25 Kasım 2019 Pazartesi

Küresel Bilgi Ekonomisi ve Stratejik Aktivizm: Uluslararası Eğilimler ve Türkiye Tecrübesi, BÖLÜM 1

Küresel Bilgi Ekonomisi ve Stratejik Aktivizm: Uluslararası Eğilimler ve Türkiye Tecrübesi, BÖLÜM 1



Sadık Ünay. 1 

Özet: 

     Küreselleşme yazınında ulus devletin sosyoekonomik kalkınma ve sı-naî-teknolojik dönüşüm süreçlerinde oynayabileceği rol üzerinde yapılan temel 
tartışmalardan yola çıkılan bu çalışmada DTÖ rejimi bağlamında küresel yönetişim mimarisinin kamusal stratejik aktivizm girişimlerine etkisi incelenmiştir. 
“Bilgi ekonomisi” ya da yeni ekonominin başlıca sektörleri bağlamında OECD hükümetlerinin sanayi-teknoloji yönetişimi, risk serma-yesi sağlanması, kamu 
alımları ve proje takipçiliği ile stratejik ihracat politi-kaları aracılığıyla ulusal girişimcilerini destekleyebilmek adına attıkları adımlara dikkat çekilmiştir. 
İncelenen tekno-ticaret politikalarının küresel-leşme yazınında neoliberal eğilimli yazarlarca vurgulanan “marjinalleşme” süreçlerinden ziyade ulusal otoritelerin 
belli politika önceliklerine yoğunla-şarak daha dar kapsamlı, seçici, rafine ve sonuç alıcı müdahale formlarını tercih ettikleri vurgulanmıştır. 
     Ardından gelişmekte olan ülkelerin bilgi eko-nomisine geçiş noktasında tecrübe ettikleri sıkıntılara dikkat çekilmiş ve bu ülkelerin çok daha proaktif girişimlere ihtiyaçları olduğuna işaret edilmiştir. Bu bağlamda Türkiye gibi belli bir sanayi-teknoloji altyapısına sahip geliş-mekte olan ülkeler için “stratejik-aktif devlet” kavramsallaştırması geliştiri-lerek ekonomik diplomasi, geleneksel uluslararası ilişkiler, yerel eksenli sosyoekonomik kalkınma politikaları ve tekno-ticaret politikaları merkezin-de stratejik aktivizme odaklanacak böyle bir siyasi tipolojinin taşıması gereken özellikler ortaya konulmuştur.


    1. Giriş:

 Ekonomik Küreselleşme ve Siyasal Formların Dönüşümü 

    Ekonomik, siyasi ve sosyo-kültürel boyutları girift bir biçimde içiçe geçen çok yönlü küreselleşme sürecinin konvansiyonel ‘ulusal’ ve ‘uluslararası’ düzlemler 
arasındaki ayrımı anlamsızlaştırarak toplumları, ekonomileri, kurumsal yönetişim mekanizmalarını ve hâkim küresel düzen algısını dönüştüren bir etki yapmakta 
olduğu akademik literatürde genel kabul gören bir yargıdır (Cerny 2000; Scholte 1993). Küresel planda şekillenen çok yönlü güçler dengesinin 1970’lerden 
itibaren gittikçe entegre olan uluslararası yatırım, ticaret, finans ve bilgi ağlarının oluşturduğu yeni ve sofistike bir uluslararası işbölümü ışığında tekrar 
şekillendiği ve ekonomik aktivitelerin coğrafi sınırlarla olan ilişkilerinin zayıfladığı da son dönemde sıkça seslen-dirilmektedir. Buna koşut olarak ekonomik 
küreselleşme süreçlerinin Vestfalya döneminden bu yana sürekli genişleyen bir sosyo-ekonomik alanı kontrol altında tutmaya odaklanan ulus devletlerin 
egemenlik, sınırsallık (territoriality) ve kamu otoritesi gibi niteliklerini ayrıştırarak devlet mekanizmalarının güç kaynakları, meşru politika araçları ve fonksiyonlarının yeniden tanımlanmasını gerektiren gelişmeleri tetikledikleri de iddia edilmiştir (Ruggie 1993).  

    Uluslararası ekonomi politik disiplininin kurucu yazarlarından Susan Strange’e (1995: 55) göre meselenin özü, ulus devletin kimi ultra-liberal yazarların iddia 
ettikleri gibi analitik bir unsur ya da aktör olarak yok olma sürecine girmesi ya da devletlerarası sistemin belirleyici önemini kaybetmesi değil, devletler ve 
toplumlar arasındaki rekabetin tabiatında yaşanan radikal değişikliklerdir. Buna göre, uluslararası rekabetin yeni çerçevesi artan karşılıklı bağımlılık ilişkileri, 
asimetrik güç dağılımı, bölgesel bloklaşma, bölge içi farklılaşma, seçici içselleştirme ve var olan sosyoekonomik yapıları çözen olağanüstü değişken bir geometri etrafında tanımlanmaktadır (Castells 2002: 265). Diğer bir deyişle, son döneme damgasını vuran sistemik gelişmelerden dolayı küresel ekonomideki sermaye birikimi yapılarında ve uluslararası ekonomi politik mimarisinde hem nitelik hem de nicelik bakımından önemli dönüşümler yaşanmaktadır. Bazı analizlerde “jeo-ekonomi” (Dicken 2002: 253) olarak tanımlanan yeni bir ekonomi politik düzen sığ ve derin düzeylerdeki uluslararası entegrasyon süreçlerinin zaman, mekan ve ekonomik sektörler bağlamında eşitliksiz ve karmaşık biçimde ilerledikleri bir yapıyı ortaya çıkarmaktadır. Küreselleşme çağında ulusal egemenlik alanı gittikçe daralan modern ulus devlet ise tüm bu tehditlerin orta yerinde bulunmakta ve idare ettiği toplumun sosyoekonomik refah düzeyini yükseltmek ile ulusal girişimcilerin küresel rekabet gücünü neoliberal nitelikli dünya ekonomisi içinde arttırabilmek gibi birbiriyle çelişmesi her zaman muhtemel pek çok hedefi aynı anda gerçekleştirme sorumluluğunu taşımaktadır.

    Ekonomik küreselleşme dalgasına rengini veren neoliberal politika çerçevesinden bakıldığında yeni dönemde devlet aktörlerinden sosyoekonomik alanda beklenen müdahalelerde aşağıdaki değişimlerin öngörüldüğü anlaşılmaktadır: Makroekonomik müdahalecilik anlayışından deregülasyon ve sanayi politikası gibi enstrümanlar aracılığıyla uygulanabilecek mikro-ekonomik müdahalelere geçiş; ekonomik otarşiye yönelik temel ekonomik aktivitelerin desteklenmesinden uluslararası piyasa koşullarına dinamik ulusal adaptasyon politikalarına kayma; ekonomik büyüme öncelemesinden neoliberal monetarizm ışığında makroekonomik istikrar odaklanmasına geçiş ve nihayet iç siyasette adaletli bölüşüm ve sosyal refah önceliklerinden girişimcilik, kârlılık ve yenilikçiliğin arttırılabileceği bir yatırım ortamının öncelenmesine doğru yaşanan değişim (Cerny 2000: 303).

    Bütün bu politika değişimlerinin sonucunda iktisat, ekonomi politik ve kalkınma literatürlerinde “rekabet devleti” (Strange 1991, Cerny 1990, 1995, 2000) olarak adlandırılan bir siyasi mekanizma tipolojisinin yaygın olarak kullanıma girdiği görülmektedir. Geleneksel ulusal çıkar tanımlamalarının uluslararası rekabet ve küresel ekonomik entegrasyon gereksinimleri doğrultusunda yeniden şekillendirilmesi gereğini vurgulayan yeni yaklaşım, ülkeler arasındaki siyasi-askeri rekabetin yerini dünya piyasalarında daha fazla pay almaya dayalı bir ekonomi politik rekabetin aldığını, geleneksel devletlerarası diplomasinin de yerini devlet-devlet, devlet-şirket ve şirket-şirket ilişkilerini kapsayan “üç taraflı (trilateral) diplomasi”ye bıraktığını savunmaktadır. Buna paralel olarak ortaya atılan “rekabet avantajı” (Porter 1986, 1990; Zys-man ve Tyson 1983) kavramı neoklasik “mukayeseli üstünlük” kavramının yerini almış ve enerji, ulaşım, eğitim, para ve maliye politikaları gibi ulusal faktörlerin de verili olarak alınamayacağını, çünkü bunların giderek uluslararası rekabet gücünü arttıracak biçimde yeniden tanımlandığını vurgulamaktadır. Bu bağlamda, kamu kaynaklarının etkin kullanımı ve özel sektör mantı-ğıyla daha düşük maliyetle daha fazla hizmet üretme kabiliyeti öne çıkmaktadır.2   Ancak “rekabet devleti” yaklaşımı küresel ekonomi politikte yaşanan pek çok değişimi objektif biçimde belirleyip politik aktör ve 
mekanizmaların bu gelişmelere uygun tepkiler ortaya koyması gerektiğini vurgulamasına rağmen tekdüze ve özünde neoliberal bir devlet-piyasa etkileşimi öngörmekte ve özellikle küresel sistemin merkezi dışındaki ülkelerin geniş tabanlı sosyo-ekonomik gelişme ha-reketlerine yönelik bir kavramsal önermede bulunmamaktadır.

    Tarihsel olarak bakıldığında ise küresel sistemde rekabet devletlerinin ilk örneklerinin 19.yüzyılda hızlı bir gelişme ivmesi yakalamaya çalışan Almanya ve ABD ile 20.yüzyılda aynı hedefi farklı teknolojik koşullarda gerçekleştirmeye girişen Japonya ve Fransa olduğu söylenebilir.3  Bu bağlamda, spesifik ülkelerin kurumsal yapıları ve gelişme olgusuna sosyo-kültürel yaklaşımlarının sınai-teknolojik dönüşüm ve küresel entegrasyon süreçleri üzerinde ne tür etkiler yaptığına dair pek çok çalışma yapılmıştır. Gelişme ve ekonomi politik alanında kurumsal nüansları göz önünde bulunduran bu yaklaşımın bir dönem doktriner neo liberal dalga tarafından dikkate alınmadığını ise belirtmeye gerek yoktur. Ancak, özellikle Doğu Asya’da birbiri ardına başarılı gelişme performansı ortaya koyan ülkelerin ortaya çıkma-sından sonra Anglo-Sakson akademik çevreler ve uluslararası mahfillerde küresel rekabet gücünün arttırılması ve bilgi ekonomisine geçiş noktasında dirayetli kurumsal yapıların önemli bir rol oynayabileceği fikri kabul görmeye başlamıştır. Böylece “katalitik devlet” ve “etkin devlet” (Dünya Bankası 1997) gibi siyasi uzantılı kavramsallaştırmalar resmi küresel kalkınma paradigmasına eklenmiş ancak bu süreçte kendileriyle ilintili insani-sosyal çağrışımlarından so-yutlanmışlardır. Sonuçta küresel üretim, yatırım, ticaret, finans ve bilgi ağları içindeki görece pozisyonlarını iyileştirebilmek adına her türlü sosyo-ekonomik maliyeti göze alan piyasa odaklı siyasi mekanizma tipolojileri ortaya çıkmıştır. 

     Çok yönlü ekonomik küreselleşme süreçlerinin uluslararası ekonomi politik mimarisinde nitel ve nicel olarak artan bir sofistikasyon, bağımlılık ve belirsizlik hâli yarattığı ve oluşan yeni konjonkktürde devletin sosyo-ekonomik rolünün radikal biçimde yeniden tanımlandığı görülmektedir. Özellikle gelişmekte olan ülkelerdeki ulus devlet yapıları bir taraftan iç sosyo-ekonomik standartları yükseltirken diğer taraftan uluslararası planda ekonomik rekabet güçlerini arttırmağa odaklı zorlu bir yarışın içinde girmiş bulunmaktadırlar. Weiss (1998: 184) gibi yazarların vurguladıkları gibi, uluslararası ekonomik entegrasyonun alışılagelen ekonomik egemenlik anlayışı üzerindeki kısıtlayıcı etkilerine rağmen hükümetlerin piyasa güçleri karşısında tamamen etkisiz ya da önemsiz bir duruma düştüklerini iddia etmek ancak ideolojik ve önyargılı bir bakışın sonucu olabilir. Bunun başlıca sebebi de farklı ekonomik süreçlerde oldukça karmaşık ilişki ağları ve dönüşüm dinamikleri üzerinden gerçekleşen küresel entegrasyon süreçlerinin kimi alanlarda ulusal karar alıcıların politika seçeneklerini ve araçlarını kısıtlarken diğer alanlarda onlara alternatif seçenekler sunan bire çeşitlilik içerisinde ilerlemesidir. Bu bağlamda bu çalışmada konu alınan yüksek teknoloji ve araştırma-geliştirme politikaları kamu aktörlerinin ekonomik girişimciliği stratejik bir mantalite ve yeni araçlar ile yönlendirip destekleyerek kamu-özel sektör-toplum sinerjisine ve küresel rekabetin mantığına uygun kalkınma modelleri geliştirmelerinin halen mümkün olabileceğini net bir şekilde ortaya koymaktadır.
Bu çalışmada bir küresel ekonomi politik analiz çerçevesi içerisinde gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin bilgi ekonomisine geçiş çabaları incelenecek ve 
küreselleşme teorisi bağlamında genel çıkarımlarda bulunulacaktır. Bu bağlamda kuzey-güney diyalektiği açısından gelişmekte olan dünyanın ileri teknoloji 
politikaları uygulama noktasında karşılaştığı yapısal, finansal ve kurumsal zorluklar ele alındıktan sonra OECD ülkelerinin sınaî/teknolojik dönüşüm ve bilgi 
ekonomisine geçiş sürecinde son dönemlerde uyguladıkları stratejilerden örnekler verilecektir. Kavramsal bir katkı olarak gelişmekte olan ülkelerde yerel şartlara adapte edilerek gerçekleştiri-lebilecek “stratejik-aktif devlet” ideal tipi önerilecek ve Türkiye’nin bilgi ekonomisine geçiş tecrübelerine dair yorumlar ile çalışma tamamlanacaktır.       

     2. “Kuzey-Güney” Diyalektiği ve Bilgi Ekonomisine Geçiş 

Anglo-Sakson akademik çevreleri, uluslararası ekonomik kuruluşlar ve çokuluslu şirketlerin koordineli söylem ve aktiviteleri ile şekillendirilen neoliberal 
makroekonomik yönetim ve küresel kalkınma paradigmasının piyasa-merkezli bir politika felsefesi ve toplum algısından yola çıkarak ulus devletlerin birincil 
görevlerinin ulusal ekonomilerini küresel planda maksimum rekabet gücüne ulaştırmak olduğu tezini işlediği daha önce belirtilmişti. Bu bağlamda kamu 
otoritelerine ilişkin kullanılan “rekabet devleti”, “katalitik devlet” ve “etkin devlet” gibi kavramsal modelleme girişimlerinin ise stratejik aktivizm çağrışımı yapmakla birlikte devletin sosyoekonomik hareket alanını büyük ölçüde kabul edilebilir neoliberal sınırlar (örneğin Washington uzlaşısı) dâhilinde belirledikleri görülmektedir. 

    Örneğin bu kavramsallaştırmaların çoğu topluma yayılan geniş çaplı kalkınma hedeflerini ve yeniden dağıtım politikalarını dışlamakta ve devletin dış ekonomik 
politikasını küresel sermaye için olumlu bir yatırım ortamı oluşturmadaki başarısına endekslemektedirler. Bu yaklaşımın ulusal tekno-ticaret avantajını yükseltmeğe çalışan stratejik bakışlı ulusal bir iradeden çok kâr odaklı bir şirket yöneticisi mantığını sürdüren bir siyasi otorite resmettiği ise açıktır. Ancak küresel sistemdeki görece konumlarını iyileştirme yanında devasa sosyo ekonomik sorunlarla boğuşmak durumunda bulunan pekçok gelişmekte olan ülkenin şartları göz önüne alındığında özel sektör ile işbirliği içinde küresel piyasalarda rekabet gücüne sahip olacak dev şirketlerin oluşabilmesine önayak olmanın devletin tek ya da en önemli hedefi olarak görülebilmesinin sosyopolitik olarak mümkün olmadığı görülmektedir. Son dönemlerde sosyal harcamalarını göreceli olarak kısarak araştırma-geliştirme ve yüksek teknoloji politikaları gibi alanlara daha fazla kaynak ayırmaya çalışan gelişmiş ülkelerden farklı olarak, gelişmekte olan ülkelerin aynı anda hem yeni küresel iş bölümü içindeki yerlerini iyileştirip pazar paylarını arttırmak hem de ortalama yaşam standartları göreceli olarak düşük olan toplumlarının sosyoekonomik durumlarını iyileştirmek gibi iki önemli ve çoğu zaman çatışan görevi aynı anda gerçekleştirmeleri beklenmekte dir. 

    Bu bağlamda, yeni küresel ekonomi ya da “bilgi ekonomisi”nin gerçeklerini ve uluslararası rekabetin temel gereksinimlerini gözönüne almayan sosyoekonomik 
stratejiler başarısız olmaya mahkum oldukları gibi, çok ağır sosyal maliyetleri kabul ederek dünya ekonomisi ile kontrolsüz entegrasyon amacı güden politikaların da uzun dönemde sürdürülemez olacakları ve kalıcı tahribatlar yapabilecekleri açıktır. Ulusal alandaki acil sosyal problemlerin çözümü ile uluslararası rekabet gücünü destekleyecek uzun dönemli stratejik hedefler arasında sağlıklı bir denge oluşturulması gelişmekte olan ülke yönetimlerinin ana problematiğini oluşturmaktadır. 
Bu noktada, geçmişte olduğu gibi bugün de uzun perspektifli siyasi kararlılık ve kurumsal dirayet gösterebilen, aynı zamanda özel sektör ve sivil toplumu ile üretken bir sinerji oluşturabilen devletler ilk bakışta benzer görünen makro ve mikroekonomik politikaları uygulamakta daha başarılı olacaklar ve “bilgi toplumu” (Erkan 1994) olma yolunda avantaj yakalayacaklardır. 

    Gelişmekte olan ülkeler açısından bakıldığında, ekonomik küreselleşme süreçlerinin hızlanması ile Sovyetler Birliği ve Doğu Bloku’nun dağılmasını takip eden süreçte sosyalist/devletçi/müdahaleci kalkınma stratejilerinin hızla gündemden düştüğü ve tek süper güç olarak orta yerde kalan ABD’nin ulusal yapısının küresel bir sosyoekonomik model olarak önerildiği görülmektedir. Hem akademi hem de ekonomi politikası üretim merkezlerinde “yeni ekonomi” ya da “bilgi ekonomisi” cihetinde yaşanan paradigma kaymasının da bu uluslararası konjönktüre denk gelmesi elbette tesadüf değildir. Son yirmi yılda iletişim ve bilişim teknolojilerinde (ICT) yaşanan baş döndürücü gelişmelerin önemini küçümsemek ya da bu gelişmelerin özellikle sanayileşmiş ülkelerin ekonomik yapıları içinde sanayi ve imalat sektörlerinden bilgi ve hizmet temelli sektörlere doğru bir kayma yarattığını göz ardı etmek mümkün değildir. Ancak yeni sayfa çağrışımı yapan iyimser algı eksenli “yeni ekonomi” tanımlamasını peşinen kabullenmeden önce, bu tarz retorik çıkışlara temel teşkil eden asimetrik ve adil olmayan ekonomik küreselleşme süreçlerine bir kez daha dikkat çekmek şarttır. Özellikle ABD ve diğer gelişmiş ülkeler tarafından çokuluslu şirketlerin operasyonel alanlarını genişletirken ulus devletlerden kaynaklanabilecek ekonomik egemenlik temelli müdahaleleri minimize etmeye odaklanan Washington uzlaşısının yeni dönemde tüm ulusal ekonomik sistemleri yekpare bir modele doğru götürmeyi hedeflediği görülmektedir. Dünya Bankası tarafından serbest rekabet, küresel entegrasyon ve makroekonomik istikrar temelinde tarif edilen (Williamson 2000) bu politika rejiminin teknolo-jik ilerleme farklılıklarına koşut olarak dünyanın merkez ve çevre ülkeleri ya da kuzey ile güney arasındaki gelir uçurumunun büyümesine katkıda bulunduğu da ortadadır. Bir taraftan “enformasyon devrimi” diye adlandırılan süreç sonunda ortaya çıkan bilgi patlaması ve iletişim ağları geleneksel yapı ve değerleri sarsarken, diğer taraftan bilginin üretildiği ve yayıldığı teknolojik evrelerde baskın olan sınırlı sayıdaki devlet arasında artan yoğunluklu bir kümeleşme göze çarpmaktadır.

    Son dönemde şekillenen baskın ekonomik yapıları tanımlamak için değişmeli olarak kullanılan “yeni ekonomi”, “network (şebeke) ekonomisi”, “sürtüşmesiz 
ekonomi” (Lewis, 1997: 32) ya da “bilgi ekonomisi” kavramsallaştırmalarından hangisini tercih edersek edelim şurası bir gerçektir ki, ağırlıklı bileşeni bilgi 
teknolojisi ve yetişmiş insan gücü olan bu tarz ekonomik yapıların en önemli gereksinimlerinden biri geleneksel sanayileşme süreçlerinin tamamlanmış olması ve ulusal planda yerleşik kapsamlı bir teknolojik altyapının bulunmasıdır. Hindistan gibi İngiliz eğitim geleneğini devra-lan ve ulusal kalkınma stratejisini 
yıllardır bilişim sektörünü destekleyen politikalar üzerine kuran önemli bir gelişmekte olan ülkeyi dışarıda tutacak olursak, bahsettiğimiz imkânların sanayileşmiş ülkelerin tekelinde bulunduğu açıktır. Bu da iktisat ve kalkınma yazınında gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler arasında dijital bölünme (digital divide) olarak betimlenen keskin bir ayrışmanın temelini oluşturmaktadır. Diğer bir deyişle, yeni dönemin baskın gücünü oluşturan bilgiyi üreten, yayan ve ticari kullanıma sokan ekonomik aktörler ve bu aktörleri regüle eden hâkim siyasi yapılar (devletler) ile oluşan yeni bilgi ve iletişim patlamasına tamamen edilgen kalan ülkeler arasındaki uçurum, küresel gelir adaletsizliklerini de büyütecek şekilde gittikçe büyümektedir (Masi, Estevao, Kodres, 2001). Sözü edilen eşitsizlikler hatırda tutularak takip eden bölümde sanayileşmiş OECD ülkelerinin yüksek teknolojilerin geliştirilmesi ve ticarileştirilmesini hız-landırmak için başta uluslararası ticaret rejiminin şekillendirilmesi olmak üzere stratejik insiyatif alarak uyguladıkları politikalara ve ekonomik diplomasi girişimlerine değinilecektir. 

2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder