MADIMAK KATLİAMI ÖRNEK OLAYI., ÖNCESİ VE SONRASI., BÖLÜM 6
II. ‘İstemsiz Sahiplik’ten’ ‘Sahipli Şehitliğe’
A. Anımsayışın ve Müzenin ‘Boşluğu’
Unutmamanın, anmanın ya da ‘anımsama temelli’ bir mücadelenin siyasal karşılığı ya da anlamı nedir; eğer bu karşılık ya da anlam kendinden
menkul bir ‘değerle’ donatılmayacaksa; böylesi bir değer taşıdığı veri sayılsa bile, bununla yetinilmeyecekse? Bugün Türkiye’de bu soru özellikle insan
hakları alanında mücadele verenler, Kürt hareketinin bileşenleri, sosyalistler vb. tarafından sıklıkla Alevilere ve Alevi hareketine dönük ve hatta yargılayıcı
bir tonda sorulmakta ve esasta, beklenen yanıt, taleplerle ilgili bir sorgulamayı içermektedir. Soru başka bir soru tümcesiyle kolaylıkla yer değiştirebilir
mahiyettedir:
Aleviler ne istiyor?
Bu soru vesilesiyle esas olarak, sayılan kesimler, Alevilerin taleplerinin yeterince somut olmamasından, demokratik mücadelenin dışında konumlan malarından (bu elbette bunu varsayanla koşulludur), Kürt hareketine ya da sosyalistlere yeterince destek vermemelerinden yakınmaktadır. Bu soru, her halükarda “unutmamanın” kendisinin siyasal değer taşıyamayacağını, bunun bir topluluğun kuruluşunda ve yeniden inşasında siyasal bir rol oynayamayacağını, dolayısıyla böylesi bir rol üstlenebilmesi için, kendinde içkin olmayan değerin, kendi dışında “değerle dolu” olduğu varsayılan bir başka evren tarafından siyasal olarak anlamlandırılması gerektiğini varsayar ya da kabul eder.
Sonda söylenilebilecek bir savı belki en başa yerleştirmek daha yerinde olacaktır: Oysa anımsamanın ‘gerçek’ siyasal anlamı, ‘siyasal’ bir anlam
taşımamasıyla anlaşılabilir; ‘anımsayış’ bütün ‘siyasal’ yükünü boşalttığı ya da ondan arındığı ölçüde ‘unutmaya’ ve bu ‘unutuş’, bu koşul altında ‘gerçek’ bir
anımsayışa dönüşebilir.
Bu savı açabilmek için, öncelikle bir-iki örnek üzerinden Alevilerin yürüttüğü “hatırla-hatırlat” mücadelesinin nasıl okunduğuna ya da siyasal
olarak nasıl anlamlandırıldığına değinilecektir. İlk örnek, bugün Türkiye’de demokratik muhalefetin en önemli aktörü olan Barış ve Demokrasi Partisi’nin
(BDP) öncülüğünde oluşturulan ve seçimle sınırlı olarak düşünülmediğine ilişkin sinyaller verilen Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku’yla (kısaca Blok)
ilgili olacaktır.
Blok’un içinde yer alan sosyalist karakterli Emek Partisi (EMEP)’e (EMEP genel başkanı Levent Tüzel Blok desteğiyle milletvekili seçilmiş durumdadır) yakınlığıyla bilinen Evrensel gazetesinden İhsan Çaralan, “Aleviler ve Blok” başlıklı yazısında (Çaralan, 2011) şöyle demektedir:
“Türkiye’de bu sorunun [Alevi sorunu] inanç özgürlüğü, dolayısıyla laisizmin gerçek temellerine oturtulması, Türkiye’nin demokratikleştirilmesi
mücadelesinin sorunu olduğunu, Alevilerin mücadelesinin demokrasi mücadelesinin bir bileşeni olması gerektiği” anlaşılmıştır. Çaralan’a göre,
sorun demokratikleşme mücadelesinin bir parçasıdır ama bu mücadelenin anlaşılan o ki Alevi sorununa ilişkin hiçbir perspektifi yoktur. Olsa idi, cümle
tersten kurulacaktı: Yani Alevilere bu mücadelenin parçası olmak için çağrı çıkarılmak yerine, bu mücadelenin aktörleri kendi içlerinde Alevilik ve
Alevilerin sorunları üzerine bir düşünüm geliştireceklerdi ve çağrı da doğrudan kendilerine olacaktı: ‘Alevilerin mücadelesi bizim mücadelemizdir’ gibi. Oysa
şimdi iki ayrı mücadele hattının birbirine dışarlıklı olduğu öncelikle saptanmakta ve birbirine dışarlıklı bu iki taraftan, Alevilere çağrı çıkarılmaktadır. Alevilere yönelen bu çağrı gereği, Blok’un Alevilere bir fırsat, bir imkan sunduğu söylenmektedir: “Böylece Aleviler şu ya da bu partiye yedeklenmeden kendi (…) örgütlenmeleriyle bloka katılıp, onun bir bileşeni olarak mücadele etme imkanına kavuşmuşlardır.
(…) Blok, aynı zamanda Alevilere, blok içinde kendileri gibi sistemle çatışan diğer güçlerle ortaklaşma ve Türkiye’nin demokratikleşmesi mücadelesinin etkin
bir bileşeni olma imkanını da sunmaktadır.” Yani hali hazırda Alevi hareketinin bileşenleri bunun bir parçası değil midir acaba?
Hali hazırda bu hareketin dillendirdiği talepler, Madımak müze olsun talebi dahil, bu demokratikleşme açısından önemsiz ve işlevsiz, dahası anlamsız mıdır?
Esasta, Alevileri Blok’a çağırmak çok da anlamlı görünmemektedir, çünkü Alevilere çıkarılan çağrı Alevilerin sistemle olan çatışmalarına dayandırılmakta ama bu çatışmanın içeriğinin Blok tarafından nasıl okunduğu, nasıl konumlandırılacağı belli olmadığı gibi, Blok’un en önemli bileşenlerinden BDP’nin bir Alevilik ve genel olarak bir din politikasının olmadığı (çoğu sosyalist hareket için de söylenebileceği gibi) gözlerden kaçırılmaktadır. BDP’nin bir Alevi politikasının olmadığı, özellikle son seçimlerde Tunceli’de uğradığı seçim yenilgisi üzerine en üst düzeyde, Kerbela ve Dersim arasında kurulan unutma-hatırlama ilişkisinde tezahür eden muktedirlere has kibirle apaçık ortaya çıkmıştır. O halde, bu çağrının anlamı nedir; Blok, “Mevlana tekkesi” değilse? Aleviler bu çağrıyı kendi evrenleri içinden nasıl okuyacaklardır?
Alevilerin mücadelesini, ancak kendilerinin dışında olduğu nedense sorgusuz sualsiz kabul edilen bir başka mücadele hattıyla bitiştiği ölçüde anlamlı gören zihniyet, Aleviler içinde de belirli bir etkiye sahiptir. Örneğin şu söylem bunun bir parçasıdır: “Madımak Utanç müzesi olana kadar mücadelemiz sürecektir sözü doğru değildir. (…) Mücadele daha sonra da devam edecektir. Ve sadece Alevi-Kızılbaşlar da değil, bu topraklarda sayısız kereler katliamlara uğramış Kürtler de, etnik ve inançsal farklı kimlikler de bu takiyeci, sahte açılımcı faşist hükümetle bir helalleşmesi söz konusu olamaz…
(…) Bu olsa olsa ancak bir hesaplaşma olur.” (Yıldırım, 2011)
Alevilerin kendi “hatırladıklarıyla” baş başa bırakılması ve “hatırladıklarının” ancak başka büyük bir evrenin parçası olduğunca anlamlı kılınması, son yıllarda yazılarıyla Türkiye’nin vicdanı haline gelen Yıldırım Türker’de bile alttan alta gözlenmektedir. Bu eğilim, Türkiye Cumhuriyeti devletine genel olarak atfedilen özellikler bağlamında, Alevilere dönük katliamları da, örneğin Kürtlere ya da Ermenilere dönük katliam girişimleriyle birlikte almakta, bir anlamda bir düzleştirme gerçekleştirmektedir.30 (Türker, 2011) Bu düzleştirme, bir yandan belirli bir devlet algısı üzerinden tüm katliamlar arasındaki-arkasındaki “leit” motifi görme olanağı sunmakta ama aynı anda, bu devlet algısına karşı geliştirilen ve demokratik olduğu savlanan muhalefetin bileşenlerinin içindeki Sünni refleksi de görünmez kılmaktadır. Ancak bunu ihmalle malul düzleştirme ölçeğinde de kaçınılmaz olarak Aleviler o büyük evrene davet edilmektedirler. Ama bu düzleştirmenin karşısında çok temelli bir problem durmaktadır.
Bir başka gazetecinin ağzından aktarılırsa, bu problem net olarak ortaya çıkacaktır:
^^ “Son on yılda, yakın tarihimizi açıklıkla konuşmak konusunda hayli ilerleme var. (…) 1925’ten, Dersim’den, 6-7 Eylül Olayları’ndan, Diyarbakır Cezaevi’nden söz ederken mazlumu değil zalimi konuşmayı öğrenmeye başladık. Zira anladık ki, katledilen kim olursa olsun, (…) hesap sorulması gereken de zulmün öznesidir, nesnesi değil. Yine öğrenmeye başladık ki, zulmün ardında yatan ‘neden’i sorgulamak, zulmü meşrulaştırmanın bir yönteminden başka bir şey değildir. (…) Sivas bu durumun istisnasıdır. Bugün, Kürt meselesi ve Ermeni meselesine ilişkin resmi anlatıya mesafeli duran birçok insan, Sivas katliamı söz konusu olduğunda, hala sessiz kalıyor ya da kelam ettiğindeyse ama-sız konuşamıyor. (…) Sivas’a ilişkin en yaygın tepki ise tepkisizlik. Devletin Kürtlere, Ermenilere, Süryanilere, Rumlara yönelik politikalarına eleştirel yaklaşan birçok insan, yakın tarihin Alevi katliamları karşısında sessiz kalmıştır, kalmaktadır. Bu ikircikli tavrın nedeni ne olabilir?
Bunun ardında bir yönüyle Alevilere karşı önyargı, korku ve/ya nefretten beslenen Sünni refleks yatıyor. Diğer yönüyle de Alevilere ilişkin siyasi algı. (…) Sivas’ı, katliamı ama-sız kabul etmeden, mağduru değil zalimi görmeden, neden yapıldığını değil, ne yapıldığını konuşmadan, Alevileri Sünni düşmanlığıyla itham etmek yerine adalet taleplerini görmeden ele aldığımız sürece, resmi anlatıyı meşrulaştırmaktan öteye gidemeyeceğiz.” (Kurban, 2011) ^^
Alevilerin “unutmama” talebine atfedilen siyasal boşluk, aynı anda müze talebine de atfedilmektedir. Demokratik olduğu belirtilen muhalefetin zaten özel olarak müze talebine sahip çıkması ya da onun üzerine bir düşünce geliştirmesi söz konusu bile olamamaktadır. Dolayısıyla, siyasal iktidarın “Alevilerin müze talebi üzerinde yeterince düşünmedikleri” iddiası, Alevilerin yalnız bırakılması, yalıtılması ölçeğinde, kısmi bir doğruluk payı da taşımaktadır. Aleviler “anımsamanın” içini siyasal olarak doldurmaya zorlandıkları gibi, müze talebinin anlamını da siyasallaştırmak yükümlülüğüyle karşı karşıya bırakılmaktadırlar. Bu siyasallaştırma girişiminin içininse, tıpkı anımsamanın başına gelen gibi, kendi evrenlerinde bunu karşılayacak bir değer ya da anlam olmadığı kabulünden hareketle, dışarıdan, daha başka ve daha büyük, daha evrensel olduğu düşünülen bir başka evrenden doldurulması, sağlanması istenmektedir. Bunun örneği, diğer muhalif hareketler bunun üstüne düşünmediğinden, herhangi bir adres de göstermediğinden, Alevi hareketinin kendisinden verilecektir.
Kısa bir süre, ABF’nin başkanlığını da yapan Turan Eser, “Yüzleşme, müze ve toplumsal direnç oluşturmak” başlıklı yazısıyla bunun bir örneğini oluşturuyor. (Eser, 2011)
“Türkiye’nin huzura ihtiyacı var. (…) Türkiye’nin demokratikleşmesi için de önce geçmişin katliamlarına, tarihsel karanlıklarına ışık tutarak tarihsel yüzleşmeyi gerçekleştirmesi lazım. Yaralarımızın sarılması, eksik kalmış yaslarımızın tutulması için bu zorunludur. Katliama, şiddete, ayrımcılığa ve nefrete karşı toplumsal direnç oluşturmak gerekiyor” diye söze giren Eser, “ Müzelerin kurulması bile bir direnç olabilir” deyip “müze fikrinden korkmamak lazım. Çünkü müze çağdaş ve demokratik toplumların gelişmişlik göstergesidir” diye devam ediyor ve böylece Eser’in referans noktası da açığa çıkıyor: Avrupa olarak genelleştirilen bir coğrafyanın değerleri. Ama coğrafya parçasının demokratik vasfının neden müzeyle ölçüldüğünü bilemiyoruz ya da müzenin bu anlamda bir gelişmişlik göstergesi olarak kabul edildiğinin.
Örneğin bu coğrafya tarafından on yıllarca anti-demokratiklikle, otoriterlik ve totaliterlikle etiketlenen ve bu coğrafyanın organik parçası olan eski sosyalist
cumhuriyetlerin müzecilikte çok çok ileride olduğu biliniyordu. Ama bu onları demokratik ve çağdaş olarak nitelemeye yetmedi. Eğer gösterge olarak bu
alınırsa, örneğin bir gün bir siyasal iktidar tarafından Madımak’ın müze yapılması, o günkü rejimin demokratlığına ilişkin bir gösterge olarak yeter mi?
Müzeyi ait olduğu siyasal bağlamlardan ve anlamlardan, bu siyasal anlam ve bağlamların zamanla kurduğu ilişkilerden bağımsız olarak okuyan
Eser, “Avrupa ülkelerinde müze adeta bir okuldur.
7. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder