31 Ekim 2018 Çarşamba

İsabet Etmişiz

İsabet Etmişiz….

Hasan Pulur

Televizyonda bir açık oturum; tabii “rüşvet” üzerine...    Sayın Başbakan savcıya esip gürledi geçenlerde, başka ne konuşulur ki! Ama, Sayın Başbakan gençlik günlerini aratmıyor: “Bu savcı” diye gürlüyor:

“Bizim gençliğimizde aşırı militanlar, üniversite kapısında bildiri dağıtırlardı, savcı onlar gibiydi.”

Başbakan, savcıya böyle söylüyor, sonra da, öyle parlıyordu ki:
“Dur bakalım, dur seninle görülecek hesabımız var!” diyordu.

***
Herhalde ağzının ucuna gelen cümleyi, Başbakan olduğunu hatırlayarak yutkunuyordu:

Oysa, cümle şöyle bitmeliydi:

“Çık dışarı, orada konuşalım.”

Dedik ya, Sayın Başbakan, başbakan olduğunu bir anda hatırlıyor, fren yapıyordu.

***
Biz tanımayız, bilmeyiz Sayın Başbakan niye bu kadar kızıp köpürmüştü ki?
Bilenlerden biri kulağımıza fısıldadı: “Oğlunu ikinci yolsuzluk davasına karıştırmak istediler!”

Haaa, şimdi iş değişir ama araya devlet girince...

Peki ama oğlunun günahı ne?

Bu belli olmadan, kızıp köpürmek biraz fazla değil miydi?
Kim ne derse desin babalarına kızıp, oğullarına bulaştırmak, katlanılır gibi değildir.

Onun için Sayın Başbakan’ın kızgınlığını, halisane anlayanlardanız, ama bu kadarı da fazla...

Bir de o savcıyı düşünsenize...

Adam, polise yasal emri “git şunları getir!” diyor. Polis, mızıkçı çocuklar gibi “bana ne?” diye omuz silkiyor.

Bir savcının adliye kapısında birileri dağıtır gibi belge dağıtması, hoş bir görüntü ve davranış değildir de, biraz böyle düşünsenize.

Televizyonda o gece Ankaralı genç gazeteciler, bir delikanlı vardı, bir de hanım kız...

Hemen hepsi iktidardan yanaydılar.

Bir kişi dışında... Saygı Öztürk...

***
Onu dinledikçe, isabet etmişiz, diye övünmeye başladık... Kabataşlılar Derneği, her yıl değişik mesleklerden bir seçim yapar?
Mesleğin kıdemli ismine sorarlar:

“Sizce kim?”

Mesela; “ Sizce bu Yılın gazetecisi kimdir? ”

Bize de sormuşlardı, hem de bu olaylardan önce, “ Saygı Öztürk ” demişiz.
Birkaç gün sonra sonuçlar açıklanıyor, bizim Saygı Öztürk dediğimiz ortaya çıkıyor.
Önümüzdeki günlerde açıklanacak...

“Hasan Pulur’un seçtiği gazeteci, Saygı Öztürk!”

İşte bizim isabet etmişiz, dediğimiz bu...

***

Çetenin Kilidi 4 İsim,

“Çetenin Kilidi 4 İsim”

Müyesser Yıldız

Ergenekon operasyonları sırasında İstanbul Emniyeti’nde CIA ajanlarını gördü, hayatı değişti. 4.5 yıldır hapiste. “Devlette bir çete var”  diye bağırıp, Genelkurmay Başkanlığı’nı uyaran ilk isim olan emekli Gazi Üsteğmen, Avukat Serdar Öztürk’e göre, “ Sahte belgelerle kumpas projelerini yürütenlerin”  başında 4 kişi var ve bunların “ruh sağlığı” kesinlikle yerinde değil. Cemaat için,“ABD’nin emrinde köle yapılanması”  diyen Öztürk, CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu’nu da, “ Tüm bu cinayetlerin faili, katillerle nasıl anlaşırsın. CHP bu işin altında kalır " sözleriyle eleştiriyor.

Öztürk’ü hep Silivri’de Ergenekon duruşmalarında görüyordum. Haberlerini alsam da 5 Ağustos’ta karar verildikten sonra bir daha görme şansım olmadı. Öztürk çocuklarından dolayı 2 ay önce Sincan Cezaevi’ne naklini istedi. Ve artık onun 3 kişilik ziyaretçi listesinde ben de varım.

İlk kez dün ziyaretine gittim. Silivri’den farklı olarak göz taraması değil, parmak iziyle giriliyor. Sincan F tipi ya, kapalı görüşlerin yapıldığı camlı bölmelerin önünde ayrıca demir parmaklıklar varmış, bunlar o gün kaldırılmış. Camın bu tarafındaki ailelerin, “Sevdiklerimizi daha iyi, daha net görebileceğiz”  sevincini görmeliydiniz!..

Serdar Öztürk tam saat 11.00'de camın arkasıydı. “Hoşgeldin Müyesser abla” diyerek telefonu kaptı. Küçük oğlu Berke’nin zamanını çalacağım için çok huzursuzdum. O yüzden hızlı hızlı konuştuk. Sesinde, son gelişmelerin mutluluğu hissediliyordu. Kolay mı, 4.5 yıldır “Çete var!..”  diye bağıran oydu. Nihayet devletin en tepesinin de itiraf ettiğini görüyordu.

“Benim tarihe kayıt düşmek için verdiğim dilekçeleri incelesinler, tüm isimler, deliller orada var” dedikten sonra, “kumpasın” başındaki 4 isimden bahsetti. Hakkında açılan o kadar çok dava var ki, yeni davalarla boğuşmaması için onun açık açık söylediği bu isimlerden baş harfleriyle söz edeceğim. İşte Öztürk’ün o iddiaları:

“Tüm projeyi yürüten R.G., A.F.Y., M.E. ve A.P.’dir. Maalesef bunlar ruh sağlığı yerinde olmayan insanlar. R.A’ya saldırıyorlar, ama onun kapasitesi bu işlere yetmez. 2006’da AB’ye terör kursu adı altında bunlardan hangisi gitmiş, ABD askerleri tarafından nasıl eğitilmiş onu araştırsınlar. Acilen yapılacak işlerden birisi de HSYK dahil, özel yetkili mahkemelerin kaldırılmasıdır.”

GEMİYİ BATIRMAYA ÇALIŞIYORLAR

Cezaevinde, “AKP ve Gülen’i Kurtarma Planı”  isimli koca bir kitap yazan Serdar Öztürk, şimdi Erdoğan-Cemaat savaşına nasıl bakıyor? Şunları söyledi:
“Bu işler tarihte hep böyle oldu. Birbirlerine düşmesi kaçınılmazdı. Ancak karşımızda bir legal, bir de illegal bir yapı var. AKP gelir gider, ama tehlikeli olan illegal yapılardır. Erdoğan’ı anlıyorum; İktidar olabilmek için bunlara yol vermek zorundaydı. Ama ne kadar tehlikeli olduklarını gördü. Cemaat tam bir köle yapılanmasıdır. Hem kendi içinde, hem ABD karşısında. ABD ne derse, onu yapmak zorundadır. Bu ekip bir yandan gemiyi batırmaya çalışıyor, bir yandan da ‘kaptan kasayı soyuyor’ diye bağırıyor. Kaptan değiştirilir, ama gemi batarsa, yapacak birşey kalmaz. Asker olarak şöyle düşünüyorum; Tankla, bir de piyade tüfeğiyle saldırıya uğruyorsunuz. Hangisi daha tehlikeli, en önce hangisini yok etmeli? Elbette tankı.”

Serdar Öztürk’ün, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’na da ağır eleştirileri oldu. Önce Gazeteci Soner Yalçın’ın, “Gelen yeni bir koalisyon hükümeti mi? Gül+Gülen ve CHP!.. CHP, ‘Gestapo’ ile örtülü bir işbirliği yapabilir mi? Tarih affeder mi?” tespitlerinin çok haklı ve doğru olduğunu belirtti, ardından ekledi:
“Yaşanan tüm cinayetlerin failleri, katilleriyle nasıl anlaşırsınız? Kur’an-ı Kerim’e göre, kafire hizmet eden kafirdir. Kılıçdaroğlu bu işin altında kalır.”

KÖPEK KULÜBESİNDEN HABERLER

Gelelim Serdar Öztürk’ün sağlık durumuna... Güneydoğu Gazisi olduğunu, vücudunun yarısında şarapnel parçaları bulunduğunu, Silivri’de ölümcül “uyku apnesi”ne yakalandığını, özel tedavi görmesi gerektiğini, nihai testler için Haziran 2014’e gün verildiği, Silivri’den getirdiği spor aletleri, hatta tartısına el konulduğunu biliyorsunuz. Sincan L tipine naklinin “terörist” olduğu gerekçesiyle reddedildiğini ve GATA’ya sevki için uğraştığını da...

Peki son durumu ne? Annesi Başak Öztürk üzülse bile, bir Gazimizin gördüğü muameleyi gözler önüne sermek için anlatmam gerektiğini düşünüyorum. İşte kendi ağzından sağlık durumu:

“Silivri’de zorla da olsa yürümeye çalışıyor, diyet yapıyordum. 2 ayda 15 kilo vermiştim. Ama burası bir köpek kulübesi kadar. Hareket edemiyorum, yeniden 8-10 kilo aldım. Kilo almam demek, şeker hastasına şeker verilmesi gibi birşey. Nefes alamıyorum. Yemek yemiyorum. Sadece domates, peynir yiyerek kiloyu engellemeye çalışıyorum.”

Görüşte ilk sorum, “Sincan’a alıştın mı?” olmuş, o da “Cezaevine alışmak mı? Asla!..” demişti.

“Köpek kulübesinde” bir Gazi... Bizim de alışmamamız, kabul etmememiz, o ve diğerleri için daha çok şeyler yapmamız gerekmiyor mu?
Serdar Öztürk’ün tanıyan, tanımayan herkese teşekkürleri ve selamları var.
Silivri, Hasdal, Hadımköy, Maltepe, Sincan, Mamak ve Şirinyer’e kucak dolusu Sevgiler…

***

Fedaiyim, Bahtiyarım.,

Fedaiyim, Bahtiyarım.,

Dr. Doğu Perinçek

Biz Ergenekon ve Balyoz tutukluları,  Nöbet yerlerimizde altı-yedi yıldır sevdiklerimize kavuşacağımız, evlerimize döneceğimiz günü bekliyoruz.

Şehit olanlar geri döndülermi kardaşım?

Şu anda evimize dönmeyi düşleyebilecek konumdayız. Fakat... birden o müthiş soru karşıma dikiliyor: "Şehit olanlar geri döndüler mi kardaşım?"
Bu soruyu "Can kardaşı" olmaktan mutluluk duyduğum, ağabeyim Cemalettin Korkut 1 Kasım 2013 günlü mektubunda sormuştu. O gün onun asker ocağına girişinin 72. yıl dönümüydü. Şimdi 90 yaşını arkada bırakmış kendisine şöyle sesleniyor: "Fedaisin, fedai kalacaksın, Ey Korkutoğlu Cemal!"

O soru bir çivi gibi saplandığı yerde beynimi kanatıyor: "Şehit olanlar geri döndüler mi kardaşım?"
Kuddusi Okkır evine geri dönecek mi?

Prof. Dr. Uçkun Geray kardeşim sevdiklerine sarılacak mı?

Dz. Kur. Alb. Berk Erden, Dz. Yb. Ali Tatar, Jnd. Alb. Abdülkerim Kırca'nın yollarını gözleyenler, hasretlerine kavuşacaklar mı?
Çanakkale, Kafkas, Yemen ve Sakarya şehitleri evlerine ne zaman dönecekler?

Fedainin çağrısı ve fedaiye çağrı Sakarya Şehitliği Müzesi'nin kapısında bir cam fanus varmış. İçinde meçhul bir şehidin kuru kafası. Alnında kırmızı kanla şu yazıyormuş: "Beni hatırla, kanımı kanla öde!"

Kuşkusuz, şehidin kendisi yazmamıştır o yazıyı. Çünkü son damlasını veren fedainin bizden hiçbir şey istemeyeceğini biliyoruz. Her şeyini veren erdemlinin, alacağı bir şey de kalmamıştır. Alacağını içine koyacağı bir kasası, bir kesesi, bir cüzdanı, bir cebi, bir banka hesabı, bir ayakkabı kutusu yoktur artık.

Bizden hiçbir şey istemeyen fedainin bizden tek şey istediğini yine bizler icat etmişizdir. Zora düşünce hep onlara başvururuz ve topluma döner, fedailerin bizden fedai olmayı istediklerini söyleriz. Firdevsî, şehitlere "yattığınız toprağın altından kalkın" diye seslenir. Nâzım Hikmet de, bağımsızlık elden gidince, Kuvayı Milliye şehitlerine "Mezardan kalkmanın vaktidir" diye çağrıda bulunur.
Fedai, hatırasıyla da bizim için vardır. Fedainin anısı, yine bize vermek için yaşar. Şehidin kuru kafası bile, bize fedainin çağrısını yapmaktadır. Kendini vererek toplumu yaşatma çağrısıdır bu.

Toprağın altındaki fedai, bu çağrıyı yaparken tellal değildir. Belediye başkanından ve düğün sahibinden bahşiş almayacaktır. Tepeden tırnağa karşılıksız vermeye devam etmektedir. Hatırlanmayı istemek dahi bir fiyattır. Fedaiyi satın alamazsınız. Çünkü her şeyini vermiştir. Fedainin namusunda karşılık yoktur.

İlk kıvılcımı yakanların ödülü.,

Hiçbir toplum, fedainin yüzyılların içinden gelen o çağrısını duymadan yaşayamaz. Kabile toplumu, feodal toplum, kapitalist toplum, sosyalist toplum, hep fedailerle kurulmuş, fedailerle var olmuştur. O nedenle fedai, hangi iklime giderseniz gidin, son rütbedir.

Her yerde sizi bir Hallacı Mansur karşılayacak ve size şu büyük hakikati bildirecektir: "Her gerçek bir fedai ister. İlk kıvılcımı yakanlardır, en yüce fedailer."

İlk kıvılcımı yakmanın bütün iklimlerdeki ödülü, yanmaktır; kurşuna dizilmektir. Madalyası, boynundaki iptir. Fedai, darağacında en yüce makama çıkar. Erenler, "Miracımız dardır bizim" diyorlar. Bir dava uğruna insanın nesi varsa sonuna kadar her şeyini vermesi, bütün toplumlarda miraçtır. Miraçta ki bahtiyarlık
Fedai, feda ederek bahtiyar olur.

Bana bu yeni yıl yazısını yazdıran, sevgili arkadaşım Prof. Dr. Tülin Oygür'dür. 19 Kasım 2013 günü şöyle yazıyordu:

"Gazi Üniversitesi'nde bölüm başkanıydım. Bir öğretim üyesi olarak en verimli denebilecek dönemimdeydim. Türkiye şartlarında iyi maaş alıyordum. Ama gözümü ve yüreğimi Türkiye gerçeklerine kapatamazdım. Kendini çok sevenlerden olamazdım. Kendi şartlarımız ne kadar iyi olursa olsun, yanı başımızdaki yoksulluk, ülkemizdeki gericilik, dünyadaki büyük sömürü, bizi kanatan yaradır. Anlarsınız ki, yaşamınızı anlamlı kılacak tek şey, verebileceklerinizi çıkarıp vermektir.

"2012 yılı yazında bir gün Toros Sokağa gittim. İçeri girdim ve 'Partiye kaydolmaya geldim' dedim. Artık İşçi Partiliydim ve Nâzım Hikmet gibi bahtiyarım.

"Kendi rahatını bilme kültürü ortamında kendimi yalnız hissediyordum. Artık kendimi yalnız hissetmiyorum. 'Feda olsun' sözünün toprak gibi, güneş gibi doğal durduğu böylesi bir topluluk içinde, ancak bahtiyar olunur."
2014 yılında bahtiyar olmanızı diliyorum.


***

2013’ten 2014’e Geçerken: Gezi, Yolsuzluk ve Sandık

2013’ten 2014’e Geçerken: Gezi, Yolsuzluk ve Sandık


Utku Çakırözer

Dün sona eren 2013’ün akıllardan gitmeyecek olayı Gezi Parkı Direnişiydi. On bir yıllık AKP iktidarının baskıcı, müdahaleci politikalarına halk ilk kez kitlesel bir biçimde isyan etti. Sadece Taksim Gezi Parkı’nda da değil, yurdun dört bir yanında günlerce meydanlardan inmedi. Hem de polisin görülmemiş şiddetteki müdahalesine rağmen. 

2014’ün en konuşulanın ne olacağı ise daha ilk günden belli: Sandık! 
Bu yıl, önce yerel seçimler, ardından Cumhurbaşkanlığı seçiminin önemi zaten biliniyordu. Ancak 2013’ün son günlerinde patlayan yolsuzluk soruşturmaları, bu seçimlerin niteliğini değiştirdi. 

Seçimler birçok Siyasi aktörün geleceğini, kaderini belirleyecek. 

Bunların başında Başbakan Erdoğan geliyor. Gezi protestoları ve yolsuzluk operasyonları öncesinde hedefi Çankaya Köşkü idi. Aldığı tüm darbelere karşın hedef hâlâ aynı. Yerel seçimde yüksek oy almak ve dört ay sonra yapılacak Çankaya seçiminde halkın oylarıyla seçilecek ilk Cumhurbaşkanı olarak tarihe geçmek. Peki, bu hedef için nasıl bir kampanya yürütüyor? 

Yolsuzluk operasyonunu yapan Emniyet birimlerine yönelik tasviye ile yetinmeyip savcıyı halka meydanlarda şikâyet etmeye başladı. Gezi’de olduğu gibi, yolsuzluk soruşturmalarının da arkasında “iç ve dış komplo” olduğuna halkı inandırmaya çalışıyor. Görünen o ki, seçimde alacağı destekle kabinesine, bakanlarına ve hatta aile bireylerine uzandığı ileri sürülen yolsuzluk iddialarını yargıda değil, sandıkta aklamak istiyor. Geçmişte kazandığı oy oranını yakalaması halinde kendini aklanmış da sayacak. 

O nedenle “ Sandık ” öncelikle Erdoğan’ın kaderini belirleyecek Kaderleri birbirine bağlı 

Erdoğan’ın kaderi, AKP’yi birlikte kurduğu yol arkadaşı Cumhubaşkanı Abdullah Gül’ün durumuna da netlik kazanacak. Yerel seçimde alınacak düşük oy Erdoğan’ın Köşk yolunu kapatırken, Gül’ün ikinci kez seçilmesi olasılığını güçlü biçimde gündeme getirebilir. 

Yolsuzluk operasyonuna karşı meydanlarda yüksek sesle işlemeye başladığı “paralel devlet”, “devlet içinde çete” söylemleriyle Başbakan aslında Fethullah Gülen Hareketi’ni de sandıkta oylatacak. Erdoğan’ın oylarındaki düşüş de yükseliş de kaçınılmaz biçimde “Cemaat” ile bağlantılandırılacak. Erdoğan’ın zayıflamasıyla eli güçlenecek olan Cemaati, tersi durum yaşanırsa zor günler bekliyor olacak. 

Kılıçdaroğlu da oylanacak 

Kader seçimine giren bir diğer aktör CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu. Sadece soldan isimlerle değil, geniş halk kesimlerine hitap edecek geniş yelpazede adaylarla meydana çıkan CHP de kampanyasını yolsuzluk ve rüşvet operasyonu üzerine kuracak. CHP son seçimlerdeki oyu yüzde 26. Bu oyu kazanması Kılıçdaroğlu’nu rahatlatmaz. İki psikolojik sınır var. Birincisi tüm oyların en az yüzde 30’unu almak. İkincisi ise AKP’nin kalesi İstanbul’u kazanmak. 
İşte bu noktada CHP’nin İstanbul adayı Mustafa Sarıgül, alacağı oylarla sadece kendinin değil, aynı zamanda Kılıçdaroğlu’nun da kaderini çizecek. 

***
Kaderleri birbirine bağlı siyasetçilerin yarışında bakalım kim gülecek, kim ağlayacak...  
Yeni yıl ‘özgürlük’ getirsin En büyük dileğimiz Tuncay Özkan, Hatice Duman, Deniz Yıldırım, Füsun Erdoğan, Hikmet Çiçek, Turhan Özlü ve Erol Zavar’ın da aralarında bulunduğu 64 meslektaşımıza yeni yılın “özgürlük” getirmesi... Dışarıdayken “tutsak” düşen arkadaşımız Bünyamin Aygün’ün bir an önce sağ salim ailesine kavuşması... Ve hepimize özgürlük ve demokrasi dolu bir yıl...

***

Yeni Yıl Neşesi niyetine

Yeni Yıl Neşesi niyetine


Selcan Taşçı


Yılın ilk gününe -vurgunun, talanın, yalanın, dolanın, gafletin, ihanetin, dalaletin, sefaletin gölgesinde ne kadar mümkünse- neşeli başlayalım ki bütün senemiz tebessümle dolsun diye dünkü gazete köşelerinden bir seçki yaptım sizin için...
İlki Zaman’dan Abdülhamit Bilici’den. Özetle  “PKK ile bile müzakere yapılırken, camiayı Türkiye için en büyük tehdit gibi gösterme seferberliği ibretlik...” diyor.

İlahi Sayın Bilici, “PKK”  kim-ne-hani nerede? Öyle bir  “şey” var mı ki! “Süreç” kapsamında  “İmralı” diye değiştirmemiş miydiniz ismini? Ayy pardon  “İmralı” Öcalan’ın kod adıydı; PKK  “Kandil” diye anılıyordu değil mi?
Bir diğer “yüzümüzü güldüren(!)” adam İhsan Dağı. “İster cemaate mensup olsun, ister Kemalist, ülkücü veya Alevi, vatandaşların kimliklerinden dolayı ayrımcılığa uğraması kabul edilebilir değil” miş. E, kendi gazetenin referandum öncesi yargıyı hedef alır biçimde ‘Alevilerin arka bahçesi’ manşetleri atmasını niye kabul ettin o zaman? Yine kendi gazetende “Alevi subaylar”a dönük kara propaganda yapılmasını niye kabullendin? 

  1 Ocak bugün, ama belli ki sen bu satırları 1 Nisan sanıp da “şaka” niyetine yazdın!

Üçüncü  “ Gülmece-güldürmece ”  Bülent Korucu’dan.  “ Gazetecilik mesleğinin yediği darbe” den muzdarip beyefendi:

“Yalan haber diz boyu...” 

Yahu senin gazeten, hem de o darbe yemesine dertlendiğin gazetecilik mesleğini onuruyla, şerefiyle yapan insanları -alenen yalan söyleyerek- hedef gösterdi! Yalan haberlerle linç etti, itibarsızlaşmayı denedi! Daha fenası, senin gazeten, haberinin “yalan”  olduğu belgelenmesine rağmen “yalanından mağdur olan gazeteci meslektaşlarından”  bir özür dahi dilemedi. Düzeltme yapmak yerine sağıra yatmayı tercih etti! Şimdi sen böyle boğazına kadar yalana batmış sayfalardan “yalan diz boyu” diye çığlık atarken kendin karikatürize ediyorsun kendini!

Veee işte o; 007 Taha Kıvanç kod adlı Fehmi Koru;

“Paris’teki PKK bürosunda işlenen üç cinayete dahi Câmia’nın işi denmesi” ni hayretler içinde anlatıyor;
“Ergenekon” adı takılan  “torba dava”yı  “Agarta”ya dayandıran -hiç ucu Tibet’e, Mu’ya, Atlantis’e varan zırvaları anmıyorum bile- Teşkilat-ı Mahsusa eylemlerinden Dersim’e ve hatta PKK’nın kuruluşu da dahil, neredeyse esen yelin bile, Silivri’de zulüm gören milliyetperver insanlara yamanmaya çalışıldığı ülke Papua Yeni Gine değildi herhalde!

İyi ki bittin 2013...

Türkiye Cumhuriyeti’ni uçuruma sürükleyenler ve işbirlikçilerinin kendi kendilerini yalanlayacağı, birbirlerinin maskelerini düşüreceği, itirafçıya dönecekleri daha nice aylara inşallah; bu  ülkenin yeni “çağı”nın başlangıcını 31 Mart sabahı kutlamak ümidiyle...

İstihbaratçısın haberin yok!

Başbakan “12 Eylül referandumunda yanlış yaptık” dediğine göre şimdi sıra “yanlış yapanı destekleyerek”  daha büyük yanlış  yapan “yüzde 50”de!  “30 Mart” gibi bulunmaz bir “yanlıştan dönme” fırsatı var  önlerinde.
Dünkü gazetelerde, Mersin ve Gaziantep’teki “dinleme skandalları” -bu tür olaylar muhaliflere yönelikse etinden, sütünden, sesinden, görüntüsünden her türlü nemalandıktan sonra sümenaltı ediliyor da, iktidardakiler ’mağdur’olduğu vakit ’skandal’oluyor ne hikmetse- üzerine  “Dinleme işlemlerinin yapıldığı birimlere, ucunun nerede olduğu tahmin edilen, ’Paralel bir hat’çekildi mi?”   diye soruyordu AKP’nin kalemşorlarından biri.

İçişleri Bakanı Efkan Ala’nın dikkat çektiği gibi bir  “paralel istihbarat”  mevcutsa “bunu yapanların yakasına yapışılıp hesap sorulmasını” istiyordu?
Böyle bir durumda -öncelikle- hesap sorulması gereken bir ülkenin istihbarat ağını bertaraf etmeyi becerebilenler midir yoksa kendi mahremini bile korumayı beceremeyen istihbarat servisi mi?

Yine yeni bir “ Bahçıvansın biberin yok ” hikayesi;

Bahçıvansın biberin yok, biricik işi  “haber almak” olan, bunun için her türlü imkan, kadro ve yetkiye sahip olan istihbarat teşkilatısın haberin yok!
Başka  “ Skandal ” arama!

***


Halkın Tarih Yazacağı Bir Yıla Girdik

Halkın Tarih Yazacağı Bir Yıla Girdik


Necati Doğru

Giden yıl hüzündür. Gelen yıl umut. Halkın tarih yazacağı yeni bir yıla girdik. Yeni yılınız kutlu olsun.
Seçimle getirdi.
Kutuları Rüşvet doldu.
Seçimle Gönderecek.
Tarihleri halk yazar.
2014 tarihi Dönüm olacak.

11 yıldır korkutan.
11 yıldır sindiren.
11 yıldır susturan.
O olmuştu.
Yeni yıla girdik.
Şimdi korkan o oldu.
Bir kutudan ödü kopuyor.

* * * 
Bir karton ayakkabı kutusunu, uzun namlulu suikast tüfeği gibi görüyor. Kıtalararası balistik füze sayıyor. Kitle imha
silahından daha öldürücü buluyor. Yanında 170 korumayla gezen Başbakan’a ayakkabı kutusunu uzaktan göster; koca Tayyip panikliyor!
İçi boş, rengi soluk.
Dilsiz, elsiz, ayaksız.
Karton kutuya bakıyor.
Korkudan dehşete düşüyor.
Çatal yürekli, altın kalpli, gerçekten halk gibi halk Akhisarlı Nurhan Gül, meydana bakan evinin çatı balkonunda elinde
bir karton ayakkabı kutusunu “yeni mağduriyet narkozuyla afyonlama masalı anlatmakta olan Başbakan’a gösterdiğinde”
suikastçı, balistik füze ateşleyicisi sayıldı.
Polisler evi bastılar.
Nurhan kapıyı açmasaydı.
Koçbaşı getirmişlerdi.
Kapıyı kıracaklardı.

* * * 

Türkiye’yi ne Hale getirdi!

Türkiye’yi  İbiş ülke yaptı.

Bir karton ayakkabı kutusunu 100 metre uzaktan göstermek bile “yılın annesi Akhisarlı Nurhan Gül’ün ifade özgürlüğünü yok etmeyi” kabule zorlanan ülke olduk!
Bir karton kutu görüyor:

Akhisarlı Nurhan’ın konut dokunulmazlığını ihlal etmeye, yasayı savunan soruşturma savcısı Muammer Akkaş’ı linç etmeye, hukuk devletini polis devletine çevirmeye, oğluna kadar geleceğini haber aldığı soruşturmayı kendine bildirmediler diye Türkiye ölçüsünde 800 Emniyet mensubunu, hiçbir gerekçe göstermeden, yerlerinden etmeye, adaleti rüşvet doları dolu bir ayakkabı kutusunda öldürmeye karar verecek kadar kendinden geçiyor.

* * *

Giden Yıl Zavallıdır.

Türkiye’nin Başbakanı olacak, bir Karton kutudan korktu; “Bırakın yolsuzluğun dibine kadar gidilsin” diyemedi. 11 yıl “askeri vesayet önümüzü kesti” diye bağırıp, 11 yılın sonunda yolsuzluğu örtmek için “devlete paralel Fethullah vesayeti önümüzü kesiyor” mağduriyeti üretti.

Fethullah ile Birlik oldu.

Vesayetçi askerleri(!) hapse koydu.
Şimdi Fethullah’a da vesayetçi diyor.
Halk bu kadarını artık yemez.
Türkiye Akhisarlı Nurhan’ın ülkesi. Halkın tarih yazacağı bir yıla girdik.
Gelen yıl umuttur.

Yeni yılınız kutlu olsun.

***

Tayyip'te Bilal Paniği!

Tayyip'te Bilal Paniği!

Sabahattin Önkibar

Bir Başbakan meydan meydan dolaşıp sıradan bir savcıyı bu şekilde niye hedef alır?
-"Seninle daha işimiz bitmedi.
-İş takipçisi.
-Militanlar gibi bildiri dağtıyor."
Muharrem İnce bu durumu "Bilal korkusu", Kemal Kılıçdaroğlu ise "Abdestine güvenmemesi" diye yorumluyor...
Savcının engellenen ikinci dalga operasyonda Bilal Erdoğan'ın yanı sıra büyük ihaleler alan çok sayıda müteahhidin kurtarıldığı dillerdedir.
Söyleyin; değil böyle bir tabloda, zerre bir fısıltıda bile Başbakan'ın hodri meydan demesi gerekmez mi?
Reza Zarrab itirafçı olur korkusu
Tayyip Erdoğan'ın bunu yapmayıp operasyon kararını veren savcıyı alanlarda yargı hükmü olmaksızın "iş takipçisi" diye suçlaması hukuka suikast değil midir?

Bir Başbakanın, yolsuzluk operasyonunun merkezinde olan Reza Zarrab gibi somut suç unsurları ile yakalanan bir şüpheliye yargılama sürecinin başında arka çıkması ve onu medya önünde peşinen dürüst ilan etmesi adliyeye örtülü talimat değil midir?

Bu sözler üzerine muhalefet Başbakan'a dönüp, "Reza Zarrab'ın itirafçı olmasından mı korkuyorsun ki, ona ben arkandayım mesajını veriyorsun" diye bir soru sorsa ne cevap verecek?

Aynı şekilde evinde ayakkabı kutularının içinde 4,5 milyon dolar ile suçüstü yakalanan banka müdürüne yine peşin bir hükümle arka çıkmanın bırakın hukuk, hangi kanunda yeri var?

Bir Başbakan'ın görevi, işlenen cinayetin faillerini aramak mıdır, yoksa üstünü örtmek mi?

Eğer ikincisi ise insanların zihnine "yoksa Başbakanın o cinayetle bir alakası ya da ilişkisi mi var" gibi bir kuşku düşmez mi?

Düşeceğine ve Tayyip Erdoğan'ın bunun farkında olacağına göre, buna rağmen böyle davranılıyor ise durum gerçekten vahim ötesidir; zira böyle bir risk ancak suçüstü hallerinde üstlenilir.
İmamın suç ortakları

Efendim, bütün bu tavırlar yargının içindeki çete'ye dur demek içinmiş!
Tekrarından imtina etmeyip soracağız, o çeteyi yeni mi keşfettiniz ve kim açtı önünü?

Siz değil misiniz "Ne istedilerse verdik" diyen?

Siz değil misiniz dün o çete ile beraber iş tutup bu ülkenin Ordusunu terör örgütü ilan eden?

Siz değil misiniz o çetenin tertipleri ile yüzlerce kahramanı hapsettirip darbe mugalataları yapan?

Siz değil misiniz bu çeteyi demokrasi mücahitleri diye selamlayıp millete takdim eden?

Siz değil misiniz Yargıtay imamının dava dosyasını Pensilvanya'ya gönderirken susan ve bunu bugüne kadar gizleyen?

Siz değil miydiniz bizzat oluşturduğunuz HSYK'yı yargının bağımsızlık tanrısı gibi sunan?

Ve o siz şimdi hiç utanmadan yolsuzluğu araştıran bir savcıya arka çıktı diye o HSYK'yı hain ilan edebiliyorsunuz.
Tamam devletin içinde bir değil birkaç çete var da onların tamamı sizin eseriniz!
Yıllar önce yargıda örgüt var dediğimizde bizi dava eden siz değil miydiniz?

Yeni Dosyalar

Size ilişince birden "Örgüt var" diye hoplayan siz, aslında onlarla suç ortağısınız; zira yıllar yılı yardım ve yataklık yaptınız ve açılacak olan soruşturmada siz de bunun hesabını vereceksiniz!
Bir başka şey, hiç utanıp sıkılmadan "TSK'ya kumpas kurdular" demiyor musunuz?
Peki, o zaman siz uzayda, Jüpiter de mi, nerede idiniz?
Tayyip Erdoğan değil midir kumpas dediğiniz o hadisede savcılığa soyunan?
Kumpas söyleminde samimi iseniz Hakan Fidan olayında olduğu gibi hemen harekete geçsenize!
Yok sizin maksadınız, üzüm yemek yani TSK'ya sahiplenmek değil, bağcıyı yani cemaati süpürmek için TSK'yı sevenleri yanınıza çekmeyi istemektir.

Biz bu oyuna gelmeyiz ve adına F tipi denen o çete ile dün olduğu gibi bugün de yarın da boğuşuruz. Ama biliniz; bizim gözümüzde sizin onlardan zerre farkınız yok.
Hülasa telaşın ötesinde paniktesiniz; zira sırada başka dosyaların olduğunu biliyorsunuz.
Bunun için komplo diyerek yeni bir algı peşindesiniz ama gayrı mızrak çuvala sığmıyor.
Bittiniz, tükendiniz, suçüstü oldunuz ve hesap vereceksiniz!

NOT: Bütün Okurlarımın yeni yıllarını kutluyorum.

***

Yeni Bir Gün Doğuyor

Yeni Bir Gün Doğuyor


Melih Aşık

Yeni bir gün gibi ufuktan doğuyor yeni yıl... Neler getirecek tam bilemesek de nelerin gittiğini hep birlikte görüyoruz.

Örneğin... Biten yılla birlikte İslamcı siyaset bitiyor, Müslüman maskesiyle siyasete girenlerin karizması sönüyor.  İç politika hırsızlık, dış politika yalnızlık çukurunda debeleniyor. Mısır’da darbeyle bitirilen istismarcı siyaset, Türkiye’de iç kavga sonucu fiyaskoya dönüşüyor... Nihat Genç bunu Odatv’de güzel anlatıyor:

“İki İslami örgütün iç savaşı, bir savaştan daha çok anlamlar taşıyor. Anayasa hukuk tanımazlıkları bir yana, gizli gündemleri bir yana, seks kasetleri bir yana, Allah’ı, dini en pis işlerine alet etmeleri bir yana, sefahatları şatafatları bir yana, halkın parasını dünya tarihinde görülmemiş büyüklükte çalmaları bir yana, El Kaide’yi Suriye’de silahlayıp İran’a karşı savaştırırken arkadan İran’la kara para temizlemeleri bir tarafa, bir devlet için felaket denecek polisi savcısını ikiye bölmeleri bir tarafa, ordusuna işgal güçleri gibi kumpas kurması bir tarafa, yazarlarına suç inşa edip yalancı tanıklarla içeri tıkmaları bir tarafa, sayıştayı meclisten kovmaları bir tarafa, suçlamaları, iftiraları, ithamları, yalanları, yalıları, halkın parasıyla sövüşledikleri bankaları, maaşa bağlanmış kiralık liberalleri bir tarafa... İler tutar hiçbir yanları kalmadı...”

Laiklik, din ile siyasetin birbirini yozlaştırmaması için oluşturulmuş düzenin adıdır. Laikliği yok ederek varacağınız nokta işte burasıdır.

Hırsız imam...

Yaklaşık 11 yıldır ama özellikle şu son birkaç aydır adeta “hırsız” kelimesiyle yatıp kalkıyoruz. Hele hele konu siyasetten açılmışsa bu kelimeyi geçirmeden cümle kurmak neredeyse imkansız. Sadece sohbetler değil, fıkralar da öyle... İşte size ülkemizde yazıldığı ihtimali güçlü olan bir hırsız fıkrası
Efendim, köyün birinde camiye bir hırsız dadanmış.

Cemaat her namaza durup imam “Allahüekber” dediğinde bu hırsız hem caminin içinde hem dışında faaliyete geçiyor, ne bulursa çalıyormuş. Bir gün, iki gün derkeeennn... Köylülerden biri hırsızı iş üstünde yakalamış, ne yapalım, nasıl bir ceza verelim diye köy ihtiyar heyetinin karşısına çıkarmış.
Uzun tartışmalardan sonra heyetten biri;

- Bu hırsızı camiye imam yapalım demiş, hem pişman olur hem de biz namaz kılarken gözümüzün önünde olur.
Ve hırsızı imam yapmışlar. Uzun süre köyden ayrı kalan bir köylü yıllar sonra geri döndüğünde hırsızı merak etmiş. İlk karşılaştığı arkadaşına sormuş:
- Şu bizim hırsız ne yapıyor, imam olunca uslandı mı, hırsızlıklar bitti mi?
- Ne gezer, demiş arkadaşı... İmamlığa devam ediyor ama hırsızlığı da sürdürüyor...

- O Nasıl oluyor?

- Allahı var artık çalmıyor. Hatta günde beş vakit, “Hırsızlık günahtır ey cemaat, aman ha...” diye vaaz bile veriyor.
- Ee...
- Ama iki adam tuttu onlara çaldırıyor... Malı yine götürüyor...

PARRA

Yeni yıl ikramiyesi bu yıl 50 milyon lira... Tabii ilgi de o denli büyük...
Hep merak ederim... Neden örneğin her ay verilen 2 milyon liralık ikramiyelere ilgi böyle değildir de rakam büyüyünce ilgi büyür...
Piyangoya hücum edenler az ve orta gelirli yurttaşlar olduğuna göre...
2 milyon lira onların neyine yetmemektedir?
50 milyonu alıp fabrika yatırımı mı yapacaklardır?
Anlaması zordur...

Bazı siyasetçiler de aynen... Çalmaya bir türlü nokta koyamıyor.
Bir milyon, üç milyon, beş milyon, on milyon, 100 milyon...
Adam doymuyor. Tabii kutuyu sürekli doldururken yakayı ele veriyor.
Oysa birkaç milyon çalıp bıraksa! Hem ömür boyu yetecek hem de hırsızlığa ortaya çıkmayacaktır...
Para insanın gözünü kör ediyor derler. Doğru...
Yolsuzluğun üzerine gideceğiz diyen Başbakan’a, ayakkabı kutusu gösterdiği için gözaltına alınan kadın, bize neyin üzerine gidildiğini gösterdi.

Gözde Bedeloğlu

***
Kamuda yeni servis: “Alo 155: Dahili numarayı biliyorsanız tuşlayın, bilmiyorsanız hükümet polisi için 1’i, cemaat polisi için 2’yi tuşlayın.”
Burak Özçetin

KAÇ

Savcı Muammer Akkaş’ın 41 kişi hakkındaki arama ve gözaltı talebi emniyetçe uygulanmıyor.
Şüpheliler bu fırsattan istifade kanıtları yok ediyor.

Bu arada iktidara çok yakın 7 işadamı ve iki şirket hakkında da yargıç Süleyman Karaçöl tarafından 25 Aralık’ta alınan tedbir kararı var. Bu işadamları; Abdullah Tivnikli, Latif Topbaş, Cemal Kalyoncu, Ömer Faruk Kalyoncu, Mehmet Cengiz, Usame Kutub ve Cengiz Aktürk... 

   Aradan bir hafta geçmesine rağmen bu tedbir kararı da uygulanmadı. CHP’li Aykut Erdoğdu, önceki gün Sokak TV’de, tedbir konulan paraların kaçırıldığı, malların ise süratle başkalarına devredildiğini anlattı.
Yargıda komplo varsa mahkemeye çıkmak ve aklanarak oyunu boşa çıkarmak gerekmez mi?

***

Yeni yılda Hükumete Yüz Nakli!

Yeni yılda Hükumete Yüz Nakli!


Arslan Bulut


     Akdeniz Üniversitesi’nde yüz nakli yapılan hastalar, yeni yıla yeni yüzle girerken, AKP hükümetinin yüzüne de estetik ameliyat yapıldı. Yolsuzluk operasyonundan sonra 10 bakan değiştirildi. Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanı olarak ilk konuşmalarından birini yapan Fikri Işık ise “Bugün yolsuzluktan filan bahsediyorlar. Önemli olan toplum vicdanıdır. Mahkemeler, bazen ‘kanunu uygulayalım’ der ama hukuku uygulamayabilir. Toplum vicdanının adalet terazisi hiç şaşmaz. Sayın Başbakanımız şiir okudu diye mahkûm edilmişti ama o kişi Türkiye Cumhuriyeti’nin Başbakanı. Biz o noktada önce Allah’a, sonra milletimize güveniyoruz” dedi. 

Tayyip Erdoğan da, “ Kararı Millet verir ” diyor! Peki millet, hırsızlığı onaylar mı?

***
Bu durumda, eski İçişleri Bakanı Muammer Güler’in deyimiyle, oğlunun “pinti” olduğuna inanacağız çaresiz! Muammer Güler, oğlunun yatak odasında yedi kasa ve para sayma makinesi ile 1.5 milyon dolar bulundurma sebebini böyle açıklamıştı. Yine Halkbank Genel Müdürü’nün evinde ayakkabı kutularının içinde 4.5 milyon dolar bulundurmasının sebebinin de “saflık” olduğuna inanacağız. Başbakan böyle demişti. Hem sonra bu para, imam-hatip lisesi yaptırmak içindi değil mi? Bir de Bosna’ya Yunus Emre Üniversitesi kuracaklardı? Yani genel müdür, bu parayı evinde dini amaçlar için saklıyordu! 
Önemli olan toplumun buna inanıp inanmadığı dır. Zaten, “isterseniz porno kasetlerini çıkarın, inanmayız” diyen destekçileri de var, bilmem neresinin kılı olanlar da... 

Bütün mesele, iktidarın eskiyen, çürüyen yüzünü yenilemekti, genç bakanlarla onu da yaptılar. 


***
Tıpkı Muaviye’nin Küfeli tüccarın erkek devesini Şamlılara dişi deve diye kabul ettirebilmesi gibi değil mi? İyi de bu çıplak gözle görünen yolsuzluklar ne olacak diye sorduğunuzda cevap hazır: İmam-Hatip yaptıracaktım!
- AB Bakanlığı ve Baş müzakereciliğe atanan Mevlüt Çavuşoğlu’nun babası Osman Çavuşoğlu da “Seviniyoruz, Başbakanımızı Allah gönderdi. Başbakanımızın takdiriyle de oğlum bakanlığa geldi. Türkiye’ye hayırlı olsun, Türkiye için çalışsın istiyorum” diyordu zaten!

AKP Bursa Milletvekili Hüseyin Şahin ise Başbakan Tayyip Erdoğan’ı överken “O’na dokunmak ibadettir” demişti! Tayyip Erdoğan, bu şirk kokan ifadelerle ilgili hiçbir açıklama yapmamıştı! 


***
CHP İstanbul Milletvekili, emekli müftü İhsan Özkes, Tekin Yayınevi’nden çıkan “Emevi Siyaseti; Dinin Saltanata Dönüşmesi” adlı kitabında “Emevi halifeleri kendilerini Allah, Kur’an ve Peygamber adına hareket edenler olarak tanıtırken, muhaliflerini de Allah, Kur’an ve Peygamber karşıtı göstermişlerdir. Hz. Muhammed’in sevgili torunu Hz. Hüseyin bile Yezit tarafından Kerbela’da Allah adına (!) hunharca şehit edilmiştir” diyor: 

“Şayet, ‘şeytanın dahi aklına gelmez’ diyebileceğiniz entrikalarla karşılaşıyorsanız ve bunların 1400 yıl önceki Emevi versiyonunu biliyorsanız, asla şaşkınlık içinde olmazsınız. Günümüzde yaşananlarla ilgili sanki ‘kimi siyasetçiler Muaviye ile sabah akşam görüşüyorlar mı?’ diye düşünebilirsiniz. Emevilerin uygulamalarıyla günümüz politikalarının bu kadar örtüşmesine ‘tarih tekerrür ediyor’ diyebilirsiniz.

O gün, Müslümanlar eğer haksızlık karşısında yekvücut olsalar ve Hakk’a ayna olmak için melun Yezit’e biati değil, baş vermeyi tercih eden Hz. Hüseyin’in yanında olmayı seçselerdi; İslam dünyası bugün kardeşlik, eşitlik, adalet, hakça paylaşım ve demokrasi konularında dünyanın yıldızı olurdu. Ne acıdır ki o günlerin baskı, şiddet ve istismarı günümüze uyarlanmış olarak devam etmektedir.” 

Kısacası, AKP’nin yüzü, Emevi yüzüdür vesselam!

***


Yeni Yılın İlk Gününde Türkiye

Yeni Yılın İlk Gününde Türkiye


Emin Çölaşan

Sevgili okuyucularım, 11 yılı aşkın bir süredir adına AKP denilen bir partinin baskı ve zulmüne, yolsuzluklarına tanık oluyoruz. Şimdi biraz belleğimizi tazeleyip, geride bıraktığımız şu bir yılı kısaca anımsayalım lütfen…
- Belli bir azınlık dışında, insanlarımız sabahları mutlu uyandı mı? Siz mutlu musunuz? Ayın sonunu rahatça getiriyor ve ailenizle birlikte insanca yaşayabiliyor musunuz?

- Evinizden dışarı çıktığınız zaman mutlu insanlar mı görüyorsunuz, yoksa herkes halinden şikayet mi ediyor?

- Durumunuz iyi mi? Memur, işçi, emekli, işveren, esnaf, çiftçi, ev kadını, öğrenci… Her gün bir sürü haksızlıkla mı boğuşuyorsunuz, yoksa her şey tıkırında mı?

- Ülkede torpil bitti mi? Yandaşlara, işbirlikçilere kıyak yapılıyor mu? Vatanın milletin malları eşe dosta, para babalarına peşkeş çekiliyor mu? – Emekliler ne durumda? En azından ayın sonunu getirmeleri mümkün oluyor mu?

- Çiftçi ne yapıyor? Emeğinin karşılığını alıyor mu? – Yolsuzluklar patladı mı, lağım sızıntı yaptı mı?

* * * 

Şimdi işin farklı boyutlarına bakalım. Dış politikada Türkiye’yi ve dünyayı uyutmaya kalkıştılar. Yanlış politikaları nedeniyle üç yeni düşman kazandık: Irak, İran ve Suriye. Türkiye’ye hiçbir zararı olmayan Suriye yönetimini ABD’den gelen emir doğrultusunda hedef aldılar ama avuçlarını yaladılar. Esad’a “Haydi defol” diye seslendi, cuma namazını Şam’da kılmaktan söz etti! Bu nasıl bir devlet yönetimidir, nasıl bir ağızdır?

* * * 

Ülkemizin her yerini yandaşlara satmayı sürdürdüler. Geçmiş iktidarlar döneminde yapılan tüm tesisler, fabrikalar, limanlar, madenler, köprüler, otoyollar, barajlar, elektrik santralları birer birer satıldı ve satılıyor. Yerli ve yabancı işbirlikçiler sıraya girmiş, Türkiye Cumhuriyeti’nin ulusal varlıkları bunlara peşkeş çekiliyor. Bunu örtbas edebilmek için malum şahıs yıl boyunca düzmece toplu açılış törenleri düzenledi. 11 yıllık tesisleri, bitmemiş binaları açmış oldu! Kim kimi kandırdı? – Cari açık korkunç boyutlarda. Bunu önlemek için bazı karanlık işler dönüyor. Açığı örtmek için her yıl ülkemize Katar, Suudi Arabistan gibi Arap ülkelerinden kaynağı belirsiz, niçin geldiği belli olmayan milyarlarca dolar kara para girişi oluyor. İran’a altın satmışız da yine birkaç milyar dolar gelmiş gibi gösteriliyor.

* * * * 
- Bir yılın çoğunu Abdullah-Tayyip sürtüşmesiyle geçirdik. Önümüzdeki ağustos ayında hangisi cumhurbaşkanı seçilecek!.. Karıları çoktandır küstü, şimdi kocalarının arasına da kara kedi girmiş oldu!

- Türk Ordusu dahil bütün kurumlar ele geçirildi. Türk Ordusu kışlasına çekildi. Hepimizin güvendiği ordumuz artık yok!
- Polis devleti olanca hızıyla bastırıyor. – Telefonlar yine dinleniyor.
- Toplum üzerindeki baskı inanılmaz boyutlarda. AKP, toplumu bu yolla sindirip korkutmayı, tepkisizleştirmeyi başardı!

- Ama en kötüsü, yargının iktidar tarafından ele geçirilmesi. Bir düşünün bakalım, vatandaş olarak yargıya güveniyor musunuz? Acımasızca karara bağlanan Balyoz davasını, gerekçeli kararı henüz açıklanmayan Ergenekon davasını düşünmekle kalmayın. Cezaevlerinde tam 138 bin hükümlü ve tutuklu var. Onların pek çoğunun uğradığı haksızlıkları, şu anda çok sayıda cezaevi inşaatının sürdüğünü de aklınıza getirin!

* * * 

- 2013 yılı boyunca da fakir fukaraya nohut, bulgur, fasulye paketleri dağıtmayı sürdürdüler! Ya kendilerinin süperlüks yaşamları!.. Ya kutulardan fışkıran milyonlar!.. Emirlerinde özel uçaklar, altlarında dünyada eşi benzeri çok az olan son model makam araçları, koruma orduları.. İnanılmaz bir saltanat.
- Onları bir gün olsun halkın arasında gördünüz mü?.. Bir gün sokağa çıkıp korumasız yürüdüklerine, bir sinemaya gittiklerine, toplumun içine karıştıklarına tanık oldunuz mu? Olmadınız çünkü korkuyorlar. Sürekli olarak ölüm ve öldürülme korkusu yaşıyorlar. – Toplum sürekli olarak yalanlarla uyutuluyor. Her olaydan bir propaganda malzemesi çıkaran ustalar bunlar! Kafalar karıştırılıyor, beyinler yıkanıyor, insanlar korkutuluyor ve amaca böyle ulaştıklarını zannediyorlar.

- İstanbul ve Ankara gibi büyük kentlerimizin belediyeleri 1994 yılından beri bu kafaların elinde. Ne değişti, hangi sorun çözüldü? İki santim kar yağınca bu kentlerde hayat duruyor, milyonlarca insana çile çektiriliyor.

- Medyanın çok büyük bölümü ellerinde. Bazı medya patronları zaten bunların adamı. Bazılarını ise korkutup dize getirdiler. Az sayıda gazete ve televizyon kanalı dışında medyadan bu yıl da ses, tavır ve eleştiri beklemeyin.
- Ellerindeki en güçlü silah din ticareti-din sömürüsü. Kendilerini topluma “Müslüman” diye yutturmayı başardılar. Fakat gelin görün ki, aralarında beklenmedik bir kavga çıktı. 
– Atatürk, tahammül edemedikleri en başta gelen varlık. Atatürk’ü belleklerden kazımak için ellerinden geleni yaptılar, siyaseti ve okul programlarını ona göre ayarladılar.

- Yolsuzluklar derseniz, en büyüğü yapılıyor. Kendi adamlarına, çocuklarına köşe döndürülüyor. Her yandaş, sıranın kendisine gelmesini sabırla bekliyor… Ve sabır gösterene sıra mutlaka geliyor!
 – Neyse ki son olaylar patlak verdi, milletin gözü biraz açıldı.
- Bunların döneminde demokrasi falan palavra. Tek adam yönetimi var. Tayyip ne derse o oluyor. İkinci bir adamları yok. Meclis emirlerinde, otomatik oy makineleri hızla çalışıp gece yarısı kanunlarıyla işi bitiriyor.
- İmralı’da Abdullah Öcalan’la Pazarlık masasına oturan yine bunlar. – Amaç, Öcalan’a af çıkarmak! 
   
   Onu salıvermek için Türk Ordusu’nun Balyoz davasında hapis cezası verilen subaylarını, Ergenekon’da yağdırılan cezaları kullanacaklar. Öcalan sayesinde belki onlar da kurtulmuş olacak.

- Yeni yıl zamları seçime kadar ertelendi. Bütçe açıkları ve cari açık dayanılmaz boyutlarda. Tek çareleri yeni vergiler getirmek, zamları birbiri ardına patlatmak.

* * * 

Bu iktidar yönetiminde bir yılı daha bitirdik, yenisine girdik. Ama şunu hiç kimse, özellikle umutsuzluğa kapılanlar asla unutmasın: Bu milletin yarıdan fazlası bunlara karşı. Dolayısıyla bunlar yakında gidici. Bugünden yarına olmasa bile gidecekler. Yalanlar, gerçek dışı beyanlar, kürsülerden atılan palavralar, tehditler, satılık yandaş medya gücünün çizdiği pembe tablolar, vurgun, yolsuzluk, hırsızlık, hepsi bir yere kadar. Suyu ısınan hiçbir iktidarın kalıcı olması mümkün değil. Üstelik 2014’te iki seçim var. Türkiye bunların yüzünden yine gerilecek, birbirine girecek. Bir ülkeyi Ankara’dan Tayyip, ABD’den Fethullah, İmralı’dan Apo yönetiyorsa, o ülke iflah olmaz. Bugün 2014’ün ilk günü. Bakalım başka neler olacak, hangi yolsuzluklar, hangi vurgunlar patlayacak, hangi yalanları söyleyecekler! 
Yeni yılınız kutlu olsun!

***

Dün Gece Her şeyi İstediniz, bir şeyi Unuttunuz!

Dün Gece Her şeyi İstediniz, bir şeyi Unuttunuz!


Mustafa Mutlu

Dün gece tamamınıza yakınınız bir şekilde eğlenerek girmeye çalıştınız yeni yıla...
Öyle ya; yılbaşı kutlamalarını günah sayanlardan olsanız; bu gazetede, bu sütunlarda işiniz ne?
Peki; ne dilediniz yeni yıla girerken?

***
Biliyorum; öncelikle sağlık...
Hele hele sevdikleriniz arasında hasta olan varsa, bu kaçınılmaz...
Sonra mutluluk...
Aşk...
Belki de evlilik!
Ya da tam tersi:
Tekdüzeleşen bir evlilikten kurtulmak ve huzur!
Çocuk...
Başarı...
İş...
Kazasız, belasız bir yıl...
Sevdiklerinize kavuşma...
Ve elbette para... Hem de en zahmetsizinden ve bolundan!
Başka?
Seyahat örneğin! Çok kişinin aklına gelmese de "dileyen" olmuştur muhtemelen...
Ve arkadaş...
Ne dilediyseniz, hepsine ulaşırsınız umarım!

***
Bir de ülkemiz ve tüm insanlık için istediklerimiz var elbette:
Barış her şeyden önce...
Kardeş kanının dökülmemesi...
Sonra bizi yönetenlere akıl fikir ve vatan sevgisi!
Felaketsiz, depremsiz, selsiz, yangınsız, soygunsuz, rüşvetsiz, ayakkabı kutusuz, bol adaletli, demokrasili günler...

***

Peki; kaçınız kendiniz için özgürlük istedi dün gece?
İtirazları duyar gibiyim:
"Canım, ben tutsak mıyım, neden özgürlük isteyecekmişim ki?.."
Evet; içeride ya da dışarıda... Hepimiz tutsağız eninde sonunda!
Bu kapitalist sistem; öylesine sardı sarmaladı ki çevremizi, paranın esiriyiz en azından!
Kendimizi ne kadar özgür sayarsak sayalım; paramız yoksa eğer, bulunduğumuz yer koca bir zindan!
Para yoksa yol yok, seyahat yok, konaklamak yok, eğlence yok!
Ama benim tam olarak dediğim; bu değil.

***

Düşüncenize ket vuruluyorsa...
Yazmanız, konuşmanız kısıtlanıyorsa...
Ayıplar, cıslar, yasaklar, cezalar durmaksızın artıyorsa...
Devlet her yerde ve her zaman karşınıza çıkıyorsa...
Boğulacak gibi hissediyorsanız kendinizi...
Durmaksızın izlendiğinizi, dinlendiğinizi, özel hayatınızın kalmadığını düşünüyorsanız...
Ve başlayan her gün birilerine "sayım" veriyorsanız...
Birileri durmadan vıdı vıdı edip beyninizin etini yiyorsa...
Sizin de özgürlüğünüz yok aslında!
Ama benim anlatmak istediğim; bu da değil.

***

Dün herkesin yukarıda saydığım şeyleri istediği saatlerde sizin aklınıza sadece "Özgürlük" dilemek geldiyse...
Yani Balyoz'dan, Ergenekon'dan, Askeri Casusluk ve Fuhuş davası gibi uydurma davalardan içerideyseniz...
Silivri'de, Hasdal'da, İzmir'de, Maltepe'de, Kandıra'da, Sincan'daysanız...
Dışarıda girilecek bir yeni yıla hasret kalmışsanız...
Karınızın, sevgilinizin dudakları, peri masalı kadar uzak geliyorsa artık ya da ananızın saçlarınızda dolaşan o yumuşacık elleri...
İstediğiniz kapıyı açıp, dilediğiniz yere gitmek; imkânsıza dönüştüyse uzunca bir süredir...
Ve dün gece 10'dan 0'a kadar sayıldığında, yani herkesin sarıldığı, öpüştüğü o anda, sizin yalnızlığınızı paylaşan tek şey gözlerinizden süzülen birkaç damla yaş olduysa...
İşte; benim anlatmak istediğimi bir tek siz anlarsınız o zaman!

***

Özgürlüktür; hakların en anası...
Hava gibi...
Su gibi...
Ekmek gibi ihtiyaç...
Büyümek, yaşamak, ölmek kadar haktır!
Siz, siz olun; özgürlüğünüzün kıymetini bilin:
Allah, yılbaşlarında özgürlük dileyeceğimiz günleri bize yaşatmasın!
BAŞBAKANZADE!
Bu yılın ilk saatlerini cezaevinde geçirenler arasında iki de bakan çocuğu vardı.
Tamam; gündüz saatlerinde ziyaretçileri gelip gitti de gece hapishaneye dansöz soktuklarını sanmıyorum!
Rutinleri bozuldu yani, bakanzadelerin; keyifleri kaçtı!
Başbakanzade ise... Hâlâ ortada yok!
Daha bir ay önce milletvekillerine hakaret yağdırırken, şimdi günlerdir babasının konutundan çıkmıyor; iddialara göre!
Allah kimsenin çocuğunu kızartmasın, morartmasın...
Ama en önemlisi böyle yüz kızartıcı iddianamelerin muhatabı yapmasın!

YILIN İLK SORUSU

Milli Piyango'da büyük ikramiye kime ya da kimlere çıktı? Bu talihli ya da talihliler, o paranın hakkını verebilecek birikime sahip mi? Değillerse... Parayı hakkıyla yemek için yardım isterler mi?
Her b.ku bilen beyler!
Günlerdir yandaş kanalları izliyorum; bütün çokbilmiş beyler ve bayanlar hep aynı cümleyi kuruyor:
"İktidar birkaç gün içinde cemaate yönelik bir operasyon başlatacak ve medyadan, polisten, yargıdan, iş dünyasından ve bürokrasiden çok sayıda ünlü isim tutuklanacak!"
İyi de... Nereden biliyorsunuz kardeşler?
Hepiniz casus bardağında yarım kalan sudan mı içtiniz?
Hepiniz CIA'da, KGB'de, MOSSAD'da mı yetiştiniz?
Hepiniz MİT'li misiniz, bitli misiniz?
Kim, neden sizinle paylaşıyor bu çok önemli bilgileri?
Savcının sol kulağı, emniyet müdürünün dinleme aleti misiniz?

***
Kusura bakmayın ama... Hiçbirinizin bildiği bir b.k yok aslında...
Sadece biriniz uyduruyor; geri kalanınız onun dediğini tüm ülkeye yayıyorsunuz!
Bu arada kendinize esrarengiz havalar verip, yandaş kanallardan banknotları cebinize indiriyorsunuz...Doğa; sizden soracak hesabını ama... Bekleyin!
Daha zamanınız var!

YILIN İLK İSYANI!
Al işte... Her şey aynı... Yine hiçbir şey değişmemiş!

***

Yeni Yıl 2014

Yeni Yıl 2014

Cüneyt Arcayürek.,

Bugün yeni yılın ilk günü. 
Bir gazetemize göre birçok il ve ilçede belediyeler sokakları ışıklarla süsledi. 
“Işıl şıl yeni bir yıl” diyor başlığında. 
Sokaklar ışıl ışıl. Peki, ya kafalar, yürekler?.. 
Aynı gazetenin bir yazarı eski yılı özetliyor: 
“On bir yılda (RTE’nin) inşa ettiği kibir dağlarına kar yağdı” diyor. 
Kâğıttan karizma dağıldı ve bir daha kendine gelemedi. 
Kötü bir yıldı! 
Artık partinin adındaki “ak”; ak değil! 

***
Yeni yıl daha iyi mi olacak? 

RTE devam ettiği sürece yeni yılın daha aydınlık günler içermeyeceğini söylemek için falcı olmaya gerek yok. 

Korku imparatorluğunun uygulamaları nedeniyle medyamızda görülmeyen yorumlar yoğun biçimde yabancı basında yer alıyor. 
RTE’nin geleceğinin artık parlak olamayacağını gerçekçi anlatımlarla yorumlayan bazılarından birkaç örnek verelim:

Financial Times’da yayımlanan yazı “Erdoğan’ın sonu mu” diye soruyor başlığında. 

“Erdoğan’ın ustalık döneminin bitmesine Türkiye’nin ihtiyacı var.”(Bloomberg) 
“Gönüllü sürgündeki imam Türkiye Başbakanı’na meydan okuyor.”(Christian Scienne) 

***
Kibir ve burnu Kafdağı’ndaki Başbakan hataları kendinde ve yönetiminde olduğunu kabul etme erdemini göstereceği yerde tam 11 yıldır hatalarına yenilerini ekliyor.. 

İşte son örnek. Yolsuzluk soruşturmasını başlatan, dört bakanın hükümet dışına atılmasına neden olan ve oğlumuz Bilal’in da adı geçen bir ikinci 10 milyar dolarlık yolsuzluk dosyasını açan savcının, başsavcılıkça engellendiğini içeren yazıyı basına dağıttığı bahanesine sığınarak savcılık kurumunun yetkilerini kısıtlayan ve hatta yürütmenin denetime alan yasal olanaklar hazırlığına girişiyor. 

Yolsuzlukları ortaya çıkaran savcıya veya savcılara teşekkür edeceğine, savcıların üzerine giden açıklamaların yarattığı olumsuz havayı dağıtmak amacıyla özür dileyeceği yerde, demokrasiyi sindiremeyen zorbacı doğasının emrini yerine getirecek kısıtlayıcı yeni önlemler düşünüyor, tasarlıyor. 

***

Siyaset erbabı, tabii başta Başbakan RTE, yaptığı hatalardan dönerken türlü çeşit nedenlerle üstünü örteceğine, hatadan dönmeyi fazilet bilip halktan özür dilemeyi başarabilmeli. 

Örneğin milyonlarca oyu temsil eden ana muhalefet liderini küçümseyici sözcüklerle, genel başkanı yerine genel müdür gibi anlamsız, söylediğini değil söyleyeni küçülten yakıştırmalar yapmaktan da vazgeçmeli. 
Özür dilemeyi etik bir davranış olarak sindirebilmişse, jet bombalarıyla Uludere’de öldürülen 34 insanımızın ailelerinden… 
…emrindeki devletin istihbarat kurumlarının hataları yüzünden Reyhanlı’da patlayan bombayla ölen 35 insanımızın ailelerinden özür dilemeli... 

***

Bu ülkeyi yönetenler, yandaşları ve çok yakınları, zaten yaptıkları hatalardan dönerken özür dilemeyi erdemli olmanın gereği saymıyorlar. 
Örnek çok ama yakın günlerden bir örnek verelim: 
Başbakan’ın siyasal başdanışmanı Ankara Milletvekili Yalçın Akdoğan; “milli orduya kumpas kurulduğunu” itiraf etti. 

Yılın itirafıydı bu söz! 

TSK’ye yönelik bu suçlama, Balyoz davasının eleştirilere neden olan geniş içeriği yeni tepkilere yol açınca; Yalçın Akdoğan “İfadem maksadını aşan biçimde gündeme taşındı” diye bir açıklama yaptı. 
Hatasını kabul ederek özür dilemesi beklenirken; hayır, neredeyse kumpas vurgulamasının sorumluluğunu, amacına uygun biçimde yorumlayanlara yüklemeyi yeğledi. 

Bu ülkeyi yönetenler hatadan dönerken özür dilemekle değer yitireceklerini sanıyorlar ve tabii yanılıyorlar. 
Siyaset dışı bir örnek vereyim: 
Mesleksel sorumluluğunun bilincinde olan bir gazeteci olarak dünkü yazımda AKP Genel Başkan Yardımcısı M. Ali Şahin’e ait sözleri; İçişleri Bakanı Efkan Ala’ya aitmiş gibi yazıp yorumlayarak sehven yaptığım hata nedeniyle okurdan özür diliyorum. 

***
RTE’siz yeni bir yıl dileyerek 2014’ü selamlıyorum!  

***

O Çeteyi Daha Önce Görmediniz mi?

O Çeteyi Daha Önce Görmediniz mi?

Saygı Öztürk,

Helal olsun o “ Yandaş ”, “ Cemaatçi ” medyaya. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin camilerimizi bombalayacağına, kendi uçağımızı düşüreceğine, insanları stadyumlara doldurup, üzerinden jetler geçirileceğine inandırdı. Davaya esas olan belgeler arasından onlarca değil, yüzlerce hata bulunması da sonucu değiştirmedi.
Başbakanın danışmanı Ankara milletvekili Yalçın Akdoğan’ın, cemaati kastederek “Orduya kumpas kurdular” açıklaması, “Balyoz Davası”ndan hüküm giyen 237 asker için umut oldu. Bazılarının vicdanları rahat değil, söylemek istediklerini de tam olarak söylemeye cesaret edemiyorlar. Çünkü, bildiklerini anlatırlarsa yarın kendilerinden hesap sorulacağını da, cezaevinden çıkacak olanların yerinde kendilerinin olacağını da biliyorlar…

Bari siz söylemeyin

Bırakın mahkemede ifade vermeyi, “Balyoz” ile ilgili yaptığı her açıklamayla olayı biraz daha “gizemli” hale getiren eski Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök de “haksızlıkların artık bitmesini” istediğini belirtip, “İkinci yargılamanın gerçekleşeceği konusunda sadece dilekte bulunmuyorum, inancımda aynı yönde. Bu konuda üstüme düşeni yaparım” diyor…
Mutlu yıllar Sayın Özkök, günaydın Sayın Özkök… Askerler sizin de, eski Kara Kuvvetleri Komutanı Aytaç Yalman’ın da tutumundan şikayetçi. Üzerine düşen de gerçekleri söylemekti. Onu da söylemediniz. Eğer, iki emekli komutan üzerlerine düşeni birazcık olsun yerine getirseydi, yeniden ele alınıp alınmayacağı bile belli olmayan davaya umut bağlanmazdı. Bugün cezaevinde olanlar, yeni yıla, yeni güne aileleriyle birlikte girmiş olurdu…

Balyoz Davası ”nda hakim ve savcıların da yaşadıklarını, davanın perde arkasında yaşananları Doğan kitaptan bu ayın ortalarına doğru çıkacak kitabımda yazdım. “ Balyoz ” kararından sonra cezaevinden, cezaevindekilerin yakınlarından gelen yazılara da de kitabımda yer verdim.
Milletvekili ve danışman Yalçın Akdoğan gazetedeki köşesinde “Kendi ülkesinin milli ordusuna, milli istihbaratına, milli bankasına, milletin gönlünde yer edinen sivil iktidarına kumpas kuranların bu ülkenin hayrına bir iş yapmış olmayacağını çok iyi bilir” diye yazdı. Hükümete yakınlığı ile bilinen Yeni Şafak yazarı Abdülkadir Selvi de, “yargı ve polis cuntası”ndan söz etti.

Askerlerin Mektuplu isyanı

Bu iki yazıdan sonra Mamak Askeri Cezaevi’nden, generaller, amiraller, albaylar ve yarbaylardan ortak imzalı bir mektup geldi. Sinan Topuz, Murat Özenalp, Bülent Günçal, Nihat Altunbulak, Caner Bener, Bülent Olcay, Ali Demir, Turgut Atman, Erhan Kubat, Güven Ertaş, Selçuk Güneri, Koray Özyurt, Nuri Alacalı, Şafak Yürekli, Yavuz Kılıç, Erdinç Atik, Mustafa Koç, Kerem Eren, Yüksel Gürcan, Ahmet Hacıoğlu, Cemalettin Bozdağ, Alpar Karaahmet, Ergin Kılıç, Utku Arslan, Gürsel Çaypınar, Emre Tok, Yusuf Kelleli, Hakan Köktürk, Erhan Şensoy, Aziz Yılmaz, Mustafa Önsel, Hüseyin Çınar, Hüseyin Topuz, Taner Gül, Hakan Çelikkan, Kahraman Dikmen, Bayram Ali Tavlayan, Yusuf Afat, Ayhan Üstbaş’ın mektubundan bir özet:

  “ Biz, Askeri cezaevinde bulunan Balyoz davası mağdurları, davanın başından itibaren, istisnasız neredeyse tek bir ağızdan ortada bir suç olmadığını, bir çete tarafından oluşturulan komplo ile hapiste tutulduğumuzu haykırdık…
Balyoz davası süresince bir kişi bile ‘evet bu suçu işledik, pişmanım’ demedi. Bir kişi, ‘ben bunları darbe için hazırlık yaparken gördüm’ demedi… Sözde darbe hazırlığı ile ilgili ‘bir görüntü, bir tape’ ortaya çıkmadı. Tek bir somut delil savcılar tarafından mahkemeye sunulmadı. Çünkü olamazdı. Bir çete tarafından oluşturulan, tamamı dijital ve imzasız sözde delillerle mahkum olduk.

Bugün bahsedilen ve şikayet edilen, hatta darbe yapacaklardı denilen o kadrolar 17 Aralık 2013’te ortaya çıkmadı. Onlar hep adliye ve emniyet koridorlarındaydı. Hukuk, vicdan, adalet herkese lazım dedik, dinletemedik. Zararın neresinden dönülse kârdır. Yürütme herkes için geçerli olması gereken adaleti tesis etmek istiyorsa; adaleti münferit bir olay için değil, bir zümre için değil, tüm yurttaşlarımız için istiyorsa bunu göstermelidir. Herkes için adalet aranmalıdır.

  Bu hükümet döneminde; artık herkes tarafından bilinen çete tarafından iftiralarla, komplolarla özgürlükleri ellerinden alınan insanların özgürlükleri, yine bu hükümet tarafından hemen bugün geri verilmelidir. Başka çaresi olmadığı için adil, açık, vicdanlara, akla, hukuka uygun yeniden yargılanma hakkı sağlanmalıdır. Aksi takdirde kimsenin çeteden bahsetme ve şikayet etme hakkı olamaz.”

Cezaevlerinde haksız, hukuksuz yatanlar için biraz vicdan, biraz insaf ve herkes için adalet arama yılı olsun.
Sözcü, Gazetesi.,
01.01.2014 tarihli GAZETE MANŞETLERİ

***

30 Ekim 2018 Salı

BİRİ BİZİ HEP GÖZETLİYOR.. DU ZATEN.. Artık Hepimiz her an İzleniyoruz.,

Artık Hepimiz her an İzleniyoruz.,




'' BİRİ BİZİ HEP GÖZETLİYOR.. DU ZATEN..''
Artık Hepimiz her an İzleniyoruz.,


Yazar Telekom at 01. Mayıs 2006 10:29:26:

TELEKOM: 6 YILDIR GİZLİYİZ DİYENLERE VE BUNA İNANANLARA İTHAF OLUNUR,

 Artık Hepimiz her an İzleniyoruz
‘Enformasyon Toplumundan Gözetim Toplumuna’ ve ‘İşte Büyük Birader’ kitaplarını yazan Çanakkale 18 Mart Üniversitesi öğretim üyesi Yard. Doç. Uğur Dolgun’la söyleşi:


ABD, İsrail, İngiltere dünyadaki tüm haberleşmeleri denetliyor
 NEDEN? 

Uğur Dolgun 

Hayatta her şeyin bir artısı ve eksisi var. Bir yandan hızlı teknolojik gelişmeler, bilgisayarlar, uydular, cep telefonları, internet, e-mail hayatımızı kolaylaştırırken, bir 

yandan da bu sistemler yüzünden büyük bir gözetim ağının denetimi içine giriyoruz. Yazdığımız her kelime, neredeyse yaptığımız her hareket, her konuşmamız, hatta 

alışverişlerimiz, sağlık kayıtlarımız, devletlerin ve bazı şirketlerin özel arşivlerinde birikiyor. İstedikleri anda bütün hayatımız, kişiliğimiz, ilişkilerimiz hakkındaki en mahrem 

bilgileri bile ortaya çıkarıyorlar. Özellikle son yıllarda dünyayı saran terör korkusu, devletlerin hem birbirlerini hem de bütün insanları izlemelerini meşrulaştırdı. Türkiye’de 

de yürürlüğe girecek yeni Terörle Mücadele Yasası bu büyük gözaltıyı daha da genişletip meşrulaştıracak. Bir anlamda herkesi, mahremiyetine girilmiş bir halde çırılçıplak 

bırakan bu elektronik gözetimin ne boyutlara ulaştığını, nasıl yapıldığını, ‘Enformasyon Toplumundan Gözetim Toplumuna’ ve ‘İşte Büyük Birader’ kitaplarını yazan 

Çanakkale 18 Mart Üniversitesi öğretim üyesi Yard. Doç. Uğur Dolgun’la konuştuk.

Kitabınızda anlattığınıza göre bizi özgürleştiren bütün o aletler, bilgisayarlar, e-mailler, cep telefonları aynı zamanda bizi büyük bir denetimin içine sokuyor. Gerçekten her 
haberleşmemiz anında kayıtlara geçiyor mu?

Evet her türlü haberleşme anında kayıtlara geçiyor. Özellikle 11 Eylül saldırılarından sonra bütün dünyada özgürlüklerin teröristlere çok fazla imkân tanıdığı görüşünden 
hareketle çeşitli anti terör yasaları çıkarıldı ve kişilerin sürekli izlenmelerinin yolu daha da açıldı. Mesela Amerika’da, internet üzerinden yapılan her türlü yazışmanın, e-
mail’lerin bir yıl süreyle saklanması kanunen zorunlu kılındı. Ayrıca cep telefonlarıyla yapılan mesajlaşmalara da istenildiği anda ulaşılıyor. Çünkü bu yazışmalar da cep 
telefonu hizmeti veren şirketlerce saklanıyor.

Kişi o anda internete bağlı değilse bile bilgisayarında yaptıkları ve yazdıkları da izlenebiliyor mu?

Tabii. Bilgisayarlarda ‘arka kapılar’, denilen teknolojik olarak zayıf bırakılmış sistemler var. Siz bir kez internete girdiğinizde, Windows sistemi otomatik olarak çalışıyor ve 
bu arka kapılar yoluyla bilgisayarınızı ele geçiriyor. Siz ondan sonra bir daha internete girmeseniz bile bilgisayarınızda tüm yazdıklarınız izlenebiliyor. Aynı şey cep 
telefonları için de geçerli. Dinlenmeyi engellemenin tek yolu pili ayırmak.

Cep telefonları sinyal yaydığı için bu anlaşılabilir ama bilgisayarlar sinyal yaymıyor ki, internete bağlı olmadıklarında izlenebilsinler. Bu nasıl mümkün oluyor?

İzlenmeniz için internete bir kez girmiş olmanız yeterli. Bu bağlantı, bilgisayarınızı, diyelim ki bir istihbarat servisinin sistemiyle entegre hale getiriyor. Arka kapılar yoluyla 
bilgisayarınız sistem tarafından ele geçiriliyor ve kendi uygulamalarını bilgisayarınıza kuruyor. Sonrasını da artık uydular aracılığıyla hallediyor. Mahremiyetinizi korumanın 

tek yolu çift bilgisayara sahip olmanız ve internete hiç bağlanmadığınız bilgisayarınızda özel yazılarınızı yazmanız. Rusya, Çin, Fransa, Almanya Microsoft’u devlet 
dairelerinde ve orduda yasakladı. Başka sistem kullanacaklar. Devletler kendilerini böyle savunuyor ama vatandaşlar bu kez de Windows yerine başka bir sistemle 
gözetlenecekler.

Yeryüzünde milyarlarca cep telefonu, 1 milyar kadar da internet kullanıcısı var. Bütün bu bilgiler nasıl kaydedilip izlenebiliyor?

Amerika’nın dünyanın en gelişmiş istihbarat örgütü olan NSA diye bir ulusal güvenlik ajansı var. Yabancı diplomatları ve askeri ataşeleri dinlemek için kurulmuştu ama NSA 

bugün yeryüzünde telefon, faks, bilgisayar, internet dahil her türlü yazışmayı ve konuşmayı izliyor. İsterse sizi de, beni de dinleyebilir. Bunun için Promis ve Echelon 
sistemlerini kullanıyor. Bu sistemler her gün uydulara 50’den fazla anahtar kelime, kavram yüklüyor. İçinde bu kelimelerin geçtiği her türlü konuşma otomatik olarak 
izlenmeye alınıyor. Sonra insansı yargılar yapabilen akıllı bilgisayar sistemleri devreye giriyor ve bu konuşmaları ayıklıyor. Önemsiz görülenler imha ediliyor. En önemliler 
analizciler tarafından raporlaştırılıp ilgililere sunuluyor. NSA’da her gün 40 ton evrak atılıyor.

Dünyanın bütün istihbarat örgütleri, dünyadaki bütün haberleşmeleri kontrol ediyorlar mı? Amerika, İngiltere ve İsrail kontrol ediyor. 

Çünkü uydularla bilgisayarları birlikte kullanan Promis ve Echelon sistemini yaratanlar onlar. Diğer ülkelerin istihbarat örgütleri ellerindeki teknoloji yeterli olmadığı için dünyadaki bütün haberleşmeleri kontrol edemiyor. Öcalan’ın cep telefonuyla konuşurken yakalanması bu sistemlerin  
kullanılmasına örnektir. Echelon ve Promis’te kişinin konuşmasını uyduya yüklüyorsunuz. Sonra uydular konuşmaları uzaydan alıyor ve bilgisayara gönderiyor. Bilgisayar da 


kişinin koordinatlarını saptıyor. Öcalan’ın da konuşması uyduya yüklendi. Sonra sadece telefonla konuşması beklendi. Konuştuğu anda, sistem ses tanımını yaptı ve 

Öcalan’ın yeri milimetrik saptandı. Dudayev de böyle yakalandı. Rusya Çeçen lideri yakalayamıyordu. ABD, onun yerini cep telefonuyla konuşurken belirledi ve Dudayev 

telefonla konuşurken füzeyle öldürüldü.

Promis ve Echolon programlarını birlikte geliştiren MOSSAD ile Amerikan ulusal güvenlik ajansı NSA, bu programları dünyanın diğer istihbarat örgütlerine de satmışlar. 

Bizim istihbarat örgütünde de var mı bu programlar?

Evet var. Rusya, Japonya, Almanya, Türkiye dahil bütün ülkelere, bu programların eski teknolojisi satıldı. Arka kapılarla da bu ülkelerin istihbarat örgütlerindeki bütün 
bilgiler Amerika’nın eline geçti. Amerika, bu yolla diğer ülkelerin istihbarat örgütlerini izledi. O ülkelerin planlarını, komşu devletlerle ilişkilerini, yöneticilerin konuşmalarını 
gözetledi. Amerika ve İsrail, yarattıkları bu programlarla bütün dünyayı izleyebiliyorlar.

Bunlar engellenemiyor mu?

Bunu engelleyecek bir program bulursunuz ama sizin şifreleme programınız şifre kırıcılar tarafından her zaman aşılır. Uydular var olduğundan beri her şey, her kişi çok 
rahat kontrol ediliyor. Çünkü her türlü yazışma ve doküman artık bilgisayarlarda bulunuyor. Bilgisayarların uydularla korelasyonu olduğu için elektronik ortamda her kişi, her 
ülke artık kontrol edilebiliyor. Ülkeler sistemlerini değiştirseler bile girilemeyecek bir sistem yok. Pentagon’un sitesine bile girildi.

E-mail’lere dönelim. 

Gönderdiğimiz bütün e-mail’lerin kayıtları bir yerlerde saklı mı?

Tabii ki. Dünyada internet üzerinden yapılan tüm yazışmalar, e-mail’ler Amerika’da ‘root server’ denilen 13 tane kök bilgisayardan geçiyor. Tüm interneti Amerika’daki bu 

13 kök bilgisayar yönetiyor. Ayrıca Amerika, 11 Eylül’den sonra getirdiği antiterör yasalarıyla, tüm internet servis sağlayıcılarının kendilerindeki yazışmaları bir yıl süreyle 

saklamalarını ve istendiği takdirde bunları Emniyet ve istihbarat örgütlerine vermelerini zorunlu kıldı. Yani, bilgisayar üzerinden yapılan her haberleşme kayıtlara geçiyor 
ve mahremiyetine bakılmaksızın istenildiğinde de aleyhinize kullanılıyor. Mesela Türkiye’de de internete servis sağlayıcılar üzerinden bağlanıyorsunuz. Ne kadar süreyle 
olduğu bilinmiyor ama bütün yazışmalar ve e-mailler bunlarda saklı. Hatırlarsınız, üç yıl önce Doğu Perinçek, eski AB Türkiye temsilcisi Karen Fogg’un bazı gazetecilerle 
yazışmalarını deşifre etmişti. Şunu da söylemek lazım. Eğer kişi e-mail’lerini özel olarak şifrelemiyorsa…

Ne olur?

Biraz bilgisayar ve internetle uğraşan biri bile, bilgisayar yazılımı okuyan üniversite üçüncü sınıf öğrencisi bile bir başkasının e-mail’lerine girebilir. Bu, yapılan bir şey. 

İnsanların mahremiyetine girmek çok basitleşti. Kişilerin ve şirketlerin mahremiyetine, ülkelerin bilgilerine kolayca tecavüz ediliyor. Türkiye’de bazı şirketler var.

Ne şirketleri bunlar?

Sizin adınıza rakip şirketin bilgisayarlarına giriyor ve size bilgileri veriyor. Şirketler için olduğu gibi, kişiler hakkında da böyle bilgi edinebilirsiniz. Günümüz bilgi toplumunun en büyük sorunu kişilerin mahremiyetine ve özgürlüklerine yönelik tecavüzlerdir. Bu tecavüzü de istihbarat örgütleri, özel şirketler veya kişiler yapar. Geçenlerde internette 
bir ilan vardı. Bir Türk şirketi ‘Bilgi bankamda 800 bin kişinin mail adresleri var, bunları satıyorum’ diyordu. İstanbul’da bu işi yapan 17 şirket var. İnternette kişiler hangi 
siteleri geziyor. Nerelerde surf yapıyor, internetten ne satın alıyor artık bu bilgiler de kişi profilleri halinde çıkarılmaya başlandı. Böylece sizin internette yaptığınız her
işlem, ziyaret ettiğiniz siteye kadar her şey bazı servis sağlayıcılarca gözetleniyor.

Hangi amaçla gözetleniyor?

Bu bilgiyi ister istihbarat servislerine sağlarsınız, ister büyük şirketlere pazarlarsınız. Mahremiyetler ve bireysel özgürlükler elektronik gözetimle ortadan kalkıyor. Ticari 
yaşam ve sanayi dünyası istihbarat oyununun bir alanı haline geliyor. Amerika’da 11 Eylül’den sonra çıkarılan antiterör yasaları şu gerekçeye dayandırılmıştı. ‘Şimdi savaş 
durumu var. Kişisel özgürlüklerden, mahremiyetlerden savaş koşullarına özgü olarak taviz verilebilir’ denildi ve totaliter rejime dönük uygulamalar gündeme geldi. 
İngiltere’de de terör kanunları yürürlüğe girdi.


Türkiye’de de yeni bir terörle mücadele kanunu çıkarılıyor.

Dünyanın her yerinde aynı. İnsanlar terör korkusuyla öyle bir paranoya ortamına girdiler ki, gözetlenmeye razı oldular. Bunun hukuki altyapısı antiterör yasalarıyla 
oluşturuluyor işte. Zaten Huxley, Orwell gibi kara ütopyacıların söylediği de buydu. Terör insanlarda öyle korku yaratacak ki, insanlar güvenlik kaygısıyla gözetlenmeyi 
sonunda olağan karşılayacak ve totaliter sistemlere kayılacak. Bugün dünyanın en fazla kamerayla donatılmış ülkesi İngiltere. Londra’da bir yabancı ‘olağan şüpheli’ 
sayılarak, günde ortalama 300 kez kameraya alınıyor.

Amerika’da e-mail’lerin bir yıl saklandığını söylediniz. Türkiye’de e-mail’ler nasıl saklanıyor?

Türkiye’de bu konuda bir yasa yok ama sabit veya cep, telefonların hepsi kaydediliyor ve bütün bu kayıtlar saklanıyor. Bir siyasi parti cep telefonu konuşmalarına 
dayanılarak kapatılmak istenmişti hatırlarsanız. Türkiye’de elektronik gözetim gittikçe yoğunlaşıyor. EMASYA diye bir uygulama var. Artık her şehirdeki askeri karargâhta 
istihbarat birimi kuruluyor. Ayrıca Emniyet’in, MİT’in, askeriyenin ve jandarmanın da istihbarat birimleri var. Öte yandan derin devlet boyutuna giren bazı özel istihbarat 
birimleri de var.

Teknolojik ürünlerden yararlanan herkes büyük bir denetim ağının içinde mi bu durumda?

Eğer teknolojiyi kullanıyorsanız, gözetimin pençesindesiniz. Devletin, istihbarat örgütlerinin, derin devletin, illegal birimlerin, özel şirketlerin, tüketici profili üzerine 
çalışan pazarlama şirketlerinin sürekli gözetimi altındasınız. Olay bu kadar net. Türkiye’nin her zaman çeşitli korkuları vardır. Bu korkular yüzünden bu ülkede belli gruplar, 
kişiler sürekli izleniyor ve her yaptıkları raporlanıyor. Zaten devletlerin her zaman bir ulusal güvenlik kaygıları olmuştur. Zararlı ve tehlikeli gördükleri vatandaşlarını 
izlemişlerdir. Soğuk Savaş döneminde Amerika’nın Türkiye’de bilinen 13 üssü vardı. Doğu Bloku çökünce, Amerika bu istasyonların bazılarını boşalttı ve buralarda kullandığı 

Promis sistemini Türkiye’ye hibe etti. Teknolojisi geride kaldığı için Türkiye bunu uluslararası istihbaratta kullanamıyor ama bu sistemle kendi vatandaşını, telefonları, 
faksları, bilgisayarları, interneti izliyor.

İstihbarat örgütlerinin kullandığı Promis ve Echelon bilgisayar programları tam olarak nedir?

İnsanlara ait bilgiler elektronik ortamda farklı yerlerde olur. Diyelim ki sizin nüfus, vergi ve doğalgaz idarelerinde, işyerinizde kayıtlarınız var. Promis, bu farklı ortamları ve 

kişilere ait bölük pörçük bilgileri bir araya getiriyor, depoluyor ve bunlardan insansı yargılar çıkarıyor. Mesela hangi evlerde su kullanımı arttı, hangilerinde azaldı saptıyor 

ve bundan şu evdeki insan, bu eve geçti gibi sonuçlar çıkarıyor. İsrail, Promis’i Filistin’de çok kullandı. Filistinli teröristler eylem için bazı evlerde bir araya geliyorlardı. 

İsrail su kullanımı artan hanelerde yoğun gözetime gitti. Yani Promis, bir istihbarat servisinin veya devletin sizinle ilgili hangi bilgilere ihtiyacı varsa hepsini sağlıyor. 

Bilgisayarınızda sakladığınız dosyalardan yazışmalarınıza, internette gezindiğiniz sitelerden kredi kartıyla alışverişlerinize, sağlık durumunuza, psikolojinize kadar insanın 
günlük yaşamında akla gelebilecek her şeyi kontrol ediyor. Zaten gözetim toplumu dediğimiz de insanın gündelik yaşamındaki rutinlerin bile belli güçlerin eline geçmesidir.

Peki Echelon Programı nedir?

En gelişmiş izleme sistemi olan Echelon’un Türkiye dahil, dünyada birçok ülkede uydu trafiğini izleyen antenleri var. Bu programın sahipleri, 
Amerika, İsrail ve İngiltere. Uydu-bilgisayar korelasyonu sayesinde görüntü istihbaratı da var bu programda. Uydularla yerini belirlediğiniz kişinin koordinatlarıyla görüntü 
alıyorsunuz. Amerikalı kuramcılar, gece saatinde siyah tenis topunun yerinin bile uydularla saptandığını söylüyorlar.

Ellerinde bu kadar gelişmiş, ürkütücü izleme araçları varken Bin Ladin’i nasıl bulamıyorlar?

Bulamamak mümkün değil. Bulmak istemiyorlar. Red Kit her defasında Daltonları yakalar ama hiç öldürmez. Çünkü sonraki maceralarda Daltonlara ihtiyacı vardır. Bugünkü 
güvenlik sistemin, istihbarat servislerinin devamlılığı sağlamak için hep düşmanlara ihtiyaç var. Eğer Bin Ladin güvercinlerle haberleşmiyorsa yerini her zaman bulmak 
mümkün. Uydular dünyayı izleyen gözler, kulaklar oldu artık.

Bu ‘büyük gözaltı’ndan kurtulmak mümkün mü?

Kişiler veya sistem, teknolojiyi kullandığı sürece kurtulmak mümkün değil. Üstelik teknoloji sürekli ilerlediği ve yeni nesiller de teknolojiye daha bağımlı yaşadıkları için bu 
büyük gözaltı çok daha artacak. Gözetim toplumunda milat 11 Eylül’dür. 11 Eylül’den önceki döneme ‘enformasyon-bilgi toplumu’ diyorduk. Şimdi ‘gözetim toplumu’ 
diyoruz. Terör paranoyası insanların mahremiyetlerini ve özgürlüklerini yok ederek egemen güçlerin önündeki engelleri kaldırıyor.

SÖYLEŞİ: NEŞE DÜZEL-RADİKAL



****

İMAMOKRASİ., BÖLÜM 2


İMAMOKRASİ.,  BÖLÜM 2




Emniyet ve Savcılık ifadelerimde de bu konuyu anlattım, ama ısrarla işin 
içinde TSK, asker, örgüt vs arandığı için havada kalmış. Ultra Türkler 
yazısı, Kurtlar Vadisi filmi, metaforu üzerinden kaleme aldığım bir 
başkent değerlendirme yazısıdır. Çünkü Ankara'ya ayak bastığım 2003 
yılında, kırmızı çizgiler ortadan kalkmıştı. Kamuoyunda devlete olan 
güvenin kalmadığı bir ortamda, ekranda Kurtlar Vadisi dizisi 
oynatılıyordu. Dizinin yapımcısı, oyuncusu, senaryo yazarları da AKP'li 
idi. Yani, AKP Kurtlar Vadisi dizisi üzerinden, kamuoyuna devletin 
olmadığını, derin devletin var olduğunu, onların bu ülkenin kurtuluşu 
için mücadele ettiği mesajını veriyordu. Bende, ABD'nin, İsrail'in 
ortalık yerde, 2005'te "tüm operasyonlarımızı Ultra Türkler bozuyor, 
herkesten önce haber alıp önümüzü kesiyorlar" dediği bir oluşumdan 
yakındığını duydum, şahit oldum. Bunun üzerine star Medya Grubu'nun 
Ankara Temsilcisi ve Başyazarı olarak, başkent Ankara'da MİT'inden 
Genelkurmay'ına, Emniyet'inden Jandarması'na, iktidarından muhalefetine 
kadar yaptığım ziyaretler sonucu elde ettiğim görüşmeler ışığında bir 
yazı kaleme aldım. Yazıyı yazarken de, Kurtlar Vadisi'nde anlatılan 
derin devlet konseptini kullandım. Yazı, BOP'çuların şikayetçi oldukları 
kişilerin aslında bu devleti yöneten kişiler olduğunu anlatıyor. Yazının 
bu yönü birçok kişi tarafından eleştirildi, jeep vs... Kaldı ki, Ankara'da 
yaptığım tüm ziyaretlerde, muhataplarıma ülkenin büyük bir parçalanma, 
yıkılma sorunu ile karşı karşıya olduğunu, kendilerinin de hiçbir şey 
yapmayarak buna ortak olduklarını, ülkeyi sattıklarını anlatarak sohbete 
başladım. Yaptığım genel değerlendirmeler üzerine muhataplarım da bana 
Türkiye'nin artı ve eksilerini kendi bulundukları makam, yükseklik 
üzerinden anlattılar. Yazı, genel bir değerlendirmenin neticesinde 
ortaya çıkmıştır. Devlete inancın sıfıra yakın olduğu bir ortamda kaleme 
alınmıştır. Bir yönü ile Postacı filmindeki gibi bir inancı taşır.


(...)

Yazı diğer yönü ile Panama Terzisi hüviyeti taşır! 

(...)

Çünkü yazı yayınlandıktan sonra, birçok yerli ve yabancı servis bu 
örgütün peşine düştü. Yazıyı okuyan kimi okurlar da beni örgütü deşifre 
etmekle suçladı. Oysa ki, bu yazı sadece  kaybolmakta olan bir inancın, 
devlete olan güvenin korunması gerekliliği üzerine kurulu idi. Sonraki 
yazılarda da, böylesi bir örgütün olmadığının altı hep çizildi. Derin 
devlet zannedilen şeyin, devletin kendisi olduğu ısrarla anlatıldı. Buna 
rağmen bu yazı, ABD, AB, Rusya denkleminde gerçekliği ya da 
gerçeküstülüğü ispat edilememiş bir yazı olarak hala güncelliğini 
korumaktadır! Bakalım Savcılarımız, mahkemede Ultra Türkler'e dair ne 
gibi yeni kanıtlar (!) ortaya koyacak!?



(...)

Kaldı ki, birçok AKP'liden, Bakan'dan, parti yöneticisinden, "Bize 
kızıyorsun ama 1 Mart Tezkeresi'ni TBMM'den bizim geçirmediğimizi 
atlıyorsun" yollu sitemler işitmiş bir gazeteci olarak diyeceğim şudur: 
Kurtlar Vadisi dizisi hala oynamaya devam ediyor. Dizide "Polat" 
karakteri şimdilerde Erdoğan'a, "İskender Büyük" Veli Küçük'e; "Zafer", 
Muzaffer Tekin'e denk düştüğü söyleniyor. Buradan hareketle Emniyet'in 
bir kurmaca yani "Kurtlar Vadisi" fenomeni üzerinden kamuoyu oluşturup, 
ardından da iddianame hazırladığını söyleyebilir miyiz?! Benim yazdığım 
yazı suç ise Kurtlar Vadisi dizisinde yapılan derin devlet 
yönlendirmelerinin de suç olması gerekmez mi?! Kaldı ki, Kurtlar 
Vadisi'nin tüm senaryolarında siyasileri değil, güvenlik bürokratlarını 
suçlayan, hedef tahtasına oturtan bir anlatım vardır.

(...)

Savcı Öz, "Ultra Türkler, Derin devlet tartışmaları" başlıklı kitap 
çalışmamı dahi incelemeye gerek görmeden iddianameye eklemiş. Ortada 
olmayan örgütün medya kolunda görev yapmakla itham edilirken, nasıl 
geçindiğim, AKP iktidarında nasıl bir zulme tabii tutulduğum, bir 
gazetecinin işsiz bırakılsa dahi günümüz dünyasında internet üzerinden 
iktidara muhalefet edebileceği gerçekliğini atlamış. Kaldı ki, bu 
soruşturma başlamadan önce bu kitabı Alfa yayınevine teslim etmiş, 
basılması için de benden son düzeltmeleri tamamlamam için biraz daha 
zaman vermelerini rica etmiştim. Bu soruşturma, kitabı yayınevine teslim 
ettikten 2 ay sonra başlatıldı! Soruşturmanın çok öncesinde kitabın 
önsözü bir internet sitesinde (Süperpoligon) yayınlandı.

(...)

Savcı Öz, ifademi alırken ısrarla asker ismi istedi. Ona da gerçekleri 
yukarıdaki kelimeleri tekrarladım. Emniyet ifademde de! Emniyet'te zaman 
darlığından "ver ifadeni, sonra Savcılıkta düzeltirsin" dediler. O 
yüzden konu tam açıklık kazanamadı. Savcı Öz ise Çuwall kitabı ile 
ilgili yaptığım bir görüşmeye top-secret devlet belgesi muamelesi 
yapmaya kalkıştı. Orada işin doğrusunu anlatmama rağmen, iddianamede 
özel kuvvetlerde görev yapan bir komutan ile irtibatlı olduğu için 
örgütle bağlantısı vardır diyor. Birincisi, ne diyorum özel kuvvetlerde 
görevli olduğunu söyleyen biri, aşırı şüpheci! Bunları anlattı ve gitti. 
Adam belki de Emniyet İstihbarat'ın elemanı nereden bileceksin, 
araştırdın mı?! Hayır! O iddiaların teyid edilmesi mümkün mü?! Zor! 
Savcı Öz ve AKP Medyası ise iddianameden dışarı taşan bilgi, belge, 
iddiaları teyid etme ihtiyacı hissetmeden sayfalarına, ekranlarına 
taşımakta hiçbir sakınca görmüyor!

(...)

Savcı Öz'e ifade verirken, AKP ile ilgili düşüncelerimi açık ve net 
olarak tekrarladım. Gözaltı sonrası yaptığım açıklama:


(...)

Buna rağmen Savcı Öz, işin asker boyutundaydı. Israrla benden komutan, 
asker ismi istedi. Bende o zaman resmi, kayıtlı olarak görüşme yaptığım 
isimlerden birkaçını saydım, hemen iddianameye ekledi. Kayda geçmesini 
istediğim diğer sözlerim kayda geçirilmedi. Bunun üzerine Savcı'ya minik 
bir test yapmaya karar verdim; "Çuwall kitabı için görüştüğüm o özel 
kuvvetler mensubunun iddialarının bir kısmı bugünkü Yeni Şafak'ın 
manşetinde! Doğrulanmış" dedim. Savcı hemen bu sözlerimi tutanağa 
geçirtti. Oysa ki, gözetim altındayken gazete okumak, tv izlemek, 
birileri ile konuşmak yasaktı. Peki o gazeteyi ben nasıl okumuştum!? 
Savcı bu soruyu bana hiç sormadı. Tabii ki, Savcı Öz'ün masanın üzerinde 
duruyordu, bende oradan Yeni Şafak'ın manşetine göz gezdirdim. Savcı, 
asker ile ilgili her türlü ithamı, dedikoduyu kayda geçirirken ne kural 
tanıyordu ne de en basit soruşturma kaidesine uymayı aklından 
geçiriyordu! Bu basit örnek dahi, Savcı Öz'ün soruşturma şekli hakkında 
fikir vermeye yeterlidir sanırım. Bir başka örnek: Çantamda arkasını 
karalama kağıdı olarak kullanmak için tuttuğum kağıtlardan birinin ön 
yüzünde Turgay Ciner'e yazdığım bir mektup vardı. AKP'ye destek 
olmalarına rağmen Sabah'ı kaybedeceklerini anlatıyordum. Enerji bazlı 
operasyona uğrayacaklarını iddia ediyordum. Savcı Öz, kağıttan o 
bölümleri okuyup "bunları nereden biliyorsun" diye sordu. Bende 
iddialarınızın aksine bir gazeteciyim, bürokrasiyi de iyi takip ederim 
dedim. Tamam, deyip konuyu kapattı. Misal, o yazı ve bir başkası "DD"nin 
derin devlet değil, Erdoğan'a İsmail Yıldız'ın "Deli Dumrul" diye 
taktığı bir lakabın kısaltması olduğunu söylemiş olmama rağmen bu 
ifadelerim kayda geçirilmedi!

(...)

Kitapta, sanık Orhan Tunç, AKP'nin Azrail'le randevusu başlıklı bir 
yazımı beğendiği için alıp internetteki köşesine koyduğunu açıklamış. 
Olabilir, normal bir şey!


(...)

Kaldı ki, Emniyet ifadesinde beni tanımadığını da söylemiş. Daha sonra 
Savcılık ifadesinde bu yazımla ilgili olarak şöyle denilmiş. Bu yazıda 
Gülen'e, Erdoğan'a suikast düzenlenmiş, ancak başarılı olunamadığı için 
Ergenekon operasyonu başlatılmış. Tunç da, yazının kurgu olsa da ilginç 
gelmesi sebebiyle, Savcılar görsün, yazı yazan kişi hakkında gereğini 
yapsınlar niyeti ile bu yazıyı alıp köşesinde yayınlandığı beyanında 
bulunmuş. Peki yazımda böyle bir bölüm olmadığı halde, ifade kısmında 
bunun ne işi var ya da aradan geçen zaman içinde Savcılar neden 
görevlerini yapmamışlar!? Veyahut, tüm ifadeler böyle alındı ise diğer 
ifadelerin güvenirliği ile ilgili ne düşünmeliyiz?! Savcı bir de diyor 
ki, o yazıda İsmail Yıldız ve Hayrullah Mahmud'un tutuklanması 
eleştirilmiştir! Ben o yazıda böyle bir satır da göremedim.

(...)

İfademde "Emin Çölaşan aleyhine yazılar yazıyordum", diye bir bölüm var! 
Niye, ruh hastası mıyım Çölaşan aleyhine durduk yerde yazı yazayım. 
Çölaşan, biz star'dan hukuksuzca kovulunca, arkamızdan bir yazı yazdı. 
Aziz Nesin bizim gibi adamlar için kendilerini sermayeye satanlar dermiş 
diye... Bende bunun üzerine kendisini sermayeye satmayan Çölaşan'ı 
AKP'ye karşı neden sustuğu konusunda eleştirmiştim. Yazdığı yazılar ile 
AKP'ye tersten destek attığını iddia etmiştim. Bunun üzerine Çölaşan'ın 
arkadaşı, haber kaynağı Ergun Poyraz ile bir defa buluşup, konuştuk, 
tartıştık. Daha sonra bu görüşmemizi de e-mail zincirlerinde okurlarımla 
paylaştım. Poyraz da karşı cevabını yazdı, yayınladı.

(...)

Konjonktürel muhalif Emin Şirin ifadesinde "SESAR'da çalışan Hayrullah 
Mahmud, benimle ilgili bir yazı yazdı, bunun üzerine İsmail Yıldız'la 
telefonda konuştum" diyor. Birincisi ben SESAR'da hiç çalışmadım. Fahri 
başdanışmandım. Bu İsmail Yıldız ile aramızdaki bir espridir. Bir 
insanın bir yerde çalışıyor olması için oradan maaş alıyor olması ve 
sigorta kaydının bulunması vb gibi basit işlemlerin de gerçekleşmiş 
olması gerekmez mi?! Ne var ki, İsmail Yıldız da o görüşmeden sonra, 
gelip benden özür diledi, böyle bir konuşma yaptığı, Şirin'i dinlediği 
için! Hatta istersem sitede bir açıklama yazısı yayınlayabileceğini 
söyledi! Ben gerek görmedim. İkincisi İsmail Yıldız dostum olur ama iş 
yazı yazdırma kısmına gelince o ya da başkası kim oluyor ki, bana yazı 
yazdıracak!? Şirin şimdi Cem Uzan'ın yanında sorsun bakalım Cem Uzan 
bana kaç yazı yazdırmış? The İmam'ın İki Emin'i başlıklı yazımda, Emin 
Şirin'in Hanefi Avcı'nın projesi, Erdoğan'ın talimatı ile AKP'ye muhalif 
yerlerde özel olarak dolaştığı, bilgi topladığı, yeminli muhalif 
olduğunu iddia ediyordum. Bir de o yazıda Hilmi Özkök için Fetullahçı 
yaftalaması yapmaya kalkışan, kendisini devlet yerine koyup önüne gelen 
hakkında akılmaz sıfatlar yapıştıran Çölaşan'ı kendisi hakkında 
kulislerde dolaşan iddialardan yola çıkarak, bir ayna tuttum. O da dava 
açtı! Eski dostum Şirin o yazıma bozulmuş. Olabilir. Kaldı ki, şu anda 
da yazmaya devam ediyorum, peki Hayrullah Mahmud'a kim emir veriyor ya 
da yönlendiriyor yazı yazarken?! Savcı, mahkemede bu iddiasını da ispat 
etmekle mükelleftir.

(...)

İsmail Yıldız'ın "Bülent" kod adlı olduğunu AKP Medyası ve iddianameden 
öğrendim. Bu kod adı iddiası üç özel harekatçı ile yaptığı görüşmeye 
dayanıyor. Bu iddiaya göre Yıldız, "Ben derin devletim, askerle özel 
ilişkilerim var" demiş. Bir de bu iddiayı Emin Şirin seslendiriyor! Bir 
adamın kod adı var ise örgütte herkesin o adamı o kod ismi ile anması, 
çağırması gerekmez mi?! Bu anlamda bir başka soru: Emin Şirin'in, 
Emniyet İstihbarat'ta "istihbarat elemanı" olarak resmi ya da gayr-ı 
resmi bir görevi var mıdır?! Hanefi Avcı döneminde böylesi bir 
görevlendirme yapılmış mıdır?! Emniyet'ten de bu anlamda bir açıklama 
almak gerekecek!

(...)

Behiç Gürcihan'ın evrakları arasında benim, İsmail Yıldız'ın, İBDA-C'li 
Fazıl Duygun ile sık sık görüştüğüm yazıyor. Adil Serdar Saçan öyle not 
vermiş. Fazıl Duygun "Baran" dergisinin editörü. Eğer Fazıl Duygun, 
iddia edildiği gibi bir kişi ise neden gerekli yasal işlemler 
yapılmamış, tutuklanmamış?! Fazıl ile benim aramda bir görüşme trafiği 
var mı?! Fazıl'ı SESAR'a kim yollamış?! Yoksa Fazıl, MİT'in saha 
elemanlarından biri midir?! Fazıl Duygun, Haşmet Babaoğlu ile söyleşi 
yaptığını referans gösterdiği halde, benimle söyleşi yapma isteğini hep 
geri çevirdim. Böyle bir not neden iddianamede yer alır, amaç AKP'ye 
muhalif bir gazeteciyle ilgili kafalarda soru işareti yaratıp, 
yaftalamak, marjinalleştirmek mi?!

(...)

"Hayrullah Mahmud'un yazıları SESAR sitesinde SESAR imzası ile 
yayınlanır" gibi bir ifade var. Bunu, İsmail Yıldız'ı aşağılamak için 
bilerek yapıyorlar. Çünkü daha önce de bu dedikoduyu yaymak istediler. 
Tutmadı! İsmail Yıldız, Özal'ın danışmanı! Mesut Yılmaz'a raporlar 
yazmış bir isim! 160'ın üzerinde IQ'su olan bir adam! Ben bu tür 
iddiaları bazı mevkideki insanların içindeki İsmail Yıldız kıskançlığına 
veriyorum. Altın hapishaneye düşse de değerinden bir şey kaybetmez, 
altındır. AKP birilerine kaftan, makam verse de, teneke tenekedir. 
Zorlasan da, parlatsan da çeyrek altın etmez.

(...)

Fehmi Koru, AKP'ye kapatma davası için "Google İddianamesi" adını 
koymuştu. Mevcut iddianameye bakılacak olursa, içinde Ergenekon adı 
geçen her şey soruşturma kapsamı altına alınmış. İddianamede özel olarak 
altı boltlanmış bir cümle var: Aydın Doğan'ın ipi çekildi! Burada Aydın 
Doğan'a "Ayağını denk al, yoksa seni de bu listeye dahil ederiz" diye 
gizli bir mesaj mı var?! Açıkçası sayın savcı heyetinin bu konuya da 
açıklık getirmesini bekliyorum.

(...)


Sayın Başkan,


Bu iddianame kapsamında içinde bulunduğum durumu özetleyecek olursam:

Emniyet'teki ve Savcılık'taki ifademde de anlattığım gibi sözde 
Ergenekon terör örgütü isimli bir oluşumdan haberdar değilim.

Böyle bir örgütün varolduğuna da inanmıyorum.

Aynı zamanda hiçbir legal/illegal örgütün de üyesi değilim!

AKP iktidarında işe iade davası hala yargıda bekletilen, medya 
patronlarına baskı yapılarak çalışma hürriyeti engellenmiş, evine 
defalarca haciz gelmiş, kiracısı olduğum evden borcumu ödeyemediğim için 
çıkarılmış, bankalara olan kredi kartı borcu kayıt altında olan bir 
Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak, şimdi ben sormak istiyorum:

AKP'ye muhalif bir gazeteci olmasaydım, şimdi karşınızda terör örgütüne 
üye olmak iddiası ile bulunur muydum?!

Şu anda AKP engeli yüzünden çalışmıyor değilim, çalışamıyorum. Hiçbir 
gelirim yoktur. Eşimden dostumdan aldığım küçük harçlıklarla, borç 
paralarla ayakta kalmaya çalışıyorum. 4 yıl önce boşandığım eski eşimden 
bir kızım var, onun da nafakasını ödeyebilmiş değilim!

Sayın Öz'ün bilmesi ve görmesi gerekli husus şudur:

AKP, bir siyasi partidir.

Devlet değildir!

Onun için AKP'ye karşı halkı uyarmakla, hükümete/devlete karşı halkı 
ayaklandırmaya kalkışmak çok farklı konulardır!

Kaldı ki, seçimlerde sandıktan bir gün AKP çıkar, bir gün MHP, bir gün 
ANAP vb!

Ben bir gazeteci olarak AKP'li, MHP'li, CHP'li, DSP'li vb olmak zorunda 
değilim!

AKP ve diğer iktidar partileri hakkında gördüğüm yanlışları okurlarımla 
paylaşabilirim.

Eleştirilerimi en sert şekilde de yapabilirim!

Yargıtay kararı ile de sabittir ki, ağır eleştiri hakaret değildir!

İşsiz bıraktırılmış olsam da, kamuoyunu bilgilendirmek amacı ile görev 
yapan gazetecilerden biri olarak, bu benim en doğal hakkım!

Bu eleştirilerim sırasında haksızca suçlamalar, hakarete varan ifadeler 
kullanmış isem AKP için yargı yolu açıktır!

Rahatlıkla özür/düzeltme yoluna gidebilir, tazminat davası açabilir!

Ama bu yolları kullanmak yerine "tüm muhalifler teröristtir" iddiasını 
gündeme getirerek, AKP'ye karşı olan muhalefeti sindirmeye çalışmak 
doğru değildir.

Sözün özü, AKP demokrasi özürlü bir siyasi parti!

Tek partili sisteme, demokrasi denilmez!

Dense dense, otokrasi, tiranlık, "İmamokrasi rejimi" denilir!

Hülasa, hakkımdaki tüm iddialar mesnetsiz iddialardır!

40 yıllık ömrü hayatımda, hiçbir yasadışı işe karışmamış bir Türkiye 
Cumhuriyeti vatandaşıyım!

20 yıllık gazeteciyim.

KKTC'de yayın yapan Birlik gazetesinde köşe yazarlığı ile başladığım 
meslek hayatımda, haftalık ekonomi gazetesi Gözlem'de genel yayın 
müdürlüğü, başyazarlık, Sabah'ta yazarlık, yayın koordinatörlüğü, Star 
Medya Grubu'nda Medya Grup Ankara Temsilciliği, Başyazarlık vb 
görevlerde bulunmuş, muhabirliğinden, yazarlığına, yöneticiliğine kadar 
her bölümünde çalışmış bir gazeteci olarak, AKP iktidarında, AKP'nin 
yanlışlarını büyük harfle ilk yazanlardan olduğum için işsiz bırakıldım.

İlk olmanın verdiği tüm sıkıntılara maruz kaldım, çok rüzgar yedim.

Sözün özü, sözde terör örgütünün üyesi de değilim!

Sayın savcı heyetinin iddia ettiği gibi "Terörist" de değilim!

AKP iktidarında olsa olsa benim için "Hororist" denilebilir!

Terörist asla!

Yani, BOP'çulara, BOP Eş Başkanı partiye korku veren, korku saçan bir 
gazeteci olabilir!

Bu iddiada bulunanlara iddialarını aynen iade eder, sayın Başbakan 
Erdoğan'ın deyişi ile "İddianızı sevsinler" derim.

Ezcümle, BOP'a, BOP Eş Başkanı AKP'ye muhalif bir gazeteciyim.

Bir gazeteci olarak düşüncem şudur:

Kanunen bu iddianame kabul edilmiş olsa bile, gerçekler bir bir ortaya 
çıktıkça hukuken reddedileceğine inanıyorum.

Sayın Başkan,

Bu anlamda mahkeme huzurunda soruşturmayı yürüten Savcı Zekeriya Öz, 
Mehmet Ali Pekgüzel ve Nihat Taşkın'a birkaç soru sormak ve gözden kaçan 
birkaç hususu, mahkeme huzurunda kamuoyu ile paylaşmak istiyorum:

1- Eğer, "Bu vadi başka vadi, Ultra Türkler geliyor" başlıklı yazımda 
dolayı burada sanık olarak bulunuyorsam, neden bu yazıya konu olan ve 
Türk halkının kafasında "Devlet yoktur, devleti yönetenler satılmıştır, 
devleti kurtarsa kurtarsa ancak derin devlet kurtarır" olgusunu 
yerleştirmeye çalışan "Kurtlar Vadisi"nin yapımcıları, senaryo ekibi de 
bulunmuyor? Kaldı ki, dizinin çekilen son bölümlerinde (Kurtlar Vadisi -- 
Pusu) bu dava ile ilgili kamuoyunda belli bir kanaat oluşmasına katkıda 
bulunmaya dönük "dezenformasyon içerikli" diyaloglara yer veren bölümle 
çekiliyor. Ezcümle, "Kurtlar Vadisi" ekibi hiç sorgulandı mı?!

(...)

2- Kurtlar Vadisi ekibine Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve eşi Emine 
Erdoğan sahip çıkıyor! Bir Başbakan'ın, kamuoyunun kafasına derin devlet 
olgusunu yerleştiren bir diziye ve o dizinin kahramanlarına sahip 
çıkması ve daha sonra bu soruşturma sürecini başlatmış olması ne derece 
samimi, gerçekçi bir yaklaşımdır? Sorgulamayı yapan ve benim de ifademe 
başvuran sayın Savcı Öz ve mesai arkadaşları, bu konuyla ilgili olarak 
Erdoğan'ın da görüşünü alma ihtiyacı hissetmiş midir?! Öte yandan, 
uluslararası terörist Yasin El Kadı'ya AKP'nin, Erdoğan'ın sahip 
çıkması, kefil olması karşısında ne düşünmeliyiz?!

(...)

3- Sorgulamaya konu olan ve şimdi de sanık olarak karşınızda bulunmama 
neden olan yazı ve yazılarımla ilgili olarak, iddia makamının elinde 
herhangi bir terör örgütüne üye olduğuma dair somut bir belge, bilgi var 
mı?! AKP iktidarında 24 saati ile gözetlenmiş, izlenmiş bir gazeteci 
olarak, iddia makamının mahkemenize bu anlamda somut bilgi ve belge 
sunmasını talep ediyorum! Kaldı ki, AKP'ye muhalif olduğum için 5 
parasız bırakıldığım bir ortamda, sözde örgütten bana herhangi bir para 
transferi olmuş mudur? Bu sorunun cevabı da önemli! Erdoğan'ın, Gül'ün, 
Unakıtan'ın, Yıldırım'ın çocuklarının AKP iktidarında ilişkiler 
üzerinden para kazandıkları, gemicik sahibi oldukları bir konjonktürde, 
sayın Savcı heyetinin somut belgelerle bu soruma cevap vermesini 
istiyorum, bekliyorum!

(...)

4- Soruşturmayı yürüten Savcı heyeti bu soruşturma kapsamında, gazeteci 
olarak beni sorgularken, haber dahi yazamadığını itiraf eden sözde 
gazeteci Tuncay Güney'i, 1 numaralı iddia sahibini neden 
sorgulamamıştır?! Fetullah Gülen'i hakkındaki iddialarla ilgili olarak 
neden sorgulamamıştır?! Eğer, Fetullah Gülen adına Zaman gazetesinde 
başyazılar yazan Hüseyin Gülerce'nin iddia ettiği gibi "Ergenekon" üst 
başlığı altında Susurluk soruşturması yapılıyor ise neden Mehmet Ağar, 
Tansu Çiller, Doğan Güreş vb isimlerin ifadelerine başvurulmamıştır?! 
Eğer bu isimlerin ifadesi alınmadı ise neden ihtiyaç duyulmamıştır?! 
Kaldı ki, Susurluk yargılaması yapıldı ve bazı isimler ceza aldı diye 
biliyoruz. Şimdi yeni bir Susurluk soruşturması yapmak için sayın Savcı 
heyetinin elinde ne gibi yeni belge, bulgular var, açıklamalarını talep 
ediyorum.

(...)

5- AKP'ye muhalif olan, BOP'a muhalif olan, AKP'nin yolsuzluklarını, 
vurgunlarını yazan herkes terör örgütü üyesi midir?! Bu iddianame bu 
hali ile hasım/hısım iddianamesidir! AKP'nin hasım olanlar sözde terör 
örgütüne üye olmakla itham ediliyorlar, hısım olanların ise "lütfen" 
olarak dahi ifadesine başvurulmuyor! AKP'ye, BOP'a muhalif isimleri 
kamuoyu önünde küçük düşürmeye, karalamaya, sindirmeye, töhmet altında 
bırakmaya dönük bir iddianamedir! Kaldı ki, eğer ortada iddia makamının 
iddia ettiği gibi son derece tehlikeli ve güçlü bir örgüt ile karşı 
karşıyaysak, sayın savcılar bu soruşturmayı nasıl gerçekleştirmişler, 
gerçekten merak ediyorum?! Sözün özü, en korkunç örgütü çökertmiş (!), 
en olmadık isimleri gözaltına almış, sorgulamış, ama ... buna karşılık 
Fetullah Gülen'in ve onun adamı Tuncay Güney'in ifadesini alamayan bir 
sorgulama ekibi ile karşı karşıyayız! Bu anlamda sormak istiyorum, iddia 
makamı içinde, yani sayın savcı heyeti içinde AKP Özel Örgütü'ne üye 
olanlar var mıdır?! Sorgulamayı yapan Savcı heyetinin, birinci, ikinci, 
üçüncü aile bireyleri dahil olmak üzere malvarlıklarını açıklamalarını 
talep ediyorum! İddianamede tüm özel kişisel bilgileri açık edilmiş 
sanıklardan biri olarak, bu istekte bulunmamın bir sakıncası yoktur 
sanırım! Ezcümle, hesap soranların da, her an hesap verecek durumda 
olmaları gerekir, değil mi?!

(...)

6- Türkiye'de bir darbe sürecinden bahsedilecek ise bu AKP iktidarında 
gerçekleştirilmeye çalışılan, Atatürkçü kurum ve kuruluşları hedef alan, 
tüm milli değerlerimize yönelik "Post modern Turkuvaz darbe" sürecidir. 
AKP de BOP planının taşeron yüklenici partisidir. Maalesefki Emniyet 
(MİT ve emekli askerlerden bazıları) içindeki bir yapı da, bu taşeron 
unsurlara özel hizmet vermektedir. Bu noktada sorgulamayı yapan sayın 
iddia makamına ve heyetinize sormak istiyorum: Büyük Ortadoğu Projesi'ne 
taraftar mısınız, yoksa karşı mısınız?! BOP operasyonuna maruz kalan tüm 
ülkelerde Türkiye'dekine benzer (Ergenekon) operasyonların yapıldığı 
hatırlanacak olursa, bu sorgulamayı yapan Savcı ve hakimlerin hangi 
tarafta/safta oldukları sorusunun cevabı da, bu noktada büyük önem 
kazanıyor! Çünkü bu dava siyasi bir davadır!

(...)

7- Bazı makamlardaki insanlar bazı soruları sormazlar. Misal, bir 
Cumhuriyet Savcısı, "BOP'çuların operasyonlarımızı bozuyorlar, teşhis 
ettiğimiz ama tespit edemediğimiz ultra Türkler var" diye görünmeyen bir 
yapıdan şikayetçi olduğu bir ortamda, onlara adına bu sorunun cevabını 
arıyor olması karşısında ne düşünmeliyiz?! Savcı heyeti bu yapının 
varolup olmadığını öğreneceği, soruşturtacağı adres bellidir: 
Genelkurmay, MİT, Emniyet, zabıta teşkilatı! Bunun ötesinde benim var ya 
da yok demem neticeyi değiştirmez! Kaldı ki, Savcı heyetinin, benim 
cevaplarımın ötesinde, Ultra Türkler hakkındaki anlatımımı mahkeme 
huzurunda dinleme, izleme belgeleri ile delillendirmesi gerekirdi. Zira, 
iddia makamının iddia ettiği yönde bir bilgiye vakıf olsaydım, bu 
bilgileri sayın Savcı Öz'den önce BOP operasyonu yapan Yahudi ABD, 
İsrail, bazı AB Büyükelçileri ile paylaşırdım! Ki, Türkiye'yi parçalama, 
Atatürk Türkiyesi'ni sonlandırma yönündeki amaçlarına bir an önce 
ulaşabilsinler! Sözün özü, Cumhuriyet Savcıları'nın istekleri, cevabını 
aradıkları soru, zaten BOP'çuların da cevabını merak ettikleri soru! 
Aynı anlama gelen istekler! Bu anlamda savcı heyetine son bir soru daha: 
Sayın Savcılar, siz kimin savcısısınız?! Eğer Atatürk Türkiyesi'nin 
Savcıları iseniz, bilmenizi isterim ki, bende o ülkünün savunucusu bir 
gazeteciyim. Ezcümle, "Ultra Türkler var mı yok mu" sorusunun cevabını 
eğer Emniyet İstihbarat içindeki "F Tipi" yapı veremiyor, BOP'çular o 
adresi bulamıyor ise sayın savcı heyeti de bu soruyu sorup kendilerini 
komik duruma düşürmekten vazgeçsinler! En doğru olan hareket, bu sorunun 
cevabını zamana bırakmaktır! Sözün özü, en doğru cevabı nasılsa zamanı 
gelince tarih verir, yazar!

(...)

Ve...

Son olarak...

Bu iddianame, çamur at izi kalsın mantığı ile hazırlanmış, hasım/ hısım 
iddianamesidir ya da "Televole mantığı" ile hazırlanmış bir iddianamedir!

Bu iddianameyi okuyan ve ortalama hukuk bilgisine sahip gözler 
tarafından rahatlıkla görülmektedir.

Bu bağlamda bir Türk atasözü şöyle der:

"Her şerde bir hayır, her hayırda bir şer vardır".

Düşüncem odur ki, bu davanın "şer"rindeki "hayır" da, AKP'nin elinden 
"mazlum"iyet ve de "masum"iyet kartlarını bir bir düşürmüş, geçersiz 
kılmış olmasıdır!

Sözün özü, acısız zafer olmaz!

Artık herkes görmüştür ki, AKP eline iktidar gücünü geçirince rahatlıkla 
zorbalaşabiliyor.

Gizli gündemini açık edip, yüzündeki maskeyi kendi elleri ile 
indirebiliyor!

Bu vesile ile buradan, bu soruşturma süreci içinde ölenlerin yakınlarına 
başsağlığı, sağlığını yitirenlere acil şifa, özgürlüğünü yitirenlere 
acil hürriyet, bu dava nedeni ile işini, eşini kaybedenlerin de 
mağduriyetlerinin bir an önce sonlandırılmasını dilediğimi bir kez daha 
açıklamak istiyorum.

Kaldı ki, hakkımdaki terör örgütüne üye olma iddiasını da reddediyor, 
mahkemenizden bu vesile ile AKP Medyası'nda yerden yere vurulmak istenen 
itibarımın iadesini talep ediyorum.

Çünkü ben Atatürk Türkiyesi'ne sahip çıkma, gazetecilik mesleğinin 
gereklerini yerine getirme dışında "kanundışı" hiçbir şey yapmadım: 
"Eğer Türkiye'de rejim değişmedi ise" kaydını düşerek bu cümleyi 
kurduğumu da önemle hatırlatmak isterim.

AKP iktidarında iftiraya uğradım, mağdur edildim, BOP'çuların, BOP Eş 
Başkanları'nın hoşlarına gitmeyecek yazılar yazdım, bu yüzden de 
karşınızdayım.

Ezcümle, burada davanın küresel ve yerel siyasi amaçlarının altını 
çizmeye gayret ettim. Önünüze getirilmiş davanın, (gerek şeklen, gerek 
içerik bakımından) hukuki noksanlarını da yüce heyetinizin hukuki 
takdirlerine sunuyorum.

Saygılarımla...

9 Aralık 2008
Hayrullah Mahmud ÖZGÜR




***