31 Ekim 2017 Salı

CUMHURİYETİMİZ

CUMHURİYETİMİZ











CUMHURİYET; FİKREN, İLMEN, FENNEN ,BEDENEN KUVVETLİ VE YÜKSEK SECİYELİ MUHAFIZLAR İSTER. YENİ NESLİ BU KEMİYET VE KEYFİYETTE YETİŞTİRMEK SİZİN ELİNİZDEDİR. 
(Gazi Mustafa Kemal Atatürk-1923)
——————————-
Türkiye Cumhuriyeti Devleti bugün 94 yaşındadır.
Cumhuriyetimiz; Anadoludaki Türk milli varlığının ortaya geliştirdiği ve yücelttiği milli oluşumdur. Tarihi ömrünü tamamlamış Büyük Cihan İmparatorluğu içinden yeni ve bağımsız bir milli devlet yaratma çabalarının neticesidir.
Cumhuriyetimize; sahip olduğu milli güç potansiyeli ve coğrafi konumunun kazandırdığı özellikler dolayısıyla dünya küresel çıkar çevreleri daima göz dikmiştir. Topraklarımızda çıkarı olan devletler ile bunların içimizdeki ajanlarına karşı her alanda verdiğimiz mücadele 94 yıldır devam etmektedir.
Cumhuriyet idaresi; halkın kendi hakkında karar vermesinin bütün siyasi araçlarını bünyesinde taşımaktadır. Bu idarede Türk toplumunun tüm yaratıcı ve yapıcı katkısı bulunmaktadır.
Cumhuriyetimiz; tarihin çetin tecrübelerinin sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Temelinde on binlerce şehidin kanı, gazilerimizin üstün gayreti ve alın teri vardır. Cumhuriyet ile tarihten silinmek istenen bir milletin yitirilmiş görünen tüm öz yetenekleri, bilinmeyen tüm özellikleri yeniden dünyaya ispat edilmiştir.
Türk Milleti için Cumhuriyet sadece bir idare tarzı değil,bir varlık ilkesidir. Milletçe var olma şuurunun temel taşıdır. Tarihin Türk Milletine kazandırdığı milli kültür kaynakları ile oluşan milli birlik duygusunun doğal bir sonucudur.
Türkiye Cumhuriyeti; Türk Toplumunun bütün kesimlerinin dengeli, anlayışlı ve ayni amaçta birleşen davranışlarının yarattığı bir eserdir. Türk toplumunun çeşitli alanlardaki çıkarları arasında sağlanacak dengeler ve çözümler ancak demokratik Cumhuriyet düzeni içinde olağan hale gelebilmiştir.
Cumhuriyetimizin başlıca özelliği ; tarihte ilk defa ideolojilerin, tahrik ve ayaklandırma isteklerinin; toplumları sınıflara ayırıp, birini diğerine hakim kılarak, ihtilallerle sonuç alma gayretlerinin dışında kurulmuş olmasıdır.
Cumhuriyetimiz; Türk Milletinin dünyada yalnız kaldığı ve tamamen kendisini sömüren güçlerin yönettiği bir ortamda milli bir ruhla harekete geçerek kurduğu tamamen kendine özgü bir sistemdir. İşte bu özelliğiyle kendisinden önceki ihtilaller ve siyasi hareketlerle kıyaslanamaz ve her birinin ulaştığı sonuçlar açısından da değerlendirmeye tabi tutulamaz.
Bugün Cumhuriyetimiz içeriden ve dışardan pek çok saldırı ile karşılaşmasına rağmen 94 yıl içinde kuşaktan kuşağa devredilen kuruluş ilkelerinden hiç bir şey kaybetmemiştir. Çünkü Gazi Mustafa Kemal ve silah arkadaşlarının koyduğu bu ilkeler daima Türk Milletinin güvenlik, mutluluk ve refah isteklerinin kefili olmuştur.
Anadolu Türk Toplumunun toprağına ve Cumhuriyete bağlılığı dolayısıyla bu devletin dünya üzerindeki yeri, üniter yapısı, önemi ve gücü düşmanlarının fiil ve hareketleri ile asla değiştirilemeyecektir. Cumhuriyete yönelik saldırıları etkisiz kılan Türkün milli gücü; binlerce yıllık tarih içerisinden süzülerek gelen yegane unsur olarak dimdik ayakta durmaktadır.
Cumhuriyet yönetimi; çelişkiler yerine dengeli davranmayı; uzlaşmazlıklar yerine barışı; ayrılıklar yerine birliği; parçalanmak yerine bütünleşmeyi hedef almıştır. Anadolu Türk Toplumu; önderi Atatürk’ün “YURTTA SULH, CİHANDA SULH” temel ilkesine daima bağlı kalmıştır.
Cumhuriyetin kurulmasında nasıl kan, emek, ter, ve bir millet olma çabası varsa ; O’nun korunması, geliştirilmesi ve ilkelerinin savunulmasında da ayni çabaların olması gerekir. Fakat günümüzde bunlarda yeterli değildir. Çünkü Cumhuriyetimiz bilim üzerine inşa edilmiş bir anıttır. Bu nedenle emeğin, terin ve kanın yetersiz kalabileceği anlar olacaktır. Bu anlarda Cumhuriyetimiz ancak müspet bilimlerdeki ilerleme ile, çağın gelişmelerine uygun teknolojiye yer verilen bilimsel çalışmalarla korunabilecektir.
Kuruluş dönemindeki nesiller için geçerli olan Cumhuriyeti korumanın manevi heyecanı bugün yerini; bu heyecanı daha çok duyan, Atatürkçü Düşünce Sistemini sahiplenen, tartışmaya açık, çağın gelişmesi ve tüm değişmelerine hazırlıklı beyinlere bırakmıştır.
Bilindiği gibi Atatürk kendi zamanında moda olan Komünist ve Faşist dikta rejimlerine iltifat etmemiştir. 600 yıllık tarihi deneyime sahip padişahlık idaresini de reddetmiştir. O; genç Türk Devletini milletiyle birlikte demokratik bir yönetimle idare etmeyi uygun görmüş ve uygulamıştır.
İstiklal Harbini yapan Birinci TBMM’de tam anlamı ile demokrasi hakimdir. Orada bütün fikirler serbestçe tartışılmıştır. Bu mecliste bizzat Atatürk’e en büyük muhalefetin yapıldığı meclis zabıtlarından görülmektedir. Kuruluş ve işleyiş tarzı ile gerçek bir demokrasi örneği veren bu meclisin 29 EKİM 1923’te yeni devletin ismini CUMHURİYET koyması çok doğal bir gelişme olarak kabul edilmelidir.
Atatürk; bütün başarılarına Türk Milleti ile birlikte hareket ederek ulaşmıştır. Cumhuriyet Tarihimizde Atatürk İlkeleri ve Inkilâpları olarak adlandırdığımız gelişmeler; tamamen milletin desteğini alarak, milletin temsilcileri tarafından TBMM’de kanunlaştırılarak bizzat millete mal edilmiştir. Bunun için kalıcıdırlar ve değişmez kurallar olarak toplumumuzda kökleşmişlerdir. Bu kurallar bugünde ülke yönetiminde yönlendirici rol oynamakta ve gündemimizi belirlemektedir.
Günümüzde Balkanlar, Kafkaslar, Ortadoğu gibi; dünya egemenliğine oynayan güçlerin milli çıkarlarının odaklandığı ateş çemberinde Türkiye’ye çok önemli görevler düşmektedir. Bugün Türkiye; mevcut milli güç potansiyeli ile, binlerce yıllık Türk Kültürü ile desteklenen engin devlet tecrübesi ile, bu görevleri en iyi şekilde başarabilecek bir düzeydedir.
Bugün aksayan tüm yönlerine rağmen Türkiye Cumhuriyeti ; 80 milyon genç ve dinamik nüfusuyla, eğitim ve teknolojisiyle, güçlü ordularıyla, serbest seçimlerle yönetime gelen siyasi kadrolarıyla, dünyaya açılmış serbest rekabet ortamındaki artan ticari kapasitesiyle, ülke meselelerine sahip çıkan sivil toplum kuruluşlarıyla, dünyaya yayılmış başarılı bilim adamlarıyla, kollarını dünyanın dört bir yanına kadar uzatmış eğitim ordularıyla milletinin haklarını her alanda koruyabilecek bir güce erişmiştir.
Modern Türkiye Cumhuriyeti; bin yıldır üzerinde yaşadığı Anadolu’yu gerçek ve kalıcı bir anayurt olarak kabul etmiştir. Bu yurdu modern dünyanın ihtiyaçlarına cevap verecek tarzda mamur hale getirmiş ve halkının müreffeh hayat yaşamasını sağlayacak her türlü tedbiri almaktadır.
Bugün Türkiye; kendisine uzanacak namert elleri hukuk ve demokrasi kuralları içinde alt edecek güce, tecrübeye, bilgiye ve cesarete sahiptir.
Yüce önder Mustafa Kemal Atatürk; Türk milletinin öz benliğinde bulunan hürriyet, bağımsızlık, dürüstlük, çalışkanlık ve bilimsellik gibi özgün vasıflarını modern bir devlet bünyesinde bir araya getirmenin huzuru ile anıtkabirde yatarken, Türk Milleti; O’nun ölümsüz eseri olan Cumhuriyetimiz ile bu Cumhuriyetin temeli olarak kabul ettiğimiz, dünyayı bir uçtan bir uca kaplayan üstün Türk Kültürüne sahip çıkmanın haklı gururunu yaşamaktadır.


***

Ben Bir Hazakatzedeyim; Bende de Metal Yorgunluğu Var!..

Ben Bir Hazakatzedeyim; 
Bende de Metal Yorgunluğu Var!..


Tıp öğretimi ve eğitimi görmüş birisi olarak son işyerim olan A.T.A.Ş. Rafinerisine katılıncaya kadar, bendeniz ‘Metal Yorgunluğu’ denen terimi bilmezdim. Oradaki çalışmalarım sırasında, teknik şube kadrosunda olan değerli mühendislerin ağzından ilk kez bu terimi duyunca, önce bir anlam verememiştim. Öylesine ki, tıkır tıkır çalışan kocaman fabrikada bu arkadaşlarımın telaş ve sıkı çalışmalarla bazı incelemeler yaptıklarını ve gerekince sistemi durdurarak onarımlar ve yenilemeler yaptıklarını ilgi ile izlerdim. Üstelik bu yetkin arkadaşlarımın adına ‘Korozyon Mühendisliği’ denen özel bir konuda da uzman kişiler olarak yetiştirildiklerini öğrenince, merakım büsbütün artmıştı.

Metal yorgunluğu; sürekli çalışan ve belirli bir yükün etkisi altında kalan madeni parçaların dayanıklılıklarının azalmasına verilen bir terimdir. Kullanım alanına ve metalin cinsine göre değişik süreler sonrası ortaya çıkmaktadır. Titreşimler ve sürekli tekrarlayan hareketler metal yorgunluğunu hızlandırmakta, fazla ağırlık altında kalmakta kullanım süresini azaltmaktadır. Bu koşullar altında görev yaptırılan madeni aksamların içyapısının bozularak arzu edilen randımana yanıt veremeyecek duruma gelmesidir, metal yorgunluğu.

Son ay içerisinde sadece madeni elemanların değil, insanlarında metal yorgunluğuna duçar olacağının sesli uyarılarını almış olduk. Özellikle yerel yönetimlerde görev yapan siyasilerde bu patolojinin ağırlıklı olarak görülmekte olduğunu ülkemizin en yetkili ağzından duyunca, eyvah dedim kendi kendime. Anlı şanlı siyasetçiler böyle şifa bulmaz bir hastalığın pençesine düşmüş ise, asgari ücretle ailesini sırtlamak zorunda olan yurdum insanları da herhalde bu şifa bulmaz salgının çoktan etkisinde kalmıştır diye düşünmem, böylece başladı. Keza bendeniz gibi gariban emekliler için ise metal yorgunluğu herhalde ölümcül bir tablodur demem de bundandır!
Anlayabildiğim kadarı ile sürekli kafaca ve bedence çalışarak yandaş iş insanları için rant sağlayacak imar planları yapmak zorunda kalan ve de yıllar boyu aynı masada oturarak ve penceresinden aynı manzarayı izleyerek kupon arsaları nasıl üleştireceğine karar vermekte zorlanan sevgili belediye başkanlarımız, izlediğimiz kadarı ile metal yorgunluğunun ilk kurbanları oluyorlar. Ruh ve beden yorgunlukları sonucu adına performans denen verimlilikleri azalıyor ve muhatap oldukları müteahhitlere ve onlara yardımcı olmak çabasındaki diğer siyasilere yeterince olumlu hizmetler sunamıyorlar. Bu durum yetmezmiş gibi, kenarına iliştikleri masanın maddi ve manevi getirisinden ötürü yüklüce kibir biriktiriyor ve bu başarılarını o makama sahip olmalarının olanaklarından değil, kıymet -i harbiyesi kendilerinde menkul kişisel yeteneklerinden aldıkları zaafı ile tıkırdamaya başlıyorlar. 

Al sana metal yorgunluğu!

Tüm bunlar yetmezmiş gibi kişisel ego şişmeleri sonrası bir de sayın ve her şeye kadir lidere ters düşünce de, yandı gülüm keten helva! Uygarlık göstererek, kırk katır mı, yoksa kırk satır mı diye sormayan değerli lider, tek şey istiyor metal yorgunluğunu iyileştirmek için; istifa! Memleketimden siyasi görüntüler günler boyu böyledir sevgili okurlarım. AK-ŞAKA olarak bu gelişmelere bakınca, ister istemez özeleştiri yapmak zorunda kaldığımdan sizlerle sorunumu içtenlikle paylaşmak üzere bu yazıyı hazırlıyorum. 

İtiraf ediyorum; bende de metal yorgunluğu vardır!

Dikkatinizi çekmiştir, birkaç ay önceye kadar hemen hemen hiç aksatmadan haftanın beş günü sizlere iyi veya kötü yazılarımı sunardım. Ama artık köşemin boş kaldığını izliyorsunuz ve hatta bazı kadirşinas okurlarımın sorduğu gibi artık yazı yazmayı bıraktın mı diye uyarılarla da karşılaşıyorum. Hayır, yazı yazmaktan vaz geçmedim, ancak kişisel metal yorgunluğum nedeni ile yazılarımı azaltmak zorunda kaldım.

Eskiden her gün düzenli yazarken, hatta bazen bir güne birkaç yaz
ı sıkıştırırken, şimdi haftada bir veya iki yazıyı zor yazıyorum. Nedeni ise artık bellidir, metal yorgunluğum var!

Sanıyorum kısa bir süre sonra ilgi duyacak okurlarımla paylaşacağım bir kitap için birkaç ay süren yoğun uğraşı sonucu benim iç dünyam da yoruldu ve metal yorgunu bir makine aksamı gibi tıkırdamaya başladım. Bu nedenle de kafamı yeterince toparlayarak bir yazı konusuna yoğunlaşmakta zorlanıyorum. Ama bu durumun kısa süre sonra toparlanacağını ve beyin loplarımda bir değişmeye gerek olmadan tekrar eski düzene kavuşacağımı umuyorum. Zaten titremeye başlayan bıngıldaklarımdan bu muştuyu da algılıyorum.
Son bir beklentim ise Ankara’nın Belediye Başkanı Melih Gökçek’in istifası sonrası ortaya çıkacak ruh halini izlemekten geçiyor. Umarım Ankara’nın bu ikinci kurtuluşu sonrası güzel günler ortaya çıkar ve ben de moral bularak kişisel metal yorgunluğumu aşmış olurum!

Kısadan hisse: Karacaoğlan, aşağıdaki dizeleri metal yorgunluğuna duçar olacak belediye başkanlarını düşünerek yazmıştır sanırım;

“Yürü bre yalan dünya / Sana konan göçer bir gün /
İnsan bir ekine misal / Seni eken biçer bir gün!”

Erdal Akal
ın (27.10.2017)


***

Hukuktan arabulucuya Rödovanstan Özelleştirmeye

Hukuktan arabulucuya Rödovanstan Özelleştirmeye

Esin Ergenç 
Aydınlık Gazetesi, 
27.10.2017
 
Devlet ve vatandaş ilişkisi yasalar ve kurumlardan oluşur. 

Bu hukuksal boyutudur. Vatandaş içinse devlet, anadır. Yani ilişkinin iki tarafı için eşitlik söz konusu değildir. Hayatta da böyle değil mi? Hangi ilişkide kesin bir eşitlikten söz edilebilir? Doğa için de böyle. Ama devlet ve vatandaş ilişkisinde devlet, koruyan; vatandaş, korunandır. Bizim bildiğimiz kimsesizlerin, kimsesi olan cumhuriyette bu böyledir. Zayıf olandır vatandaş ve devletin tüm uygulamaları toplumsal hayatın düzenini ve vatandaşı korumak içindir. Cumhuriyet hukukunda vatandaşın hak ve çıkarları öndeyken bugün cumhuriyet hukukunun yerini güçlülerin ve sermayenin hukukunun aldığını görüyoruz. AKP iktidarıyla birlikte en çok hak kaybı, işçi sınıfında yaşandı. Ulusal İstihdam Stratejileri bir bir hayata geçirildi. Bu strateji hayata geçirilirken önce işçi sınıfının örgütlü gücü operasyona uğradı. Dikensiz gül bahçesi lazımdı, oldu. Bu yoruma kızanlar olabilir ama yazmak zorundayım. Sendikaların başında çoğunlukla sendikaları etkisizleştirmek için seçilen yöneticiler oturuyor.

Çalışma hayatında da eşitsizlik vardır. Özel bir şirkette emeğini satarak geçimini kazanan işçiyle, o işyerinin sahibi eşit şartlarda mıdır ki hak arayışında eşit olabilsinler? Eğer değillerse işçiyi işten atan işverenle, işten atılan işçi yasalar önünde eşit olmalı mıdır? Değildir de zaten. 4857 sayılı İş Yasası’nda işçinin korunması esastır. Ama AKP Hükümetinin İş Mahkemeleri Kanunu’nda yaptığı değişiklikle artık işçi ve işveren eşit koşullarda kabul ediliyor ve karşı karşıya getiriliyor. Arabuluculuk zorunlu artık. İş kazası ve meslek hastalığı dışında tüm anlaşmazlıklarda mahkemelerden önce arabulucuya gitmek zorunlu.

Şimdi bir düşünelim: Ekonomik olarak borçla yaşamını sürdüren, aldığı maaş asgari ücreti bir türlü geçemeyen gariban işçi, “aman biraz daha fazla maaş alayım, yanında sosyal haklarım da olsun” diyerek gidip bir sendikaya üye oldu. İşveren de bu durumdan haberdar oldu ve işçiyi işten çıkarttı. Gittiler arabulucuya. Sizce ne olacaktır? İşveren veya işveren vekilleri orada işçiye sen haklısın, anayasal hakkını kullandın mı diyecektir? Yoksa işçiye belli bir miktar vererek, başına dert almaktan mı kurtulacaktır? Üstelik arabulucu ücreti de işçi ve işveren tarafından eşit olarak ödenecek. İşçi hem işten atılacak hem de borçlu çıkacak. Bu uygulama işçilere ciddi kayıplar yaşatacaktır ama sendikalar da nasibini alacaktır. Peki neden hepsi bu kadar suskun? Davalar için ödenen para kasalarında kalacak diye mi yoksa aldıkları harcırahları biraz daha yükseltebileceklerinin mi hesabını yapıyorlar? Sendikalar hak mücadelesi vermeyeceklerse ne işe yararlar? Bari dostlar alışverişte görseydi.

ZONGULDAK’A HANÇER

AKP Hükümeti meydanı boş bulmuşken peşpeşe sıralıyor saldırıları. Kurulduğu günden beri, özellikle de Atatürk’ün çıkarttığı maden kanunu ile işletilmesi devlete ait olan madenler, şimdiye kadar ancak rödovans sözleşmeleriyle özel şirketlere işlettiriliyordu. Şimdi Hükümetin hazırlattığı değişiklik taslağında ise TTK ile Kömür İşletmelerinin özelleştirilmesine olanak tanınıyor. Biraz araştırıp ne zaman kurulmuş, hangi amaçla kurulmuş bir bakayım dedim. Rödovansla veya kaçak işletilen tüm maden ocaklarında yaşanan kazalar bu kadar canımızı yakmışken ve dünyada genel olarak kamu eliyle işletilirken bu özelleştirme; rant uğruna, göz göre göre cinayettir. Ülke ekonomisi ve çıkarlarına da zarar verecektir. Genel Maden-İş Sendikası anlatmak için çırpınıyor; umarım seslerine ses verilir. İşte TTK’nın internet sitesinde hakkımızda bölümünde yazanlardan bir bölüm:

233 sayılı Kanun Hükmünde Kararname hükümlerine tabi bir kamu iktisadi teşebbüsüdür. 11.12.1984 tarihli Resmi Gazetede yayımlanan Ana Statüsünde Kuruluş amacı şöyle belirtilmiştir:

“Devletin genel sanayi ve enerji politikasına uygun olarak, taşkömürü rezervlerini en iyi şekilde değerlendirerek ve ülkenin taşkömürü ihtiyacını karşılayarak yurt ekonomisine katkıda bulunmak.”


***

"İYİ Parti" merkez sağ oylarla AKP iktidarının sonunu hazırlayabilir! mi.?


"İYİ Parti" merkez sağ oylarla AKP iktidarının sonunu hazırlayabilir ! , mi ?


 
Prof. Dr. Hakkı Keskin
Siyasal Bilimci
Almanya Parlamentosu ve Avrupa Konseyi Eski Milletvekili


“İYİ Parti” merkez sağ oylarla AKP iktidarının sonunu hazırlayabilir!
Uzun bir hazırlık sürecinden sonra, ilgiyle beklenen Meral Akşener liderliğindeki yeni siyasi parti dün kuruluş kongresini yaptı. İsmi, logosu, kurucu üyeleri ve programı kamu oyuna tanıtıldı.Son dakika: İYİ Parti'nin kapatılması için savcılığa başvurdular!
 
Türkiye’de çoğumuzun ismini bile bilmediğimiz çok sayıda siyasi parti var.
 
gözlemBir siyasi partinin seçmenler tarafından ilgi görebilmesinin ön koşulu, siyasi ve toplumsal ortamın zamanlama bakımından uygun olmasıdır.yatay
 
'İyi Parti' için kapatma talebi!
AKP’nin 2001’de kuruluş zamanlaması, muhafazakar sağ parti programı, kuruluş ilkeleri, bu partinin 2002 seçimlerinde oyların yüzde 34,2’sini alabilmesini sağladı.
 
CHP yüzde 20 düzeyinde oy alırken, muhafazakar / merkez sağ partiler DYP, ANAP ve milliyetçi MHP yüzde 10 barajının altında kalarak meclise bile giremediler.
 
Çünkü bu partilerin izlediği politikalar ve aralarındaki sürtüşmeler seçmenlerde büyük bir güven kaybına neden olmuştu. AKP bu siyasi ortam boşluğunu, iyi bir zamanlamayla doldurmayı başarmıştı.
 
MUHAFAZAKAR MERKEZ SAĞ PARTİ GEREKSİNİMİ
 
Türkiye’de muhafazakar ve merkez sağ diye tanımlayabileceğimiz seçmen oranı öteden beri, yüzde 50 düzeyinde kendini göstermektedir. MHP ve Kürt seçmen oyları bu orana dahil değildir.
 
Günümüzdeki temel siyasi gereksinim, muhafazakar ve merkez sağdaki bir siyasi oluşumla AKP oylarının önemli ölçüde aşağıya çekilebilmesidir.
 
AKP, ekonomi, tarım, eğitim, toplumsal barış, huzur, rüşvet, sosyal adalet, fakir-zengin uçurumu, iç güvenlik ve özellikle de dış politikada, çok büyük bir güven kaybına uğramıştır.
 
Artık seçmen AKP yönetiminden kurtulmayı istiyor. Bahçeli yönetimindeki MHP de, AKP’nin koltuk değneği rolünü öteden beri yapmakta olduğundan, aynı şekilde güvenilirliğini yitirmiştir.
 
İşte bu nedenle Türk toplumunun, oy verebileceği muhafazakar, merkez sağ ve hatta milliyetçi öğeleride taşıyan yeni bir siyasi oluşuma yöneleceği açıkça görülmektedir.
 
Meral Akşener liderliğindeki “İYİ Parti”,  tam da seçmenin önemli bir kesiminin çare beklediği bir siyasi ve toplumsal ortamda  kurulmuştur.
 
Umut, Gelecek, Adalet, Cesaret, Bilgi, Kararlılık, Medeniyet ve Zenginlik hedeflerini taşıyan logo, 200 kişilik kurucu üyesi ve 10 bine yakın kişinin katıldığı kuruluş kurultayı, merkez sağdaki siyasi boşluğu doldurmaya aday gözükmektedir.
 
Bu partinin AKP, MHP ve AKP’ye oy vermediği için sandığa gitmeyen eski ANAP, DYP ve diğer partilerden yüzde 20’nin üstünde oy olma şansını görmekteyim. Böylece AKP oyları 2019 da yüzde 35’in altına düşebilir. MHP’nin ise barajın altında kalacağına kesin gözüyle bakılabilir.
 
CHP ile birlikte bu yeni siyasi oluşumun üzerinde anlaşabilecekleri ortak adaylarla, 2019 belediye seçimlerinde başarılı olma olasılıkları büyüktür. Cumhurbaşkanı seçiminde ise ikinci turda duruma göre ve seçilme  şansı en büyük olan kişi üzerinde anlaşmaları gerekecektir.
 
“İYİ Parti”nin “Türkiye iyi olacak” sloganı, programın gerektirdiği örgütlenme, yoğun çalışmalar, kararlılık ve sağlıklı siyasi ittifaklarla yaşama geçirilebilir. Türkiye için yeni bir umut doğmaktadır. Başarılar diliyorum.
 
Prof. Dr. Hakkı Keskin
Siyasal Bilimci
Almanya Parlamentosu ve Avrupa Konseyi Eski Milletvekili
 
 
0049 / 151 47 30 87 78
 
27.10.2017

***

YEDİĞİMİZ KÜFÜRLER


YEDİĞİMİZ KÜFÜRLER

EMİN ÇÖLAŞAN:

Yediğimiz küfürler!..

Sevgili okurlarım, Türkiye'de eğer iktidar karşıtı bir gazeteci iseniz, yazılarınız bu doğrultuda ise, her türlü hakaret ve küfür yemeyi göze alacaksınız.
Bu küfürler çoğunlukla e-posta, ya da sosyal medya aracılığı ile gelir.
Yakası açılmadık laflardır.
Ölmüş ananıza bile sövmekten utanmazlar.
Ancak bazen aralarında fikir ayrılığı çıkar!
Bazıları sizi Ermeni, bazıları Rum, önemli bir bölümü ise Yahudi olarak görür!
“Ermeni dölü…”
“Rum piçi…”
“Yahudi dönmesi…”
* * *
Bunların tamamı Atatürk ve Cumhuriyet düşmanı tiplerden oluşur.
Çoğu kırsal kesimde, ya da büyük kentlerin varoşlarında yaşar.
Ekonomik durumlarını bilmiyorum ama önemli bir bölümünün düşük gelirli olduğunu tahmin ediyorum.
Ne yazdığınıza, yazdıklarınızın doğru veya yanlış olduğuna bakmazsınız doğrudan söverler.


* * *
Avukatım Serhan Özdemir bu işin üzerine ciddi bir biçimde gidiyor. Bu şahıslar hakkında hem (ceza davası açılması için) savcılıklara suç duyurusunda bulunuyor, hem de tazminat davaları açıyor.Savcılıklar bunların adresini belirledikten sonra iş tamam…


Ancak sonraki aşamada bunların bir bölümü benden rica etmeye başlıyor:
“Lütfen davanızı geri çekin, gerçekten param yok. Çok zor durumda kaldım.”Söverken, durup dururken hakaret yağdırırken işin bu boyutlarını düşünmüyorlar, savcılık ve mahkeme tebligatlarını alınca hepsinde şafak atıyor.


* * *
Şimdi size geçen hafta yaşadığım bir olayı anlatmak isterim.


Müftülere nikah kıyma yetkisi verilmesine karşı çıkmış ve yazımda bunu işlemiştim. Ertesi gün önüme gelen e-posta mesajlarından biri şöyleydi.
Virgülüne kadar aynen veriyorum:


“Müftüler nikah kıysın. Sen de çatla. Sn. Çölaşan, sen bu kafa ile daha çölü geçemezsin. Sen hanımını herkese teşhir et. O zaman laikliğin elden kaçmaz.”
Mesajın altına ismini yazmış.Mesajın gönderildiği adres ise uluslararası bir şirketin hesabı.


* * *
Sondan ikinci cümle olmasa üzerinde bile durmam. Vatandaşın biri beni eleştirmiş derim…
Ancak o cümle tepemi attırdı:
“Sen hanımını herkese teşhir et.”


* * *
Şirketin telefon numarasını buldum, yetkililerine ulaştım ve durumu anlattım. Acaba bu şahıs gerçekten onların çalışanı mıydı?
Eğer öyleyse, şirketin resmi internet adresi üzerinden bu lafları nasıl yazabiliyordu?Gelen mesajı istediler, aynen gönderdim…


* * *


İki gün sonra haber geldi:“Evet, bu bizim çalışanımızdır. Ne yazık ki siyasi konulara şirketimizin adınıbulaştırmıştır.


Bu konudaki belgeler dün elime geçti. Şirket bu çalışanına yazıyla soruyor:
“…Şirket uzantılı e-posta adresinizden, mesai saatleri içerisinde siyasi içerikli ve hakaret içeren mesaj gönderdiğiniz tespit edilmiştir. Yazılı savunmanızı üç iş günü içerisinde göndermeniz…”


* * *


Şimdi bu adamın şirkete verdiği yazılı savunmaya özetle bakalım:
“Savunmamın alınmasına konu olan mesele, şahsi bir meseledir. Şirketinizle hiçbir alâkası yoktur.
Fikir özgürlüğü çerçevesinde yazdığım bu yorumu kendime ait olan e-postamdan atacakken, sehven (yanlışlıkla) iş yerinin e-postasından atmışım… Siyaset yapmadım… İş akdimin feshedilmesi halinde kanuni yollara başvuracağımı bildiririm. 23 Ekim 2017.”


Evet, bunun şahsi bir mesele olduğunu savunuyor!


* * *


Şirket 24 Ekim günü kendisine noter kanalıyla tebligatta bulunuyor. Yine özetliyorum:“…İşyeri unvanının geçtiği hiçbir yerde bu tip bir işleme ve olaya izin verilmeyeceği açıkken, İş Kanunu ve ilgili mevzuatça da konu açıklanmışken, tarafınızca böyle bir işlem yapılması kabul edilemez…İş akdiniz İş Kanununun 18. maddesi uyarınca (Tazminatsız) feshedilmiştir. Bilgi edinmeniz.”
* * *
Bugün size hemen her gün yaşadığımız bu gibi olaylardan somut bir örnek verdim.Kamuoyu önünde her gün “Allah” diyen, gerekli gereksiz her dakika Müslümanlıktan dem vuran bu gibilerin bir marifetini daha göstermek istedim.
Siz yazı yazıyorsunuz, hiç tanımadığınız bir adam size “Sen karını herkese teşhir et” diyebiliyor…Ve bunun fikir özgürlüğü olduğunu iddia ediyor.
Her gün nelerle uğraşıyoruz.



***

MÜSTAHAK BİZE.!


MÜSTAHAK BİZE.!


İnsanlık tarihinde öyle günler vardır ki…
Mevcut düzeni-sistemi-yapıyı kökten değiştirir.
Tarih: 27 Ağustos 1859.
Yer: Pennsylvania- Titusville
Adı, Edwin Drake (1819-1880) idi.
Petrol aramasında mekanik kuyu delme yöntemini buldu. (Ondan önce, sızıntı yoluyla yüzeye çıkan ham petrol, lamba yağı/gaz yağı olarak kullanılıyordu.)
Drake bulduğu bu yöntemle yeni çağın kapısını açtı: Petrol artık bilinçli olarak aranıp bulunacaktı. Ve…
Petrol, 1865'den itibaren ticari ve zırhlı savaş gemilerinde kullanılmaya başladı. Yani…
Petrol artık en değerli stratejik endüstriyel ürün oldu.
İhtiyaç artınca başta İngilizler olmak üzere emperyalistlerin gözü petrol kaynağı Ortadoğu'ya çevrildi.
“Arkeolojik kazı” kurnazlığıyla Rockefeller'dan
Rothschild'e uzanan “dünya baronları” bölgeye geldi. İngilizler (D'Arcy Grubu), Hollandalılar (Royal Dutch-Shell), Almanlar (Deutche Bank Grubu) ile Amerikalılar (Chester Grubu) arasında petrol kapışmaları yaşandı.
Bugünlerde…
Kuzey Irak'ı konuşuyoruz…
Kuzey Suriye'yi konuşuyoruz…
Ve Musul'u konuşuyoruz…
Bir konuyu ısrarla atlıyoruz!
Şöyle…

Şeyh Mübarek

Tarih: 23 Ocak 1899.
– Dünyanın en büyük petrol rezervi bulunan- Kuveyt Şeyhi Mübarek ile, İngiliz sömürgesi Hindistan'ın genel valisi Lord George Curzon el sıkıştı. İmzalanan “koruma/protektora anlaşmasına” göre, Kuveyt Dışişleri İngilizlerin elinde olacaktı. Bunun karşılığında şeyhe her yıl para vereceklerdi!
Kuveyt, Osmanlı'nın değil miydi? Basra'nın bir vilayeti yapılmamış mıydı? Şeyhe “kaymakamlık” verilmemiş miydi?
Bunlar petrolden önceydi…
Kuveyt, Arabistan yarımadasının kuzeydoğusunda, Basra Körfezi'nin kıyısında stratejik bir topraktı. Keza petrolü boldu!
İngilizler, bölgeye hızlı giriş yapan Alman gücünü durdurmak istiyordu. Petrol savaşları şimdilik “diplomatik satranç” üzerinden yürütülüyordu. Ama büyük savaşa az kalmıştı…
Şunu eklemeliyim:
Şeyh Mübarek ile Lord Curzon'ın anlaşmasından Osmanlı'nın sonradan haberi oldu! Aslında bu istihbaratı da Fransız Büyükelçisi Gustave Lannes verdi. Neyse.
Osmanlı, donanmasına yeni kattığı “Zuhaf” adlı savaş gemisini Kuveyt'e gönderdi. “Zuhaf” limana yaklaştırılmadı; İngiliz savaş gemileri “aksi halde ateş açarız” dedi. “Zuhaf” geri döndü! Sonra ne mi oldu:
Padişahın kurban bayramını kutlayan Kuveyt şeyhine “kaymakam” yerine “Kuveyt'in Yöneticisi ve Kabilelerin Şeyhi” sıfatı kullanılarak yanıt verildi!
Osmanlı böylesine savruk dış politika takip ederken İngilizler, yüzleri kızarmadan “Katar'ı bize verin” demeye başladı! Peki ne yaptık:
“Kuveyt ve Katar gibi çölden ibaret iki kaza yüzünden İngiltere ile ihtilaf çıkaramayız” dedik!
Keza. Bahreyn de elimizden uçtu gitti. Yetmezmiş gibi şeyhe bin sterlin verdik!

Şeyhler hep devrede

Niye anlatıyorum bunları?
Türkiye'de her çevrenin “çıkarı için kullanacağı” bir tarih perspektifi var.
Oysa:

Mesele, II. Abdülhamit'i sevip sevmemek değildir; hakikatler ile yüzleşebilmektir.

Mesele, İttihatçıları sevip sevmemek değildir; gerçekler ile yüzleşebilmektir.
Kusurlarıyla- sevaplarıyla bu bizim tarihimiz; bunlar bizim atalarımız.
Maalesef… Tarihe sadece “politik menfaat” için bakıyoruz. Örneğin:
Atatürk'e dil uzatmak isteyenler sürekli Lozan'ı gündeme taşıyor; “Musul'u Lozan'da verdik!” Koca bir yalan bu. Bakınız:
Şeyh Mübarek ile el sıkışan Lord Curzon'un Lozan'da amacı belliydi; petrol kuyuları!

İsmet Paşa Musul konusunda anlaşamayınca Lozan'dan Ankara'ya döndü. 21 Şubat 1923 ile 6 Mart 1923 arasında TBMM'de 14 oturum yapıldı.
Bugünün Atatürk düşmanları, Meclis'teki o Muhaliflerin Musul sözlerini tekrarlayıp duruyor. Oysa…

O oturumlarda bir tek kişi, İngilizlerin Musul'a sahip olma emelinde temel rol oynayan petrolden söz etmedi! Sadece duygusal nutuk attı!
Bugün bu hamaset edebiyatı ısrarla sürdürülüyor.
Sadece AKP yandaşları değil… PKK kuyrukçuları da ABD'nin hangi amaçla bugün kendilerini desteklediği hakikatiyle yüzleşmiyor.

Sonuçta Ortadoğu'da kazanan Lord Curzonlar oluyor!

Bu zaferleri için hep şeyhleri devreye sokmaları tesadüf mü? Mesela:
Türkiye… Lozan'da, Musul için “son silahı” olan “referanduma gidilsin” teklifini yaptığında İngilizler Şeyh Sait İsyanını başlatıverdi. Ankara mecburen “sıkıyönetim” ilan etti. İngilizler dünyayı ayağa kaldırdı; “Türkler, ülkelerindeki Kürtleri öldürüyor!”

Ardından… E. Af Wirsen başkanlığında Türkiye-Irak sınırını ele alan komisyon 90 sayfalık raporunu Milletler Cemiyeti'ne verdi. Ve Emperyalistler - Petrol Bölgesi- Musul'a el koydu.

Yani Ortadoğu'da:
Şeyh Mübarek ile başlayan…
Şeyh Sait ile süren…
Şeyh Barzani ile devam ediyor!
İşin acı tarafı şu:
ABD, ülkesinin zenginleşmesine sebep olan Edwin Drake'nin heykelini dikti.
Türkiye'de ise, Diyarbakır'daki meydandan Atatürk heykeli kaldırıldı ve bu meydana “Şeyh Sait” adı verildi!
Müstahak bize!…
Irak Babuka'da 1871'de Osmanlı'nın ilk ve Son Petrol Rafinerisini kuran Mithat Paşa'yı boğarak öldüren biz değil miyiz?

26.10.2017 / Sözcü


**

Tesadüf Sanmayınız D 8 TOPLANTILARI

Tesadüf Sanmayınız D 8 TOPLANTILARI



Soner Yalçın


5 gün önce… Türkiye, D8 adlı uluslararası toplantıya ev sahipliği yaptı.
Toplantıya döneceğim ancak bazı bilgiler sıralamalıyım:
Tarih: 28 Haziran 1996.
Necmettin Erbakan başbakan oldu.
Tarih: 10-20 Ağustos 1996.
Başbakan Erbakan ilk yurt dışı gezisini İran'a yaptı. Devamında ikişer gün Pakistan, Singapur, Malezya ve Endonezya'da kalıp döndü.
Tarih: 2-8 Ekim 1996.


Başbakan Erbakan bu kez yine ikişer günlük Mısır, Libya, Nijerya gezisine çıktı.
Bu geziler Türkiye'deki siyasi tansiyonu hayli yükseltti! 
Keza:
ABD, Erbakan'ı uyardı:
– “Kesinlikle İran'a gitme.”
– “Sakın doğal gaz anlaşması imzalama.”

Erbakan geri adım Atmadı…

Yanıt Gecikmedi: ABD, 2 bin peşmerge ile ordu kurduğunu açıkladı. (Erbakan, Kuzey Irak konusunda Saddam ile görüşeceğini ve Hafız Esat'ı Türkiye'ye davet edeceğini söyledi.)

Bu süreçte…

PKK terörü arttı. Canlı bombalar patlatıldı. HADEP kongresinde Türk bayrağı indirildi.
Mehmet Ağar Libya gezisini protesto edip İçişleri Bakanlığı'ndan istifa etti. Bu gezi nedeniyle Erbakan hakkında gensoru verildi. Hakkında Yargıtay'a suç duyurusunda bulunuldu. Susurluk skandalı patladı.
Aczmendi Tarikatı şeyhi Müslüm Gündüz, Fadime Şahin ile basıldı. Ankara Sincan'da Filistin'e destek için düzenlenen Kudüs Gecesi'ne İran büyükelçisinin katılması sert tepkilere neden oldu. Sincan'da tanklar yürüdü. Türkiye ve İran büyükelçilerini çekti. Genelkurmay 2. Başkanı Orgeneral Çevik Bir, İran'ın terörist devlet muamelesi görmesi gerektiğini açıkladı.
Mitinglerde “Türkiye İran Olmayacak” sloganı daha gür atıldı. Dolar 100 lirayı aştı. Ve:
28 Şubat 1997'de “post-modern darbe” yapıldı. Erbakan'ın partisi RP hakkında Anayasa Mahkemesi'nde dava açıldı.
Ve beklenen oldu: Erbakan, 18 Haziran'da istifa etti. Aslında daha önce başbakanlıktan ayrılacaktı. Fakat:
Üç gün önce gerçekleştirdiği “doğumu” bekledi.
Neydi bu?
Sadece dört göz
Başbakan Erbakan…
Gerek 10-20 Ağustos 1996 ve gerekse 2-8 Ekim 1996 yurt dışı gezilerinde -Batı'nın (sadece dört göz) “four eyes only” dediği- baş başa görüşmelerde yedi muhatabına aynen şunu anlattı:
“Batı, Sovyetlerin çöküşünü yanlış değerlendirmektedir ve zafer sarhoşluğu içerisindedir. Dünyada tek kutuplu yeni bir düzen kurmayı hayal ediyorlar. Bunu yapabilecek medeniyet birikimine sahip değiller. Herkes Soğuk Savaş dönemi sonrasının daha iyi olacağını beklerken İslam coğrafyasında sıkıntılar ve çatışmalar olmaya başladı. (…)
Bizler nüfusu 50 milyondan büyük olan Müslüman ülkeler, bir araya gelirsek yaklaşık 900 milyonluk bir nüfusu temsil etmiş oluruz. Bu aynı zamanda çok büyük bir ekonomik güçtür. Ekonomik güç zamanla siyasi güce dönüşür. (…)
Bugün aramızda ticareti dolar üzerinden yapıyoruz. Bu durum bizim ticaretimize engel ve ülkelerimizin menfaatlerine aykırı bir durumdur. Bunun yerine ortak para birimi oluşturabiliriz. Hatta şu anda bile aramızdaki ticarette dolar kullanmamıza gerek yoktur. “Karşılıklı müzakereler planlananı bir-iki saat geçiyordu. Yetmiyor…

Örneğin: Erbakan yakın dostu Pakistan Ana muhalefet lideri Gazi Hüseyin Ahmet'e, bu oluşumun gerçekleşmesine destek veren Benazir Butto hükümetinin yanında durmasını rica ediyordu. (Bilgileri, Erbakan ile bu toplantılara katılan Mete Gündoğan'ın “ Narkoz ” kitabından aldım.)

Sonuçta….

Erbakan, başbakanlıktan ayrılmasından üç gün önce, ilk yurt dışı gezilerine çıktığı yedi ülkenin katılımıyla, İngilizce D8 (Developing Eight) ve bizim tabirimizle M8 (Müslüman Sekiz) kuruluşunu gerçekleştirdi…
Ya sonra?
Başlarına ne geldi,

Erbakan'ın Çabasıyla D8, 1997 yılında kuruldu.

Peki…
Kurulmasına katkıda bulunanların başına ne geldi:
3 Şubat 1997… Pakistan Başbakanı Benazir Butto Cumhurbaşkanı Faruk Leghari tarafından görevinden alındı. Sürgüne gitti. Öldürüldü.
18 Haziran 1997… Başbakan Erbakan istifa etmek zorunda bırakıldı.
2 Ağustos 1997... İran'da Cumhurbaşkanı Rafsancani koltuğundan oldu.
21 Mayıs 1998… Endonezya Devlet Başkanı Suharto istifa ettirildi.
8 Haziran 1998… Nijerya Devlet Başkanı Abacha yatağında ölü bulundu.
Keza:
Mısır Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek iktidardan düşürüldü. Malezya Başbakanı Mahathir bir süre sonra siyaseti bıraktığını açıkladı.
Bangladeş Başbakanı Hasina bir müddet hapis yattı, suikaste maruz kaldı. Ama -Cemaati İslami Partisi liderlerini idam etmesi karşılığında- iktidarda kalmayı başardı.
Tüm bunlar tesadüf olamaz!
Beş gün önce yapılan D 8 zirvesine İstanbul ikinci kez ev sahipliği yaptı.
Erdoğan açılışta şöyle dedi:
“Ülkelerimiz arasındaki ticarette artık milli para birimlerini kullanmanın önünü açarsak D-8 tarihinde bir devrime imza atarız. Dolar ve euro baskısında ekonomiyi eritmeye gerek yok. Milli ve yerli parayla ticaret yaparsak ülkelerimiz kazanır.”
20 yıl önce bu sözleri Erbakan söyledi.
Görülüyor ki:
Yaptırmıyorlar…
Yapmak isteyenlerin başına olmadık işler geliyor!

30 Ekim 2017 Pazartesi

DEPREMDE TEDBİR ALMAMAK, KATLİAMA ORTAK OLMAKTIR..

DEPREMDE TEDBİR ALMAMAK, KATLİAMA ORTAK OLMAKTIR..



Yeni Türkiye'nin takip edeceği siyaset, belirsiz ve keyfi olamaz. Bizim siyasetimiz, mutlaka milletin kabiliyet ve ihtiyacıyla mütenasip olacaktır.-Gazi Mustafa Kemâl Atatürk-(1923)

 17 Ağustos 2014 Pazar 

17 Ağustos 1999 Gölcük- İzmit- Adapazarı Depreminin üzerinden 15 yıl geçti fakat hafızalardaki korkunç görüntüler henüz silinmedi. Ogün yıkılan şehirlerde depremin fiziki yıkıntıları tamamen kalktı ve her şey eskiye döndü. Ama deprem coğrafyasında bulunan ülkemizde Düzce, Bingöl ve diğer pek çok felakette benzeri acıları yeniden yaşadık.

Depremde görülen manzara hiç değişmiyor. Hep ayni ihmal ve başıbozukluktan yıkılan binalar ve tuzla buz olmuş beton yığınlarının altında kalarak yitirdiğimiz masum canlar.
17 Ağustos 1999’dan günümüze değişen bir tek olumlu şey, devletin ve sivil toplum kuruluşlarının deprem olduktan sonra bölgeye yetişmelerindeki hız ile yaraların sarılmasında kazandıkları büyük tecrübedir. Fakat bu tecrübe muhtemel depremin yıkımını önlemeye yönelik değildir. Yapılanlar tamamen deprem olduktan ve yıkım meydana geldikten sonraki faaliyetlerle sınırlıdır..

Biz Türkler kaderci insanlarız ve depremlerden asla ders almıyoruz. Bunun örneklerinden biri Mayıs 2003 Bingöl Depreminde yaşandı. 1971’de tamamen yıkılan depremden sonra sıfırdan inşa edilen Bingöl’ü 33 yıl sonra 6.4 gibi küçük bir deprem dahi yeniden yıkmaya yetti ve iki yüzden fazla cana mal oldu. Yıkılanlar öncelikle devlet binaları idi. Sadece Yatılı Bölge Okulu bile tek başına öğrencilerine mezar oldu. 

1971’de yeniden inşa edilen Bingöl’de tüm yeni binalar tek katlı idi. Tek katlı inşaat geleneği uzun süre devam etti. Sonra ne oldu ise, deprem unutuldu. Binalar yükseldi. 2003 depreminde görüldü ki yıkılan binalar yine çok katlı idi. Ve müteahhitlerin çalıp çırptığı, eksik malzeme kullandığı aşikar olan devlet binaları yıkılırken tek katlı deprem evleri ise sapsağlam duruyorlardı.

Türk Devleti ve milleti depremde varını yoğunu harcar ve yaraların biran önce sarılması için olağanüstü bir çaba gösterir. Milletçe kenetleniş doğrudur. Fakat zamanlaması yanlıştır. İşin doğrusu deprem olmadan bu birlikteliğin sağlanması ve gereken bilimsel önlemlerin önceden alınmasıdır. Ülkemizde meydana gelen depremlerin çok üstünde şiddette depremlere devamlı maruz kalan Japonya gibi ülkelerde tek can kaybı olmazken ve binalar un gibi dağılmazken, neden hâlâ bizim ülkemizde meydana gelen yıkımlardan ders alınarak önceden tedbir alınmaması anlaşılır gibi değildir.

İşte sorun buradadır. Çözülmesi gereken husus, deprem sonrasında meydana gelen yaraların sarılması değil, böyle yaraların meydana gelmesini önleyecek tedbirlerin alınmasıdır. Deprem sonrası meydana gelecek yıkımların maliyetinin deprem öncesi alınacak tedbirlerin maliyetinin beş katı olacağını bilim adamları adeta haykırmaktadır. Fakat seslerini duyan makam yoktur. 

Oysa deprem bu toprakların bilinen gerçeğidir ve daha binlerce yıl toprak yerleşene kadar bu doğa olayı durmayacaktır. Buraları vatan bilip, yurt tutan bizlerin bu zamansız gelen düşmana karşı bilinçli bir şekilde hazırlanmamız gerekir.

Nitekim Anadolu halkı genellikle toprak ve yığma taştan yapılan tek katlı depreme dayanıklı evlerde oturarak bu afetten kendilerini korumuşlardır. Kendi canlarını güvence altına alırken, çok katlı ve görkemli sanat yapılarını ise zamanın bütün imkanlarını kullanarak en büyük depremlerde dahi ayakta kalacak ve nesilden nesle aktarılmasını sağlayacak şekilde inşa etmişlerdir. Bunların örneğini çevremizde tapınak, kilise, cami, medrese, köprü vs. olarak görüyoruz. Demek ki istenirse yapılabiliyor. Teknoloji ve bilim bugünkü ile mukayese edilmeyecek kadar geri olmasına rağmen binlerce insanın toplandığı bu mabetler her türlü sarsıntıda dimdik kalmayı başarmışlardır. 

Allah hiç kimseye deprem acısı vermesin ve o korkuyu yaşatmasın. Fakat sorumluların sorumsuz davranışları yüzünden her türlü acıyı bizzat halk çekmektedir. Ateş herzaman düştüğü yeri yakmakta ve doğrudan bu afete maruz kalıp acıyı bizzat hissetmeyenlere televizyonlardaki yıkım görüntüleri sıradan bir film gibi gelmektedir. 
3 Mart 1992’deki Erzincan depremini ailece yaşadık. Allah böyle afetlerle bizi bir daha sınamasın. İnsanoğlunun; kendi elleriyle yarattığı binalarda bu büyük afet karşısında ne kadar aciz ve güçsüz olduğunu gördük. Deprem Harekat Merkezi’nde koordinatör olarak görev aldığımdan, depremin kesinlikle öldürmediğini, çünkü kuralına uygun inşa edilen binaların asla yıkılmadığını, yıkımın tamamen insanların bölge şartlarını bile bile depreme dayanmayacağı açıkça belli olan binaların yıkılması ile öldükleri gerçeğine bizzat şahit oldum. 

1939 depreminden sonra Japonya’nın teknik katkıları ile inşa edilen tek katlı evlerden bir tuğla bile sökülmemişken, okullar, hastaneler, lojmanlar gibi devlet binalarının tamamına yakını ya yıkılmıştı yada çok büyük hasar görmüşlerdi. 

Deprem çalışmalarında meydana gelen aksaklıkları belki tedbir alınır da bir daha ayni hatalar yapılmaz diye detaylı bir “Deprem Sonuç Raporu” hazırlayarak üst makamlara gönderdik. Hiçbir tedbir alınmadığını, bizim raporunda daha öncekiler gibi sümen altına atıldığını 7 yıl sonra Adapazarı-Gölcük ve gelen Düzce depremlerinde anladım.

Hazırlanan kapsamlı “Afet Koordinasyon Planlarına” göre; Deprem sonrasında bölgedeki resmi makamlardan deprem yıkımının kaldırılması için görev bekleniyordu. Oysa bu uygulama çok yanlıştı.. Bölgede yaşayan insanların tamamı deprem şokuna maruz kaldığından ve halkın karşılaştığı yıkımlara ve can kaybına bu yetkililer de aynen uğradığından “Afet Planında görevleri var” diye o bölgenin yerel yöneticilerinden görev beklemek mümkün değildi. Çünkü onlarda deprem şokuna girmişti. Onlarda depremzede idi ve onlarında doğrudan yardıma ihtiyaçları vardı. Bu kişilerden görev beklemek, deprem sonrası yaşanan felaketi kaos ortamını büyütmekten başka bir işe yaramamıştı.. 

“Depremle birlikte bölgenin yönetimi; depreme maruz kalmayan civar il ve ilçeler yönetimine veya Ankara’da oturan Merkez Valilerinden birinin yönetimine verilmelidir. Deprem bölgeleri ve deprem olması periyotları da belli olduğundan nerede deprem olursa kimlerin nerelere gideceği önceden detaylı plânlanmalıdır.” dedik. Ama bunun ne demek olduğunun hiç anlaşılamadığını gördük.

Büyük can ve mal kaybına sebep olan 1999 Marmara Depreminden sonra görünüşte bazı tedbirler alındı. Fakat bu tedbirlerin tümü muhtemel depremden sonra yaraların sarılmasına yönelikti. Her tarafa “Deprem Sonrası Acil Yardım Kulübeleri” yerleştirildi. Çeşitli yardım plânları hazırlandı. Yardım ekipleri oluşturuldu ve bunlar yeni cihaz ve teçhizatla donatıldı. Yerinde ve uygun kullanılması için bir seri tatbikatlar icra edildi. Bunlar güzel şeylerdi. Fakat hepsi lüzumsuz ve gereksiz gayretlerdi. Öncelik depremde yıkılmayı önleyecek tedbirlerde olmalı idi.

Ailemle birlikte yaşadığım 13 Mart 1992 Erzincan depreminde Afet İşleri Genel Müdürlüğünde yüzlerce kişi masa başında oturup maaş alırken, bu kuruluşumuzun herhangi bir deprem bölgesine kurtarma faaliyetlerine göndereceği modern cihazlarla teçhiz edilmiş “Acil Kurtarma Ekibi”nin olmadığına şahit oldum. İşin garip tarafı bir tane dahi kurtarma faaliyetleri için eğitilmiş köpeğimiz yoktu. İnsanlarımız çaresizlik içinde kazma kürekle tonlarca ağırlığındaki enkazın altına girerek, büyük tehlike altında can kurtarmaya çalışıyordu. Biz dozer, greyder ve kepçelerle bilinçsizce enkaz kaldırmaya çalışırken yabancı ekiplerin bu konuda ne kadar hazırlıklı olduğunu görerek irkildik.

Desteğe gelen yabancı ekiplerden biri “İsviçre Kurtarma Ekibi” idi. Depremin ikinci günü özel uçakla gelen 23 kişilik İsviçre ekibinin başında 64 yaşında bir binbaşı vardı. Bizden yer istediler. Gösterdik. Her şeyleri ile birlikte gelmişlerdi. Çadırlarını kurdular, yataklarını yaptılar, mutfaklarını çalıştırdılar. Ekip şefi yerleşmeleri bitince; ekibinin imkanlarını ve kabiliyetlerini açıklayarak bizden çalışacakları bölge talep etti. 

Gösterilen bölgede 24 saat vardiya usulü çalışarak, çok basit ve portatif teknik donanımları ve eğitilmiş üç köpekleri ile pek çok can kurtardılar. 15 gün birlikte olduğumuz ekip şefine ayrılışları esnasında teşekkür ederken sordum. “İsviçre’de çok mu deprem oluyor ki siz bu derece hazırlıklı ve deneyimlisiniz ?” Aldığım cevap ile irkildim; “Hayır İsviçre deprem bölgesi değildir. Biz hiç deprem görmedik ve bundan sonra da görmeyeceğiz. Biz 2 nci Cihan Harbinde şehirlerin bombalar altında yıkımını bizzat gören bir nesiliz. Gerçi İsviçre’de böyle bir yıkım da olmamıştır. Ama biz her şeye hazırlıklı olmalıyız. Buraya gelenin aynisi olan üç ekibimiz daha var. Biz dünyanın deprem olan bölgelerine gelerek eğitim yapıyoruz. Depremler bize eğitim sağlıyor. Asıl bu imkanı bize verdiğiniz için biz size teşekkür ederiz” 

İşte devlet. Ve işte devletin insanına verdiği değer. İşte yüzlerce yıldır üzerinden hâlâ bir tuğlası sökülemeyen muhteşem Mimar Sinan eserleri. 500 yıl öncenin teknolojisi ile yapılan eserler dimdik ayaktalar. Onlarca depremden sağlam çıktılar ve yine çıkacaklar.

Şimdi ben 15 yıl sonra iddia ediyorum ki; 1999’dan sonra yapılan yapıların yüzde ellisi ilk depremde tamamen yıkılacaktır. Daha önce inşa edilen eski yapılar zaten Allah’a emanet edilmiştir. Nitekim Bingöl’de yıkılan ve çocuklarımıza mezar olan Yatılı Bölge Okulu daha yeni yapılmış olması bu tezimi doğrulamaktadır.

Sonuç olarak; Deprem Yıkmaz. İnsanların teknolojinin gereklerine aykırı olarak yaptıkları inşaatlar yıkar. Ve yıkacaktır. Bu Allah’ın çizdiği kader değildir. Bizzat insanların insanlara karşı yaptığı bir vahşettir. Bu vahşetin mutlaka önlenmesi ve insanlarımızın deprem yıkımlarından kurtarılması gerekmektedir. 
Dr. Tahir Tamer Kumkale

http://www.kumkale.net
http://kumkale.woordpress.com


Dr. Tahir Tamer Kumkale
17 Ağustos 2014 Pazar

http://www.kumkale.net/yazi.asp?id=1425

***