15 Kasım 2019 Cuma

27 MAYIS YÖN HAREKETİNİN SINIFSAL ELEŞTİRİSİ, BÖLÜM 11

27 MAYIS YÖN HAREKETİNİN SINIFSAL ELEŞTİRİSİ,   BÖLÜM 11




DALGA MI GEÇİYORLARDI? HAYIR 


Üstelik ihtilalciler, kendi kurdukları (emirlerinde bulunması gereken) Hükümetin, Devrim amaçlarını baltalamak ve zaman kazanmaktan başka bir şey yapmadığının da farkında idiler. "Program umumi temenniler ve yuvarlak tekerlemelerden meydana gelen altı sahifelik bir yasak savma, bir formalite yerine getirme gayretinden başka hemen hiçbir şeyi ihtiva etmiyordu. "Buna mukabil, başta Kadri Kaplan olmak üzere bir kısım arkadaşların birlikte çalışmaları ile hazırlanıp hükümete verilen Komite direktifi ve temel görüşleri, ihtilalin üzerinden beş yıl geçtiği halde, bugün dahi, Türkiye'nin her YÖN'den KAL- KINMA problemlerini kül halinde kavrayan çok değerli müşterek görüşleri ifade eden bir eserdir." (D.S., Keza, 7) Demek, küçük burjuvaların "Kalkınma felsefesi", ihtilalciler için bilinmeyen Hint kumaşı değildi. 

Hatta Vatan Partisinin "İkinci Kuvayımilliye seferberliği" sözcüğü nutuklarda geçti. İhtilalciler de buna inanmışlardı: "Yapılacak büyük hamleler yönünde memleketin tekmil gücünü topyekun seferber edebilmek başarıya ulaşmanın tek şartıydı." (D.S., Keza, 10) 

FİNANS - KAPİTAL BALTACILARI 

Osmanlı şairi: 

"Bir hakikat kalmasın Rabbim şu alemde nihan" demiş. 27 Mayıs, şu Türkiye'de gizli bir tek hakikat veya isterseniz: "Felsefe" bırakmamıştı. 
Bütün mesele, o hakikatleri ve felsefeleri "Çağdaş uygarlık" toplumu içinde dayandıracak bir sosyal sınıf manivelası bulmaktaydı. 
Bu manivela Türkiye işçi sınıfı idi. Yoksa, her şey fatalman kökü dışarıda Finans - Kapital ağlarının kucağına düşmekten yakayı kurtaramazdı. 
27 Mayıs'ın Türk milletinde en büyük sevgi ve saygı uyandırması, yalnız bu meseleyi ters ve eksi yönden olsun ispatlamış deneme olmasından ileri gelir. 
Sürüyle küçük burjuva ukalanın gevelediği "hakikatleri" tüm bilmek, hatta M.B.K. kadar kayıtsız şartsız "Millet kaderine hakim" bir kuvvetçe yazılı 6 sahifelik Program direktifi haline getirmek neye yaramıştır? Okuyalım: "O gece (2 Temmuz Pazartesi günü Devlet Bakanı Amil Artus, Cemal Gürsel Hükümetinin programını komiteye getirmiş ve Osman Köksal'ın başkanlığındaki) toplantıda bu hususta yaptığım teklif üzerine hazırlanarak Hükümete verilen o direktif ve temel görüşlere göre yeniden bir program yapılıp Komiteye getirilmiş değildir." (D.S., Keza, 7) deniyor. Yani, "Millet kaderine hakim" olan en yüce görevli Milli Birlik Komitesi, kendi yaratığı olan siviller Hükümetine, ihtilalin daha 35'nci günü bile hükmünü geçirtememiştir. Ne olmuştur? 

FELSEFESİZLİK Mİ? FİNANS KAPİTAL FELSEFESİ Mİ? 

"Bilahare meydana çıkan prensip ayrılıkları ve şahsi meseleler yüzünden bu direktif de hasır altı ettirilmiştir. "13 Kasım 1960'da, 14 Komite üyesinin yurt dışına sürülmesine kadar uzanan büyük fikir ayrılığı, hazırlanan bu Komite direktifinin ihtiva ettiği memleket sorunlarının realize edilmesi için gerekli zaman süresince, Komitenin iktidarda kalıp kalmayacağı meselesi yüzünden ortaya çıkmıştır. Sonradan, açıkta meydana gelen hiziplerin ve ihtilalcileri birbirlerini ortadan silmeye kadar götüren anlaşmazlıkların esas temelini, bu ana prensip anlaşmazlığı teşkil etmiştir." (D.S., Keza, 7) Bu anlatışa göre, kimi kapıkulunun: "İhtira beratını" kimseye bırakmadığı "Kalkınma felsefesi"nin yokluğu değil, varlığı 27 Mayısçıları "birbirlerini ortadan silmeye" götürmüş olmuyor mu? Aynı "Kalkınma felsefesi"nin bir de Yön ağzıyla ballandırmasında (Paşalar gibi söyleyelim): "Fayda mülahaza olunur." Hatta hep bir ağızdan, o felsefeyi bir daha, bir daha tekrarlayalım. 
Hele günlük olaylar içinde canlı canlı ispatlamaktan hiç geri kalmayalım. O da bir iştir. Yapılsın. Ancak bu felsefe: "küp küp üstüne" kurulmamalıdır. 
Hele sosyal sınıf dışında uydurma temellere dayandırılmamalıdır... Dayanırsa ne olur? Temel havada kalır. Küpler birbiri üstüne yıkılıp birbirlerini kırmaktan 
başka işe yaramaz. 

DEVRİMİ KİM YAPTI? 

27 Mayıs kime dayandı? Bu soru bir türlü açıkça karşılığını bulmadı. 
27 Mayısçılar: "Meşruiyetini yitirmiş bir Hükümete karşı. Ordunun Anayasayı savunması için, konulmuş Tüzük maddesi gereğince, Milletin direnme hakkını kullandık" dediler. Bu formüle göre: "Meşruiyet", Anayasa çerçevesi içinde kalmaktır. Bir hükümetin o çerçeveyi aştığını kim belirlendirecek? Millet denemez. Nitekim millet seçimlerde oyunu D.P.'ye verdi. Demek millet: 

1 - Aldatılmıştır,

2 - Kendi direnme hakkını kullanamamıştır. Milletin istese direnemeyeceği dağınık oylarından ve mutlak teşkilatsızlığından bellidir. Aldandığı da, 27 Mayıs ihtilali patlak verdiği gün iyimser tarafsız kalmasından bellidir. Millet için için hoşnutsuzdu. Bunu deyimlendirecek hiçbir organı (ne yayını, ne teşkilatı) yoktu. 
27 Mayıs o hoşnutsuzluğu bir baskınla üstün çıkarınca, Türk milleti karşı tepki göstermedi. İhtilali tutmuş durumda göründü. Yabancı yazarlara İsmet İnönü'nün verdiği demeç böyle söylemişti. Buna karşı olanlar var. Menderes "Yukarıdan ihtilal" dediği şeyi yapsaydı, Millet gene iyimser seyirci kalacaktı kanısını savunuyorlar. 
Bu savunmayı Türkiye'nin gericileri ve sağcıları yapıyorlar. Fakat ilerici ve solcu olanlarımız da, görünüşte "milleti" küçültücü olan bu iddiaya karşı çıktıkları halde, zımnen, saman altından, gene o fikri yürütüyorlar; 27 Mayıs'ı ZİNDE KUVVETLER yaptı diyorlar. Bütün deyişler, milletin bu işlerde pek de bir rol oynamadığını, toplumun üst idareci tabakaları arasında bir lavaş yürütüldüğünü dolaylıca ikrar ve itiraf etmek oluyor.

 "ZİNDE KUVVETLER" NEDİR? 

"Millet"in "Millet" olarak rol oynamadığı bir altüstlükte, Milletin direnme hakkı ne demektir? Gerici - sağcılarımız, ilerici - solcularımıza bunu soruyorlar. 
Solcularımız, Acemce- Arapçadan gelme aynı klişe terimi öne sürüyorlar: Zinde kuvvetler! Bu sesleniş, Acemistan ve Pakistan'daki, "Zindebad!" (Yaşa!) 
çığlığına benzemekle kalıyor. Ama, asıl sorunun çözümünü getirmiyor. 

Milleti, DP ve AP'ye çoğunlukla oy verdiği için, kendi arkalarında, veya torbada keklik sayan gerici - sağcıları bir yana bırakalım. Halkın gerici - sağcılar tarafından aldatıldığını, öyleyse iğrapta yeri olmayacağını iddia eden solcu - ilericileri de bir yana bırakalım. Ağır ceza reisinin sorduğu gibi: "Ortada bir ceset var, bunu kim öldürdü?" DP'yi kim devirdi? "Zinde Kuvvetler". 

Anladık, kimdir onlar? 

Meşrutiyetin: "Hareket Ordusu, Bereket Ordusu" vardı. 27 Mayıs'ın da Silahlı Kuvvetleri işi yaptı. Ölen üniversiteliler de bulunduğu için, yalnız "Silahlilar yerine, "Zinde Kuvvetler" denildi.. Silahlı kuvvetler arkadan yetişmeseydiler, üniversitelilerle liseliler, Kore'deki kadar bile başarı gösterip, Hükümeti devirememiştiler. Hiç kimse 27 Mayısı ordunun yaptığını inkar edemez. Demek "Zinde Kuvvetler"in özü ordudur. (Daha geniş anlamıyla Silahlı Kuvvetlerdir.) 

ZİNDELER NİYE İNANIRLAR? 

"Yeni Devletçiler arasına Yazarlar, Politikacılar, Sendikacılar, Müteşebbisler katılıyor. Silahlı Kuvvetler tabusuna dokunulamıyor. Silahlı Kuvvetler ise, bütün o başı bozukları haklı olarak boş laf kalabalığından başka bir şey saymıyor. Yazarlar (Basın) mı dediniz? "Yeni yapılan veya yapılacak olan işlerin basın ve yayın organlarıyla halka duyurulmasının yeterli olacağını zannetmek hataların en büyüğüdür." (D.S., Keza, 8.) Siyasetçiler (Partiler) mi dediniz? "Türkiye'de demokratik sistemin kurulmak istendiği günden beri meydana çıkan partilerin teşekkül sebebi bir doktrin zorlamasından çok, his ve çıkarları tatmin etmek olmuştur." (Keza) Hiç değilse 27 Mayıs mülakilerinden en çok "Gölgede" fikir yapan kişi böyle düşünüyor. Gerçi o zaman Türkiye'de tek doktrin partisi adına M.B.K.'ne gönderilen açık mektupta şöyle denmişti: "Halkın bereketli hareketi, şuurlu teşkilatı ve aktif işbirliği işlemez olunca, irtica (gericilik) ister istemez ağır basmaz mı? 

"Bu şartlar altında, Mili Birlik Komitesi (İkinci Meşrutiyetçilerin Hürriyet ü İtilaf ve İttihad ü Terakki Fırkalarına bakmayan Atatürk'ün Halk Partisi gibi), bütün 
milleti prejüjesiz çağıracağı bir İkinci Kuvayımilliye Partisi kurmalıdır." (Kuvayı milliyeciliğimiz ve İkinci Kuvayı milliyeciliğimiz, 1965, İstanbul, s. 17. Gönderiliş tarihi: 6.7.1960) Bu teklifi yapan bir İşçi partisi idi (V.P.). 27 Mayıs devrimcileri işittiler mi? Hayır. 

Devletçilerin, Sendikacı ile n Müteşebbis"leri üzerinde durmayalım. Sendikacı: Yön'cü Doğan Avcıoğlu'na bile dayanamadı. 

Müteşebbislerimiz hemen toptan Devlet tırtıklayıcılarıdırlar. DEVRİMİN BAŞI SIVIŞIR Silahlı Kuvvetler 27 Mayıs günleri ne durumda idi? 

"Balık baştan kokar" deriz. 27 Mayıs'ın başı Orgeneral Cemal Gürsel Paşadır. Onun 27 Mayısçılara nasıl katıldığını, Gürsel'in en son "kontenjan senatörü" 
yaptığı Sayın Koçaş anlatır. Almanya'da manevra sırası, yalnız kaldıkları Paşa'ya işi çıtlatır. Sayın Gürselin ilk sorusu: "Kuvvetli misiniz?" oluyor. 

Koçaş o günlerde üç kişicik kaldıklarını bildiği halde, Paşaya, bütün ordu birlikmiş gibi konuşur. Paşa inanır. Katılır. Kara Kuvvetleri Kumandanı olduğu için, bu yol sahiden "Bütün Ordu" ihtilalcilerle birlikmiş gibi olur!.. Bir ihtilal teşkilatına bu giriş, Paşanın babacanlığını, her şeyini gösterir. Ama ihtilalin sosyal anlamını kavradığını ispat eder mi? O zaman Gölgedeki'nin şu anlattıkları kaçınılmaz olur: "Cemal Gürsel, Silâhlı Kuvvetlerin çok sevdiği ve saydığı ve erkekçe tavırları yüzünden kendisine "Aga" ismini verdiği bir generaldi. "İhtilal evvelisinde, ihtilal hazırlığından haberdar edilmişti ama, kimlerin ne şekilde çalışmakta olduğunu ve ihtilal teşkilatının nereye kadar uzanıp neyi kontrol etmekte bulunduğunu pek bilmezdi." (D.S., Keza, 6) Bir ihtilal düşünün ki, lideri ne yapacağını bilmez! Sonrası kendiliğinden gelmez mi? "Ayrıca, ihtilale takaddüm eden günlerde, kendisi ile temasta bulunan ihtilalcilerin karşı koymalarına aldırmayarak izin almakta direnmiş, iş başında kalarak teşkilata sahip olacağı yerde İzmir'e gitmiş idi." Bu, "Dostlar sefere, biz eve" demekti. "Ayrılmasıyla ihtilal hazırlıklarını müşkül duruma düşürmüştü. İhtilal bir süre gecikmişti. Hatta, ihtilalciler bu yüzden Madanoğlu'nu arayıp bulmak gibi büyük bir talihsizliğe sürüklenmişti." (D. S., Keza, 6) Buna isterseniz, "Ordu hastalığı" diyebilirsiniz. Silahlı Kuvvetler, isyan edecekler, ama bir şartla. Üstlerinden emir alarak! Siz, "İhtilal üste karşı altın ayaklanması değil midir?" demeyin. Bizim ordu isyan ederken de itaatlidir! Kime? Paşaya. PAŞA HASTALIĞI Daha ilk adımda Ordu baştakinin "müşküi'lüğünü gördü. İhtilal zafer kazanınca, Paşalardan çekmedikleri kalmadı. D.S., 2. Ordu Kumandanını, ansızın 3. Orduya aktarıyordu. "Merdivenleri inerken tekrar kolumu yakaladı: "- Sen, dedi, koskoca bir Ordu Kumandanını ilk mektebe götürülen bir çocuk gibi elinden tutmuş götürüyorsun. "Alkoç, anlıyordum ki, ihtilalin icraatına boyun eğmeye çalışıyordu ama, omuzlarında yarbay rütbesi olan bir subayın talimatı ile hareket etmeyi asla hazmedemiyordu. İçinde bulunduğumuz hali, askerliğin normal anlayışıyla elbette bağdaştırmaya imkan yoktu. Tahmin ettiğimiz reaksiyonlar daha ilk gün görünmeye başlamıştı. Orduda general bırakmanın hatasını daha ilk adımda gözlerimle görüyordum. Bu gibi hallerin görülmemesi zaten anormallik olurdu. "Alkoç gibi sapına kadar asker doğmuş ve asker yaşamış bir general, daha ilk günde duyduğu reaksiyonu uzun müddet içinde saklayamamış, 1961 yılının 6 Haziran'ında patlak veren sessiz ihtilalde askerce direnmeleri yüzünden emekli olmuştur. Orduda kalan diğer bazı generaller ise, ellerine geçirdikleri her fırsatta, ihtilalcilerden duydukları kompleksin acısını çıkarma yoluna sapmışlardır." (D.S., Keza 12) Yüce kumandanların çoğu 1919 çapı çakar almazlardı. "...İşler 1 Biz İstiklal Harbinde iken' demekle yürütülen anlayış çerçevesinden bambaşka inanç ve icraat bekliyordu Hu bir inkılaptı. İnkılapları, inanan, enerjik, bilgili ve içinde bulundukları günün gereğine göre düşünebilen kafalar hedeflerine ulaştırabilirdi." (D.S., Keza, 10) İşte, Devletçiliğin bütün sosyal reformlar için bel bağladığı Zinde Kuvvetler'den tek etken gücün,silahlı Kuvvetlerin "Millet kaderine hakim" en "sorumlu" ve yüce "Görevliler"in halleri bu idi. Başka türlü de olamazdı. Bunları, iki buçuk başıbozuk Devletçinin üfürükten "Kalkınma Felsefesi" değil, top sökemezdi yerlerinden. 

KRİTİK KARAR ANI 

Ya, bu "Durum mütalaası"n\ yapan öteki genç, dinç, ağzını açınca ateş gibi "inanç, enerji, bilgi... günün gereğini göre düşünce" püsküren "ihtilalci" askerler, yukarıki "Orduda general bırakmanın hatasını" gördükten sonra olsun, nasıl davrandılar? Gene eskisi gibi. 14'ler sınır dışı edildikten sonra, D.P.'nin doğrudan doğruya mirasçısı olarak şişirilip millete empoze edilen AP seçimi kazanmıştır. "İhtilalciler" şimdi "kendi elleriyle kesip yare verdikleri kalemin" "kendi hükm-i idamlarını" yazması gibi duyularla toptan can kaygısındalar. Öte taraf: Kırk ellisine bir mütenekkiren gezi yaptırılan ağalık, Amerikan yardımından yararlanmış taze şirket beyleriyle elele vermişler. AP, CKMP, YTP, MP sözbirliğinde. İsmet İnönü Paşanın CHP'si de geriden ağır aksak uzun menzilli topçu. Yurdun dört köşesini rahatça kesip, davul zurna çala, Arapça ezan okuya, para dağıta, memleket fukarasını dinsizler baskısından kurtarma törenindeler. Toprak Reformunun, toprak beyinden vergi almanın Kur-an'a aykırı olduğunu yayıyorlar. Allah ne verdiyse, Muhammed'ini seven bütün memleket halkının oylarını sandıklara artırmışlardır. Berikiler, köylüye toprak, okul "çağdaş uygarlık" ve her şey vermiye kendilerini adamış ihtilalci askerler, dünyanın en modern silahlarıyla cihazlanmış. Siyasi partiler sandıklardan çıkmış kağıt tomarları üstünde; silahlı kuvvetler tank, uçak, top, füze üstünde. Göz göze bakıyorlar. Şu can dayanmaz modern silahlara dayananların hepsi de, Yön dergisinin rüyasında göremeyeceği kadar "Millet kaderine hakim olabilecek" zinde kuvvetler. Öteki, kendi attıkları oy pusulalarına dayananlar: alabildiğine, Babil çağından kalma köhne kuvvetler... Şimdi ne olacak? 

DÖRT KUVVETİN "GİZLİ" ÖRGÜTÜ 

Hemen 4 kuvvet (Kara - Hava - Deniz - Jandarma silahlı kuvvetleri) bir araya gelirler. İhtilalin amacına karşı olduğunu bildikleri Partilere ve Hükümete karşı bir "Silahlı Kuvvetler Birliği" kurarlar. "Gölgedeki Adam"ları da tez çağırırlar: "Ordu reorganizasyonu yapılırken, hemen hepsinin kritik yerlere getirilmesine basta ben amil olmuştum... Bu arkadaşlarımın, ihtilale yıllar boyu ettikleri hizmetlere yenilerini katmalarında, ihtilalin ve Türkiye'nin ileri KADERİ bakımından büyük faydalar hesabetmiştim... Onun içindir ki, Roma'da bulunmaklığıma bakmaksızın, Silahlı Kuvvetler Birliği'nin kurulmasından beni zamanında haberdar etmişlerdi." (D.S., Keza, 20). Her şey tamam. "Silahlı Kuvvetler Birliği teşkilatının Ankara'daki kurucuları olan ve önderliğini yapan Halim Menteş, Necati Ünsalan, Talat Aydemir, Selçuk Atakan, Emin Arat, Feyzi Arsın, Orhan Alpakın, Nuri Hazer'dir." Birlik, sözde "gizli"dir. Yani hükümete bildiri vermiş bir siyasi örgüt değildir. Zaten Öyle şey veremez. Askerler, bütün memurlar gibi, siyasetle uğraşmaktan yasaklıdırlar. Öyle iken, "Jandarma Subay Okulu'nda yapılan brifinglere katılan Genel Kurmay Başkanı Sunay ve yüksek rütbeli subaylar", hatta, devrin Başbakanı İnönü, fotoğraflar çektirerek, yapılan "illegal" (kanunsuz, gizli) Birlik kongrelerini şereflendirirler. Çünkü İnönü de bizim kasttan Paşadır.

Başıbozuk olsa ne haddine girmek? Silahlı Kuvvetler Birliği'nin "gizli" toplantılar, brifingler, kongreler (evet Kongreler!) yaptığı resmi Jandarma Subay Okulu salonlarına kuş uçurulmaz... Ve Sunay ise, Genel Kurmay Başkanımız olarak gizli birliğin tabii şefi, silsilei meratibe uygun başıdır. 

BAŞTA BAŞKOMUTAN: "DEMİR ADIMLARLA" 

"Teşkilatın iktidara bizzat el koyma taraftarı olanları içinde, Ordu hiyerarşik nizamı dışında münferit ve müstakil bir grup olarak olaylara müdahale fikrinde olan tek kişiye ve Silahlı Kuvvetlerin birlik - beraberlik ve bütünlüğünün Türkiye'nin geleceğine tek teminat olduğuna inanmayan kısır düşünceli tek subaya rastlamak mümkün değildi. Böyle düşünenler mutlak başkumandanın emrinde bulunmanın, emir ve kumanda müessiriyetinin bozulmamasının şiddetle taraftarı görünüyorlardı. "26 Ağustos günü, yine Jandarma Okulu şeref salonunda yapılacak genel kurul toplantısına girmedim. Halim Menteş ve Necati Ünsalan bana da yemin ettirdiler. Türbanca üstüne el konarak... " (D.S., Keza, 22) Böylece, "Orduda general bırakmanın hata" olduğunu yazan, "biz İstiklal Harbinde iken" diye konuşanların "anlayış çerçevesi"ne, inkılâp, inanç, enerji, bilgisini sığdıramayan ihtilalciler, teşkilat ve hareket haline geldiler mi, "ellerine geçirdikleri her fırsatta ihtilalcilerden duydukları kompleksin acısını çıkarma yoluna sapmış" bildikleri generalleri başa geçirip uygun adım atmakta en ufak bir çelişme görmüyorlardı. Çünkü "Kumanda müessiriyetinin bozulmamasını şiddetle" arzu ediyorlardı. "Teşkilata sahip" çıkmayan Cemal Gürsel Paşaya bel bağlamaları ondandı. Gürsel, en kritik anda tuttuğu mevziyi bırakıp gidince, sonra ihtilalcilerin "Madanoğlu'nu arayıp bulmak gibi büyük bir talihsizliğe sürüklenmeleri" ondandı. İlkin "şoke" olan paşalar, ihtilalcilerin içlerine girip, onların bir avuç adam olduklarını ve sırf ordunun hiyerarşik gidişinden yararlanarak baskın yapabildiklerini öğrenmişlerdi. Aynı hiyerarşinin başı olarak dilediklerini yapmakta serbest kalabiliyorlardı. SFENKS ÖNÜNDE: BİLE BİLE LADES Peki, bu neden böyle oldu? Hepsi cin gibi zeki, dağarcıklarında "İstiklal Savaşında iken"den başka şey kalmamış Paşalardan çok daha modern bilgili ihtilalciler, o basit oyuna budalalık veya bilgisizlikten düşmüş olamazlardı.

Ankara ve İstanbul'daki 30-40'ı bir araya gelince, 2-3 saatte Türkiye'yi kansızca fetheden subaylar, koca ihtilalde bozmadıkları müessiriyeti, şimdi neden kendileri sağlayamıyorlardı? Daha böyle bir hiyerarşi altına girerken, muazzam Silahlı Kuvvetler Birliği, Birleşik Milletlerin Güvenlik Konseyi durumuna giriyordu. Katılan başlardan birisinin "veto!" demesi, her türlü karar alma imkan ve yetkisini ortadan kaldırıyordu. Zehir gibi kurmay ihtilalciler bu kadarcık şeyi anlamaz olurlar mıydı? Hayır. Bu tam bir "bile bile lades"ti. İhtilalci subaylar başka türlü davranamazlardı. Ordunun bir parçası öbürüne karşı çıktı mı, hepsi tuz buz olurdu. Yapısı gereği Ordu böyleydi. Baskın basanındı. Şok geçti mi, karşılarına "Millet" denilen müthiş muammalı Sfenks dikiliyordu. Sfenks, önce sol elini kaldırıp İhtilalcilerin pek güvendikleri Anayasayı onaylamıştı; sonra sağ elini kaldırıp, Gölgedeki Adam'ın "Siyaset cambazları" dediği partilerin sandıklarına oy atmıştı. Her şey, Ordu da, İhtilal de, Anayasa da, köklü köksüz Reformlar da Millet için değil miydi? İşte Millet böyleydi. Önce sola, sonra sağa yalpalıyordu. Hangisine inanmalı? Neye dayanmalı? Mesele dönüp dolaşıp oraya geliyordu. "Zinde Kuvvetlere"... Ah, şu Zinde Kuvvetlerin kim ve ne olduğu bir bilinseyd i?.. SİVİL ZİNDE: ÜNİVERSİTE Üniversite diyenler çok oldu. İhtilalciler "Üniversite" için de gene Ordu hiyerarşisine göre düşünüp davrandılar. Ta tepeden birkaç ünlü ve "Sorumlu" Ord. Prof.'u seçmişti. Bu seçim Osmanlı geleneğine uygundu. Seyfiye (Silahlı Kuvvetler), İlmiye'den (Büyük Hocalardan) davranışlarının haklı olduğuna FETVA istemişlerdi. Üniversite hocaları da tam bir Şeyhülislam ağzıyla, "El - cevap, Allahü a'lem bissavap!" (Daha doğrusunu tanrı bilir) gibilerden kuvvetin istediğini onaylamakla yetinmiş, köşesine çekilmişti. Orada elinden geldiğince hiçbir şey yapmamaya, daha doğrusu "Talebe'i ülumü" (Üniversite gençliğini) meduzlamaya çalışıyordu. (Masalda Meduz: Bakınca, karşısındaki taş kesilirdi.) Bunu Anayasa hazırlayışında açıkça göstermişti. "Yeni bir Anayasa yapılacaktı. Bu iş için bilim otoriteleri görevlendirilmişti. İşe de hemen başlamışlardı. Veya başlamış görünüyorlardı. Ortada ciddi bir çalışma düzenine giren pek yoktu. Yalnız bu konuda çalışır görünmek, çalışmaları hakkın-
da fikir almak üzere kendilerini ziyaret eden komite üyeleriyle birlikte resim çektirmek ve bu hususta basına demeç vermek pek hoşlarına gidiyordu." (D.S., Keza, 6) Herkesin bildiği: "Görevli otoriteler", bütün Parti ve Düşünürlerden Anayasa Projeleri istemişler ve bu isteği ciddiye alanların projelerini (bu arada Vatan Partisi'nin iki defa sunulmuş Anayasa projesini) hasıraltı etmeği bilmişlerdi. İhtilalciler de olanları yakından gördükleri için, şu "Zinde Kuvvetlerin en zindesi" görülen Üniversite "görevli"lerinden, "resim çektirme, demeç verme" işgüzarlıklarından başka bir şey çıkmayacağını bıyık altından gülerek seyretmişlerdi. Artık ondan hayır bekleyemezlerdi. ASKER ZİNDE: MİLLİ BİRLİK KOMİTESİ Milli Birlik Komitesi, "Zinde Kuvvetlerin en zindesinden daha zinde" değil miydi? Öyleydi: "Komite: genç, dinç, yurtsever, namuslu, memleket dertlerini bilen ve bu dertleri ortadan kaldırmak için her türlü imkâna sahip insanlardan kurulmuştu." Ancak, "Komitecilerin çoğunda ise, zafer sarhoşluğunun ağdalı sersemliği devam ediyordu. Koca bir iktidarı birkaç saat içerisinde devirebilen bir güce sahip olanların, ayrıntısı çokça problemlerin halline medar olacak ciddi bir planlama düzeni içine girmeyi kabullenecek manevi bir olgunluğa kavuşamamış olmalarını belki tabii görmek lazımdı. Ama liradan bir ay geçmiş, bolca laf etmekten başka hiçbir işe haşlanmamış, hatta yapılacak işlerin ne envanteri, ne önceliği tespit dahi edilmemişti." Çünkü bütün yetkiler bir kişiye verilmişti; Cemal Gürsel'e... "27 Mayıs sabahı, kendisi büyük Kumandan olarak aranmış, getirilerek ihtilal hareketinin lideri ilan edilmişti. "Osmanlı tarihinde Tanzimat tan evvelki Padişahlara dahi verilmemiş sonsuz yetkilerle Devletin başına getirilmişti. Silahlı Kuvvetler Başkumandanı, M.B.K. Başkanı, Başbakan ve Devlet Başkanı idi." AŞİLİN TOPUĞU: M.B.K.'NIN BAŞI "Milli Mücadelede, Sakarya doğusuna çekilen Türk kuvvetlerine kumanda edecek sorumlu bir baş arandığı zaman, Atatürk'ün Başkumandanlığı, Meclisin bu husustaki yetkilerini alarak, o da 3 ay süreyle, elde edebilmek için nasıl mücadele ettiğini hep bilirdik.

   "Gürsel'inki öyle değildi. Bir hamlede Türkiye'nin kuvvetli adamı olmuştu. Bu sonsuz yetkileri kendisine veren mevkilerin elde edilişinde de alın terinin tek damlası yoktu. Ona bu mevkileri veren Milli Birlik Komitesi idi. O halde, iktidar ve kudretin Komitenin elinde olduğunu kabul etmek lazımdı. Aslında tam kudretin kimde olduğu da pek belli değildi. Gürsel, 1 numaralı geçici Anayasaya göre, Komiteyi feshedemezdi. Ama bu kadar çok ve bu derece önemli yetkileri tek başına bir anda kullanacak bir adam her şeyi yapabilirdi. (Nitekim 13 Kasım 1960'ta yapmıştır da.) LİDERSİZ DEVRİM "Bu durum istikbal için pek ümit vermiyordu. '38 kişiden meydana gelmiş Komitenin başında otoriter, disiplin sağlayıcı, Türkiye sorunlarını derinliğine kavramış, Devlet idaresinin özelliklerinde bilgi sahibi, aşırı hareketleri gerektiğinde hizalamaya muktedir bir lider vardır' demeye kimsenin dili varmıyordu. Komitenin başında iyi bir adam vardır. 'İyidir, şefkatlidir, babacandır, merhametlidir, ağadır, diyorlardı. Ama onu lider olarak pek kabul eden yoktu. "Bir gün Komiteye gelmiş, o güne kadar kendisine verilen yetkiler sanki yetmiyormuş gibi, Komitecilerden şikâyet etmiş, kendisinin yeniden ve açıkça Komitenin lideri olarak ilan edilmesini istemişti. Genç üyelerden biri kalkmış: "- Paşam, sizi babam kadar çok seviyorum ve hürmet ediyorum. Ancak liderlik başka şeydir. Allah vergisidir. O, böyle istemekle alınmaz. Ben liderlik vasıflarını sizde göremiyorum, deyivermişti. Gürsel: - Seni de çok severim, doğru sözlü çocuksun, diye cevap vermiş ve o gün Gürsel'e bir kahve dahi ısmarlanmamıştır." (D.S., Keza, 6) ARANAN LİDER NİTELİĞİ Komite -bizde pek çokları gibi- "başsız deve" idi. Çünkü "Baş"ın ne olduğunu bilmiyordu. "Baş", her şeyden önce heybetli bir kelle değil, Teorik düşünce ve Pratik davranış idi. Teorik düşünce, modern toplumda ancak sosyal sınıflar açısından dünyayı kavrayıştı. Komitecilerin aradıkları öyle bir şey değil, "Türkiye'nin sorunları... Devlet idaresi..." gibi yuvarlak, lastikli meziyetlerdi. "Aşırı hareket", ihtilalciler için ne idi? Bilinmez. "Otorite", "Disiplin" ise: işte koca, babacan ağa paşa... Bir mücerret ordu kavrayışı için ondan başarılı "Disiplin otoritesi" mi bulunurdu?

   Nitekim hep o yüzden, Gürsel sıvışınca Madanoğlu Paşa aranmamış mıydı?.. Teorik düşünce sistemi bulunmayan Baş - Lider ancak nasıl olurdu?... Ondan sonra, lidersiz, ne parti, ne ihtilal elbet olamaz. Ama lider kim olabilir? Bütün dünyanın bildiği lider, en kritik anda, en güç işi illerine alıp en başarıyla beceren kişidir. Komiteye göre lider, An'ın da, İfl'in de, Başarı'nm da üstünde bir "Allah vergisi" idi. Allah vermemişse, Lider de olamazdı. "Memleket sorunlarında", "Devlet idaresinde" kim kimi nasıl sınavdan geçirebilirdi? Allah "vergi"sini nazar boncuğu gibi insanların alnı üstüne aşmazdı ki... Bu şartlar altında lider C. Gürsel'den başkası olamazdı. O oldu. "Zinde kuvvetlerin en zindesi, böylece ister istemez "Başsız" kaldı. Bu bir kör tesadüf değildi. "Zinde kuvvet"lerin yapısı gereği idi. "Dertleri ortadan kaldırmak için her türlü imkâna sahip" bir kudret vardı, ama "Aslında, tam kudretin kimde olduğu da pek belli değildi."... KÜÇÜK BURJUVA YAPI Neden? Çünkü her küçük burjuva grubu gibi, ihtilalciler de "38 tilki, hep bir kayanın (genel Vatan'ın üstünde idiler; 38'inin de kuyruğu birbirine değmiyordu." Her Komiteci "genç, dinç, yurtsever" di. 20. yüzyılda Halkı idare için, halkın içine inmeyi de kararlaştırdılardı. Bunun için kendilerine, işçi sınıfı açısından yollanmış iki "Açık Mektup" da vardı. Orada, "Bütün milleti prejüjesiz (önyargıya kapılmaksızınj çağıracak bir İkinci Kuvayimilliye Partisi kurulmalıdır." (Açık Mektup I, s. 17) deniliyordu. "Birinci Kuvayimilliyecilerin, acil savunma durumlarıyla geciktirip sonra da unuttukları ilk Halkçılık Programını kitaptan hayata geçirmelidir... Birinci Kuvayimilliye seferberliğinde olduğu gibi, yedisinden yetmişine, çobanından mareşaline kadar, demir çarık, demir asa. Ucuz Devlet - Şuurlu Ticaret - Toprak Reformu uğruna, İkinci Kuvayimilliye Seferberliği'ne çıkmalıyız. Böyle bir çağrıya, bütün gençlik başta gelmek üzere bütün millet koşar" (Keza) deniliyordu... Ne oldu? Gölgede yazılıyor: "Bir Milli Birlik Partisinin kurulması... o geceki toplantıda... tasvip görmüştü. Karar çıkmıştı. Ama, Komiteden ayrılıp halk arasına karışarak Partiyi kuracak tek adam ortaya çıkmamıştı.

  "Hiç kimse, üzerinde taşıdığı iktidarın 1/38'inden feragat edip ayrılarak parti kurma işine yanaşmıyordu. Çoğunun, şu kurulacak partinin sağlayacağı faydalara mis gibi aklı eriyordu. "Fakat her biri diğerinin gözünün içine bakıyordu. Bakıyordu ki karşısındaki çekilip gitsin de, beher dışarı çıkandan arta kalacak 1/38 iktidarı aralarında bölüşsünler. Daha ilk planda, düşüncelerde bu derece samimiyetsizlik ve art fikir taşınırsa, elbette ki, memleket hayrına feragatli tertiplere girişmek mümkün olmazdı." (D. S. Keza, 8). Samimiyet mi? Samimiyetsizlik mi? Bunu yazan ihtilalci Dündar Seyhan'dır. Bu anlatılan "samimiyetsizlik" değil, tam tersine, küçük burjuva aydınının en "samimiyetliliği", olduğu gibi görünüşü idi. Onlar, içinden geldikleri geniş kalabalık küçük burjuva yığınlarımızın (esnaflarımızın, köylülerimizin, aydınlarımızın) en aslına uygun, en "samimi" örnekleriydiler. Herkes, "kendi" dükkâncığını, "kendi" tarlacığını, "kendi" maaşçığını düşünecekti. "Öteki"leri "rakip" sayacaktı. "Vatan" elbet vardı, ama benim dükkânım, benim tarlam, benim maaşım açısından görürdüm onu. "Feragat" mı? Tabii, gerek. Dükkancığıma, tarlacığıma, maaşçığıma dokunmamak şartıyla. "Rakip"lerimi atlatmam şartıyla. Küçük burjuva açısından dünyaya bakıldıkça (esnaf da, köylü de, aydın da, "zinde kuvvetler" de) başka türlü düşünüp davranamazdı. Asıl başka türlü davranıldığı zaman "samimiyetsizlik" etmiş olurlardı. Muazzam halk yığınlarımızın teşkil ettikleri mitolojik ulu deve, onun için daimdi bir tutam otla en korkunç hendeklerden atlatılıp boynunu kırıyordu. 

TEFECİ - BEZİRGAN SİNSİLİĞİ 

O, bir tutam otu kim gösterirdi? Bizde, "Kaalu Bela!"dan beri gösteren: Tefeci-Bezirganlıktı. Onlar bu işin eski ustası, kurdu idiler. Onun için M.B. K.'sine I'inci Açık Mektup, "Siyasi Gerçeklerimiz" başlığı altında, daha 27 Mayısın 4'üncü günü şunları yazdı: "150 yıl, gericilik üstte, Devrim altta güreşti. Meşrutiyetten sonra boğuşma bitmedi. Yalnız bu yolda 50 yıldır Devrim üstte, gericilik altta güreşiyor... Gericiliğin zaafı, Milletten kopmuş bir avuç azınlık oluşudur....gericiliğin kuvveti, korkunç derecede uysal ve esnek oluşudur. Bizans; hatta Etiler çağından beri topraklarımıza kök salmış bulunan derebeğilik ruhu, ne vakit zor gördüyse, kırılmamak için eğilir, bekler. Gürsel gidip kum kalınca, yeniden başkaldırır. Tokadı yedi mi siner, anasına söğsen tınmaz. Kuzu postuna bürünmüş eski kurttur. Öyle suretihaktan görünmeyi bilir ki, kaleyi içinden fethetmek için, gerekirse devrimciden aşırı devrimci kesilir. Bir yol da suyun başını kesti mi, dizginleri eline geçirdi mi, dönekliğinin utanmazlığı idrakleri çatlatır." (Açık Mektup, s. 7). 

M.B.K.'NIN ELİNİ KOLUNU BAĞLAYIŞ 

Ne yazık ki, Açık Mektup'la haber verilenler fazlasıyla ortaya çıktı. "Başsız Deve"ye daha o zaman hendeği atlatma manevralarının başladığını ise, Gölgedeki Adam Parti dolayısı ile açıklıyor: "Bu partinin kurulamayış sebeplerinden bir başkası da Halk Partisi'nin aksi istikametteki gayretleridir. Komite üyelerinden bazıları Halk Partisi ileri gelenleriyle sıkı fıkı temas halinde idiler. Bu ileri gelenler, meydanın boşluğundan haklı olarak kendi partileri hesabına faydalanmak istiyorlardı... Komite içinde Halk Partisi hesabına çalışanlar yeni bir Parti kurulmasına şiddetle muhalefet etmişlerdir. Ve bu konu, 13 Kasım'a kadar temcit pilavı gibi zaman zaman ortaya getirilmiş, birçok anlaşmazlıklardan bir başkasını teşkil etmeye devam etmiştir." (D. S. Keza, 8) Buradaki Halk Partisi kimdir? Zafer kazanılır kazanılmaz, "Halkçı Program"dan, yalnız "Halk" sözünü alarak, Türkiye'nin Birinci Evren, Savaşında biti kanlanmış modern burjuvazisi ile antika Tefeci - Bezirgan sınıflarına (Eşraf ve agavata) Devletçiliğimizi destek yapan sosyal sınıf örgütüdür. Yani, örgütlü bir sosyal sınıf, daha 27 Mayıs doğarken, onun içine gizli ellerini, lamiselerini sokmuştur. 
O varken başkalarına "şiddetle muhalefet" edecektir; ta 14'leri temizleyinceye değin. 

"SINIF"A KARŞI, "GÖREVLİ" İKİRCİLİĞİ 

O yarışı kazandıktan sonra, kündeye geldiklerini sezen ihtilalciler, 25 Ağustos akşamı Jandarma Genel Kumandanı Tuğgeneral Abdurrahman Doruk idaresinde "Silahlı Kuvvetler Genel Kurul" toplantısını yaptılar. Oturum sonunda, 14'lerle temas yapmış delege şöyle konuşlu: "Bugün, bir subay olarak katılmakla benim de gurur duyduğum Silahlı Kuvvetler Birliğinin Türkiye'nin iktidarını re'sen kontrol etme durumuna gelmiş bulunduğunu müşahade etmekle, memleketin yakın geleceği için hepimizin inandığı ve sahibi bulunduğumuz fikirleri kuvveden fiile intikal ettirmek imkanına yeniden kavuşmuş bulunuyoruz." (D. S., Keza, 23). Bu, "Zinde Kuvvetler"in ikinci büyük illüzyonu idi. Geçmiş hayal kırıklıklarını göz önüne getirecek kadar uyanıktı da. Açıkça uyarıyordu: "Her defasında, elinde silah ve iktidarı birlikte tutanların, kendilerine duydukları güveni aşırı derecede büyük kıymetlendirmeleri yüzünden, gerekli ve normal tedbir ve tertiplere girişmek lüzumunu ihmal etmiş olmaları, siyaset cambazlarına meydanda istedikleri gibi hileli politika alım satımları yapmak fırsatını vermiştir. Memleketimiz bundan çok zararlı çıkmıştır. "Bugün, elimizde iktidarı kontrol etme imkânımız vardır diye, şu altında bulunduğumuz çatının cazip emniyetine sığınmakla yetinmenin yakın bir gelecekte ne büyük gaflet olduğu açıkça anlaşılacaktır." (Keza, 23). Bu uyarının yazıldığı gazete tefrikasının ortasında "Jandarma Genel Komutanı Abdurrahman Doruk ve Jandarma Subay Okul Komutanı Albay Necati Ünsalan"\n fotoğrafları var: Meyva, şişe, tabaklarla dolu sofranın ortasında iki Komutan koyu renk içki dolu bardaklarını dudaklarına götürmüşler... "Zinde Kuvvetler", bütün devletlular gibi, edinilmiş konforlu hayatlarına toz kondurmayacak bir "ihtilal" tavşanını Devlet arabasıyla tutmak istiyorlardı. Kendilerince haklıydılar. İnsan olarak hiç kimse, daha kötü bir hayat için daha iyisini feda etmek istemezdi. Bu insancıl eğilim sosyal sınıf durumunda ve bilincinde olmayan kişiler için en beklenmedik psikolojilere kapı açar. Hele o kişilerin, en modern burjuva uzmanları da olsalar, aslında küçük burjuva oldukları göz önüne getirilsin. Onların birinci karakteri kararsızlıktan başka ne olabilir? 

İKİRCİLİKTEN İKİLİĞE 

İlk M. B. K.'sini de, son S.K.B.'ni de çökerten hep aynı"tereddüt" oldu: "Ortada hazırlattırılmış ve kabul edilmiş bir anayasanın mevcudiyetine rağmen, Türkiye'ye yakın gelecekte verilecek siyasi statü hususunda hemen herkeste umumi bir tereddüdün derin izlerini müşahede etmemeye imkan yoktu." (D. S., Keza, 22). 

Örnek: Talat Turhan, 1965 yılı yazdığı aynı mektubun başında M.B.K.'ne antipati, sonunda 14'lere sempati gösterilir: 1- Antipati: "Şu kadarını söylemek isterim ki; tabii senatörlük müessesi bugün ne kadar şimşekleri üstüne çekiyorsa, Milli Birlik Komitesi üyeliği de Silahlı Kuvvetler içerisinde o kadar antipati ile karşılandı. Fakat o günün şartları altında kimse ağzını açarak bu konuda konuşmaya cesaret edemedi." (D. S., Keza, 17) "Neden ben değilim de o?" Her "zinde kuvvet"linin aklı bu açmaza düşmüştü. Bu, için için kaynamayı DP ve CHP'nin eski kurtları koklayıp geçerler miydi? Zinde kuvveti orasından yakalayıp kündeye getiren "Köhne Kuvvetler" tereddüdü kaldırdılar mı? "Bu müessesenin (M.B.K.'nin), Silahlı Kuvvetler mensupları için en haysiyet kırıcı tarafı, vatanseverliğin inhisar altına alınmış olduğunu görmeleri olmuştur." (Keza) 2- Sempati: "13 Kasım 1960 sabahı uyandığımız zaman duyduklarımız (14'lerin sepetlenmesi) sürpriz olmadı. "Bu tasarruf, 27 Mayısa gönül bağlamış olanları, 14 komite üyesinden daha çok müteessir etmişti... Bu kanaatte olanları (14)lerin adamı olarak nitelemek doğru olmaz... (Keza, 17, Mektup). Tereddüdün egemen olduğu bir toplulukta ne denli "zinde" olursa olsun, "külahını kurtaran kaptandır" parolası yer eder. Bu parolanın küçük burjuva dünyasında uygulanışı, zafer zamanı kayırıcılık, bozgun zamanı paniktir. 

KAPIKULU YOLDAŞLIĞI: KAYIRMA 

Kayırma, Orduda temizleme yapılırken görüldü. "Başta Cemal Gürsel olmak üzere bir kısım Komiteci, toptan bir emeklilik tasarrufuna taraftar gözükmemişlerdi. Bazı generallerin emir ve kumanda kademelerini işgal etmelerinde fayda mülahaza etmişlerdi. Ancak bu faydanın ne olduğu bir türlü ortaya konamamıştır. Cemal Gürsel ve bazı Komite üyeleri prensiplerin sert ve insafsız niteliği karşısında yenilmişler ve bir kısım yakın gördüklerine karşı vefa duygusu gösterişine girişmeyi, prensiplere bağlı kalmaya tercih etmişlerdir. Bunlar meram anlamayınca (bu yol "prensipçiler" onlara taş çıkartmışlar) Komitenin diğer bir kısım üyeleri de onlarla vefa yarışına girişmiş, bu sefer, herkes vaktiyle kendisinin medyun bulunduğu veya o günden kendine yakın görüp de ileride müzaheretini temin edeceğini tasavvur ettiği bir generalin eteğine yapışmakta ısrarla diretmişlerdir." Böylece "Zinde Kuvvetler"in zindeliğinde "iş parmak hesabına bindirilmiş"tir. (Keza) Generalden "Fayda mülahaza"sının "ne olduğu" ise, körkörüne, parmağım gözünedir: Egemen sınıf kendine en yakınları başta görmek ister.

12.Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder