarına uzanmasına izin vermemektedir. 

ABD ilk iki imparatorluğunu korurken, üçüncüsünü de kurarak yeni yüzyılda dünyanın süper gücü olarak ancak ayakta kalabilir. Üçüncünün kurulma aşamasında diğer ikisinin sağlam olarak elde tutulması gerekmektedir. Avrupa’daki gelişmelerin ikinci imparatorluğu bozması, ya da Güney Amerika kıtasında ABD’nin denetimi dışında yeni gelişmelerin gündeme gelmesi, ABD üstünlüğünü tehlikeye atabilecektir. Mevcut siyasal yapısını koruyamayan bir süper gücün tahtından inmesi kaçınılmazdır. Bu doğrultuda, ABD hem Amerika hem de Avrupa kıtalarındaki kendine bağımlı olan siyasal yapılanmaları öncelikle korumak zorundadır. ABD, Güney Amerika kıtasında başlayan bölgesel 
ortak pazar oluşumunun Avrupa kıtasında olduğu gibi bir ayrı bölgesel devlet oluşumuna yönelmemesi için, latin dünyası ile ilişkilerini Amerikan Devletler Topluluğu adı verilen kıtasal örgütlenme çatısı altında sürdürecektir. Böylece, Nafta hareketi ile Meksika ve Kanada gibi büyük Kuzey Amerika ülkelerini ekonomik açıdan kendisine bağlayan ABD, ikinci aşama olarak, güney ülkelerini de Amerikan Devletler Topluluğu olarak kendi çatısı altında birleştirme çabası içindedir. Castro nedeniyle yalnızca Küba’nın dışarıda tutulduğu bu oluşum, ABD’nin denetiminde bir kıtasal devlete doğru gelişmektedir. 

Peru’ya giren Japonya ve Kanada’ya özel yakınlık gösteren Çin Kaliforniya’da etkinliğini artıran Almanya, ABD’nin denetiminde bir Amerikan kıta devleti oluşumunu önleyebilmesi nin çabasını göstermektedirler. 
Gelecekteki Pasifik egemenliği yarışı böylesine bir çekişme meydana getirmektedir. 

Almanya tarihsel hırsları çizgisinde Avrupa patronluğuna soyunurken, ABD’nin ikinci imparatorluğunu tehdit etmekte, Çin ve Japonya’da geleceğin Pasifik liderliğine soyunurken, ABD’yi kendi kıtasında rahat bırakmamaktadırlar. ABD içinde giderek sayıları artan Çinli ve Japon göçmenlerin de geldikleri ülkeler yararına bazı girişimlerde bulunmaları ABD’yi politik olarak zor durumlara düşürmektedir. 

ABD’nin Avrupa’daki hegemon konumundan rahatsız olan protestan ve katolik dünyaları sahip oldukları güçlü lobiler ile ABD içinde etkinliklerini artırmaktalar ve böylece ABD’nin diplomasisini kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirmenin çabası içine girmektedirler. 
ABD bir göçmen ülkesi olduğu için hemen hemen her Amerikalının bir asıl ülkesi vardır. Bu nedenle tüm ABD vatandaşları kendilerini çifte kimlik ile ifade ederler. Her ABD vatandaşı Amerikalı olduğunu söylerken, bu sıfatının başına gelmiş olduğu ülkenin kimliğini de ekler. 

Böylece her Amerikalı bir üst ve bir de alt olmak üzere iki kimlikli vatandaşlığa sahip bulunmaktadır. ABD’nin dünya üstünlüğü mücadelesi, Almanya, Fransa, Japonya ya da Çin gibi dünyanın büyük ülkelerinin çıkarlarına aykırı düştü mü bu ülkeler, ABD’de yaşayan kendi vatandaşlarından oluşan lobileri örgütleyerek ABD’yi kendi içinden etkilemenin yollarını aramaktadırlar. Günümüzde Amerikan iç politikasında bu lobiler fazlasıyla etkin olmaktadırlar. 

Bugün ABD’nin iç politikası incelenirse; çeşitli lobiler arasında katolik, protestan ve yahudi lobileri olmak üzere başlıca üç büyük dinsel grup iktidar kavgası vermektedir. Türkiye ile uğraşan Rum ve Ermeni lobileri fazla etkin değildir. Ulusal, etnik ve kültürel kimlikler geride kalırken, dinsel kimliklerin öne çıkması hem bir din hem de bir etnik köken olan yahudilerin ABD’de güçlenmesine neden olmuştur. ABD’nin büyük devlet olması ve güçlü bir ekonomiye sahip bulunması nedeniyle bu farklı gruplar, Amerika’da birarada yaşayabilmişlerdir. Ne var ki, kapitalist ekonominin, eşitsizliği geliştiren haksız ve adaletsiz yapısı, Amerikan toplumunda dökülmelere neden olmuş ve böylece etnik ve dinsel kimlikler giderek öne çıkmaya başlamıştır. Yahudiliğin en güçlü kimlik olarak ülke yönetiminde egemen olması ABD’nin bu lobinin çıkarları doğrultusunda hareket etmesine neden olması ve buna tepki olarakda diğer dinsel ve ulusal kimliklerin de örgütlenerek öne çıkmasına yolaçmıştır. Bu tür gelişmeler bir Amerikan ulusunun oluşumunu önlemiş, Amerika’yı farklı etnik ve dinsel kökenlerden gelen insanlar topluluğu durumuna dönüştürmüştür. Günümüzde küreselleşmenin ideolojisi olarak öne sürülen çok kültürcülük, anlayışı çerçevesinde biraraya getirilen farklı kökenden gelmiş insanların zaman içinde bir ulus oluşturmadıklarını, aksine dinsel ve etnik kökenlerine daha fazla dönerek, Amerikan toplumunun parçalanmasına giden yolu açtıklarını öne süren görüşler giderek artmaktadır. Çift kimlikle yüzde elli bağlılığın ülkenin ayakta kalmasına yetmediği lobiler arası savaş ile açıkça ortaya çıkmıştır. Etnikçi yaklaşımların giderek ağır basması Amerikan toplumunu parçalanmaya doğru sürüklemektedir.8 
ABD dünyayı kendi etrafında bütünleştirmek isterken, iç yapısından parçalanma tehlikesi ile karşı karşıyadır. ABD’nin rakibi olan ülkeler de bu ülkeye gönderdikleri göçmenler aracılığı ile oluşturdukları lobilerle böylesine bir dağılma sürecini desteklemektedirler. Özellikle Almanya’nın, Fransa’nın, İrlanda’nın ve İsrail’in bu konuda yarıştıkları gözlenmektedir.
Amerikan kıta devletinin ilk adımı olarak Nafta’yı kuran ABD, günümüzde kuzey ve güney olarak parçalanma tehlikesi ile karşı karşıya bulunmaktadır. 
Amerikan tarihinin ortaya koyduğu üzere zengin Anglosaksonlar ülkenin kuzeyinde yahudilerle beraber oturmaktadırlar. 
Güney ayaletlerinde ise Latinler, Afrikalılar ve yoksul ülke göçmenleri ağırlıktadır. Güney eyaletlerinde latin kültürü ağır basmakta ve giderek İspanyolca İngilizce gibi resmi bir dilin önüne geçmektedir. Türkiye’ye doğu bölgesinde farklı bir dili serbest bırakması için insan hakları adına baskı yapan ABD yönetimi, kendisinin güney bölgesinde resmi dili olan İngilizce’yi zorunlu dil yapan bir yasa çıkartarak kendi insan hakları politikası ile çelişkiye sürüklemektedir. Başka ülkeler için ABD’nin savunduğu kültürel haklar ve dil özgürlüğü ABD’nin güney eyaletlerinde 
geçerli değildir, çünkü Meksika’dan asker zoru ile alınan tüm Teksas eyaleti ve komşu eyaletlerde halk İngilizce değil İspanyolca konuşmaktadır. 

Kaliforniya eyaletinde giderek artan Alman asıllı nüfus ise, oluşturduğu güçlü lobi ile İspanyol kökenlilerle işbirliği yapmakta ve bağımsız bir Kaliforniya devleti kurabilmenin girişimini örgütlemektedirler. Almanya, ABD içindeki Alman lobisinin ABD’nin ulusal birliğini kaldırmaya öngördüğü girişimlerini dolaylı olarak hoşgörmektedir. Çünkü kendi iç sorunları ile uğraşan ABD’nin bir gün Avrupa kıtasını terketmek zorunda kalacağını tahmin etmektedir ve böylece Alman merkezli bir Avrupa Birliği gerçekleştirmeye çalışmaktadır. 

ABD’yi içerden çökertmek ve parçalamak için uğraşan Avrupalı emperyalist ülkelerin kullandıkları ana kozlardan birisi de, Afrikalı göçmen zencilerdir. ABD’de giderek, nüfusları hızla artan zenciler, Yeni-Afrika Halk Kurtuluş Cephesi başlığı altında toplanarak Misissipi ve Florida arasında yer alan beş eyalette çoğunluğu ele geçirmişlerdir. 
Gelecekte ABD’nin parçalanması durumunda, güneyde Meksika Körfezi’nde yer alan bu beş eyalet Yeni Afrika Cumhuriyeti olarak, zenciler tarafından kurulmak istenmektedir. Kanada’da ayrı devlet kurmak isteyen Fransız asıllılar, Quebec eyaletini ABD’nin kuzey doğu eyaletlerini içine alacak biçimde genişletmek için yoğun çaba harcamaktadırlar. Benzeri biçimde, Çinliler ve Japonlar ABD’nin pasifik kıyısındaki eyaletlerinde sayılarını artırarak, gelecekte parçalanma olursa buralarda kendi ülkelerine bağımlı olabilecek koloniler oluşturmanın hazırlığını yapmaktadırlar. 

Bu tür gelişmeler, ABD sınırları içindeki nüfus hareketliliğini son yıllarda fazlasıyla yoğunlaştırmıştır. Giderek aynı kökenden gelen insanların belirli bölgelerde toplanarak etnik ve dinsel cemaatlar oluşturmağa öncelik verdikleri görülmektedir. Yeni dünya düzeninin, yeniden ortaçağı getirecek cemaatleşme felsefesine uygun bir tarzda ortaya çıkan bu bölgesel cemaatleşma eğilimleri de ABD’nin dağılmasına giden süreci hızlandırmaktadır. 

Yeni dünya düzenini oluşturmak isteyen ABD, bu kez sürecin silahı ile Boomerang örneğindeki gibi kendisini vurmak durumunda kalmıştır. 

ABD’nin geleceğinde en etkin ve belirleyici toplum kesimlerinden birisi, Yahudiler olacaktır. Bu büyük ülkenin kurulmasında Avrupa ülkelerinden göç ederek gelip Amerika’ya yerleşen yahudilerin çok büyük rolü olmuştur. Kendi güçlü lobileri ile ABD yönetiminde her zaman için söz sahibi olmuşlar ve bu süper gücün doğmasında başta gelen katkılar sağlamışlardır. Çok kültürlü bir yapı içinde özgürce hareket edebilen Amerikan yahudileri, lobiciliğin tırmanma göstermesi karşısında daha örgütlü biçimde ABD yönetimini etkilemişlerdir. 

ABD’de yer alan tüm etnik toplulukların geldikleri bir ülkeleri olmasına rağmen, İkinci Dünya Savaşı sonrasına kadar yahudilerin böyle bir geçmişleri yoktu. İsrail’in kurulmasından sonra, yirminci yüzyılın ikinci yarısından sonra Amerikan yahudi lobisinin ABD politikalarını, İsrail devletinin çıkarları doğrultusunda yönlendirdiği görülmektedir. AİPAC adlı örgüt bu politikayı örgütlemektedir. Bazı yönlerden ABD’nin Avrasya politikaları ile uyumluluk gösteren bu tür politik girişimlerin, İsrail devletinin çıkarları sözkonusu olduğunda, ABD’nin küresel dünya dengeleri politikaları ile çeliştiği ortaya çıkmaktadır. ABD süper güç olarak dünyanın her bölgesine eşit ağırlıkta politikalarla yaklaşırken, Amerikan yahudi lobisi İsrail’e ve Orta Doğu’ya ağırlık vererek ABD politikalarını bu bölgede İsrail’in gelişmesi için yönlendirmektedir. 

Yirminciyüzyılın ikinci yarısı incelendiğinde, ABD’nin Orta Doğu’da İsrail’den yana politikalara kilitlendiği gözlemlenmekte, bu durumda ABD gibi dünyanın süper devi bir ülkeyi tüm Arap ve İslam dünyası ile karşı karşıya bırakmaktadır. ABD’nin bir buçuk milyarlık İslam dünyasını İsrail yüzünden karşısına alması, bir süper gücün uygulayacağı dünya dengeleri politikalarına ters düşmektedir. 

Yine benzeri biçimde elliden fazla Arap kökenli ülke ile ABD’nin Orta Doğu’da ters düşmesi, hiç bir biçimde süper güç politikaları ile açıklanamıyacak bir durumdur. Bu gibi çelişkiler ABD’ye Orta Doğu’da zor dönemler yaşatmakta ve ABD’nin Avrasya politikalarını giderek tehlikeye sürüklemektedir. 

Kendi iç politikalarında etkin olan lobileri dengeleyemeyen bir ABD’nin süper güç olarak ayakta kalabilmesi ya da varlığını koruyabilmesi mümkün olamayacaktır. Almanya, Fransa ve İsrail gibi söz dinlemeyen batılı müttefikler, ya da Çin, Japonya ve Hindistan gibi Asyalı devler sürekli olarak ABD’yi zor durumlara düşüreceklerdir. ABD süper güç olarak ayakta kalabilmek için hem Asyalı devleri dengelemek hem de söz dinlemeyen batılı müttefiki olan üç yaramaz çocuğu yani Almanya, Fransa ve İsrail’i denetlemek zorundadır. Almanya Avrupa’da, 
Fransa Afrika ve Amerika’da, İsrail ise Orta Doğu’da hiç söz dinlememekte ve kendi ulusal çıkarları ve dünya hegemonyaları doğrultusunda bildiklerini yapmaya çalışmaktadırlar. ABD; üç dev rakip ve üç yaramaz çoçuk ile başedebilirse, süper güç olarak varlığını koruyabilir. 

Gerçekleştirmek istediği yeni dünya düzeni sürecini tamamlayabilir, aksi takdirde herşeyin planlananların tersine gelişmesi kaçınılmazdır. 

Bu da ABD’nin süper güç konumunun ortadan kalkmasına gidecek yolu açacaktır. 
Yeni bir yüzyıla girerken, ABD’nin üç doğulu dev ülke ve üç batılı söz dinlemeyen müttefike karşı yeni yoldaşının Rusya Federasyonu olduğu görülmektedir. Günümüzde soğuk savaş döneminin ikili denge günlerini arar hale gelen ABD’nin, geleceğe dönük olarak kurmakta olduğu yeni dünya düzenini tehdit eden gelişmelere ve söz dinlemeyen ülkelere karşı yeni bir ABD-Rusya işbirliği denemesini gündeme getirdiği anlaşılmaktadır. On yıllık bir geçiş döneminden sonra Putin ile beraber Rusya’da aradığı ortağı bulan ABD, Rusya ile yakınlaşarak ve bu ülkeyi zengin olmadığı halde zengin ülkeler birliği içine alarak, dünya dengelerini kendi insiyatifi altında götürmeye hazırlandığı gözlemlenmektedir. 
Rusya’da göreve gelen yeni yönetimin de bu durumu kabul etmesiyle beraber, yeni dünya düzenine geçiş sürecinde yeni bir aşamaya geçilmiş ve bekleme dönemi bittikten sonra ABD geleceğe dönük adımlar atmaya başlamıştır. Rusya’yı yeniden kendine partner seçen ABD, Avrupa ve Avrasya politikalarını gözden geçirmiş ve Rusya’yı karşısına almayacak biçimde daha esnek politikalar uygulamaya başlamıştır. Balkanlar, Kafkaslar ve Orta Asya’da karşılıklı olarak sürdürülen rekabet yeni dönemde geride kalmış, işbirliği ve ortak politikalar 
geliştirme girişimleri öne geçmiştir. Bunun en somut örneği Kuzey Kafkasya’da değişen ABD politikası ile açıkça görülmüştür. ABD’nin dünya dengelerini gözeterek yeniden Rusya ile işbirliği sürecine girmesi, Türkiye gibi eski müttefiklerini çok zor durumda bırakmıştır. 
    Rusya ile küresel işbirliğine girilirken, Türkiye ile var olan bölgesel işbirliğinin ihmal edilmemesi gerekmektedir. Küresel politikaların, bölgesel oluşumları devre dışı bıraktığı noktada, yeni yeni sorunlar gündeme gelmekte ve dünya konjonktüründe istenmeyen olaylarla mücadele yapılmak zorunda kalınmaktadır. Bu gibi durumları önleyebilmek için Amerikan politikasında süreklilik ve değişimin dengeli biçimde gündeme gelmesi gerekmektedir.10 

    ABD küresel dengeleri korurken hem kendi iç yapısındaki gelişmeleri hem de dünyanın her bölgesinde ortaya çıkan tüm yeni olayları izlemek zorundadır. 
Aksi takdirde, değişen koşullarda süper güç olarak ayakta kalabilmesi çok zor olacaktır. 
Kendi iç bünyesinde oluşturacağı yeni bir yapılanma ile, ulusal politikalarını çıkmaza sokan anlamsız lobiler yarışını dengeleyerek işe başlayacak olan ABD, 
evrensel alanlara daha rahat çıkabilecek ve kendi istediği doğrultuda küreselleşme süreçlerini daha kolay uygulama olanağı bulacaktır. 
Yakın dönemde dünya barışının ABD’nin süper güç konumunu korumasına bağlı olduğu düşünülürse; ABD’nin kendisini bir an önce toparlayarak dünya 
barışını tehdit eden gelişmelere karşı daha aktif politikalarla önlemler geliştirmesi gerekmektedir. 
Dünya barışının kalıcılığı, ABD’nin süper güç olarak ayakta kalmasına bağlı olduğu sürece, bütün dünya ülkelerinin ve uluslarının ABD politikaları ile yakından ilgileneceği açıktır. Bu makale de böylesine bir algılamanın ürünü olarak yazılmıştır.11 

DİPNOTLAR:

1 Wallerstein, İmmanuel, Jeopolitik ve Jeokültür, İz yayınları, İstanbul, 1993, s.29.v.d. 
2 Summers, Harry G., The New World Stcategy, s. 40-58, Simon and Schuster New York, 1995. 
3 Schreiber, Jac Servan - Amerika meydan okuyor, İstanbul 1973, Sander Yayınları 240 
4 Lind, Michael -Üçüncü Amerikan İmparatorluğu, (New York Times) Aktaran, Yeni Şafak, 12.1.1996 
5 ”TİME” Dergisi - Ocak 1999 Kolleksiyonu 
6 ÇULCU, Murat - Marjinal Tarih Tezleri, İstanbul 1995. Erciyes Yayınları 
7 HİCKOK, Michael Robert, Hegemon Rising, The Gap Between Turkish Strategy and Military Modernization, Parameters, Summer 2000, s.105-119 
8 Schlesinger, Arthur M. -The disuniting of America, New York, WW Norton and Co., 1992, s. 35 v.d. 
9 Karamısra, Sami, Türkiye’nin siyasi meseleleri, OSAV Yayını, İstanbul 1994, s. 231 vd. 
10 Kegley Charles, Wittkopf, Eugene - American Foreign Policiy, St. Martin’s Prese, New York 1996, s.1-12 
11 Kagan, Robert, Alicenap Imparatorluk, Foreign Policy, Yaz 1998, İstanbul, s. 22-32. 

 ANIL ÇEÇEN / A.B.D. SÜPER GÜÇ OLARAK KALABİLİR Mİ? 

***

A.B.D. SÜPER GÜÇ OLARAK KALABİLİR Mİ. BÖLÜM 1

A.B.D. SÜPER GÜÇ OLARAK KALABİLİR Mİ., BÖLÜM 1







AVRASYA DOSYASI 
Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN* 
* ASAM Yönetim Kurulu Üyesi 


Yirminci yüzyılın ortaya çıkardığı dünyanın süper dev ülkesi Amerika Birleşik Devletleri, yirmibirinci yüzyılda ayakta kalabilecek mi? Yeni bir yüzyıla girilen bu aşamada dünyanın en büyük süper devleti konumunu koruyabilecek mi? Yeni dünya düzeni süreci içerisinde bambaşka bir yapıya mı sahip olacak? 

Dünya tarihinin ortaya koyduğu gerçekler doğrultusunda bu sorular ele alındığında başka başka senaryolar gündeme gelebilmektedir. Tarih biliminin verilerine göre, hiç bir siyasal konum sonsuza kadar devam etmemekte, beklenen ya da beklenmeyen değişimler ile sürekli olarak yeni yeni durumlar gündeme gelebilmektedir. Bilimin en büyük kurallarından birisi olan değişim yasası, tarihte olduğu kadar siyasal bilim alanında da geçerliliğe sahip bulunmaktadır. 
Dünyada değişmeyen tek şeyin değişim yasası olduğu benimsenirse, değişimin genel doğruları dünyanın siyasal sahnesini de belirli doğrultularda değişime zorlayacaktır. 
İnsanlık tarihinin her döneminde değişim süreci yepyeni konumlar ve durumlar ortaya çıkardığına göre, soğuk savaş sonrası dönemde de hızlanan değişim sürecinin başka başka siyasal dengeler yaratacağı açıktır. 

Wallerstein, bu konularla ilgili bir bilim adamı olarak, jeopolitik bir değerlendirme yaptığı kitabında, Amerika Birleşik Devletleri’nin bugünkü konumunu ele almakta, bunun günümüzün değişim süreci çerçevesinde kalıcı olabilmesinin mümkün olamayacağını belirtmekte ve ortaya çıkacak yeni gelişmelere göre, Amerika Birleşik Devletleri’nin süper devlet durumunun değişebileceğini öne sürmektedir. Tarihin çeşitli dönemlerinde ya tek bir hegemon güç olmuş ve o dönem bu gücün etrafındaki gelişmelere göre biçimlenmiştir, ya da birden fazla birbirine benzer güç merkezi olmuş ve bunlar arasındaki çekişme ve rekabet tarihsel olayların belirlenmesinde etkin olmuştur. Ya tek hegemon güç çeşitli olaylara rağmen üstünlüğünü korumuş ve konumunu sürdürebilmiştir. Ya da yeni ortaya çıkan güç merkezleri, hızla gelişerek eski hegemon gücün üstünlüğüne son vererek kendilerinin merkezde yer aldığı yeni bir dünya düzeni kurmuşlardır. 

Eski hegemon güç gelişmelere rağmen üstünlüğünü koruyabilmişse, yeni dönemde daha üstün ve otoriter bir politika izlemiştir. Üstünlüğünü koruyamamışsa, o zaman yeni hegemon gücün baskısı ile bölünme ve parçalanma noktasına sürüklenmekten kendisini kurtaramamıştır. Yeni hegemon güç, 
kendisinden daha etkin bir güç istemediği için, eski hegemon gücü ortadan kaldırana kadar bölme ve parçalama sürecine itmekte, kısacası yeni hegemon güç adayının kendisini kabul ettirmesine kadar, eski ve yeni güçler arasında tam bir çatışma ve çatışma dönemi yaşanmaktadır. 

Bu gibi çatışma dönemleri, tarihin toplumsal ve siyasal dinamiği olarak değişime ve gelişime yol açmışlardır. 

Dünya, yirminci yüzyılın hegemon gücü olan ABD’nin öncülüğünde yeni bir yüzyıla, hatta daha da ileri bakılırsa yeni bir binyıla doğru girerken, Amerika Birleşik Devletleri; tüm eski hegemon güçler gibi tarihin değişim tekerleğinin tehdidi altındadır. Ya tarih bilimi kuralları işleyecek ve eski hegemon güç tarihin tozlu sayfalarına doğru yuvarlanacak, ya da değişen koşullarda ABD, değişim sürecini avucunun içine alarak değişimi kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirecektir. Hızlanan değişim süreci, olduğu yerde kalan bir ABD’yi geri plana itebilir ama değişimi kavrayan ve giderek yönlendirmeğe başlayan ABD dünyanın tek hegemon gücü olarak ayakta kalabilir. Eski koşullar hızla değiştiğine göre, ABD’nin istemediği yeni koşullar yerine, ABD’nin istediği yeni koşulların gündeme gelmesi Amerika’nın çıkarlarına uygun olacaktır. 

Amerika Birleşik Devletleri, kendisinin gelecekte dünyanın tek egemeni ve merkezi gücü olarak ayakta kalabileceği ve giderek bir dünya devleti konumuna gelebileceği bir yeni dünya düzenini bu nedenle gündeme getirmekte ve iki kutuplu dünyanın sona ermesi ile beraber kendisinin merkezinde yer aldığı tek merkezli bir yeni dünya düzenine yönelmektedir. Bu doğrultuda, ikinci dünya savaşı sonrası yıllarda kendisine bağlı olarak oluşturduğu dünya ekonomik sisteminden de yararlanmakta ve Dünya Bankası ile beraber Uluslararası 
Para Fonu’nu da kendi oluşturmak istediği yeni dünya düzeninin kurucu örgütleri olarak piyasaya sürmektedir. Bu iki uluslararası kuruluş ABD’ye bağlı olarak ve onun güdümünde yeni bir dünya düzeninin oluşturulmasında etkin olmakta ve dünya ekonomik düzeni çerçevesinde tüm ülkeler yeni dünya düzenine doğru yönlendirilmektedir. Bu süreç içinde tüm dünya ülkelerinin eşit olacak temsil edildiği Birleşmiş Milletler kuruluşu devre dışına itilmektedir. 

Değişim süreci içerisinde konuya bakılırsa, yeni yüzyılda ya yeni bir hegemon güç olacaktır, ya ABD eski konumunu koruyacaktır, ya da tarihin dinamikleri başka koşulları gündeme getirecektir. Bu üç ihtimalden hangisinin ağırlık kazanacağına ABD’nin tutumu belirleyici olacaktır. ABD kendisini yenileyemezse, eski uygarlıklar gibi çöküp gidecektir ama kendisini yenileyerek değişimi yönlendirirse, kendi 
çıkarlarına uygun bir yeni dünya düzenini kurabilecektir. Postsovyet dönemde, ABD’nin böylesine bir atılıma kalkıştığı görülmekte ve dünyanın eski düzeni hızla çökertilirken, diğer yandan da yeni bir dünya düzeni oluşturulmaktadır. Yeni bir dünya düzeni kurulabilmesi için eski düzenin ortadan kalkması gerektiğinden, öncelik yıkıcılığa verilmektedir. 

Eski dünya düzeni ile beraber bunun içinde yer alan eski ulus devlet düzenlerinin çözülmesine giden yol açılmakta ve uluslararası sistem aracılığı ile bu yöntem hızlandırılarak kısa dönemde sonuç alınmağa çalışılmaktadır. Bu aşamada, ABD hem kendi hegemonyası için, hem de bu doğrultuda bir yeni dünya düzeninin oluşturulabilmesi için çaba sarfetmektedir.

Yeni bir yüzyıla dünyanın en büyük hegemon gücü olarak giren ABD, bu durumunu koruyarak yeni bir dünyayı konumunu pekiştirecek biçimde planladığı aşamada, geleceğe dönük tüm politikasını ve diplomasisini bu amaç doğrultusunda örgütlemektedir. Bu doğrultuda ABD’nin üç amacı bulunmaktadır. Birinci amacı, kendi merkezi hegemon konumunu korumaktır. İkinci amacı, buna uygun bir yeni dünya düzeni oluşturmaktır. Üçüncü hedefi ise, bu iki amacı önleyebilecek bir başka bir yeni hegemon gücün ortaya çıkışını önlemektir. Dünya tarihinin ortaya koyduğu gibi rakip bir hegemon güç ya da adayı ortaya çıkarsa ABD merkezli bir yeni dünya düzeni planı zorlanacağı için, kendi çıkarları doğrultusunda ABD böyle bir oluşuma izin vermemekte, böyle bir role soyunan herhangi bir dünya ülkesini yakın takibe alarak, onun böylesine bir sürece girmesini engellemektedir. 

Kendisini ABD’nin yerine dünyanın gelecekteki hegemon gücü olarak görebilecek tüm ülkelere karşı, ABD özel yöntemler geliştirmekte ve bu adayların içinden hiçbirisinin öne çıkmasına izin vermeyen dengeleyici bir yol izlemektedir. 
ABD’nin, bugün için tek süper güç olarak ayakta kalabilmesi için birbirini dengeleyecek çoklu bir dengeye gereksinme vardır. Eskisi gibi iki kutuplu bir dünya düzeni ABD’nin üstün konumunu yitirmesine neden olabilir, hiç beklenmedik biçimde karşı kutbun merkezi olan ülke öne çıkabilir ya da dünya dengelerini kendi çıkarına değiştirebilir. 

Böylesine riskli bir durumu önleyebilmek için birbirine eşit düzeyde birkaç ülkenin devrede olması ve bunlar arasında bir rekabet düzeninin oluşması, bu düzenin ABD’nin hakemliğinde sürmesi gerekmektedir. ABD süper güç olarak ayakta kalırken, kendisinden geride yer alan beş altı ülkenin birbirine eşit bir düzeyde rekabet içinde bulunması, bu adaylardan herhangi birisinin öne çıkmasına izin vermeyecektir. 

Bu ülkeler birbirleriyle rekabet ederken, ABD süper güç olarak bunları izleyecek, yönlendirecek, gerekirse müdahale edecektir. 

Böylece bu gibi büyük güç olmaya aday ülkelerden herhangi bir tehdidin kendisine yönelmesine izin vermeyecektir. 

ABD merkezli tek bir dünya düzenine yönelen süreç içerisinde ikili değil ama çoklu bir denge ABD açısından yararlı görülmektedir. Bu durumda eski büyük ülkelerin yavaş yavaş dünyanın gündeminde daha etkin olmalarına izin verilirken, yeni yeni bazı büyük ülkelerin ya da siyasal yapıların oluşarak çoklu denge düzenine girmeleri gerekmektedir. Bu hedef doğrultusunda bazı bölgesel oluşumlar ele alınmakta ve yönlendirilmektedir. Otorite boşluğu bulunan bazı önemli jeopolitik bölgelerde ABD’ye bağımlı olabilecek biçimde yeni otorite düzenlerinin oluşumuna ağırlık verilmekte, böylesine boşluklardan diğer büyük ülkelerin yararlanarak istenmedik biçimde büyümelerine gidebilecek yolların önü kesilmeğe çalışılmakta  dır. ABD’nin süper güç olarak ayakta kalabileceği bir süreç ancak, diğer büyük devletlerin büyüme trendlerinin izlenmesi ve bu gibi süreçlerin kontrol edilmesi ile mümkün olabilecektir. 

ABD stratejsi; tek süper güç olarak ayakta kalmak olduğu için, bunu tehdit edebilecek tüm gelişmelere karşı çıkmak öncelikli politika olarak gündeme gelmektedir. Büyük ülkeler ya da büyümekte olan ülkelerden herhangi birisinin öne çıkması durumunda, ABD politikasının bu öne çıkan ülkeyi diğer ülkelerin desteklenerek dengelenmesine çalışmak biçiminde yoğunlaştığı görülmektedir. 

Tek bir süper gücün önderliğinde yol alan yeni dünya düzeni çoklu bir dengeye oturacak ve yine böylesine bir çoklu denge içerisinde gelişimini sürdürecektir. Çoklu dengeyi herhangi bir büyük ülke hırs ve ihtirasa kapılarak bozmak isteyince, süper güç ABD diğer büyük ülkeleri ya da öne çıkmak isteyen ülkenin yanı başındaki önemli ülkeleri oyunbozana karşı kullanacaktır. Çoklu dengenin büyük ya da güçlü ülkeleri; dengeyi bozarak ABD’nin süper önderliğine karşı çıkmağa çalışırlarsa, ABD’nin diğer büyük ve güçlü ülkelerle ortak hareket etmesi kendiliğinden gündeme gelmekte ve herhangi bir politik ya da diplomatik yoldan ABD bu ülkeyi cezalandırmaktadır. Doğaldır ki, ABD’nin süper güç konumunu koruyan bu çoklu denge düzeninden bazı büyük ülkeler ciddi boyutlarda rahatsız olmaktadırlar. 

Özellikle iki kutuplu dünyanın ikinci süper gücü konumundaki Rusya Federasyonu eski düzenin alışkanlıkları ile zaman zaman ABD’ye karşı kendisini kutup merkezi olarak görmekte ve bu doğrultuda bazı girişimlerde bulunmakta ama eskisi gibi etkili olamayınca, Asya’nın büyük devletleri ile birlikte ABD’ye karşı çıkmakta, ya da batı blokuna karşı çeşitli dayanışma antlaşmaları imzalamaktadır. Rusya’nın Çin, Hindistan ve Japonya gibi Asya kıtasının önde gelen büyük ülkeleri ile yakınlaşma ve dayanışma amaçlı imzaladığı antlaşmalar, ABD’nin çoklu denge düzenini ciddi boyutlarda zorlayan girişimler olarak ortaya çıkmıştır. 

ABD merkezli bir yeni dünya düzeni kurulması sürecinde, ulus devletlerin öncelikle ortadan kalkması hedeflendiği için, yerel yönetimlerin ve kıtasal oluşumların dolaylı biçimlerde desteklendiği görülmektedir. 

İnsanlar kırsal kesimlerden kentlere doğru göçe yönlendirilirken, geleceğin devlet yapılanmaları olarak kentler gündeme gelmekte ve giderek yerel yönetim politikaları ile kentlerin devletlere dönüşmeleri desteklenmektedir. Kentlerin bağımsız devletleşme yönünde gelişmesi, ABD’nin kendisinin merkezinde yeraldığı yeni dünya düzeni modeline uygundur. Ne var ki, kentlerin devletleşmesi ile ulus devletler parçalanırken, daha büyük yapılanmalar olarak, bölge ya da kıta devletleri bir üst siyasal yapılanma olarak devreye girmektedir. Yeni dünya 
düzenine giden yolda ulus devletler alt düzeyde kentlerin devletleşmeleri ile, üst düzeyde de bölgesel ya da kıtasal üst devletleşme olguları ile aşılmaktadır. Gelecekte ABD kontrolünde bir dünya devletinin oluşumu açısından zorunlu görünen bu durumda; kendi bölgesinde ya da kıtasında iddialı bir büyük devletin ortaya çıkması ve bu tür üst siyasal oluşumları kendisinin merkezinde yer aldığı daha büyük bir süper devlet oluşumu için kullanması durumunda, gene ABD merkezli dünya federasyonu planı yatmaktadır. 

Bunu istemeyen ABD, ulus devletlerin aşılmasını sağlayan yerelleşmeye öncelik vererek, bölgeselleşme ya da kıta devleti oluşumlarında başı çekebilecek ya da kendi bölgesinde patronluk ileri sürerek, ABD’ye karşı çıkabilecek bir ikinci süper güç oluşumuna öncelik verebilecek durumların önüne geçebilme doğrultusunda adım atmaktadır. 

Eğer bir büyük devlet ya da güçlü bir devlet, kendisinin merkezinde yer aldığı bir kıtasallaşma ya da bölgeselleşme sürecini gündeme getirirse, bu ABD’nin süper güç konumunu koruyabilmesi açısından büyük güçlükler çıkartabilecektir. 
Yerel kimliklere öncelik verilmesiyle canlılık kazanabilecek yerelleşme eğilimleri, büyük ve güçlü devletlerin parçalanma tehlikelerini beraberinde gündeme getireceği için, kendi bölgesinde liderliğe ya da patronluğa soyunabilecek büyük ulus devletleri iç karışıklıklara sürükleyecek, kendi iç bünyesinde yerel alt kimliklerin talepleri ile uğraşmak zorunda kalan bu tür devletler, iç sorunlarla uğraşmaktan kendi çervelerinde güçlü bir dış politika uygulama şansına sahip olamayacaklardır. 

ABD’nin süper güç konumunda bulunduğu çoklu dengeyi, bölgesel ya da kıtasal güç merkezi olarak sarsmaya yönelebilecek büyük ve güçlü ülkeler; küreselleşme sürecinin moda eğilimleri olan dinsel, etnik ve kültürel kimlik arayışları, bölünme tehdidi içine sürüklenmektedirler. 

Bu gibi ülkeler kendi bütünlüklerini korumaya öncelik verdikleri aşamada, dışa dönük güçlü politikalar geliştirememekteler ve böylece ABD’yi aşma ya da tehdit etme hevesleri kursaklarında kalmaktadır. Sovyetler Birliği’nin çözülmesi ile beraber, büyük bir değişim sürecine giren dünya platformunda ortaya çıkan boşluk alanları birçok ülkenin tarihsel heveslerini gündeme getirmiş, ne var ki, her ülke kendi içinde barındırdığı etnik ve dinsel sorunların dış provakasyon ile sıcak bir ortama kavuşması nedeniyle bu heveslerini gerçekleştirecek ulusal politikaları 
gündeme getirememiştir. ABD’nin öncülüğünde ve merkez güç potansiyelinde düzenlenmiş olan yeni dünya düzenine geçiş aşamasında, ABD’nin ve dünya ekonomik sisteminin istemediği hiç bir oluşum gündeme gelememiştir. Söz dinlemeyen ülkeler ya dış baskılarla, ya ekonomik reçetelerle, ya da içi sorunlar çıkartılarak hizaya getirilmeye çalışılmış ve tek merkezli dünyanın dışına çıkabilecek, kendi başına buyruk hiç bir bölgesel oluşuma izin verilmemiştir. 
Böylece; ABD üstünlüğünde bir geçiş aşaması gerçekleştirilmiş, uluslararası ekonomik sistem ile kuruluşlar bu amacın gerçekleştirilmesi için belirli bir plan dahilinde kullanılmışlardır. Bir anlamda, ABD öncülüğünde fiilen oluşmuş olan dünya devleti yapılanması, iki kutuplu düzenin çöküşü sonrasındaki tüm gelişmeleri ABD merkezli tek kutup etrafında biçimlendirmeye ve yönlendirmeye çalışmıştır. Gözle görülmeyen bir dünya devleti varlığı ABD merkezli ve destekli politikalarla bütün dünya devletlerine anlatılmıştır. Bu gerçeği görmek istemeyenlerin karşılarına ise bir çok siyasal yaptırım çıkarılarak, ulusal devletlerin güçleri kırılmıştır. ABD’nin süper gücü çeşitli girişimlerle bu oluşumları sağlayarak kendisinin varlığını devam ettirebilmiştir. Bu aşamada, Amerikan tarzı bir savaş gündeme getirilmiştir.

Yirminci yüzyıl Avrupa merkezli dünyanın sona erdiği ve Amerika merkezli bir dünyanın ortaya çıktığı dönem olmuştur. Amerika Birleşik Devletleri’nin ortaya çıkışı iki yüzyıllık bir tarihe dayanmaktadır. Avrupa ülkelerinden giden göçmenlerin kurduğu eyaletler daha sonra bir bağımsızlık savaşından sonra federal devlete dönüşünce, Amerika Birleşik Devletleri onsekizinci yüzyılda kurulmuştur. 

Ondokuzuncu yüzyılda, bu devlet kendi bölgesindeki oluşumlara sahip çıkmış ve yeni kurulan eyaletlerle beraber batıya doğru genişlemiştir. 

Yirminci yüzyılın başlarına gelindiğinde, Amerika Birleşik Devletleri, birinci Amerikan İmparatorluğu’nu kurmakla meşguldür. Özellikle Avrupalı sömürgecileri 
Amerika kıtasında kovarak “Amerika Amerikalılarındır” sloganını gerçekleştirmeğe çalışına Monreo doktrini sayesinde, Amerika Birleşik Devletleri yirminci yüzyılın başlarında Amerika kıtası üzerindeki ve bu kıtayı çevreleyen okyanuslardaki egemenliğini pekiştirmeye çalışan bir politikaya öncelik vermiştir. Bu açıdan ABD’nin Amerika kıtasındaki hegemonyası birinci Amerikan İmparatorluğu olarak adlandırılmaktadır. 

İkinci Dünya Savaşı’nın son aşamasında, Normandiya çıkartması ile beraber Amerikan askerinin Avrupa kıtasına ayak basmasından sonra ortaya çıkan tabloda, ikinci Amerikan İmparatorluğu kurulmuştur. 

Avrupa kıtasına ayak basan Amerikan askeri günümüze kadar bir daha bu kıtadan çıkmamıştır. ABD askeri gücü ile ikinci dünya savaşını sona erdirdikten sonra, Avrupa kıtasının doğusunda yer alan Sosyalist Blok’a karşı bir Hür Dünya dayanışması kurmuş ve bunu daha sonra bir askeri örgüt biçimine dönüştürerek, kendi egemenliğindeki NATO Askeri İttifakı ile bütün Avrupa ülkelerini denetimi altına almıştır. Nato ittifakı, soğuk savaş yıllarında Avrupa Kıtasının tümü ile ABD’nin denetimine girmesini sağlamış ve bu sayede Amerika Birleşik Devletleri, ikinci imparatorluğunu Avrupa Kıtasında oluşturmuştur. Soğuk savaşın sona ermesine kadar devam eden bu yeni düzen sayesinde, ABD tümü ile Avrupa Kıtasına nüfuz etmiş ve Avrupa’nın yönetimini eline almıştır. Askeri düzen ile Avrupa’nın büyük ülkelerini kendisine bağlayan ABD, dünya savaşı sonrasında örgütlediği Marshall yardımı ile bu ülkelere ekonomik canlanma getirmiştir. Bu canlanma sayesinde ticaretinin ağırlığını Avrupa’ya kaydıran ABD, kısa zamanda dünyanın ikinci büyük ekonomik gücünü Avrupa kıtasında meydana getirmiştir. Yirminci yüzyılın son çeyreğinde, dünyanın en büyük ekonomik gücü olan ABD’ye karşı durabilecek hiç bir karşı güç yoktu. Dünyanın ikinci büyük ekonomik gücü de Avrupa’daki Amerikan sermayesi idi.

Böylece ABD hem askeri hem de ekonomik varlığı ile kendisine bağlı ikinci imparatorluğunu Avrupa kıtası üzerinde kurmuş oluyordu. İşte bu durum, 
Avrupa ülkelerini uyandırıyor ve dünya savaşı ile içine sürüklendikleri Amerikan hegemonyasından kurtulmak üzere, Avrupa Birliği’ne giden yolun temellerini yirminci yüzyılın ortalarında atmaya başlıyorlardı. 

ABD’nin ikili imparatorluğu soğuk savaş yıllarında devam ediyor ve yirminci yüzyılın sonlarına kadar sürüyordu. Sovyetler Birliği’nin dağılması ile beraber, Balkanlar, Orta Doğu, Kafkasya, Karadeniz ve Orta Asya bölgelerindeki sosyalist düzenler yıkılıyor ve ortaya büyük bir otorite boşluğu çıkıyordu. Böyle bir otorite boşluğu alanına ABD’nin ilgisiz kalması düşünülemezdi, çünkü jeopolitik teorilere göre, dünyanın merkezi alanını oluşturan bu bölgelerin başka bir siyasal gücün denetimi altına girmesi, ABD’nin dünya üstünlüğünü tehlikeye sokar ve ABD’nin süper güç olmasına son verirdi. Amerika ve Avrupa kıtalarında kendine bağlı iki ayrı imparatorluk oluşturarak dünyanın tek egemen süper gücü düzeyine gelen ABD’nin, dünyanın merkez bölgelerini görmezden gelmesi düşünülemezdi. Nitekim, bu doğrultuda bazı adımlar soğuk savaşın son yıllarında atılmış ve Post-Sovyet dönemi için hazırlık yapılmıştır. Özellikle Türkiye gibi bu bölgelerin merkezinde yeralan bir ülkede gündeme gelen son askeri dönemde, önemli yapısal değişiklikler gerçekleştirilmiş ve bu ülke ABD’nin Avrasya bölgesindeki 
yeni dönem stratejileri için hazırlanmıştır. Ülkede sola karşı ciddi bir kampanya açılırken, ülkenin geleneksel laik rejimini sarsıntıya uğratacak derecede ülke halkının islami kimliği gündeme getirilmiş ve buradan Avrasya bölgesinin müslüman halklarına yönelinmek istenmiştir. 

Sovyetler Birliği sonrasında, dünyanın önde gelen büyük ülkelerinin yoğun siyasal baskıları nedeniyle bir satranç tahtasına dönüşen Avrasya bölgesi, ABD’nin üçüncü imparatorluğu doğrultusunda gündeme gelmiştir. 

Birinci ve ikinci imparatorluklarını korumak için ABD’nin, dünyanın jeopolitik merkezinde ortaya çıkan otorite boşluğu alanında yeni bir imparatorluk kurması zorunluluğu doğmuştur. İlk iki imparatorluk ile süper güç konumuna gelen ABD, bu statüsünü koruyabilmek için, dünyanın merkez bölgesindeki alanda benzeri bir siyasal yapılanma gereksinmesi duymuştur. New York Times gazetesinde yayınlanan bir makalesinde Amerikalı bir yazar, yeni Amerikan İmparatorluğu’nun sınırlarının Balkanlar’da başlayacağını ve Orta Doğu ile Kafkasların bu imparatorluğun içeresinde yer alacağına açıkça ilan etmiştir.

Vietnam savaşındaki Amerikan yenilgisinin ABD’nin Asya bölgelerinde etkili olması gerektiğini vurgulayan yazar, Amerika ve Avrupa kıtalarının güvenliğinin Orta Doğu ve Asya bölgesine bağlı olduğunu ileri sürmüştür. Bu nedenle, batının güvenliği nedeniyle ABD’nin üçüncü imparatorluğunu Avrasya bölgesinde kurmasının gerekli olduğu tartışması böylece ortaya çıkmıştır. Dünyanın büyük ülkeleri olan Rusya, Çin, Hindistan ve Japonya’nın dengelenmesi için de ABD’nin Avrasya bölgesinde kendisine bağlı bir üçüncü imparatorluk kurması gerektiği savunulmuştur. ABD’nin dünyanın süper gücü düzeyine gelmesi, Avrupa’nın eski sömürgeci ülkelerini Nato ile kendisine bağlaması sayesinde mümkün olabilmiştir. Rusya, Çin, Hindistan ve Japonya’nın da benzeri biçimde dengelenebilmesi için Avrasya’da üçüncü Amerikan İmparatorluğu’nun gerekliliği tezi açıkça dile getirilmektedir. 

Amerikan “Time” dergisi yirmibirinci yüzyılın süper gücü kim olacak başlığını taşıyan sayısında, ABD’ye rakip olabilecek süper gücün ancak Avrasya bölgesinden çıkabileceğini ileri sürmüştür.

Adı geçen dergiye göre, gelecekte insanlığın gereksinmesi olan tüm enerji kaynakları ve yeraltı zenginlikleri bu bölgede yer almaktadır ve kim bu bölgeye sahip olursa bu zenginlikler ile beraber güçleneceği için dünyanın yeni süper gücü haline gelebilecektir. “Time” dergisine göre, Avrasya bölgesinin merkezinde yer alan üç önemli ülke; gelecekte Avrasya’nın egemen gücü olmağa adaydır. 
Bu ülkeler de Türkiye, İran ve İsrail’dir. Avrasya bölgesi önderliği için bu üç ülke arasında büyük bir rekabet bulunmaktadır, aradaki yarışı hangi ülke kazanırsa, Avrasya kıtasının süper gücü haline gelecektir. Tam bu aşamada Türkiye ile İran’ı savaştırmağa yönelik senaryoların gündeme gelmesi de bu rekabet düzeninin varolduğunu ve kimler tarafından ne amaçla düzenlendiğini açıkça göstermektedir. Kendi haline bırakılırsa Avrasya’nın bu üç ülkesi, Avrasya kıtasal oluşumu için önderlik ve hegemonya mücadelesi içine gireceklerdir. Ne var ki, bölge dışı güçler ve Asya’nın önde gelen büyük ülkeleri, buna izin vermek istememektedirler. Rusya, Çin, Hindistan gibi ülkeler Avrasya kıtasının yanı başında yer almaktalar ve kendi kontrolleri altında bir Avrasya oluşumu için sahip oldukları büyük güçlerini 
bu alan üzerinde genişleterek kullanmaktadırlar. 


***


“Meral Akşener, Bir Batı Projesidir.”

“Meral Akşener, Bir Batı Projesidir.”



Prof. Dr. Anıl Çeçen: 
“Akşener, Bir Batı Projesidir” 
Yörünge; 
Prof. Dr. Anıl Çeçen’le erken seçim kararını, Türkiye’nin beka sorunu olup olmadığını ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan karşında Cumhurbaşkanlığı 
için yarışacak olan CHP’nin adayı Muharrem İnce ile İYİ Parti’nin adayı Meral Akşener’i konuştu.
Prof. Dr. Anıl Çeçen: 
“Meral Akşener, Bir Batı Projesidir.”
Sinan Onuş "SÖYLEŞİ" Ankara, 01 Haziran 2018

Yahudi asıllı bilim adamlarından Bernard Lewis’in, “Orta Doğu’nun Geleceği” isimli bir kitapçığı var. 
Burada, Sovyetler Birliği sonrasında Orta Doğu’ya, “İslam’ın karanlığı çökmüştür” diyor. 
Bu karanlığı önleyecek olanların da Orta Doğu ülkelerinde yaşayan kadınlar olduğunu söylüyor. 
Bu çerçevede hem İsrail hem de Batı dünyası, kadın hareketi ve kadın önderliğini bir kurtarıcı olarak görüyor.

Yörünge, Prof. Dr. Anıl Çeçen’le erken seçim kararını, Türkiye’nin beka sorunu olup olmadığını ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan karşında 
Cumhurbaşkanlığı için yarışacak olan CHP’nin adayı Muharrem İnce ile İYİ Parti’nin adayı Meral Akşener’i konuştu. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, 
erken seçim kararını açıklarken bir beka sorunundan söz etti?

Türkiye’nin beka sorunu var mı?

Türkiye’nin kurulduğu günden beri beka sorunu var. Çünkü Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı İmparatorluğu dağıldıktan sonra kuruluş aşamasında ortada 
kalan merkez coğrafya Anadolu’yu esas aldı. O dönemde başta İngiltere olmak üzere, Rusya ve Fransa’nın, Orta Doğu’nun yeniden yapılanmasında 
emperyal planları vardı. Bu coğrafyada, o zamandan bugüne gelen tarihsel süreç içerisinde Güneydoğu’da Kürdistan, Doğu Anadolu’da Ermenistan 
peşinde koşanlar ya da Doğu Karadeniz’de geçmişten gelen Pontus arayışları içerisine girenlerin bu arayışlarını yeni dönemde de gündeme getirdiklerini 
görüyoruz. Yani Türkiye Cumhuriyeti 100. yılına doğru giderken tarihsel olarak beka sorunu vardır.

Öte yandan İkinci Dünya Savaşı sonrasında bu coğrafyada Amerika’nın ve İngiltere’nin desteğiyle bir proje olarak İsrail Devleti kuruldu. 

Bu proje gelecekte Orta Doğu’da Büyük İsrail İmparatorluğu hedefliyor ve eski Osmanlı hinterlandına yayılmayı amaç olarak ortaya koyuyor. 

Bu doğrultuda İsrail ve Amerika, Orta Doğu’da var olan devletlerin hiçbirini kabul etmiyor. Özellikle Irak ile Suriye’nin parçalanmasını istiyor ve şimdi 
de yavaş yavaş İran’ın parçalanması gündeme geliyor. Burada hep Türkiye’yi kullanmak istediler. Ancak ana hedefin, Türkiye ile İran’ı karşı karşıya 
getirmek olarak görüldüğü noktada, Orta Doğu’da İsrail’in büyümesi, bölgeye egemen olması için mevcut devletlerin yıkılması ve parçalanması gerekiyor. 
Irak’tan üç eyaletin, Suriye’den ve İran’dan beş eyaletin gündeme geldiği bir noktada, Türkiye’de de yedi-sekiz bölge valiliği üzerinden bir eyalet yapılanması 
çeşitli mecralarda tartışılmaya başlanmıştır. Buradan da anlıyoruz ki Batılı emperyalistler ve Siyonistler, Osmanlı sonrası kurulmuş olan bölge devletlerinin 
hiçbirisini kabul etmiyor ve bölgedeki bütün devletlerin parçalanması hedefleniyor. ABD Genelkurmay Başkanı Wesley Clark, Orta Doğu’daki yedi devletin 
önümüzdeki on yıl içinde parçalanacağını açıkça ifade etmiştir. İsrail gibi kaçak devletlerin bölgeye egemen olabilmesi için bölgedeki bütün Müslüman 
devletlerin eyaletlere bölünmesi, bunun da mezhep ya da etnik ayrılıklar üzerinden gerçekleştirilmesi hedeflenmektedir. 

Bu da hem Türkiye hem de bölge devletlerinin tümü için bir beka sorunu olduğunun açık bir göstergesidir.

Türkiye, Geleceğini Güvence Altına Alma Arayışında
Erken seçim kararı, Türkiye’ye yönelik bu planları öteleyebilir mi?

Bu, seçimlerin sonucunda Türk seçmeninin göstereceği demokratik olgunluğa bağlı bir durum. Seçim süreci içerisinde Türkiye, kendisini yeniden toparlayabilir, merkezi devlet gücü yeniden onarılabilir ve bu coğrafyanın geleceği için Büyük Orta Doğu, Büyük İsrail projelerine veyahut Avrupa Birliği projelerine alternatif olarak B Planı’nı ortaya koyabilirse o zaman seçim sürecinden olumlu bir sonuç alabilir. Ancak seçim sürecinde emperyal güçlerin kışkırtmalarıyla alt kimlikli çekişmelere sürüklenirse ya da bölgede başlamış olan sıcak çatışmalar terör hareketleri olarak Anadolu’ya, Misak-ı Milli sınırları içine taşınırsa o zaman Türkiye seçim sürecinden maalesef zayıflayarak çıkacaktır. Böyle bir durumda önümüzdeki dönemdeki gelişmelerde yeterince etkin olunamayacağı için bizi, ciddi boyutlarda zor günler bekleyecektir.

Bu tespitlerinizden yola çıkarsak erken seçim kararı, yerinde ve zamanında atılmış bir adım mı?

Normal seçimlerden bir buçuk yıl önce seçime gidiyoruz. Amerika, İran’la sağlanmış olan barış platformundan geri çekildiğini ilan etti. Savaşın önümüzdeki günlerde tırmanma olasılığını gördük. Ankara kulislerinde, NATO’nun da devreye girebileceği ve bölgedeki varlığını ağırlıklı bir şekilde kullanmaya yöneleceği tartışmaları yoğun olarak dillendirildi. Bu çerçevede bölgedeki devletlerin önümüzdeki dönemde bağımsız bir çizgide varlığını koruması, Türkiye açısından büyük önem taşıyor. Türkiye de varlığını ve bağımsız yapısını koruyarak bu savaş süreci içerisinden geçmek ve geleceğini güvence altına almak arayışı içerisinde.

  Türkiye’nin önümüzdeki dönemde savaşa sürüklenmesi, bir NATO baskısıyla karşı karşıya kalması gibi riskli durumların da ortaya çıkacağını dikkate alırsak tam bu noktada bir erken seçim kararı bence sağlıklı olmuştur. Her hükümetin böylesine bir darboğazdan geçilirken kendi geleceği açısından toplumsal tabanını ve kendi güvencesini sağlama almak ve alacağı önlemlerle savaş ortasından kendini kurtarmaya öncelik vereceğini görmek lazım.

Erken seçim kararıyla hem iktidar partisi hem diğer partiler kendini yenilemek, toplumda var olan potansiyeli siyaset sahnesine taşımak ve bu noktada da daha güçlü bir iktidarın ortaya çıkmasını sağlamak için yeni bir şans elde etmiştir. Bunu görmemiz lazım. Kutuplaşmanın önlenmesi için erken seçimin Türkiye için bir şans kapısı olarak açıldığını görüyoruz.

Batı, Hükümeti Ve Sayın Cumhurbaşkanı’nın Konumunu Devre Dışı Bırakmaya Çalışıyor Mayıs ayı başlarında İYİ Parti Genel Başkanı Meral Akşener’i ziyaret eden Almanya’nın Avrupa İşlerinden Sorumlu Bakanı Michael Roth, 24 Haziran seçimlerini yakından takip edeceklerini söyledi. Roth, AK Parti ve HDP arasında sıkışan Kürt seçmenin İYİ Parti’ye destek vereceğini öngördüklerini belirtti. Kürt seçmenin, İYİ Parti’yi tercih edeceğini düşünüyor musunuz?

Türkiye’de Kürt hareketi genelde Türk demokrasisinin solunda yer almıştır. İYİ Parti ise merkez sağın çökmesinden sonra yeniden merkez sağın toparlanması amacıyla gündeme getirilen yeni bir partileşme hareketidir. Buradan bakınca Kürt seçmenle İYİ Parti’nin bir arada olamayacağı gibi bir durum ifade edilmeye çalışılıyor. Ancak şartlar değişmiştir. Avrupa Birliği temsilcisi olarak gelen o diplomatın ortaya koyduğu çizgide hem Kürt hareketi hem de İYİ Parti üzerinden laik-çağdaş cumhuriyet yapılanması vardır. Türkiye’de 16 senedir Ilımlı İslam iktidarda. Ilımlı İslam en fazla Avrupa’yla karşı karşıya geliyor ve Avrupa’dan dışlanma gibi bir durumdan geçtiğimizi de hatırlamamız gerekiyor. Çünkü Avrupa Birliği bir Hristiyan Birliği’dir. Dikkat edin Balkanlarda, Osmanlı uzantısı olan Müslüman ülkelerin hiçbirini içerisine almamıştır. Türkiye’yi de Müslüman kimliği nedeniyle 50 senedir kapısında bekletmektedir. Hem bizi içlerine almıyorlar hem de bu coğrafyada Alman emperyalizminin ya da Avrupa emperyalizminin çıkarları doğrultusunda yönlendirme yapmaya çalışıyorlar. Bu çerçevede Avrupalıların, Türkiye’nin iç dinamikleriyle ya da iç çelişkileriyle oynama hakkı olmaması gerekir. Bu noktada ben, Güneydoğulu, Kürt asıllı temsilcilerin tıpkı Cumhuriyet Halk Partisi’ne oy verdikleri gibi çağdaşlık çerçevesinde ve Avrupa Birliğiyle yakınlaşma noktasında İYİ Parti’ye de destek olabileceğini söylüyorum. Tabii bu, seçim sürecinde ortaya çıkacak gelişmelere ve partilerin izleyeceği politikalara ve yeni yaklaşımlara bağlı bir durum.

Bu tespitlerinizi biraz daha açalım isterseniz. Almanların Kürt meselesindeki yaklaşımını ve terör örgütü PKK’nın Almanya’daki örgütlenmesini biliyoruz. Alman Bakanın açıklamaları ne anlama geliyor?

Almanya, bir emperyal güçtür. 20. yüzyılın başında Almanların da Orta Doğu’ya, Osmanlıya geldiğini, Afrika ülkelerine girdiğini hatırlayalım. Almanlar bugün, Avrupa’nın patronu haline gelmiştir. Avrupa Birliği’nin tamamen Almanya’nın kontrolüne girdiği aşamada İngiltere, Brexit’le Avrupa Birliği’nden çıkmıştır. Şimdi Almanya bu aşamada hem Avrupa Birliği’nin hâkimi olmaya hem de Birinci Dünya Savaşı sürecindeki planlarını hayata geçirmeye çalışıyor. Şimdi biraz geriye gidelim. Alman istihbarat servislerinin, hem Osmanlı hem İran hem Orta Asya hem de Rusya’daki Müslüman kesimlerde yoğun bir kampanyayla Töton1İmparatorluğu adı altında bir Alman-İslam İmparatorluğu’na yöneldiklerini hatırlayalım. Önümüzdeki dönemde Almanya’nın özellikle Balkanlar üzerinden Karadeniz’e, Türkiye’ye ve Kafkasya’ya yönelik yeni girişimlerde bulunacağı kanaatindeyim. Almanya, bu nedenle Türkiye’nin seçimiyle yakından ilgileniyor. Almanya, Türkiye’deki alt kimlikli yapılanmayla mevcut siyasi yapılanma içerisinde var olan birtakım sorunları sanki gelecekte büyük çıkmazlar oluşturacakmış gibi kamuoyuna yansıtıyor. Kendi istediği şekilde bir dizayn yapmaya çalışıyor. Bunu bugünkü hükümeti ve Sayın Cumhurbaşkanı’nın konumunu devre dışı bırakma çalışmaları olarak görebiliriz. Çünkü son yıllarda Türkiye, Avrupa Birliği ve Almanya ile çok ciddi boyutlarda karşı karşıya gelmiştir.

“Sıkışan Kürt seçmen oy verir” derken o zaman Meral Akşener topluma, “kurtarıcı” ya da “umut” gibi sunuluyor.

Kurtarıcı denilmesi biraz zor ama bir proje olduğu açık. Yahudi asıllı bilim adamlarından Bernard Lewis’i anımsayalım. Türkiye’nin çok yakından tanıdığı bir isim. Türkçe bilir, Türkiye ve Atatürk üzerine kitap yazmıştır. Aynı zamanda İsrail’in öncüsü olan Siyonistlerden birisidir. 1990’lı yılların başlarında bu bilim adamı, “Orta Doğu’nun Geleceği” diye bir kitapçık yayımlamıştır. Bu kitapçıkta, Sovyetler Birliği sonrasında Orta Doğu’ya, “İslam’ın karanlığı çökmüştür” diyor. Yani İslam yapılanmasını Orta Doğu’da, karanlık olarak görüyor. Bu karanlığı önleyecek olanlar da Orta Doğu ülkelerinde yaşayan kadınlardır diyor. Yalnız Türkiye değil, bütün Orta Doğu ülkelerindeki İslamcı güçlerin, kadın liderliği ve kadınların siyasi mücadele için sokağa inmesiyle dengelenebileceğini söylüyor. Orta Doğu’da öne çıkan İslam kimliği, Avrupa’yı ve aynı zamanda İsrail’i çok rahatsız ettiği için bölgedeki sancılı geçiş böylece aşılacak. Bu çerçevede hem İsrail hem de Batı dünyası, kadın hareketi ve kadın önderliğini bir kurtarıcı olarak görüyor. İşte bu doğrultuda Türkiye seçimlerinde de kadın adaylar öne geçme şansını elde etmektedir. Daha önce Tansu Çiller’in başbakanlığını da bu doğrultuda değerlendirmek mümkündür. Tansu Çiller’le başlamış olan bu açılım, Meral Akşener’le devam etmektedir.

Sivil Örümceğin Ağında.,

   Lewis’in “kadınların desteklenmesi projesi” üzerinden devam edelim o zaman. Denge ve Denetleme Ağı’nın kurucularından ve bir dönem sözcülerinden olan Selda Tandoğan Demirel’in, Akşener’e “başdanışman” olduğu iddia edildi. Ancak kamuoyundan gelen tepkiler sonrası bu iddia yalanlandı. Demirel danışman değil şu an ama İYİ Parti’nin 200 kişilik kurucuları arasında yer alıyor. Demirel’in kurucusu olduğu sivil toplum kuruluşu (STK), Demokrasi için Ulusal Bağış (National Endowment For Democracy/NED) destekli Ulusal Demokratik Enstitü (National Democratic Institute/NDI) tarafından fonlanıyor. Bu iki örgütün Renkli Devrimlerdeki rolünü biliyoruz. Bu birliktelik tesadüf mü sizce?
Türkiye’de yeni bir siyasi yapılanma ortaya çıktığında her Türk vatandaşının bunun içine girme hakkı vardır. Selda Hanım’ın da o şekilde hareket ettiği kanaatindeyim. Kendisini çok yakın tanımıyorum. Ancak STK olarak hareket eden bir yapının temsilcisi olunca STK’ların arkasına bakmak lazım. Tam da bu noktada Mustafa Yıldırım tarafından kaleme alınan “Sivil Örümceğin Ağında” isimli kitabı anımsatmak isterim. Bu kitapta, Türkiye’deki STK’ların hangisinin, hangi Batı ülkesinden maddi destek aldığı tek tek yayımlanmıştır. Bu kitapta ortaya konan gerçekler açısından baktığımız zaman evet, Batı demokrasilerinin uzantısı olan STK’ların emperyal plan ve projeler doğrultusunda hareket ettikleri ve bu noktada da Batılı ülkeler tarafından finanse edildiklerini görüyoruz. Aynı durum Sovyetler Birliği sonrasında Rusya’da da vardı. Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin işbaşına gelince hepsini yasakladı. Banka hesaplarına el koydu ve Rusya, dışardan para alarak kendi ülkesinin aleyhine çalışan STK’lara izin vermedi. Türkiye ise daha demokrat davrandı. Bunların çalışmalarını Avrupa standartları içerisinde belirli bir düzene koymaya çalmıştı. Türkiye ne yazık ki bunda da başarılı olamadı.
CHP önemli bir hamle yaptı ve Muharrem İnce’yi aday gösterdi. Meral Akşener, biraz geride kaldı gibi duruyor. İnce’nin adaylığıyla Akşener’in ikinci tur şansı biraz düştü mü?
Devleti kuran, Atatürk’ün partisi çok durağandı. Bir türlü adayını açıklayamadı. Tabii iş geldi genel başkana kilitlendi. Genel başkanın da siyasetçi olmaması ve siyaset üretememesi nedeniyle Atatürk’ün partisi çok zayıf gidiyordu. Böyle bir noktada Sayın Cumhurbaşkanıyla rekabet edebilecek özelliklere sahip bir kişiyi yani halkın içinden gelmiş bir kişi olarak Sayın Muharrem İnce’yi aday çıkardılar. Böylece seçim yarışı hızlandı. Sayın İnce önümüzdeki dönemde medyada yer alabilirse dengeleri önemli bir şekilde değiştirecektir. Yeri gelmişken bir şey daha söylemek lazım. Daha işin başında Sayın İnce, Meral Akşener lehine birinci turda çekilebileceğini söyledi. Sanırım burada bir hesap yapılmaktadır. Eğer Meral Hanım ikinci tura kalırsa merkez sağdan gelen kemikleşmiş oylarla Güneydoğu ve Doğu Anadolu’daki Kürt oylarını bağdaştırmak kolay olmayacaktı. İnce’nin kamuoyunda estirdiği sol rüzgâr, Doğu ve Güneydoğu halkını biraz harekete geçirdi. Bu noktada da İnce bir jest yaparak arkasına aldığı rüzgârla birlikte Cumhurbaşkanlığı adaylığından Meral Akşener lehine feragat ederek seçimi ikinci tura bırakmamak gibi bir yeni strateji üzerinde çalıştıklarını ve bu konuda pazarlıklar yapıldığını Ankara kulislerinde duyuyoruz.

Kemalist Proje İle Siyonist Proje Orta Doğu’nun Geleceği İçin Bugün Karşı Karşıya Siz, İYİ Parti’ye “proje” dediniz. Bu durumda Atatürk’ün kurduğu parti de bu projenin parçası olmuyor mu?

Türkiye Cumhuriyeti de bir proje. Ancak Atatürk’ün projesiydi. Kuvayı Milliye hareketi zafere ulaşıp devleti kurduktan sonra yola parti olarak devam etti. Atatürk’ün yaklaşımı, hem partiyi hem devleti aynı çizgiye getirmekti. Bu noktada da partiyle devletin arasında bir ayrılık olmaması gerekiyordu. Ancak bugün Atatürk’ün partisinde maalesef İkinci Cumhuriyetçi, yani küreselleşmenin etkisiyle neoliberal bir çizginin öne geçtiğini görüyoruz. Bu doğrultuda sermaye kesimleri, Avrupa-Amerika-İsrail üçgeninde Türkiye’ye müdahale ederken Atatürk’ün partisini de baskı altına alarak yönlendirmeye çalıştıklarını izliyoruz.
Soru işaretleri bırakmamak için bunu biraz daha açalım. O zaman dâhil olunan bu proje, Cumhuriyet’in kuruluşundan farklı olarak antiemperyalist olmayan bir proje mi?

Atatürk’ün partisi bugün, Kurtuluş Savaşı’nda olduğu gibi antiemperyalist çizgide devam etseydi, Türkiye’nin, Avrupa Birliği süreci içerisinde kabul etmek zorunda kaldığı programlarla devletin tasfiyesini önleyebilirdi. Ancak maalesef devletin tasfiyesi süreci, Avrupa Birliği süreci üzerinden başlatılmış ve bugün de Büyük Orta Doğu Projesi üzerinden devam ettirilmektedir. Büyük İsrail’in önü açılarak bu coğrafyadaki bölge devletleri, Siyonizm’in-emperyalizmin güdümünde eyaletler üzerinden yeni bir yapılanmaya yönlendirilmektedir. Bu coğrafyada yapılan mücadeleleri kendi haline bırakırsanız ya Arap Birliği ya İslam Birliği kurulur. Ya Rusya güneye iner ya Almanya doğuya açılır ya da bu coğrafyada iki proje çarpışır: Biri İsrail’i kuran Siyonist proje, öbürü Türkiye’yi kuran Kemalist proje. İşte Kemalist proje ile Siyonist proje bugün, Orta Doğu’nun geleceğinde karşı karşıyadır. Atatürk’ün partisinin Kemalist proje doğrultusunda hareket ederek ülkenin birliğini, bütünlüğünü ve bağımsızlığını güvence altına alması gerekirken bu coğrafyadaki eyaletler üzerinden bölgesel federasyon planına yumuşak baktığını görüyoruz.
Sizin belirttiğiniz kapalı kapılar ardındaki pazarlıklar gerçekleşmezse ve Muharrem İnce ikinci tura kalırsa İYİ Parti ve Saadet Partisi seçmeninin tulum halinde CHP’nin adayına oy vereceğini düşünüyor musunuz? Örneğin son yerel seçimlerde CHP, eski MHP’li bir isim olan Mansur Yavaş’ı aday gösterdi ve MHP seçmeni tulum olarak vermedi.

Muharrem İnce’nin son anda çıkan bir aday olarak hiçbir hazırlığı yok. Dikkat edin her gün sağdan sola konuşuyor, birçok şey söylüyor ama bir siyasi çizgi izlemiyor. Sadece polemik yapıyor. Gazete başlıkları üzerinden politika yapan bir adayın Türkiye Cumhuriyeti’nin geleceği noktasında istikrarlı bir çizgiyi ortaya koyması beklenemez.

O nedenledir ki bu izlenen zikzaklar nedeniyle Atatürk’ün partisinin, cumhurbaşkanlığı seçimi süreci içerisinde ortaya istikrarlı bir çizgi koyamadığını görüyoruz. Seçmen gidip Atatürk’ün partisinin adayına oy verirken bu partinin yine eskisi gibi antiemperyalist çizgide ülkenin geleceğini koruyup korumayacağından emin olması gerekir. Böyle bir durum söz konusu değilse o zaman önümüzdeki dönemde ortaya çıkacak siyasi gelişmeler seçmen tabanını etkileyeceği için birtakım çelişkili gelişmeler ya da istikrarsız durumlar meydana gelecektir.

Devleti kuran Atatürk’ün partisi kuruluş ayarlarına dönmedikçe, Türkiye’nin geleceği için çözüm üretemez. Böylesine bir arayış içerisinde Muharrem İnce’den beklenen sonuç alınamayabilir.

1 Töton Şövalyeleri, bir Germen-Roman dini tarikatıdır. Tarikat, Katolik hacılara, hac yolunda yardım etmek, hasta ve yaralı Katoliklerin bakımlarını sağlamak üzere hastane kurmak amacıyla kurulmuştur. Adlarını özellikle Orta Çağ’da Haçlı Seferlerine katılarak duyurdular. Şövalyeler, üzerinde siyah bir haç olan uzun beyaz elbiseler giyerlerdi. Daha sonra bu imge, Prusya Krallığı ve Almanya tarafından Demir Haç Madalyası olarak da kullanıldı. Kimi araştırmacılara göre, Töton Şövalyeleri, dünyanın en güçlü imparatorluğu olacağına inandıkları “Türk-Germen İmparatorluğu” kurulmasını istiyordu.

Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN web sitesi : Prof. Dr. Anıl Çeçen: “Akşener, Bir Batı Projesidir” Yörünge; Prof. Dr. Anıl Çeçen’le erken seçim kararını, Türkiye’nin beka sorunu olup olmadığını ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan karşında Cumhurbaşkanlığı için yarışacak olan CHP’nin adayı Muharrem İnce ile İYİ Parti’nin adayı Meral Akşener’i konuştu. (prof-dr-anil-cecen.blogspot.com)



***