18 Kasım 2019 Pazartesi

Tanrının Adamları, BÖLÜM 2

Tanrının Adamları,  BÖLÜM 2 




 Din ve Toplum.. 

 Eski insanlar, önce tabiat unsurlarından, maddi nesnelerden korkmuşlar ve onlara tapınmışlardır. Sonra güya bu nesneleri yöneten görünmez varlıklara tapınmış nihayet en sonraki düşünmeler üzerinden tek neden, yüksek akıl, Tanrı fikrine gelmişlerdir. Yaklaşık on üç bin yıl önce tarımla yerleşik hayata geçen insanoğlu, doğanın bir düzeni olduğunu anlamış, bu düzene uygun olarak adım adım kendi sosyal yaşamını, dinini ve hiyerarşisini oluşturmaya başlamıştır14. Bu anlayışın bir sonucu olarak Sümer, Pers, Suriye, Anadolu, Yunan ve son 
olarak Roma ve kısmen Trakya’da yaşam için önem ve süreklilik arz eden ve insan tarafından kontrol edilmesi mümkün olmayan doğanın tükenmez kaynaklarını ulu ve kutsal saymış; işlevlerine göre bunları Tanrı ve Tanrıça olarak nitelendirmişler, simgeleştirmişlerdir. Birçok şeyin yanında yönetim, din ve savaş işlerinde tanrısal destek çok önem kazandığından, adlarına 
tapınaklar yaptıkları Tanrılarını savaşta yanlarında tutarak, yaşanan olayları onların gözüyle de yorumluyorlardı. 

 Eski Yunan’da Homeros’a atfedilen İlyada ve Odysseia destanlarının temel sorusu “bir insanın diğerlerine ve Tanrılara karşı nasıl davranması gerektiği” idi. Tanrıların (Zeus, Poseidon vb.) insanlara kızgınlığı doğal felaketlere (fırtınalar, depremler) neden oluyordu ve bu destanlar doğal dünyanın nasıl iyi işleyeceğini anlatmaya çalışıyordu. 

 Öte yandan, dünyanın genel gidişinde düşünen insan genellikle açlık, sefalet, esaret gibi zor şartlar altında mutsuz bir ortamda idi. Dünya ancak iyi bir ahret yaşamı umudu ile çekilebilir hale gelebilirdi. İşte din, bugün de olduğu gibi binlerce yıl hep bu boşluğu doldurdu15. Örneğin Hıristiyanlığın yayıldığı ilk dört yüzyıl refah seviyesinin çok düştüğü tam bir felaket çağı idi. 
5. yüzyılda Batı Roma İmparatorluğu çökünce bu topraklara Doğu’dan göç edenler yerleşmişti. İnsanlar kendilerinin kötü ruhlarla çevrilmiş olduğunu ve gizemli işlerin arkasında büyücülerin olduğunu sanmışlardı. 

 Geleneksel meşruiyet anlayışında temel unsur “kutsallık” oldu. Roma İmparatorluğu tüm uygar dünyayı tek bir yasa sistemi altında birleştirmeye çalışmış, Hıristiyanlık ve İslam da dünyaya Tanrı’nın evrensel egemenliğini yerleştirmeyi amaçlamıştı. 7. yüzyıldan itibaren üç kıtaya yayılmaya başlayan İslam’ın evrensel düzen modeli, tüm dünya üniter bir sistemde birleşene dek, inançsızların yaşadığı tüm bölgelere verilen ad ile “Darülharb”a yayılmayı 
hedefliyordu. Osmanlılar, İslam halifeliklerinin ardılı olarak, siyasi misyonlarını evrensel kabul ediyordu. Sultanlar kendilerini “Allah’ın yeryüzündeki gölgesi” ve “dünyayı koruyan evrensel hükümdar” olarak görüyorlardı. Müslüman ordular için gelir kaybettirici niteliğinden dolayı, Halife Ömer’den başlanarak diğer dinlerin yurtlarına yapılan saldırılarda cihat’tan gaza’ya geçilmiştir. Arapça köken olarak ‘gazve’ yani ‘talan akını’ anlamındaki ‘gaza’, cihat’ın yükümlülüklerini içermez, doğrudan talana ve egemenliğe yönelir. Ancak, zaman içinde gaza, cihat ile özdeşleştirilmiş, gazalarda yaralananlara ‘gazi’ denmiştir. 

Nitekim Osmanlı gazayı kesin ayrım olarak kullanmış ama dini yaymayı zorlamamıştır. 16. 

 Avrupa’da ise Kilise, bin yıl boyunca güçlü ve kişisel çıkarları için her şeyi yapmaya hazır kişilerce yönetildi. Roma egemenliğinin bölünmesinden sonra tek bir yönetim ya da birleşik ve sabit bir kimlik olmadı. 1648’deki Vestfalya Antlaşması, Avrupa düzeninin temel taşının imparatorluk, hanedan ya da dini inanç değil, ‘devlet’ olduğunu onayladı. Devlet egemenliği kavramını yerleştirdi. Evrensel bir yönetim yerine, her bir devlete kendi toprakları üzerinde egemenlik tanındı. Her devlet diğerinin içyapısı ve dini inancını gerçek olarak kabul 
edecek ve birbirlerine meydan okumaktan sakınacaktı. Kilise yani din, nihai bir meşruiyet kaynağı olmaktan çıkmıştı. Kilise ancak bu tarihten sonra bilgiye ve bilime dost olmaya başladı. Hıristiyanlığın bilgi ve kültürde (bilimsel anlamda) doktor düzeyinde insanlar yetiştirmesi için 1000 yıl geçmesi gerekti17. Hıristiyanlığın yaşadığı Reformasyon, Aydınlanma ve Fransız Devrimi’nin getirdiği düşünceler devlet yönetiminde laiklik ve akılcılık düşüncesini pekiştirdi. 
Artık, insanlar arasındaki ilişkiler, toplum düzeni ve hukuk kuralları inanç sistemlerine göre değil ‘akıl’ esasına göre, ‘akıl’ temel alınarak düzenlenecekti. 

 Tanrı Anlayışının Evrimi.. 

 Her kuşak kendisi için geçerli olan Tanrı imgesini yaratmak zorunda kalmıştır18. Öteki dünya ile ilişkisine karşın din fazlasıyla pragmatiktir. Mitolojik tanrılar yanında Gök Tanrı, Savaş Tanrısı, Bereket Tanrısı gibi kavramlar ya da kabilesel tanrılar bu pragmatimizden doğmuştur ve Tanrı’dan ne anladığımız hala sorgulanması gereken bir konudur. Mısır’da Firavun ordusunu yok eden Tanrı; son derece acımasız, kindar ve tarafgirdir. Musa’nın Tanrısı muzaffer olmak isteyen bir Tanrı iken, İşaya’nın Tanrısı hüzün dolu idi. Her coğrafya kendi 
sorunları ve kaygıları ile baş etmek için kendi farklı (din) ideolojini geliştirdi. Çin’de Taoculuk ve Konfüçyüsçülük, Hindistan’da Hinduizm ve Budizm, Ortadoğu’da Zerdüşt ve İbrani ‘tektanrıcı’ versiyonlar ortaya çıktı. Zamanla Tanrı ile ilişkiler değişti. Avrupa’da felsefi akılcılık ve Kapitalizm insan hayatına yön verirken, Hindistan’da Tanrı önemini kaybetti. Hindu ve Budistler, Tanrıları aşmanın, onların ötesine geçmenin yollarını aradılar. Brahma’ya göre gerçek, farklı görüngelerin arkasındaki varlığın gizli kaynağı (vahdet/birlik) anlayışında 
yatmaktaydı. 

 Yunanlılar mantık ve akla tutku derecesinde ilgi duymaktaydılar. Platon (M.Ö.476-346), algı dünyasının ötesinde tanrısal, değişmeyen bir gerçekliğin olduğuna inanmaktaydı; ruh aslından uzaklaşmış, bedene hapsolmuş, çökmüş bir tanrısallıktı. İçimizdeki ebedi gerçeğin sezgisel algısına akıl yolu ile temas edilebilirdi. 

Peygamberlerin ortaya çıktığı dönemlerde Firavun ya da Roma İmparatorluğu gibi genel bir düzensizlik ve kurtarıcı (Mesih) beklentisi vardır. Ortadoğu coğrafyasında, İsa’nın yaşadığı dönemde yaklaşık 200 bin, Hz. Muhammed’e ilk vahyin indiği yıllarda ise 124 bin kişi peygamber olduğu iddiası ile etrafta dolaşmaktadır. Peygamberler dönemine kıtlık, zorbalık, çaresizlik ve itaat kültürü hâkimdir. Bununla beraber, insanlar somut olana yani gördüğüne inanma eğilimindedir. Peygamberlerin ortak özellikleri şu şekilde sıralanabilir; 

 - İlahi bir misyon ve Tanrıya elçi olmak (vahiy, messenger), 

 - Mucizeler ve üstün yeteneklere sahip olmak (örneğin Hz.Musa’nın asasının yılana dönüşmesi, Hz.İsa’nın engelli birini ayağa kaldırması, Hz.Muhammed’in taşla konuşması), 

 - Tanrısal esin sahibi olmak, karizma ve liderlik (Hitabet yeteneği kuvvetli olduğu için Tanrı Krallığı’nın kurma işi Hz.Musa’ya verilmişti.) 




Tablo 1: Tanrının Evrimi 

 On dokuzuncu yüzyılda bilim ve teknolojideki ilerlemeler, bazı bilim adamları arasında Tanrı’dan bağımsız olduklarını düşündüren yeni bir özerklik ruhu yaratmıştı. Ludwig Feuerbach, Karl Marx, Charles Darwin, Friedrich Nietzche ve Sigmund Freud, içinde Tanrı’nın olmadığı gerçekliğe ait felsefi ve bilimsel yorumlar geliştirdiler. Hıristiyan Tanrı düşüncesi şimdi önemli ölçüde yetersiz görünüyordu ve akıl çağı, boş inan ve bağnazlıklara galip gelmiş gibiydi.19. 

19. yüzyılda II. Mahmut’a yazılan bir mektupta şöyle denilmektedir; “Ekselansları sizi dünyanın yeni dinine, bilime davet ediyorum.” Tektanrıcı dinlerin Tanrısının karnı yumuşaktı; korkunç suçlar onun adına işleniyor, cennet kavramı ve binlerce yıl öncesinin dogmalarının modern dünyada açıklanması gittikçe zor hale geliyordu. Sıkıcı ve yavan bir din yerine, gerçeği araştırmak için yeni ve derin bir teoloji ihtiyacı hissedilmeye başlandı. Ancak, insanlar yalnızlığa ve boşluğa dayanamazlar; bu yüzden yeri doldurulmadıkça din hala büyük 
bir ihtiyaç olmaya devam ediyor. 

Tanrının ilk görev verdikleri; din adamları, düşünürler ve askerlerdi.. 

Tarihsel olarak ilk uygarlıklarda din adamları ve adsız yazıcılar, Yunan doğa filozofları, Arap doktorlar ve astronomlar, sihirbazlar, Çinli mandarinler ve memurlar, Orta Çağ Avrupa’sının üniversite profesörleri öne çıkmıştı. İlk insan topluluklarında lider olmak için fiziki güç önemli idi. İnsanların gök olayları, açlık ve yangınlar gibi nedenini tam anlayamadıkları daha büyük korkuları bir süre din adamlarını lider yaptı. 

Ama din adamlarının savaşlarda işe yaramadığı anlaşılınca, onların yerini aslında birer asker olan Kral/İmparator ve yardımcıları aldı. Ancak, 18. yüzyılın sonlarından başlayarak, günümüz devlet anlayışının gerektirdiği sivil devlet adamı ve bürokrasi anlayışı asker yöneticilerin yerine geçti. 

 Bilimsel kuramın (teori) kökeninin araştırılması ve doğa bilgisinin peşinden yalnızca bilgi amacı ile gidilmesi Helenistik (Eski Yunan) çağda başladı. İyonyalılar (Thales) ile birlikte Sokrat öncesi Yunan felsefi ve bilimsel düşüncesi şekillendi. M.Ö. 4. yüzyılda Plato, doğa durumundaki insanın gittikçe daha ve daha yüksek kültür, ekonomik örgütlenme ve siyasi yapılanma ile sürekli bir ilerleme süreci içinde “ideal duruma” gitmekte olduğunu söylemişti. 
Aristoteles’in 2400 yıl önce mantık, fizik, kozmoloji, psikoloji, doğa tarihi, anatomi, metafizik, etik ve estetik alanlarını kapsayan çalışmaları bilim tarihinde bir dönüm noktası oldu. Aristo’nun yapıtları, Eski Çağın sonları ile İslam ve Avrupa Orta Çağlarındaki yüksek öğrenimin temelini oluşturdu. Orta Çağ İslam’ı, eski Yunan biliminin mirasçısı olmuş ve İslam uygarlığı en azından M.S. 800-1300 arasında bilimin hemen her alanında dünya lideri olarak kalmıştır. Bu uygarlığın gelişmesinde, Yunan uygarlığı kadar Pers ve Hint uygarlıkları ile 
karşılaşması da etkili oldu. 

 12. yüzyılda, Avrupa tipi üniversitenin ortaya çıkışı önemli dönüm noktasıdır. 1500 yılına kadar seksen civarında üniversite kuruldu. Rönesans akademileri yeni bilim kuruluşları olarak sarayları tamamlamış ama kilise ya da kralların desteği olmadan yaşayamamışlardır. Öte yandan, Katolik kilisesi, 13. yüzyılda feodal düzeni kutsallaştırarak onunla bütünleşmiş ve böylece gücünün zirvesine çıkmıştı. Batıda Birinci Din Dönemi 13. yüzyılda biterken, yerini ‘Bilim’ çağı aldı. Ancak, Rönesans döneminde bilimin dışlanması devam etti, özgür düşünceliler kanaatlerini değiştirmeye zorlandı, hapse atıldı ya da idam edildi. Kilise, yanı 
başında özgür düşüncenin imasına dahi tahammül edemiyordu. Büyük bilim adamlarının çoğu aynı zamanda din adamı idi ama Galileo gibiler açıkça söyleyemeseler de Kilisenin iddia ettiği gibi dünyanın yukarısında cennet aşağısında cehennem olduğu bir cenderede dönmediğini ortaya koydular. Az sayıca oldukça cesur düşünür (Bacon, Hobbes, Spinoza ve diğerleri), insan 
aklının hukukunu üstü örtülü biçimde savunabiliyorlardı. Rönesans ve Aydınlanma ile insanlık tarihinde laik bakış şekillendi. 

Artık bilim, Ortaçağ düzeninin iflası üzerine din’in yerine, kesinliği ve gerçekliği ifade eden bir sözleşme olarak, toplumu yeniden inşada kullanılacaktır. 

3. CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder