29 Mart 2019 Cuma

AKP Türkiyeyi Ortadoğuda Bitirdi,

AKP Türkiyeyi Ortadoğuda Bitirdi,



Ümit Özdağ.,
21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü  
25 Şubat 2015


AKP Türkiye'yi Ortadoğu'da Bitirdi

    Ülke dışındaki tek vatan toprağı Süleyman Şah Türbesi'nin nakliyle ilgili eleştiriler gündemdeki sıcaklığını koruyor.

Konuyla ilgili Aktifhaber.com’a konuşan 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü Başkanı Prof. Dr. Ümit Özdağ, ‘Geri çekilme’ olarak adlandırılan operasyonun en önemli sonucunun Türkiye’nin Ortadoğu’daki caydırıcılığının ortadan kalkması olarak değerlendirirken, dış politikada büyük bir başarısızlıkla karşı karşıya olunduğunuz belirtti.
Süleyman Şah Türbesi’nin yerinin geçmişte olduğu gibi bir irade sonucu değil,korkudan dolayı değiştiğini belirten Özdağ, terör örgütünün gölgesi altındakiyeni yerininse ayrı bir utanç vesilesi olduğunu söyledi.

İŞTE O AÇIKLAMALAR:

ORTADOĞU’DA TÜRKİYE’NİN CAYDIRICILIĞI ORTADAN KALKMIŞTIR.,

Bu operasyon Türkiye’nin Ortadoğu’da caydırıcılığını ortadan kaldıracaktır. Türkiye’ye güvenen unsurlar Türkiye’ye olan inançlarını yitirirken, Türkiye’ye düşmanca davranan unsurlar Türkiye’nin küçük baskılarla geri adım atabilecek bir ülke olduğunu düşüneceklerdir. Bundan dolayı da yerinin geldiğini düşündükleri zaman Türkiye’ye baskı yapmaya yöneleceklerdir. Türkiye bu baskıları kabul ederse, karşı taraf cesaretlendiği içinb Türkiye tekrar geri adım atacaktır. Türkiye baskılara direnirse çatışma çıkacaktır. Yani karşı tarafı, düşmanlarınızı cesaretlendirdiğiniz zaman bu tür geri adımlarla aslında çatışmayı engellemekten çok çatışmayı kışkırtmış olursunuz. Meselenin en önemli boyutunun Ortadoğu’da Türkiye’nin caydırıcılığının kalkmış olduğunu düşünüyorum.

DIŞ POLİTİKADA BÜYÜK BİR BAŞARISIZLIKLA KARŞI KARŞIYAYIZ

Bu tek başına bir süreç değil. Süleymaniye’de 4 Temmuz 2003’te başlayan ve özel kuvvetler merkezimize yapılan operasyonla başlayıp daha sonra Kerkük’ün işgal edilmesi, Kürdistan’ın kurulmasına ses çıkarılamaması arakasından Suriye’de uçağımızın düşürülmesi, Reyhanlı’nın bombalanmasına karşın bir tavır alınamayışı... Bunlarla uzayan Ortadoğu’dan bir yandan ilişkilerimiz bozulurken, bir yandan da geri çekilme sürecimizle paralel bir sürecin sonucu. Üstelik bu geri çekilme gerçekleşirken Ortadoğu’yla ilgili retoriğimizin de çok böyle ‘Biz burayı şekillendiririz, Şam’da namaz kılarız, 3 saatte Şam’a ineriz’ falan gibi gerçekle oluşmayan bir retorik olduğunu görüyoruz. Bu anlamda dış politikada büyük bir başarısızlıkla karşı karşıya olduğumuz söylenebilir.

TOPRAĞIMIZIN YERİ İRADENİZ DEN DOLAYI DEĞİL, KORKUNUZDAN DOLAYI DEĞİŞİYOR

Bu bir terör örgütünün baskıları karşısında toprağınızı bırakmadır. Şöyle söyleniyor; ‘Efendim önemli değil daha önce de yeri değişti.’ Şimdi daha önce sizin iradenizle ve bir başka devletin ortak iradesiyle yeri değişiyor ve bir hukuki zeminde değişiyor. Oysa burada sizin iradenizle değişmiyor, korkunuzdan dolayı değişiyor. Yani öbür tarafta geri çekilmiyorsunuz, burada geri çekiliyorsunuz.Bunların ikisinin aynı şey olduğunu söylemek mümkün değil. İktidar bunu bir zafer olarak sunuyor. Siyasette çok yalan söylenir de böylesi söylenmemeli.Çünkü bakarsanız Çanakkale’den çekilen İngilizler çekildikten sonra, ‘Aman şöyle güzel çekildik, böyle güzel çekildik’ Kim hatırlıyor tarihte İngilizlerin güzel çekildiğini? Ama bütün insanlar biliyor ki, İngilizler Çanakkale’de fena halde dayak yediler değil mi? Böyle hatırlanıyor. Geri çekilmenin düzenli olmasını kaydetmez tarih, mağlubiyeti kaydeder tarih. Burada da tarih Türkiye’nin caydığını ve geri çekildiğini kaydedecek.

TAŞINDIĞI YER AYRI BİR UTANÇ VESİLESİ,

Taşındığı yeni yer ayrı bir utanç vesilesi. Orada 14 tane Türkmen köyü var bulunduğu yerde. Türkiye madem El Nusra’yı destekliyor, Özgür Suriye Ordusu’nu destekliyor, orada dost unsurları var. Dersiniz ki kardeşim sarın bunun etrafını, Türkmen köyleri de var, Türkmen köylerini de silahlandırırsınız, dersiniz ki; burası Türk mezarı savunacaksınız. Bunu senelerce yapmıyorsunuz, olur mu böyle şey? Ciddi bir devlet ne yapar, özel kuvvetlerine bölgenin yerel köylülerinin elbisesini giydirir kime karşı gerekiyorsa orada savaştırır. Ama bunların hiçbirisinin olmadığını görüyoruz.

PKK’YA PROPAGANDA YAPMA İMKANI VERİLDİ,

PKK’nın yardımı denilen şey Türkiye’nin biz buradan geliyoruz, amacımız budur diye terör örgütüne istihbarat elemanları aracılığıyla bilgi veriyor. PKK da o yolu boşaltıyor, sağa, sola çekiliyorlar. Bunun ötesinde bir şey yok. Ama bu bile onur kırıcıdır. PKK’ya böyle bir propaganda yapma imkanı veriyorlar.

HÜKÜMET KORKAKÇA BİR SİYASET İZLEDİ VE GERİ ADIM ATTI

Yapılması gereken şuydu; Türk Silahlı Kuvvetleri bunu yapabilecek bir ordudur, güçtür. Bölgede savaş çıkma ihtimali var. Amerikan Kara Kuvvetleri’nin bölgeye gelmesi söz konusudur IŞİD’le mücadele için. Türkiye Cumhuriyeti bölgedeki askeri varlığını 38’den 108’e çıkartırdı. Bölgeye tanksavar birlikleri, uçaksavar birlikleri konuşlandırılırdı. Zaten 3 tarafı suyla çevrili bir yer. Gerekirse köprünün de hemen havaya uçurulması için gerekli tedbirler alınırdı. Bunlar yapıldıktan sonra Türk Hava Kuvvetleri zaten bölgeye bir çatışma durumunda 3-4 dakikada ulaşabilecek durumda. Kara havacılığın savaş helikopterleri bölgeye 10 dakikada inerler, saldıran güçleri ateş altına alırlar. Yani Türkiye açısından sınırın 30 km ötesinde bir bölgenin korunmama diye bir sorunu yoktur. Türkiye burayı koruyabilirdi. Hükümet bu konuda korkakça bir siyaset izledi ve geri adım attı.Kendi evinizden çıkıyorsunuz gece kondu kuruyorsunuz, toprak kaybetmedik diyemezsiniz. 

Toprağınızı terk etmeyeceksiniz.

Kaynak: http://www.aktifhaber.com/umit-ozdag-akp-turkiyeyi-ortadoguda-bitirdi-1128178h.htm


https://21yyte.org/tr/merkezler/islevsel-arastirma-merkezleri/is-gelistirme-ve-stratejik-yonetim-arastirmalari-merkezi/umit-ozdag-akp-turkiyeyi-ortadoguda-bitirdi

***


ERGENEKON SÜRECİ ABD VE NATO OPERASYONU MUYDU. ?


ERGENEKON SÜRECİ ABD VE NATO OPERASYONU MUYDU. ?

ERGENEKON DAVASI 
PROF. DR. ÜMİT ÖZDAĞ 
Prof.Dr. Ümit Özdağ
E-POSTA : umitozdag@internetajans.com

ABD Büyükelçisinin uzun tutukluluk sürelerini eleştirmesi ve generaller, milletvekilleri, akademisyenler ile ilgili terörist iddialarının batı hukuku standartları açısından inandırıcı olmadığının açıklaması sonrasında, yandaş entelektüeller, Ergenekon operasyonlarına eleştirisel bakanların açığa düştüğünü düşünerek,  “Hani bazıları Ergenekon’un arkasında ABD var diyorlardı. Ne oldu? Bakın, ABD büyükelçisi nasıl bir açıklama yaptı?” diyerek, kendilerince seviniyorlar. Peki, Ergenekon operasyonunun ABD ve NATO tarafından desteklendiğini ilk kez ortaya kim attı ve savundu. 

Bunu bir inceleyelim.
Ergenekon operasyonunun başladığı günlerde ABD’nin Ergenekon Operasyonu’nu neden desteklediğinin gerekçesi ise Türk Ordusu içinde ağırlıklı olarak Özel Kuvvetler içinde yoğunlaşmış “Avrasyacı-Rusçu” bir kliğin “temizlenmesi” olarak ortaya konulmuştur. İddiaya göre, ABD ve NATO, Ergenekon operasyonu ile Avrasyacı-Rusçu kliğin temizlenmesi için AKP iktidarına yardımcı olmaktadır.

İlk aşamada bir fısıltı olarak yayılan tezi Mümtazer Türköne şöyle dile getirmiştir: “Ergenekon operasyonu ile ilgili giderek daha fazla dillendirilen bir tez var. Bu operasyon ile kontrgerilla örgütlenmesinin dış politikada ABD’ye karşı Rus eksenini savunan kanadın tasfiye edildiği iddiası. Ben bu iddiayı inandırıcı bulmuyorum. Ama eksik olan bir şey var”  (Zaman, 23 Eylül 2008)
Türköne’den gelen bu zayıf itiraza rağmen Ümraniye Soruşturması sürecinde Ergenekon operasyonuna büyük psikolojik-politik destek veren bazı akademisyen ve köşe yazarları, Türk Ordusu içinde Türk Ordusu’nu ve Türkiye’yi Rusya eksenine, Rus-Çin, İran zeminine kaydırmak isteyen, anti-AB’ci, anti-ABD’ci Rusçu bir kliğin, ABD ve NATO’nun desteği ile tasfiye edildiği görüşünü savunmuşlardır. Ahmet Altan şöyle demektedir: “Çünkü bütün bu olanlar sadece Türkiye’nin arzusu gibi görünmüyor bana. Yanılıyor olabilirim ama olanları izlerken hep bir ‘dünya operasyonu’ izliyorum izlenimine kapılıyorum.”  (Cumhuriyet, 25 Eylül 2008)

Örneğin Hasan Cemal, Türkiye’de ulusalcı-aşırı milliyetçilerin, birinci sınıf demokrasiyi sevmeyenlerin, AB’den nefret edenlerin, “Türkiye, Avrupa’ya, Amerika’ya sırtını dönsün, Avrasya’ya açılsın ve Rusya’yla, Çin’le Orta Asya’yla hatta İran’la kendine yeni bir dünya kursun!...Ve asker içinde de etkili oldu. Örneğin Tuncer Kılınç Paşa... MGK Genel Sekreteriyken, Türkiye için Avrasya açılımını savunmuştu. Ergenekon davasının sanıklarından eski Jandarma Genel Komutanı Şener Eruygur Paşa’nın da davanın sivil sanıkları gibi Avrasyacılık konusunda benzer görüşleri benimsediği söylenebilir” görüşünü savunmuştur. (Milliyet, 24 Ekim 2008)

Bu izahın şampiyonlarının başında gelenlerden birisi de İhsan Dağı’dır. Prof. Dr. Dağı’ya göre Ergenekon operasyonu AKP’den çok uluslar arası dinamiklerin sonucudur. Küresel bir irade ortaya çıkmıştır ve operasyon gerçekleşmiştir. (Hürriyet, 11 Ocak 2009)

Dağı, daha da ayrıntıya girmekte, küresel iradeyi netleştirmekte ve gerekçesini de ortaya koymaktadır. İhsan Dağı’ya göre, Ergenekon Operasyonu, ABD’nin desteklediği bir operasyondur. Dağı, Ergenekon örgütünün Özel Harp Dairesi’den kaynaklandığını ileri sürmektedir.

Dağı’ya göre, “Amacı dışına çıkan ve Rusçu bir kliğin kontrolüne giren Türk Gladio’su artık korunup kollanmıyor. Nedeni açık: Gürcistan ve doğalgaz krizlerinde iyice görülen Rusya-Batı gerginliği Türkiye’yi yeniden vazgeçilmez bir cephe ülke konumuna getiriyor. Peki, böyle bir ülkede elli yıldır Batı güvenlik sistematiğinde bulunan bir ordunun Rusya yanlısı, NATO, ABD ve AB ile işbirliğine karşı Rusçu bir kliğin eline geçmesine seyirci kalır mı? Üstelik bu klik sadece ordu içinde yükselmeye değil, Özden Örnek günlüklerinden anlaşıldığı gibi fiili bir darbeyle yönetime el koymaya çalışmış. Ama başaramamışlar; Rusçu bir darbeye vize verilmemiş!” (Zaman, 13 Ocak 2009)

Dağı şöyle devam etmektedir. “Bunlardan Ergenekon soruşturmasında ABD/NATO parmağı olduğu sonucu çıkmaz. (Oysa Dağı, birkaç gün önce Ergenekon soruşturmasının arkasında ABD desteğinin olduğunu ileri sürmüştür.) Tasfiyeyi yargı yapıyor, ama dikkat; tasfiye edilen Ergenekon resmi bir kurumun uzantısı. Dolayısıyla bu örgütün arka plânında bulunan güçlerin tasfiye işlemine yönelik tutumu önemli. Nedir bu tutum? Sessizlik; ordunun ve ordu üzerinden ABD/NATO sessizliği. TSK üst yönetimi bu soruşturmalara izin vererek kendini Batı ittifakı içinde ’yeniden’konumlandırmaya çalışıyor.” (Zaman, 13 Ocak 2009)
Dağı, Türk Ordusu’nun, Soğuk Savaş sonrasında ortak düşman olan SSCB’nin ortadan kalkmasından sonra NATO’nun “ortak düşman” yerine, demokrasi, insan hakları ve hukuk devletine dayanan “ortak değerler” merkezli siyasetini kavrayamadığını/kabul etmediğini ileri sürmektedir. Dağı’ya göre, Türk Ordusu’nun  “ortak değerleri”  kabul etmemesinin arkasında rejim içinde kendi konumunu yitirmesi endişesi vardır. Bundan dolayı, Türk Ordusu içinde bir grup, Avrasyacı-Rusçu çizgiye kaymıştır. (Zaman, 27 Ocak 2009) Dağı, Türk Ordusu içinde “Özel Harp Dairesi” veya  “Özel Kuvvetler Komutanlığı”  etrafında kümelenmiş küçük bir Rusçu kliği değil, bütün Türk Ordusu’nu Rusçu olmakla suçlamaktadır.

Nasıl mı? İşte şu cümlesi ile: “Fikret Bila’nın ‘Komutanlar Cephesi’ kitabı incelendiğinde TSK’nın üst düzey komutanlarının NATO, AB ve ABD hakkında nasıl bir duygu ve düşünceye sahip oldukları görebilir; müttefik değil, âdeta savaşa girişilecek bir hasım...” (Zaman, 27 Ocak 2009) Bu cümle bir kliği değil, bir orduyu anlatmaktadır.
Yasemin Çongar da “Amerikan siyasetinin ve ordusunun Türkiye’yi iyi tanıyan mensuplarının, TSK’nın Soğuk Savaş sonrasındaki performansına kuşkuyla baktıklarına bir çok kez tanık oldum. Türk Ordusu’nun Washington’da gitgide Batı’dan kopan, bazı unsurlarıyla Rusya’nın etki alanına giren Avrupa Birliği sürecini içine sindiremeyen, 1920’lerin zihniyetine tutsak, küreselleşmeden de Türkiye’nin küreselleşmeyle uyumlu toplumsal değişiminden de, giderek Türk toplumundan da kopuk bir kurum olarak algılanmaya başladığını gözledim” diyerek, Dağı’ya destek vermiştir. (Taraf, 14 Ocak 2009)

Dağı’ya göre, Türk Ordusu içindeki Avrasyacı/Rusçular aslında ABD, AKP’ye karşı yapmak istedikleri darbeyi desteklemediği için Avrasyacı/Rusçu olmuşlardır. (Zaman, 23 Ocak 2009) Dağı’ya destek yine Yasemin Çongar’dan gelmiştir. Çongar, Avrasyacıların Bush Yönetiminin entelektüel dinamosu olan neoconları, ABD’nin AKP’ye karşı ikna etmesi için çok çaba sarf ettiğini ileri sürmüştür. (Taraf, 28 Ocak 2009)

Ergun Babahan da 14 Ocak 2009’da Kanal 24’de özetle şöyle demiştir: “Ergenekon bölgede ABD’nin tetikçisi idi. ABD’ye sadakatle çalıştılar. Küresel dengeler değişti ve Ergenekon tetiğini ABD’ye yöneltmeye başlayınca da ABD Ergenekon’u tek tek tasfiye etmeye başladı. İşin bu boyutu görülmez ise Ergenekon meselesini anlamak mümkün değildir. ABD, “Rusçu, Putinci” olan eski adamlarını hızla tasfiye etmektedir. Son Ergenekon dalgasında gözaltına alınan E. Org. Tuncer Kılınç ta MGK Genel Sekreteri iken NATO-AB eksenine karşı Rusya-Çin-İran eksenini savunmuştu” (Star, 16 Ocak 2009)Eski EGM İstihbarat Dairesi Başkanı Bülent Orakoğlu da Ümraniye soruşturmasının dış dinamiğinin ABD olduğunu düşünmektedir: “Sadece hükümetin iradesiyle bu iş çözülemez. Ergenekon operasyonu da tamamen iç dinamiklerle anlaşılamaz. Çünkü kural şudur: Bir örgütü kim kurduysa o tasfiye eder. İç ve dış dinamiklerin bir örgütü kurmaktaki amaçları bitmeden o örgüt bitmez. Gladio tipi yapılanmayı kuran dış dinamik Pentagon’dur. (...) Çünkü dünyada yükselen değer demokrasi, insan hakları ve özgürlükler... Türkiye’ye de bu dünyada Amerika tarafından bir rol biçiliyor. Türkiye’nin bu rolü üstlenmesi için şartlara uygun olması için, temizlenmesi lazım. Hatırlayın, Başbakan Erdoğan 5 Kasım 2007’deki Amerika ziyaretinde Bush’la görüşmüştü. Ergenekon operasyonu Washington’daki o görüşmeden sonra başladı.” (Taraf, 20 Nisan 2009) 

ABD’nin Türk Ordusu’na yönelik müdahalesi konusunda belki de en çarpıcı ve açık yaklaşımı Zaman Gazetesi’nin Washington muhabiri Ali H. Arslan’ın satırlarında bulmak mümkündür. Arslan şöyle demektedir: “ABD’nin düşmanlara karşı önleyici saldırı doktrininin makûliyeti ve hakkaniyeti tartışılır. Ama dostlarının hayatî hatalarına karşı bazı önleyici mekanizmaları devreye sokmalarına itirazımız olamaz. Bunlardan biri, sesini şeksiz şüphesiz demokrasi lehinde yükseltmektir. Diğeri de, özel resmî görüşmelerde ilgililere de aynı mesajı daha da açık bir dille ifade etmektir. Özellikle ABD’nin Ankara büyükelçiliğine bu konuda çok iş düşüyor. Ve bir şeyler yapıldığı da kulağıma geliyor.” (Zaman, 30 Haziran 2008)

Gerçekten, Ümraniye soruşturmasına verilen siyasî desteğin ve düzenlenen Ergenekon psikolojik operasyonunun arkasındaki Amerikan desteğinin nedeni Türk Ordusu içinde bir kliğin veya Türk Ordusu’nun tamamının NATO, ABD ve AB karşıtı bir çizgiye kaymasına karşı, ABD’nin bir tepkisi midir yoksa ABD’nin tepkisinin nedeni bir başka şey midir?
Aşağıda bu hususu ayrıntılı olarak değerlendirmeden önce Dağı ve Çongar’ın ABD’nin Türkiye’de  “Ergenekon sürecine” müdahale etmesini  “meşru kabul etmelerinin”  çok tehlikeli olan bir boyutunun altını çizmek gerekmektedir. 1968’de Çekoslovakya’da Çekoslovak Komünist Partisi Genel Sekreteri A. Dubçek’in geliştirdiği sosyalizm yorumuna Moskova sert tepki göstermiştir. Sovyetler Birliği Komünist Partisi Genel Sekreteri Brejnev,  “Brejnev Doktrini”  diye anılan doktrini ilân etmiştir. Bu doktrin, sosyalist ülkelerin egemenliğini kısıtlayan ve SSCB’ye sosyalist ülkelerin iç işlerine müdahale hakkı veren bir anlayışı ilân etmiştir. Kızılordu, Prag’ı işgal etmiştir. Türkiye’de ve dünyada bir çok sosyalist bu müdahaleyi destekler ve meşru görürken, bir çok sosyalist de SSCB ile olan yollarını ayırmıştır.

Cemal, Dağı, Babahan, Sarıibrahimoğlu, Çongar’ın temsil ettiği çizgi,  “Moskova çizgisindeki komünistlere” benzer şekilde, ABD’nin Türk Ordusu’na müdahalesini meşru görmektedirler.

Oysa, demokrasiyi savunan NATO, reel sosyalizmi savunan Varşova Paktı değildir. Türkiye, sosyalist Çekoslavakya, değildir. Türkiye egemen, bağımsız bir ülkedir. Türk siyaset, akademi, basın ve silahlı kuvvetlerinde bir çok insan ABD’ye, AB’ye, NATO’ya eleştirisel bakabilir.
Burada sorulması gereken soru yukarıda anılan kişilerin ileri sürdüğü tezin doğru olup olmadığını değerlendirmeden önce özgün olup olmadığı tespit edilmelidir. CIA üst düzey yöneticisi ve Türkiye uzmanı Graham Fuller, 19 Ekim 2007’de yazdığı “Ankara’nın ABD Düşmanlığı’nın Soykırım Kararından Çok Daha Derin Kökleri Var” başlıklı makalede şöyle demektedir:  “Washington kızgın. Türk generaller, Batı’nın dayatmalarına karşı, Rus stratejik seçeneğini bile alçak sesle konuşmaktadırlar.

Orta Asya enerji hatlarının Rusya veya İran ve Türkiye üzerinden Batı’ya ulaştırılması konusunda bazı anlaşmazlıklar olsa da, Ankara-Moskova ilişkilerine önem vermektedir; ABD’nin NATO’yu genişletme ve füze sorunu yoluyla Rus ayısına Kafkaslar’da ve Doğu Avrupa’da büyük çıkarları var. Çin ve Rusya’nın başını çektiği Şanghay İşbirliği Örgütü Asya’da hakim jeopolitik gruplaşma olursa, Türkiye de tıpkı Afganistan, İran ve Hindistan gibi bu örgütle işbirliği yapacaktır. Washington buna karşıdır.” (Aydınlık, 6 Nisan 2008, Sayı 1081) Türk Ordusu içinde Rusçu Klik iddialarının kökeninde Fuller’in  bu makalesi vardır.

Michael Gunter adlı Amerikalı istihbaratçı 2000 yazında Amerikan Kara Kuvvetlerinin dergisi olan Parameters’da  “Yükselen Hegemon”   adlı makalesinde şöyle yazmıştı:   “Modern silahlara ve gelişmiş kabiliyete sahip olan Türk Ordusu, ülke içinde kültürel ve anayasal gücünde önemli değişiklikler yapılmadıkça, ne kısa vadede komşularına, ne de uzun vadede Türkiye halkına rahat yüzü gösterecektir.”  Sahte hahamın  “Ergenekon bir proje idi”  dediği işte budur.

http://www.ozelburoistihbarat.com/siyaset-bilimi-dis-politika-siyasi-partiler/ergenekon-davasi-prof-dr-umit-ozdag-ergenekon-sureci-abd-ve-nato-operasyo-8847

***

ANAYASAYI SAVUNMAKTAN VAZGEÇEN.,

ANAYASAYI SAVUNMAKTAN VAZGEÇEN., 


ÜMİT ÖZDAĞ, 
Yıldıray Çiçek,

1-Kasim-2012 Perşembe

" Devlet Bahçeli'yi savunmak, Anayasa'nın ilk 3 Maddesini savunmaktır" (12 Nisan 2011/KONYA)

Günümüzde Türk milliyetçilerinin, Ülkücülerin verdiği mücadeleyi herhalde bu sözden daha iyi anlatacak cümle bulunamazdı. 
Bu sözün sahibi, gerçekten anlamlı bir şekilde Türkiye Cumhuriyeti'nin varlığını koruyan iradenin adını ortaya koyuyor ve o irade etrafında Ülkücüleri mücadele ye çağırıyordu. Bu sözün sahibi Prof. Dr. Ümit Özdağ idi. Bir sene önce düşüncesi bu şekilde olan Ümit Özdağ şimdi Anayası'nın ilk 3 maddesini savunmaktan vazgeçmiş olmalı ki, Akşam Gazetesi'ne siparişle yaptığı açıklamasında "Devlet Bahçeli Değişmeli" diyor. 

Siparişle diyorum çünkü günler öncesinden bu yapacağı açıklamayı biliyorum ve hatta bu açıklaması çıkmadan önce kendisine Facebook sayfasından 
doğruluğunu sorduğumda cevap dahi verememişti. Gerçi Ümit Özdağ'ın son senelerde ömrü "Devlet Bahçeli Değişmeli" planlarıyla ve programlarıyla geçti.
Ümit Özdağ "Devlet Bahçeli'yi Değiştiremedi" ama MHP Lideri Devlet Bahçeli kendisine MHP'de yol açtı, son seçimlerde kendisini İstanbul'dan 4. sıra 
Milletvekili adayı olarak gösterdi. 
Ama Ümit Özdağ milletvekili olamadı, Anayasayı savunmaktan vazgeçti. 
Düz ve basit mantıkla bu sonuç çıkıyor değil mi?

Ümit Özdağ'a geçmişte çok yazı yazdım. Her yazım kendisinin MHP ve Lideri Devlet Bahçeli'ye yönelik yapmış olduğu eleştirilere cevap yazısı idi.
MHP Lideri Sayın Devlet Bahçeli'nin "Millet ve Devlet Bekası İçin Güç Birliği' daveti bünyesinde partiye çağırdığı Ümit Özdağ ile partiye geldiği günlerde 
yapmış olduğum sohbette benim yazılarıma ve kalemime yaptığı övgülerin rahatlığında yazıyorum bu yazıyı. Çünkü kendisiyle MHP Genel Merkezi'nde 
görüştüğümde bana Türkiye'nin en iyi polemik yazarlarından biri olduğumu, benim daha çok okunmam gerektiğini söyleyerek, bana başka gazetede yazarlık 
yapmam için teklifte bulunmuş ve bunu Genel Başkanımıza da ileteceğini söylemişti. Bende kendisine teşekkür ederek "Ben çok vefalı biriyim, 
Ortadoğu Gazetesi'ne ihanet edemem" demiştim.

Herhalde benim kalemime bu övgülerde bulunan ve başka gazeteye transfer yapma teklifinde bulunan kişiye yazdığım yazı üzerinden hiç kimse ahkâm 
kesmeye kalkmaz. Çünkü bu en başta Prof.Dr. Ümit Özdağ'a hakaret olur bu, çünkü o benim daha çok okunmamı istiyor! O yüzden onu savunanların, 
ona saygısı ve sevgisi varsa, bu yazıyı çoğaltarak tüm Türkiye'ye okutmalıdırlar.

Prof.Dr. Ümit Özdağ MHP'ye Genel Başkan'dan ziyade başkanı olduğu "21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsüne" herhalde sponsor arıyor ki, MHP Genel Başkanlığına 
Koray Aydın'ı öneriyor. Ümit Özdağ, MHP yönetimin halka ulaşmada başarısız olduğunu vurguluyor ama halkın gözünde yargılandığı yolsuzluk dosyalarından 
dolayı belli bir imajı oluşmuş Koray Aydın'a da destek veriyor.

Koray Aydın, MHP'yi mahkemeye vermek ve MHP'nin başına Kayyum atatmak için uğraştığı 2009 yılında bir basın toplantısı düzenlemiş ve orada bir 
muhabirin "MHP'yi 3 Kasım 2002 seçimlerinde başarısız olarak gösterdiniz ama yargılandığınız (şimdi aklansanız da) yolsuzluk davasından dolayı, bu 
başarısızlıkta etkiniz olduğunu düşünmüyor musunuz?" şeklinde bir soru yöneltmiş, Koray Aydın da bu soruyu cevaplamaktan kaçınarak "Şimdi yeri değil, başka bir ortamda tartışalım" diyerek soruyu geçiştirmişti. Bu imajı gölge gibi taşıyan birisi halka ulaşmada nasıl başarılı olacaksa Ümit Özdağ bunun 
masallarını anlatmış Akşam Gazetesi'ne. Koray Aydın daha çevresine topladığı kişilerin seviyesini düzeltememiş ki, halka karşı iletişimini kurabilsin… MHP Genel Başkanlığına adaylığını açıklamak için toplantı düzenliyor, toplantının açılış konuşmasını yaptırdığı Ozan Arif, MHP Lideri Devlet Bahçeli ve kadrosuna "İşgalci Kargalar" diyerek hakaret ediyor ve Koray Aydın bu ve benzeri hakaretlere sadece göz yumuyor ve bu konuşmayı alkışlıyordu. Bizzat kendisinin sözde yazar olarak gazetelere yerleştirdiği adamlar, "Genel Merkezdeki Tilkiler" ifadeleriyle yazılar yazıyor; MHP Lideri Devlet Bahçeli'nin Türkmenlere sahip çıkmak adına Kerkük'e gitme programını "Kürdistan'ı tanımaya gidiyor" şeklinde fitneye dönüştürüyordu. Koray Aydın'ın taraftarı olanların sosyal paylaşım sitelerinde, haber sayfalarında yazdıklarına bir bakın küfür, hakaret, fitne, iftira ana faaliyetleri oluşturmuş durumdadır. Herhalde, 'MHP Liderine ve yönetimine ne kadar hakaret edersek Ülkücü Delegeyi o kadar etkileriz' gibi bir inanmışlıkları vardır. Zaten şimdi kendi aralarında bile tartışılan Koray Aydın'ın etrafına topladığı kişiler olmaktadırlar. 

Yakında birbirlerine düşmeleri sürpriz olmayacaktır. Çünkü açıkça bunu kendi köşelerinde bile yazmaya başlamışlardır. Teşkilatta görevde bulunanları etkilemek için de iş, ihale ve para teklifleri de şu an en büyük silahları olmuş durumdadır.

"Büyümek için büyümek bir kanser ideolojisinin hücresidir. " sözünün anlamı herhalde "Değişim" masalıyla yola çıkanların haline ayna tutan bizlerce muhteva 
taşımaktadır. 12 Haziran 2011 seçimlerinde milletvekili olan ve o günden bugüne bir tane gazeteye ve televizyona AKP iktidarıyla mücadele adına demeç 
vermeyen Koray Aydın'ın şimdi tüm biriktirdiği enerjisini sadece MHP Genel Başkan Adaylığı için kullanması hangi iletişimin tarifi olmalıdır?

MHP'lilik ve Ülkücülük sadece Genel Başkanlık yarışı başlayınca mı hayata geçiyor Sayın Özdağ?

Koray Aydın ve Ümit Özdağ'da sürekli MHP'nin tökezlemesini hasret ve özlemle bekleme vardır. Ümit Özdağ'ın bu beklentisini en büyük Devlet Bahçeli 
düşmanlarından olan Servet Kabaklı "İcâzet paraşüt ve 'ümit' hakkı!" başlıklı yazısıyla köşesinde özetle şöyle yazmıştı:

TARİH 13 Mart 2004 Cumartesi... Fransa'nın Almanya sınırındaki Forbach kentindeyiz. Bu şehirdeki ülküdaşlarımızın bir "ahde vefa abidesi" olarak yaptırdıkları Alparslan Türkeş Külliyesi'nin açılış törenine ve düzenlenen şenliğe katılacağız.
Televizyonlarda gördüğüm bu genç "bilim adamı" Ümit Özdağ ile Ozan Arif ağabeyimin kullandığı otomobilde; öğlen yemeğine çağrılı olduğumuz ülküdaşımızın evine doğru, 20 km.'lik "yol arkadaşlığı" yapıyoruz. Tabii ki Ülkücü Hareket'in baraj altında kalışının üzüntüsü içindeyiz. Genel Başkan Sayın Bahçeli'nin Büyük Kurultay'ı ne zaman toplayabileceğini konuşuyoruz... Önümüzde 28 Mart 2004 mahalli seçimleri var... İşte o anda kısacık "yol arkadaşım" konuşmaya başlıyor:

"Bunlar barajın altında kaldılar ama yetmedi. Bu yerel seçimde oylar yüzde 3'lere düşünce kongreye bile gerek kalmayacak. Türkiye'nin bütün illerinde, 
ülkücüler otobüsleri tuttular, bekliyorlar. Gelip bunları Genel Merkez'den uzaklaştıracaklar. Biz de gidip emaneti teslim alacağız!.."

Yine dehşet içindeyim; "Yanılıyorsunuz, üzerlerine ölü toprağı serpilmiş genel merkez yöneticilerine bakmayınız. Bölgelerinde hakkaniyet içinde büyük 
hizmet yapmış belediye başkanlarımızın ve gönlü yaralı ülküdaşlarımızın gayretleriyle, inşallah MHP barajın üstüne çıkar" diyorum...

Paraşütle, icâzetle genel başkan olunmaz! Bu dâvânın sadece seçmenliğine talip bir kardeşiniz olarak söylüyorum ki; her ülkücünün genel başkanlığa talip olmaya hakkı vardır. Ancak bunun yolu, önce 'ülküdaş' olmaya çalışmaktır."
Servet Kabaklı'nın yazısındaki bu sözlerinden Ümit Özdağ'ın MHP'ye oy vermediğini ve MHP baraj altında kalırsa büyük mutluluk duyacağını anlıyoruz. 
Koray Aydın'ı da biliyorsunuz 2009 yılında delegelerden imza toplayıp, partiyi mahkemeye verme ve MHP'nin başına Kayyum atatmaya çalıştığı günlerde 
beraber hareket ettiği YENİÇAĞ isimli gazete "MHP'ye Oy Vermeyin, Devlet Bahçeli gitsin" ilanlarıyla donatılmıştı. Şimdi elinizi vicdanınıza koyarak söyleyin, bu iki isim MHP Lideri Devlet Bahçeli tarafından partiye tekrar çağrıldığı güne kadar MHP'ye oy vermiş midir vermemiş midir? Belgesi ortada, ispatı ortada… Şimdi bu iki isim MHP'nin başına geçmek için ittifak yapıyor.

Ama bu ittifakı yaparken de yine ayrı dünyaların insanı olduklarını göstermekte dirler. Akşam Gazetesi'ndeki Ümit Özdağ'ın röportajı içinde satır aralarında bunu görmek mümkün…

MHP'den milletvekili adayı yapılmasının MHP'ye bir oy getirisi olmamış Koray Aydın adaylık açıklaması yaptığı gün "Sadece aldığımız seçim sonuçları bile 
bize mevcut yönetim anlayışının, yanlış olduğunu belgelemiyor mu? Seçimlerde yaşadığımız başarısızlıklar, daha ne zamana kadar, şerefli yenilgiler olarak 
takdim edilecektir? En önemlisi MHP'nin seçimlerdeki kronikleşmiş başarısızlıkları, daha ne zamana kadar dış etkenlere bağlanacaktır?" diyor ve 
"Her başarısızlıkta Okyanus ötesini suçluyorsunuz" şeklinde MHP Lideri Devlet Bahçeli'yi eleştirip ve küresel güçlerin kontrolündeki cemaatlere bol bol 
selam gönderirken, Ümit Özdağ röportajda daha akıllı ve gerçekleri görerek cevap veriyordu.

Ümit Özdağ mesela "12 Haziran seçimlerindeki kaset skandalıyla MHP üzerinde oynanan oyun neydi? Hedef Bahçeli'yi devirmek mi yoksa başka bir şey mi? " 
şeklindeki soruya "Türkiye tarihinin en uzun on yılını geçirdi. Şimdi o on yıl içerisinde gerçekleşen yıkımın üzerine bir nihai şekillendirmenin yapılmaya 
çalışıldığı 2012-15 dönemine giriyoruz. Böyle bir dönemde MHP'nin parlamento dışında olmasının bazı çevreler tarafından arzu edildiğini gördük." diyerek cevap vermiş ve devamında sorulan "- Kimin işine gelir MHP'nin parlamento dışında kalması? Nasıl bir kurgu bunu gerektirir?" sorusuna ise "2011'de istenilen bence Türkiye'nin milli ve üniter yapısının tasfiye edilerek, federal bir devlete dönüştürülmesiydi. Federal Türkiye projesinin sahipleri önlerinde en 
büyük engel gördükleri MHP'nin aşılması noktasında önemli bir psikolojik operasyon yaptılar." şeklinde cevap vererek MHP'ye niçin operasyon yapıldığına ışık tutmuştur.

Koray Aydın'ın ayyuka çıkan cemaate yakın durma stratejine bağlı bir şekilde katıldığı Zaman Gazetesi'nin 25.yılı kutlama resepsiyonun da "25 yıl dile kolay. 
Zaman'ın bu hale gelmesinde emeği geçen herkesi tebrik ediyorum. Bundan sonraki dönemde de kendilerine başarılar diliyorum. " şeklinde öve öve 
bitiremediği Zaman Gazetesi'nin yazarları MHP'ye operasyon yapıldığı günlerde "Ey Devlet Bahçeli, Kürt Açılımı senin yüzünden gerçekleşmiyor istifa et" 
tarzında yazılar yazmışlardı, bende o günlerde 'CİNSEL ORGAN'DAN KÜRDİSTAN KURMA TEZGÂHI" başlıklı yazı yazarak Zaman Gazetesi'nin yazarlarını 
eleştirmiştim.

Bu süreci aklı başında olan herkes zaten böyle değerlendirmek zorundadır. MHP'nin oy oranı üzerinden ahkâm kesenler, niçin MHP'ye yapılan bu operasyonun amacını ve odaklarını görmek istememektedir? Cemaat medya üzerinden MHP'ye operasyon yapmak için kendi bünyesinde "Bağımsız Ülkücüler" diye bir yapı kurmadı mı? Bu yapının içinde PKK'lılarla bile diyalogları olan kişileri MHP'ye saldırtmak için kullanmadı mı? O halde "Her başarısızlıkta Okyanus 
ötesini suçluyorsunuz" diyerek cemaate şirinlik yapan Koray Aydın kime hizmet etmeye çalışmaktadır?

MHP son seçimlerde de yedi düvele karşı direnmiş ve yaralı kurt misali yine dimdik ayakta kalmıştır. Bu mücadelemizde yanımızda yer almayanların, 
bugün MHP'nin oy oranını sorgulamaya hakkı yoktur. Hele 2009 yılında "MHP'ye oy vermeyin" ilanları yayınlamış gazeteyle hareket etmiş Koray Aydın'ın 
'seçimlerde başarısız olunduğuna' dair vurgusunun trajıi-komik olmaktan öte anlamı yoktur.

MHP Lideri Devlet Bahçeli, her zaman yaptığı gibi adamlık yapmış, bu sicillere rağmen hem Koray Aydın'a, hem Ümit Özdağ'a MHP içinde yer açmıştır. 
Ama görüldüğü gibi milletvekili olanda, olamayanda "huylu huyundan vazgeçmez" misali yine MHP Lideri Devlet Bahçeli'ye saldırı ittifakı oluşturmuşlardır.

Koray Aydın ile Ümit Özdağ'ın birbirlerini bulmaları, ittifak oluşturmaları kendi tercihleridir. Elbette "niye yanyana geldiler" diye bu ittifakı bölecek halimiz 
yoktur. Onlar nasıl ki diyeceklerini televizyon ekranlarından ve gazete köşelerinden demokratik hak olarak söyleyebiliyorsa, bizimde yazdıklarımız bu şekilde olmaktadır. Benim yazılarımı öven ve çok okunmamı isteyen Ümit Özdağ benimle ne kadar gururlansa azdır. Akşama kadar Türkiye'nin her yerinden moral ve destek veren Ülküdaşlarımın telefonlarını alıyorum.

MHP'yi ele geçirmek için yıllardır her türlü oyunu oynuyorlar. Bir zamanlar şuan "Ergenekon" adı verilen örgüt üyeliği suçlamasıyla cezaevinde bulunan Emekli Tuğgeneral Veli Küçük ile bu oyunu oynamış Ümit Özdağ'da bu sefer arka plan figürü olarak karşımıza çıkmıştır.

İddianamelere yansıyan telefon görüşmelerinde Ümit Özdağ'ı doğrudan ilgilendiren Veli Küçük'ün şu telefon görüşmeleri vardır:

***

Hüseyin ARSLAN: "Kurultay'da biliyorsunuz Ümit (Prof. Dr. Ümit Özdağ) beyi ihraç ettirdi partiden. Genel Başkanlığı'na adaylığını koydu Ümit Özdağ."
Veli KÜÇÜK: "Canım Ümit adaylığını falan koymadan önce beni aradı. 'Gel' dedim İstanbul'a geldi. Bizim evde toplandık. Ben köşe yazarlarını falan da çağırdım. Ben 'Evet' dedim mi, Ümit 'Hayır' demez yani. 'Tamam' dedi gitti. Devlet Bahçeli kabul etmedi bunu, görüşmedi. Aradan 3-5 gün geçti. 

Duymuş bizim evde toplantı olduğunu. Bu adamı pencereden aşağı atmadan bu parti kurtulamayacak bundan. Yani çalışma yapmaya başladım ben açık açık. Bahçeli gitsin kim gelirse gelsin.

***
Veli Küçük ve Aytaç Yalman gibi emekli paşalarla MHP'yi ele geçirmek için toplantı üstüne toplantı düzenleyen Ümit Özdağ, herşeye rağmen MHP'de 
kendisine açılan fırsatı değerlendirememiştir. Akşam Gazetesi'ne verdiği röportaj ve o röportaj içinde Koray Aydın'a verdiği destek "Devlet Bahçeli'yi savunmak, Anayasa'nın ilk 3 maddesini savunmaktır" sözünde samimi olmadığını göstermiştir.

Oysa ki; parti içi demokrasi vaadiyle yola çıkan ve Trabzon 1.sıradan milletvekili yapıldığı halde "Ülkücüler Dışlanıyor" gibi iftiralara sarılan Koray Aydın'ı 
destekleyen Ümit Özdağ, 2011 yılında katıldığı bir televizyon programında MHP'deki parti içi demokrasi konusunda şunları söylemişti: 

"Mustafa Sarıgül Baykal'ın karşısında CHP'ye başkan adayı oldu, şu an partinin kapısının önünden geçemiyor. Ben Sayın Bahçeli'nin karşısına başkan 
adayı olarak çıkmıştım, bugün partinin milletvekili adayıyım. Bu kadar demokrasi hangi partide var?" demişti.

MHP'deki demokrasiyi güçlendiren en önemli kavramlar vefa, sadakat ve ölçü olmalıdır. Eğer MHP'nin demokrasisi bunlar beslemiyorsa, orada tuhaf 
haller var demektir. O tuhaf halleri sergilemeye çalışanları yazmaya devam edeceğiz. Ümit Özdağ'ın bundan sonra kullanacağı üslup bunun devamlılığını 
belirleyecektir. Anayasayı savunmaktan vazgeçen Ümit Özdağ'ın bu açılımı nedir merakla sorgulayacağız. Koray Aydın ve Ümit Özdağ ikilisi nereye koşuyor bunu da dikkatlice takip edeceğiz. 

http://www.yildiraycicek.com/makale/3672/anayasayi_savunmaktan_vazgecen_umit_ozdag.html#.XCXegNIzbIU


***


YPG - PYD HAKKINDA SÖYLENMEYENLER.,

YPG - PYD HAKKINDA SÖYLENMEYENLER.,


PYD-YPG NEDİR











5 Ekim 1927. Cumhuriyetin Kuruluşundan Dört Yıl Sonra…

Şeyh Said İsyanından kaçanlar Lübnan’ın Bihamdun kentinde ‘Hoybun’ adıyla gizli bir örgüt kurdular. Toplantıya katılanlar örgütün adına ‘Hoybun’ dediler.

Merkez Komitesine şu isimler seçildi;

‘Ermeniler adına Taşnak Sutyun Partisi tam yetkilisi Papaz Vahan Papazyan; ayrılıkçı Kürt cephesi adına ise Palu’dan Şeyh Ali Rıza, Dr. Şükrü Sekban, Barazi aşireti reisi Mustafa Şahin ve Bozan, Heverka aşireti lideri Haco Ağa, Raman aşireti lideri Emin Ağa, Süleymaniye’den Kerim Rüstem, Van’dan Memduh Selim ve Celadet Ali Bedirhan’dır.’
Burada ismi geçen Vahan Papazyan; 1892 yılında yılında, Tiflis’te kurulan Ermeni Taşnak Örgütü’nün merkez komite üyesi olup kendisi aslen Van yöresi Ermenilerinden dir.
Berazi aşireti reisi Mustafa Şahin, Şeyh Sait isyanında adı geçen Umum Bozan reisi Şahin Bey’dir.
Hoybun’da Küçük Seyit Taha da vardır, ilk toplantılar onun evinde yapılmıştır hem de İngiliz ajanlarıyla birlikte.
Celadet Ali Bedirhan başkandır.


Hoybun; Kürtçe ‘istiklal’, Ermenice ‘Ermeni yurdu’ anlamı taşıyordu.
Geniş anlamda Hoybun; Osmanlı’da ve Türkiye Cumhuriyeti’nde adı Kürdistan olan ayrı bir devlet kurmak emeliyle bir araya gelmiş olan ayrılıkçı Kürtlerin, Doğu Anadolu’yu da kapsayan büyük Ermenistan emelindeki Ermenilerle birlikte oluşturduğu ittifakın kod adıydı.
Hoybun; temeli ve çatısı Ermeni, siyasi fikri İngiliz ve piyonu Kürt kılıklı soysuzlar olan gizli bir örgüt olarak tarihe yazıldı…
Derken aradan yıllar geçti…



PKK’nın da bu Ermeni ittifakının kanadı olduğu belgelendi.

Nasıl ortaya çıktı bu tezgah?

PKK terör örgütü yörüngesinde yayın yapan özgür gündem internet haber sitesi “Ağrı ayaklanması”üzerine bir yazısı dizi yayınladı. Son güncelleme tarihi 19 Mayıs 2014…

Yazı aynen şöyle;

“Xoybun Cemiyeti büyük başarılara imza attı ama...
İlk olarak 5 Ekim 1927 tarihinde Lübnan’ın Bihamdun kentinde kurulan Xoybun Cemiyeti, “Kürdistan’ın bağımsızlığı” için Agirî Ayaklanması’na destek vererek, büyük başarılara imza atmasına rağmen, devlet topyekün bir imha konsepti yürürlüğe koydu.

Xoybun Cemiyeti, Agirî bölgesinde kurtarılan topraklarla birlikte yarı devlet konumuna geldi.
O dönem şartlarında bir devlet için temel olabilecek adımlar atıldı. Düzenli Kürt peşmerge ordusunun ilk temelleri atıldı.

Kurtarılan tüm topraklarda, Kürt bayrağı dalgalandırıldı.
Esir alınan askerler, savaş kurallarına göre insani muamele gördü.
Yapılan her eylemin raporu tutuldu.
Her şey bir tüzük ve program çerçevesinde yapıldı.
Xoybun mühürü, bir devlet mühürü gibi işlevselleştirildi.”

Vaka o kadar da eski değil, yıl 2014.



Memlekette öylesi büyük özgürlük vardı ki, ipini kopartan herkes tarihte ilk kez Türk düşmanlığı üzerine kurulmuş bu Hoybun Ermeni Taşnak çetesi için istediği gibi övgüler dizebiliyordu ve burası Uganda değil, Türkiye idi yani Türk’un yurdu.

Bakınız şu Hoybun örgütünün kuruluş kongresini yapıldıktan sonra açıklanan ilk bildirisinin ilk maddesine:
“Birinci Kürt Kurultayı, barbar Türk rejiminin despotluğu altında ezilen Kürtlerin bulundukları tahaammül edilmez durumlarını, geniş çapta uygulanan katliamları ve de Kürt ulusunun özgür ve bağımsız yaşama özlemini gözönüne alarak, Türkiye Kürdistanı’nı bağımsız bir devlet haline getirmek amacıyla kurtarmaya karar vermiştir.”
Bu bildirinin son maddesi ise tam bir felaketti.

Bu Kürt kılıklı ama Kürt olmayanlar bu Ermeni Taşnakçılarla bizim gerçek kardeşimiz Kürtlerin adıyla ittifak kuruyor, Anadolu’nun hakimi Türkleri de düşman görüyorlardı.




İşte Hoybun kağıdına yazılanlar:

“Kurultay herekese duyurur ki, Ermenistan ve Kürdistan’da asırlardan beridir Ermeniler ve Kürtler yaşamaktadır. Onlar kendi bağımsızlıkları uğrunda çalışırken, ülkelerinin herhangi bir yabancı hakimiyetine bağlı olmasını reddederler. Çünkü bu iki ülke yalnız ve yalnız Ermeni ve Kürt uluslarına aittir .

Bu soysuzlar yaşadıkları Türk bayrağı altında Türk’e karşı taahhütlerde bulunuyor, bi,r tarihe geçsin diye senet imazalıyorlardı.

Bu ihanet belgesine göre ‘Her iki taraf bağımsız bir Kürdistan’ın ve birleşik bir Ermenistan’ın kurulma hakkını karşılıklı olarak tanıyarak, bu hakkın savunması için mümkün olan her türlü imkanı kullanarak birbirinin yardımına koşmayı taahhüt ediyordu.

Ortak düşman Turani-Türk idi.




Yaptıkları Türk’e karşı sözde de olsa bir savunma ve saldırı anlaşması olduğundan, taraflardan hangisi söz konusu düşmanın saldırısına uğrarsa diğer taraf saldırıyı püskürtmek için tek başına veya saldırıya uğramış tarafla birlikte harekete edeceğini kabul ediyordu.

Ayrıca, Taşnak Sutyun Partisi ile sözde Kürt Ulusal Cephesi Hoybun, Türklere karşı Türkiye’de savaş ilan ediyorlardı. .
Ve bu soysuz ve alçak ittifakın ilk başkanı da dediğim gibi Celadet Ali Bedirhan’dı.

Çok can sıkıcı bir işti bu iş.
Belki diyeceksiniz ki biraz abartıyorsunuz ama mesele bildiğiniz gibi değil.




Bu Bedirhanlar, Babanlar ve Seyit Abdulkadirlerin 1898’lerde başlatıp günümüze sürüklediği bu algı operasyonları başka bir şeydi, şimdi ortaya çıkıp fiilen Ermeni Taşnakçılarla bir olup –üstelik Kürt kardeşlerimiz adına- Türk karşı Türk yurdunda siyasi ve silahlı cephe açılması bir başka şeydi.

Bu topraklar çok savaş gördü, ama asla bir Türk-Kürt savaşı görmedi.

Alın Osmanlı’dan gelin kurutuluş savaşına ve bakın… Biz neredeyse yedi düvel dedikleri tüm dünyayla savaştık ama asla Kürt kardeşlerimizle karşı karşıya gelmediki savaş yapmadık.
Üstelik biz yedi düvele karşı bu savaşları Kürtlerle birlikte yaptık.
Dedim ya propaganda başka bir şey ama şimdi çıkıp da Kürtler adına Türkleri düşman ilan etmek, üstelik bunu da Taşnakçılarla bir olup yapmak çok başka bir şey…

Ve bugün PKK yayın organı çıkıp bizim yurdumuzda bu kirli ve alçak ittifakı savunuyor, web sitesinde yayınlıyor ama buna da kimse karşı çıkmyor.

Bu da ilginç!




Bakın bu Süreyya Bedirhan bu kalleş ittifak ne demiş:
‘Kuruluşundan sonra Hoybun’un ilk görevi Ermenilerle yeniden uzlaşma sağlamak ve mümkünse işbirliği yapmaktı( Kürt Teavün ve Terakki Cemiyeti Tüzüğü 15’nci maddeyi hatırlatıyor).
Ben de Ermeni-Kürt ilişkilerinin pişmanlık ve şükran duygularının karışımıyla yazıyorum…
1927 Ekim’inde Kürtlerin savunucusu Hoybun ile Ermeni halkının temsilcileri Türkleri ortak düşman kabul ettiler ve dayanıklı ilgilerinin ortaklığı onları genel bir barışmaya götürdü.
Kendi ırkım adına onların meşru ulusçul istekleri Bağımsız ve Birleşik Ermenistan’a saygı duyuyorum.’

Bedirhanlardaki bu Ermeni merakı yine akla Mikdat Mithat Bedirhan’ın 1898’deki algı operasyonlarını akla getiriyor, o da ilk yayınına ‘Ey Ermeniler, Ey Kürtler’ diyerek başlamıştı.

Temmuz 1929. Hoybun örgütü, iki toplantı daha yaptı.
Bu kez yer Halep’ti...
Başta Celadet Ali Bedirhan, Memduh Selim, Cemilpaşazade Mehmet, Cemilpaşazade Kadri, Yado, Vahan Papazyan, Hırşak Papazyan ve Karabet olmak üzere 45 kişi katıldılar.

Oybirliği ile şu kararları aldılar:

”Suriye’deki yerli ve Türkiye’den ‘firari Kürtlerden’ azami istifade edilmesi; Türkiye’ye karşı yapılacak herhangi bir hareketin tam ve mükemmel olarak ikmaline.”

Burada tırnak içinde yazılan ‘firari Kürtler’ şunlardı;
‘Firari Kürtler; Türk Kurtuluş Savaşı’nda işgalci düşmanla işbirliği yapmış, ülkesine ihanet etmiş, can yakmış, can almış ve sonra düşmana sığınıp Türkiye dışına kaçmış olan kişilerdir. İlk firari Kürtçüler arasında Cizreli Bedirhan ailesinden Kamuran, Celadet ve Halil Rami; Diyarbakırlı Cemilpaşazade Ekrem ve Mevlanazade Rıfat Bey de bulunmaktadır.’

Hoybun örgütünün merkezi Şam’daydı.
Türkiye’ye karşı eylemlerini buradan yönetiyorlardı, o dönemde arkasında Fransa vardı.
Kürt Teali Cemiyeti, Türk- Kürt Hilafet Cemiyeti’ne dönüştürülmüş, Irak’ta faaliyet gösteriyordu.
Merkezi Revanduz’daydı.

Örgütün başkanı Seyit Abdulkadir’in oğlu Şeyh Abdullah’tı. Hani şu Cumhuriyet subaylarını kalleşçe pusuya düşüp astıran sözüm ona şeyh.
Arkasında İngilizler vardı …
Amaç hiç değişmiyordu; önce Anadolu ile Asya arasındaki bağları kopartabilmek…




Derken…
Ermeniler bu yeni siyasi ittifakı Avrupa kamuoyuna duyurabilmek amacıyla, Paris’te bir kongre yapılması karara bağladılar.

Cemiyet-i Akvam’a başvurulabilmesi için, Kürt aşiretleri namına birer temsilci gönderilmesini istediler.
Suriye’deki Kürt aşiretlerini temsilen seçilen şu isimler oldu; Berazi aşiretinden Hüsnü, Irak Kürtleri namına Şerif Paşa ve diğerleri için de Doktor Şükrü Sekban.

Ermeni temsilcileri ise şunlardı; Rupen Paşa, Vahan Papazyan, Bogos Nubar Paşa, Erivan namına Ahadisyan ve Vaharonyan.

Bu toplantıda; biri Kilikya(Adana ve çevresi)’da diğeri Erivan mıntıkasında olmak üzere iki Ermeni devleti ve bunlar arasında bir Kürt devleti kurulması kararı alındı.

Bu siyasi hedefler, bir zamanlar İngilizlerin yaptığı ‘Ermeni-Nesturi-Kürt’ projesine tıpatıp uyuyordu.
Şimdi, aradan uzun yıllar gemiş olsa da aynı projenin değişim isim ve kılıklar altında bugün Irak ve Suriye’de hatta Anadolu’da oynanmakta olabileceği nedense yine bu siyasetin aklına hiç gelmiyordu…

İşte PYD/YPG HOYBUN'UN SURİYE UZANTISIDIR.




Kaynak: MENORA.,

https://bilgeturkhaber.com/turkiye-039-de-ypg-pyd-hakkinda-soylenmeyenler-ypg-pyd-nedir/9

PYD Nedir Açılımı PYD Suriye Kürt bölgesi Rojava’da bulunan Kürt partisinin ismidir. 2003 yılında kurulmuştur. PYD’nin Kürtçe açılımı Partiya Yekîtiya Demokrat (Demokratik Birlik Partisi).PYD’nin Başkanı Salih MÜSLİM’dir. Salih MÜSLİM defalarca Ankara’ya davet edilmiş hükümet yetkilileriyle görüşmeler yapmıştır.

YPG Nedir Kimdir Açılımı? YPG, PYD’nin silahlı kanadının ismidir. Kürtçe ismi ”Yekîneyên Parastina Gel” şeklindedir. Türkçe anlamı ”Halk Savunma Birlikleri”dir.

YPJ Nedir? YPJ ise YPG’nin kadın savaşçı birliklerine verilen isimdir. Kürtçe ismi ”Yekîneyên Parastina Jin” yani ”Kadın koruma Birlikleri” anlamına gelmektedir.

PYD veya YPG Terör Örgütü Mü? Bildiğiniz üzere 2011 yılında başlayan Suriye İç Savaşında onlarca silahlı grup ortaya çıkmıştır. Suriye Rojava’da yaşayan 5 milyonu aşkın nüfusu olan Kürtler’de silahlanmış ve kendi yaşadıkları toprakları savunmaya geçmişlerdir.

PYD veya YPG Rojavada IŞİD’a karşı topraklarını koruyama çalışmışlardır. Rojava’da Kürtler kendi topraklarında yönetimlerini kurmuş durumdalar. YPG silahlı birlikleri IŞİD, El NUSRA ve diğer örgütler tarafından operasyonlar gerçekleştirmişlerdir.

PYD ve YPG Neden Terör Örgütü İlan Ediyor? IŞİD Ankara-Suruç-Diyarbakır katliamları dahil Niğde olayında polisi öldürmesi ve sınır bölgelerinde defalarca Türkiye’ye saldırmışlardır. Günümüzde hiçbir ülkede PYD veya YPG^yi terör örgütü olarak görülmüyor.

YPG’nin Silahlı Güçleri Ne Kadar? YPG’nin 50 binin üzerinde aktif askeri vardır. YPJ yani kadın savaşçılarının sayısı ise 7 bin civarındadır. Suriye Türkiye sınırının Cerablus bölgesi hariç tüm sınır boyunca Rojava bölgesi Kürtler’in kontrolündedir.

YPG’nin kısıtlı imkanlara rağmen IŞİD karşısında en çok başarı gösteren oluşumdur. Hava kuvvetleri dahil tüm gelişmiş silah imkanlara sahip Irak Ordusu bile IŞİD karşısında geri düşmüştür.

PYD veya YPG, PKK mi? PYD veya silahlı kanadı YPG’nin PKK ile hiçbir bağlantısı bulunmadığı sözde belirtilmektedir. Suriye’deki Kürtler’in PKK veya APO’ya sempati ile baktıkları ancak Suriye’deki Kürt oluşumunun PKK ile hiç bir bağlantısının bulunmadığı sözde söylenmektedir.

YPG’lilerden ”Ez Xelefım” şarkısı,

IŞİD’in Kobani Saldırısı, IŞİD Kürt şehri Kobani’ye saldırısında ”Kobane düştü düşecek” deyip, Amerika’nın YPG’ye silah göndermesine karşı çıkarak yine terör örgütü bunlar silah göndermeyin diyerek oradaki Kürtleri IŞİD’e karşı savunmasız bırakarak Kobane’nin düşmesini istemişlerdir. PYD Başkanı Salih MÜSLÜM’ün oğlu IŞİD karşısındaki çatışmalarda öldüğü,

Bu ve buna benzer yurt içi ve yurt dışı terör örgütleri Afrinde Türk Silahlı Kuvvetlerine karşı birleşerek çatışmaktadırlar. Türk Güvenlik güçlerinin üstün başarı ve manevi güçleri karşısında her güm hezimete uğratılmaktadır. Allah’ın izniyle zafer Türk Milletinin olacaktır. Türk Silahlı Kuvvetlerinin Afrin Operasyonunda yar ve yardımcıları olsun.

http://yenikutahya.com/2018/02/17/pyd-ypg-ypj-nedir-kimlerdir-teror-orgutu-mu/

***

PYD/PKK Nedir ve Kime hizmet eder?

PYD NEDİR?

PYD ( Partiya Yekitiya Demokrat) , 2003 yılında SuriyeliKürtler tarafından Suriye’nin kuzeyinde terör örgütü PKK’nın uzantısı olarak kurulmuş bir siyasi partidir. 
Siyasi ve askeri alandafaaliyet gösteren partinin lideri Salih Müslim’dir.

PYD’nin Askeri kolu yaklaşık  5.000 gerilladan oluşan YPG ((Yekitiya Parastina Gel) militanlarıdır. 
YPG (Türkçe - Halk Savunma Birlikleri)PYD‘ye bağlı askeri bir güçtür.

Karmaşa içinde olan Suriye'de kürtlerin kurmuş olduğu PYD ye bağlı bir askeri grup olan YPG şimdilerde IŞİD ile mücadele eden bir örgüt görüntüsündedir. 
Kürtçe 'Yektiya Parastina Gel' olarak bilinen ve Türkçe açılımı 'Halk Savunma Birlikleri' olan YPG, PYD 'ye bağlı bir askeri güç olarak bilinmektedir.

Suriye'de neler oluyor? Kobani ve daha bir çok yerde IŞİD ve PYD terör örgütü arasında şiddetli çatışmalar devam ediyor. 
Peki dış güçlerinde desteklediği PYD/YPG nedir? İşte Suriye'de bir grup haline gelen PYD ve onun bir kolu olan YPG …

YPG militanlarıbir yılı aşkın bir süredir kürt bölgelerinde ÖSO, IŞİD ve rejim askerlerine karşı savaşıyor.
Suriye'de terör örgütü PKK’ya bağlı kürtlerin kurmuş olduğuPYD (Partiya Yektiya Demokrat ) ve ona bağlı olan askeri gücü YPG…

2014 yılında yaşanan bir güç mücadelesinin ardından El Kaide ile bağları kopan IŞİD’in saldırıları sonrası bölgede hakimiyet alanı daralan PYD, ABD öncülüğündeki koalisyon güçleri tarafından desteklenmektedir.

YPG’NİN KADIN KOLU: PYJ PYJ ( Kadın Savunma Birlikleri), Terör örgütü YPG’nin kadın kolu olarak Suriye’de çatışmada bulunan Suriyeli Kürt kadınlardan oluşmaktadır.

PYD, Suriye İç Savaşı’nın patlak vermesinin ardından, Suriye’de Halep Eyaleti’ndeki Kobani, Afrin ve Cinderis kentleri; Haseke Eyaleti’nin Amude, Derik, Efrin beldeleri, El Darbasiye kenti veŞanlıurfa’nın Ceylanpınar ilçesinin karşında bulunan Resulayn (Serekaniye)kenti ile Tirbesipiye kasabasında siyasi 
ve askeri kontrolü elinde tutmakta.

Bir yıldan beri kürt illerine el koymuş olan PYD-YPGSuriye’deki karışıklıklardan faydalanıpözerklik ilan etme peşinde.

http://www.yeniakit.com.tr/foto-galeri/pydpkk-nedir-ve-kime-hizmet-eder-2461

***

27 Mart 2019 Çarşamba

12 EYLÜL 1980 ASKERİ DARBESİ DEVRİMCİLER İLE YÜZLEŞME BÖLÜM 3

12 EYLÜL 1980 ASKERİ DARBESİ DEVRİMCİLER İLE YÜZLEŞME BÖLÜM 3



1980 askeri darbesinden sonra yazılan diger bir roman da Mehmet 
Eroglu tarafından kaleme alınan Yüz: 1981 adlı romandır. Yüz: 1981, 
Mehmet Eroglu’nun altıncı romanıdır. llk bes çalısmasında 12 Mart 
döneminde siyasi eylemlere karısmıs solcu karakterlerin mücadelelerini ve 
yasadıkları dramları ele alan Eroglu, Yüz: 1981 romanında yakın tarihimize 
damgasını vuran, kırılma noktalarından 1980 askeri müdahalesi sonrasında 
gelisen sosyal ve siyasi olayları ele alır. 1980’li yıllarla birlikte kendini daha 
da hissettirmeye baslayan materyalist anlayısa ve çıkara dayalı yasam tarzı, 
insan iliskilerini derinden sarsmıstır. Eroglu, Yüz: 1981 romanında menfaat 
iliskilerinin ön planda tutuldugu, bireysel anlayısın toplumculuk anlayısına tercih edildigi, günübirlik hayat tarzının özendirildigi bu dönemi anlatır

Yüz: 1981 romanında, Eroglu, ilk bes romanının aksine roman 
baskahramanı olarak bu kez sıradan, politikayla ilgisi olmayan, toplumsal 
duyarlılıgı kalmamıs, hayattaki tek gayesi gününü gün etmek, para 
kazanmak olan, olaylar üzerine derinlemesine düsünemeyen, analiz 
yapamayan, âsık olmak yerine kadınları cinsel bir obje olarak kabul eden, 
onlarla günü-birlik iliski kurmayı seçen bir tipi öne çıkarmaktadır. Erdal 
Dogan romanın baskahramanını, âsık olmak yerine iliski kurmayı seçen ve 
âsık oldugundaysa gerçek yüzünü kesfeden bir kisilik olarak 
tanımlamaktadır (Dogan, 2000). Bu sebeple Yüz: 1981 Mehmet Eroglu'nun 
12 Eylül sonrasında toplum üzerine uygulanan devlet baskısının 
neticesinde ortaya çıkan insan modelini mercek altına alma amacı 
tasımaktadır. Aynı zamanda romanın kahramanı, diger roman 
kahramanlarından farklı olarak 12 Eylül darbesinin magduru degil egemen 
güç olan askeri yönetimin emrinde bir astegmendir: Hayatını sadece cinsel 
münasebetler üzerine bina eden, altı kadınla yasadıgı ve bedensel 
arzularından öteye geçemeyen maceralar yasamıs bir kisidir. Romanda bu 
kahraman kendisini su sözlerle tanımlar: “Hiçbir hayatın basrolünü 
oynamaya kalkısmadım; kendiminkinin bile. Bu durum beni ne 
utandırıyor, ne de görevini savsaklayanlara özgü, üstü örtülü suçluluk 
duygusuyla yüklüyüm. Derler ki, geçmise sıgınmayan, anılastıramadıgımız 
inatçı hayatlar kendini yazdırır; ötekiler, yani kâgıda dökülmeyenler, 
yasanmakla tükenirler, çünkü kalıcı özleri yoktur. Yazılan ve tüketilen; 
böyle bölerek bakarsanız, hayatım bu iki tanımın arasında – tüketilene 
yakın – öylece duruyor. Kısaca ne iyi, ne de kötü; sizinkine benzer, olagan 
bir hayat demek bu.” (Eroglu, s. 6). 

Eroglu, romandaki adıyla ‘Dsimsiz Kahramanı’nı günlük hayatta 
hemen her yerde rastlayabilecegimiz sıradan, siyasetten uzak bir kisi olarak 
okuyucunun karsısına çıkarması ile aslında, 1980 sonrasında toplum 
üzerine uygulanan siyasi baskılar ve siddet sonucu olusturulmaya çalısılan 
apolitik egemen insan tipini resmetmektedir. Bununla beraber, roman 
içerisinde kahramanın askerlik yaptıgı yıllara dair geri dönüslerine yer 
vermesi, askeri yönetimin sivil halka bakıs açısını da yansıtır. Bu insan 
tipine Dsimsiz Kahraman demesinin temelinde ise bu kahramanın sahsında 
12 Eylül sonrasında olusan bastırılmıs topluma yönelik genel bir elestiri 
yatmaktadır. Yazar, romanın 428. sayfasında bu elestiriyi Dsimsiz 
Kahramanın kendi ifadeleriyle söyle özetler: “Adım? Adımın ne önemi 
var? Çok istiyorsanız beni kendi adınızla çagırın. Bu bütün sorunları çözer. 
Zaten birbirimizden ne farkımız var? Belki bilmek istersiniz, artık yüzümü 
merak etmiyorum. 1981’de – her sey gibi – o da degismis. Sadece benimki 
mi? Aslında hepimizinki degisti, ama tek fark bu degisikligin benim 
yüzümde açıga çıkıyor olması. Dsterseniz, bu sizi rahatlatacaksa bana 
‘yüzsüz’ ün biri diyebilirsiniz.” (s. 428) Yazarın Dsimsiz Kahraman olarak 
adlandırdıgı bu kisi, her yönüyle askeri yönetimin sosyal hayatta görmeyi 
arzuladıgı, isminin önemi olmayan, korku ve baskıyla siyasetten azledilmis 
apolitik bir kisiliktir. Bu yozlasmanın nedenleri ise 1980 sonrasında tüm 
toplumu derinden etkileyen siyasi, kültürel ve sosyal gelismelerde 
aranmalıdır. Bu baskı süreci, insanların düsünme ve yorumlama yetisini 
zayıflatmıs, insani iliskilerini köreltmistir. Ayrıca insanlar maddiyat 
merkezli ve çıkar endeksli bir yasam anlayısına zorlanmıs, siyasi, sosyal, 
kültürel ve manevi erdemlerde topyekûn bir yozlasmaya mecbur 
bırakılmıstır. Eroglu romanında, 12 Mart romanlarından ve Kaan 
Arslanoglu’nun ‘Devrimciler’ romanından farklı olarak; sadece devletin 
kendi insanına uyguladıgı siddet, iskence ve baskı sahnelerini somut olarak 
göstermenin yanısıra, 12 Eylül sonrasında uyguladıgı baskı ve siddetle 
hedeflenen duyarsız insan ve onun nezdinde de bastırılmıs toplumun bu 
yozlasma içerisindeki genel görünümünü de resmetmistir. 

Romanda 1981 yılının anlatıcı için bir dönüm noktası oldugu bilgisi 
verilerek 12 Eylül askeri darbesi dönemine ait göndermeler, yasanan 
gözaltılar, sorgulamalar, baskılar ve siddet anlatıcı kahramanın geri-dönüs 
(flash-back) yöntemiyle okuyucuya sunulur. Ancak, anlatıcının geri 
dönüslerinde, geçmise ait bir ideoloji veya mevcut düzene karsı siyasi bir 
elestiri vurgusundan ziyade, iliskiye girdigi kadınları hatırlamada yardımcı 
olan tarihsel zaman dilimleri yer alır. Böylelikle yazar, politik yönü 
tükenmis anlatıcı kahramanla, romanın genel isleyisine katkısı olmayan 
geri dönüsleriyle iskence ve siddeti de geçistirir tarzda, alelade bir durum 
olarak aktarmıstır. Bunun yanısıra, sıkıyönetim uygulamalarını, apolitik 
yasamın ve bu yasama baglı olarak cinselligin ve zevk odaklı iliskilerin 
hatırlanması için birer süs olarak kullanmıstır. Bununla beraber, 12 Eylül 
iskencelerine dair anıları, yukarıda da belirtildigi gibi genellikle bir 
arkadas, nesne veya olayla ilgili bir anlatıyı dile getirdigi zaman 
hatırlamaktadır. Örnegin, iliskiye girdigi altı kadından biri olan Isık’ı 
düsünürken, Isık’ın önce gözaltına alınması ve sonrasında da 
tutuklanmasına dair anısını iç monolog yöntemiyle okuyucuya aktarır; “O, 
gözaltına almaya gittigimiz bir ‘rejim düsmanıydı” diye ifade eder (s. 146). 
Eroglu burada, Isık’ın sahsında tüm solu isaret ederek, sol kesimin askeri 
yönetim nezdindeki rejim düsmanlıgı konumunu da ortaya koyar. 
Anlatıcının diger bir iç monologunda ise, ortaokuldan arkadası Faruk’u 
hatırlarken, onun sıkıyönetim döneminde katı bir iskenceci oldugunu ve 
nasıl acımasızca iskence yöntemleri kullandıgından sözeder. Yine, 
üniversitede akademisyen olan ve tutuklanarak iskenceye tabi tutulan 
Tahir Hoca’yı da aynı sekilde okuyucu, anlatıcının geri dönüs yöntemiyle, 
iç monologlar aracılıgıyla ögrenir. Bununla birlikte anlatıcı, romanın birkaç 
yerinde halası ve kuzeniyle aralarında geçen diyaloglarda da, sık sık ordu 
yönetiminin toplum üzerinde kurdugu baskı ve uyguladıgı asırı siddete 
dair bilgiler paylasır. Anlatıcı, halasına basta komünistler olmak üzere, 
bütün devlet düsmanlarının nasıl etkisiz hale getirildiklerini anlatırken, 
halası ve yegeniyle, “1981’de bütün ülkede oldugu gibi Dstanbul’da da 
sıkıyönetim” (s. 29) oldugu bilgisini de paylasır. 

Eroglu’nun, olayları bizatihi tecrübe eden anlatıcı kahramanına, 
1981 yılında yüzünde apolitik kisilige geçis sürecinde beliren degisimleri 
fark ettirmesiyle, aslında 1981 yılından sonra toplumun genelinde 
hissedilen o dönemki apolitik geçisi sembolize etmeye çalısmıstır. Yazar 
kahramanının sahsında, askerî yönetimin dayattıgı yeni-insan tipi ve yeni 
toplum yapısını olusturmadaki basarısını gözler önüne sermek ve aynı 
zamanda hemen yanıbasında gerçeklesen büyük toplumsal olaylara 
duyarsız kalıp kendini degisimin rüzgarına kaptıran toplumun elestirisini 
yapmaktadır. 

Olayların etrafında cereyan ettigi bu anti-kahraman, romanın ilk 
bölümlerinde verilen bir iç monologunda içinden geçtigi degisim sürecinin 
farkında oldugunu belirtir ve bu farkındalıgı da belleginde su sekilde 
geçirerek ifade eder: “Yıllar sonra Tahir Bey’in kitabıyla ilgili bir yazıyı 
okudugumda, küçümseme yüklü bir ifadenin dogru olmasa da gerçegin 
soluk izlerini tasıdıgını ögrenecektim. Ama 1981’lerde iskence gören her 
tutuklunun denizle ilgili bir geçmisi olduguna inanırdım nedense. Aslında 
bu inancımı temellendiren Faruk’un ardında bıraktıgı, dudakları kurumus 
kanla mühürlenmis (s. 23) zavallıların zorlukla mırıldandıkları o sihirli, 
mavi sözcüktü: Su, su… Su sesi kulaklarında giderek denize dönüsürdü. 
Dskence yakınında olanları da etkiliyordu. Bu etkilenme bende sözcükler 
arasında akrabalıklar kesfetme, köprüler kurma seklinde ortaya çıkmıstı.” 
(s. 24). Anlatıcı kahraman, kendisinin darbe sonrasında görev yapan bir 
astegmen olarak olaylara taraflı bakıyor olmasına ragmen, romanın son 
bölümlerinde arkadası Nejat’la konusmasında söyledigi “1981’de çok sey 
oldu, insanlıgı katlettiler” (s. 325) cümlesi, o dönemlerde askeri yönetimin 
topluma karsı ciddi bir ön yargısı oldugunu ve bu önyargı neticesinde de 
uyguladıgı baskı ve siddeti özetler nitelikte. Buna karsın, yazar, anlatıcının 
ilk ve son kez duyarlı bir yaklasım içinde oldugunu da göstererek 
kendisinin toplumdan daha henüz ümidini kesmedigini anlatmaya çalısır. 

Sonuç 

12 Eylül 1980 askerî müdahalesi Türk toplumunda bir daha geri 
dönüsü olmayan büyük bir degisimin baslangıç noktasıdır. Bu degisim 
sürecinde öncelik, bireylerin depolitize edilerek siyasetten azledilmelerine 
verilmistir; böylelikle toplumda kültürel, ekonomik ve politik alanlarda 
arzu edilen kitlesel degisimin önü açılmıs olacaktı. Ülkedeki mevcut siyasi 
fikirleri kendi varlıgına birer tehdit olarak algılayan askeri rejim uyguladıgı 
asırı baskı ve siddet ile siyasal, sosyal ve kültürel hayatı tamamıyla 
kontrolü altına alıp kısa sürede toplumu sindirmeyi basarmıstı. Tüm bu 
uygulamalara gerekçe olarak da 1960’ların sonunda baslayıp 1980 yıllara 
kadar devam eden siyasi anarsi ve buna ek olarak da siyasilerin sokaktaki 
kavgayı bitirecek çözümü üretmedeki yetersizlikleriydi. Neticede askerî 
rejim, kısa sürede olayların bedelini azami derecede güç kullanarak, en sert 
sekliyle sol görüslü insanlar basta olmak üzere tüm siyasi gruplara ve 
toplumun geneline ödetmistir. Bu tarihten itibaren, bir taraftan yönetimin 
siyasetle alakalı yasakları had safhaya ulasırken diger taraftan da özel 
hayat, cinsellik, feminizm, içe dönüs, yalnızlık, tüketim, gibi konular 
medya aracılıgyla tesvik edilmistir. 

Bu çalısmada, sosyal ve siyasi boyutları açısından, daha önceki 
askeri darbelerde oldugu gibi, Türkiye’nin tüm sosyo-politik dinamiklerini 
sarsan 12 Eylül 1980 müdahalesinin, toplumu oldugu kadar edebiyatı de 
aynı derecede etkiledigi belirtilerek, özellikle müdahele sonrasında kaleme 
alınan romanlarda bu etkinin izleri sürülmeye çalısılmıstır. 
Türk romanı 1980’e kadar özellikle 60’lı yılların ortalarından sonra 
politik bir yelpaze içerisinde gelismis, sosyalist düsünce yapısı olmak üzere 
farklı siyasi ideolojilerin güdümünde devam etmistir. 1980 askerî 
müdahalesi, genelde bütün siyasi görüsleri hedef alsa da özelde özellikle 
yükselen sol düsünceyi kendine hedef seçmis; bir daha toparlanamaması 
arzusuyla solu önce unutturmak sonra da yok etme amacını tasımıstır; 
alternatif olarak da popülist, pragmatist, tüketimci, kendi için yasayan 
bencil bir düsünce yapısını dayatmıstır topluma. 

Çalısmamıza konu olan romanlarda, alısılmıs olay örgüsü ile klasik 
zaman anlayısı yerine, modern ve postmodern kurgunun kullanıldıgı 
görülür. ‘Yüz: 1981’in geri dönüs, diger bir ifadeyle flashback teknigini 
kullanması, ve anlatılan olaylarda sık sık yazarın üst anlatıcı rolüyle 
romanın kurgusuna müdahale etmesi, ‘Devrimciler’ romanında da 
anlatıcının hem herseyi bilen bir üst anlatıcı hem de olayları yasayan 
kahraman anlatıcı konumunda birbiri içinde olması ve olaylara çoklu bir 
bakıs açısıyla bakması, yazın hayatında teknik açıdan meydana gelen 
degisimlerin de bir göstergesidir. 1970’li yıllarda yazılan 12 Mart romanları, 
yazın teknikleri açısından birtakım elestirmenlerce zayıf bulunur; bunda da 
anlatımdan ziyade içerigin önem arz etmesi etkilidir. 1980’den sonraki 
romanlarda ise öne çıkan endiselerin anlatılan konunun ne oldugu degil, 
nasıl anlatıldıgı üzerinde odaklandıgı görülür. 

İncelenen iki romanda da 12 Eylül’ün izleri sürülmeye çalısılmıstır; 
siyasi ideolojilerin yok edilmesine dair askeri idare tarafından uygulanan 
sert ve siddete dayalı yönetim anlayısı, gözaltı ve cezaevi süreçleri, 
sorgulamalar, gözaltında yapılan işkenceler, siyasal örgütlerin ve 
ideolojilerin kendi iç hesaplasmaları ve çatısmaları, cinsellik ve ask 
kavramının siyasi hesaplasmalarla iç içe verilmesi, politikadan 
uzaklastırılmış bireyin ve toplumun insası gibi konular romanlarda ağırlık kazanmıştır. 


KAYNAKÇA 

ARSLANOGLU, Kaan (2006). Devrimciler, İstanbul: Dthaki Yayınları. 
AYTAÇ, Gürsel (1999). Çagdas Türk Romanları Üzerine  İncelemeler, Ankara: Gündogan Yayınları. 
BALIK, Macit (2009). “Türk Romanında 12 Darbesi”, International Periodical For the Languages, Literature and History of Turkish or Turkic, S. 4 /1-II Winter 2009 
BELGE, Murat (1994). Edebiyat Üstüne Yazılar, İstanbul: İletisim Yayınları. 
COSKUN, Sezai (2004). “İki Eserde İki Siyasi Dönem: Ya Tahammül Ya Sefer ve Mektup 
Askları”, Hece Hayat, Edebiyat, Siyaset Özel Sayısı, S. 90/91/92, s. 531–535. 
CEMAL, Hasan (2004). Tank Sesiyle Uyanmak, 12 Eylül Günlügü, Dstanbul: Dogan Kitap. 
DDNCER, Yesim (2011), 12 Eylül Romanında  İskence, İstanbul: Yazındergi Yayınevi. 
DOGAN, Erdal (2000). “Toplumda Vicdani Derinlik Azalıyor”, Radikal, İstanbul. 
ERTEM Ece, Cihan (2006). Romanlarda 12 Eylül Askerî Müdahalesi, Yayınlanmamıs Yüksek 
Lisans Tezi, Dstanbul: Yıldız Teknik Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü. 
EROGLU, Mehmet (2000). Yüz: 1981, İstanbul: Everest Yayınları, 4. Basım. 
G]M]S, Semih (1998). “Fethi Naci ile Söylesi”, Cumhuriyet Kitap Eki, İstanbul: Yenigün Yayıncılık. 
GÜRBİLEK, Nurdan (2007). Vitrinde Yasamak, İstanbul: Metis Yaynları. 
GÜRSEL, Seyfettin (1998). “1980’li Yıllar ve Sonrası”, Cumhuriyetin 75. Yılı, İstanbul: Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık. 
KABACALI, Alpay (1992). Türkiye’de Gençlik Hareketleri, İstanbul: Altın Kitaplar Yayınevi. 
KARACA, Emin (2001). 12 Eylül’ün Arka Bahçesinde: Avrupada’ki Mültecilerle Konusmalar, İstanbul: GendaŞ Kültür. 
MORAN, Berna (1994). Türk Romanına Elestirel Bir Bakıs 3, İstanbul: İletisim Yayınları. 
NARLI, Mehmet (2007). Roman Ne Anlatır-Cumhuriyet Dönemi (1920-2000), Ankara: Akçag Yayınları. 
OKTAY, Ahmet (2002). Türkiye’de Popüler Kültür, İstanbul: Everest Yayınları. 
OKTAY, Ahmet (2004). “1980 Sonrası Romanı Üzerine Birkaç Önvarsayım”, Hece Hayat, Edebiyat, Siyaset Özel Sayısı, S. 90/91/92, s. 442–450. 
SEVER, Çigdem (2011). Geçmişle Hesaplaşmaya Bir Örnek: 12 Mart Romanları, Ankara: Atılım Üniversitesi. 
SEVİNÇ, Canan (2004). “Tanzimat’tan Bugüne Türk Romanında Siyaset”, Hece Hayat, Edebiyat, Siyaset Özel Sayısı, S. 90/91/92, s.511–530. 
TOSUN, Necip (2005). “Seksen Sonrası Türk Öyküsünde Yüzlesme, Yalnızlık, İçe Dönüs” Hece Öykü, S. 9, s.59-68. 
TÜRKEŞ, A. Ömer (2004). “Darbeler; Sözün Bittigi Zamanlar…” Hece Hayat, Edebiyat, Siyaset Özel Sayısı, S. 90/91/92, s. 426–434. 

TBMM ARAŞTIRMA KOMİSYON RAPORU İNDİR..

https://www.tbmm.gov.tr/sirasayi/donem24/yil01/ss376_Cilt1.pdf

***