4 Kasım 2019 Pazartesi

MADIMAK KATLİAMI ÖRNEK OLAYI., ÖNCESİ VE SONRASI., BÖLÜM 7

MADIMAK KATLİAMI ÖRNEK OLAYI., ÖNCESİ VE SONRASI.,  BÖLÜM 7



Müze Tarihsel Bellektir. 

Sanatsal bellektir. Toplumsal bellektir. Acılarımızın ve travmalarımızın belleğidir. Hatırlatma, tanıma, öğrenme ve sempati kurma kültürüdür. Siyasi cinayetlere karşı dirençtir” diyerek müzeye atfettiği ve Avrupa merkezci düşüncenin ürünü olduğunu ileri sürdüğü abartılı işlevlerle Aleviliğin Madımak müze talebinin içini doldurmaya çalışıyor. Ama bütün bu doldurma girişiminin Aleviliğin kendine özgü anlam dünyasıyla hiçbir ilgisi olmadığı için, Alevilik ve Aleviler bakımından da hiçbir özgünlüğü ve bu yanıyla anlamı yok. Hatta öylesine anlamı yok ki eğer Aleviler Madımak’ın müze olmasını bu nedenlerle, müze bu işlevleri üstleneceği için istiyorlarsa, müze yerine, siyasal iktidarın mevcut formülünü benimsemeleri daha iyi: Yani şu an dönüştürülmüş haliyle, bütün bu işlevleri, “Madımak bilim ve kültür merkezi”, “Madımak Utanç müzesi”nden daha iyi yerine getirebilir. Ama deniliyorsa ki bu merkezin içinde ne yapılacağı belli mi ki? 

Aynı şey müze için de geçerlidir. Müzeyi düzenleyecek olan siyasal-hegemon bir irade oldukça, içinde ne olacağını da o karar verecektir. 
Bu da dolayısıyla, tersinden ya düzünden, müzeye kendinden menkul değer atfetmek yerine, siyasal iktidarın mekan düzenlemesiyle ne yapmak istediğine dikkat etmek gerektiğini işaret eder zaten. 

“Şimdiki zamandan, geçmişe bakabilmeli insan” diyerek yerinde bir saptamayla sözü sürdüren Eser, aynı anda “geçmişle, şimdiki zaman arasına çekilmiş demir perde kaldırılmalıdır” diyerek, bizzat müzenin geçmiş ve şimdiki zaman arasına bir perde çektiğini, müze ya da müzelik olanın geçmiş zamanı, düzenleyici iradenin gördüğü ve yazdığı haliyle dondurarak içerdiğini, müzeciliğin tam da siyasal iktidarın şimdiki zaman üzerindeki hakimiyetini ve bütün zamanları şimdiki zamandan koparmak ya da aynı anlama gelmek üzere bütün zamanları şimdiki zamana “döndürmek” için işlediğini ve işletildiğini görmüyor. 
Bu “görmeme” hali anlaşılabilir bir şey. Anımsama için söylenilenler müze için de geçerli aslına bakılırsa. Orada anımsama üzerinden daha kapsayıcı ve makro olduğu düşünülen bir evrenin bileşeni olmaya çağrılan Alevilik, müze üzerinden de daha “çağdaş” ve “demokratik” olduğu iddiasıyla, eleştiriden muaf, Avrupa-merkezli bir dünyaya çağrılıyor. 

Turan Eser için modernlikle müze arasındaki ilişki, neredeyse doğrusal bir biçimde Alevilerin de modernliğiyle ilişkilidir. Bu da kaçınılmaz olarak 
Alevilerin müze talebinin de modern olduğunu göstermektedir. Ama Alevilerin müze talebinin onların modernliğiyle ilişkisini zan altında bırakan temelli bir 
soru bulunmaktadır ortada: Aleviler Maraş ve Çorum katliamı yıllarında modern değil miydi ki bu katliamların ardından herhangi bir biçimde müze talebinde bulunmadılar? Bu soru ortada dururken, Alevilerin modernliğiyle müze talebi arasında ilişki kurmak zorlaşmaktadır. 

Her iki yaklaşımın da, her iki düzeyde unutmayı tercih ettiği şey, bugün Alevi hareketi içinde başlı başına siyasal roller üstlenmiş bulunan “şehitlik” 
algısı ve bu algıdan hareketle, “sahiplenilmiş bir şehitliğin” tezahür etmesidir. Gerek hatırlama-hatırlatma mücadelesi ve gerekse müze talebinin arkasında, 
alttan alta işleyen şey, yeni bir olgudur şehitlik. Bu olguyla “yüzleşmeden” hatırlamayı ve müzeyi anlamlandırmak mümkün görünmüyor. “Anımsama yük 
ve ödevi” ile “müze talebi” yalnızca Alevilerin üstünde kaldığı sürece, farklı siyasal aktörler tarafından üstlenilmediği ve işlenmediği sürece, Alevi hareketi 
içinde, kendi üstüne katlanarak, sarmal sarmal yeni bir dinamik olarak şehitlik, her iki talebi de ‘domine’ ediyor ve hatta giderek, Aleviliğin dini içerikleri bir 
yana, onları tümüyle ihmal ederek, umulmadık başka dinsel evrenlerden beslenerek Aleviliği dinsel olarak bir “ortodoksiye” dönüştürme tehdidini 
içinde taşıyor. 

B. Sahiplenilmiş Şehitlik 

İlginç bir biçimde, Aleviliğin temel ritüelleri Kerbela olayıyla bağlantılıyken, bu ritüeller içinde Hz. Hüseyin ve yoldaşlarına dair mersiyeler okunurken, bu olaya atfettiği bütün simgesel anlamlara ve bu anlamlar üzerinden üretilen farklılaştırıcı yaklaşımlara karşın, Alevilik içinde, bilindik anlamda, sıradan Alevilere hasredilmiş, sıradan Alevinin içinde kendisini ifade edeceği ya da kendisi için bir hedef olarak tasarlayabileceği, şehit figürü ya da şehitlik “kurumu” yoktur. Özellikle Sünni Müslümanlığın kimi Türk-İslamcı kalemleri yaygın olarak Alevilerin hala Kerbela’nın kanının peşinde koştuğunu yineleyip dursa da, Alevilerin Kerbela’nın kinini kovaladığı iddia edilse de31, bu yaklaşım Şiilikle Alevilik arasındaki mesafeyi büyük ihtimal bilerek düzleyen bir okuma biçimidir. Alevilerin Kerbela’ya bağlılığı, daha önce bir başka çalışmada değindiğim üzere (Yalçınkaya, 1996) “doğrudan tarihe ve dünyaya değin bir tavır alış biçimi”yle ilişkilidir. “Bu tavır alış, Kerbela kırımının getirdiği kinden kaynaklanmamakta; tersine, bir kin varsa, bu tavır alışın doğal sonucu olarak doğmaktadır. (…) Kendini Ehl-i Sünnet olarak sunan Sünni yaklaşım kendini tarihin dışına alıp olayla ilişkisinin olmadığını savunurken, Alevileri de kendilerinin ilgili olmadıkları bir olay yüzünden bir kin kültürünü sürdürmekle eleştirmektedir.32 Oysa Aleviliğin zaman ve mekan kavrayışı gereği, Aleviler Kerbela’ya, Kerbela’dan çok önce taraftırlar. Bu yalnız Kerbela için değil, benzer tüm olaylar için geçerlidir. Hem bu kavrayış gereği, hem de benzer olayların yüzyıllardır yinelenip durması nedeniyle, Kerbela sürekli gündemde kalabilmektedir.” 

Şimdilik belirli bir kayıt altında söylenirse, şehitlik kurumunun yokluğu ve daha doğru bir ifadeyle, eşitlikçi dinamikleri korumak üzere, dışa atılmışlığı 
üzerinden gidilerek, Alevilikte gerek Kerbela’nın ve gerekse Alevilikteki zaman-mekan algısı gereği, onunla kolayca eklemlenen Maraş, Çorum, Madımak 
gibi katliamların telafi edilebilir olaylar olarak konumlandırılmadığı, bu anlamda Alevilerin intikam peşinde koşmadığı açıktır.33 Telafi edilebilirlik, örnek olarak alma, hedef koyma, vb. durumlar söz konusu olmayınca Aleviliğin şehitliğe gereksinimi olmadığı kolayca söylenebilir. Ama burada durulup Hz. Ali’den başlanarak Hz. Hüseyin ve yoldaşlarını ve onlardan ilerleyen silsile içinde “şehit edilen” imamların varlığını ve anlamını düşünmek gerekir. 

Alevilikte şehitlik, O iki İmam ve soyuna özgülenmiş görünmektedir. Bu anlamda “şimdiki zamana karşı, şimdiki zamanın kendini biricik ilan etmesine ve hakikati boğmasına karşı mücadele” bütün Alevileri yatay olarak kesen ‘ Teolojik ’ bir eksen oluşturmaktadır. 

Bütün Aleviler bu eksen tarafından kesildiği içindir ki bu sorumluluğu yerine getirmek şehitliğe ya da şehitlere hasredilmiş değildir. 

Bu bağlamda şehitlerin Alevilere göstereceği, işaret edeceği özel bir şey yoktur. “Eğer bu mücadele verilmez ve tarihe teslim olunursa, şimdiki zamanın tarihsel formları kendini sürekli sürekli yeniden üretir, çünkü kendini kalıcı kılmak ister, “mutlak din gününün sahibi” olmak ister. Hal böyle olunca, Kerbela her gün karşımıza çıkar. Kerbela, belirli bir tarih diliminde olmuş, bitmiş ve artık bizim müdahil olma alanımızın dışında bir olay değildir. Kerbela, bin yıl sonra Sivas’ta yeniden karşımıza çıkar. Yalnızca Türkiye’de değil, yalnızca Alevilerle ilgili coğrafya, olay ve zamanlarda değil. ‘Auschwitz’in ebediyen geri dönmesini kimse isteyemez, çünkü aslında o meydana gelmeye hiçbir zaman son vermemiştir; her zaman kendini tekrarlıyordur’ zaten.”(Yalçınkaya, 2005:101). 

Sorunu biraz daha açabilmek için, burada özel olarak şehitlik üzerinde durulmayacağı, şehitlik tartışılmayacağı için şehitliğin kimi temel özelliklerinin 
kısaca anımsatılmasıyla yetinilecektir. Şehit, iki uç arasında bir figürdür: 
Kurban ve önder. Şehit, ya nitelikleri üzerindeki tartışma ve farklılıklar saklı kalmak üzere, “kana” susayan tanrıların susuzluğunu gidermeye dönük olarak 
adanmış/kendisini adamış biçimiyle kurban olarak kurulur ya da yine aynı tanrıların gösterdiği yolda topluluğu harekete geçirmek için en önde giden 
önder olarak. Şehidin bir diğer özelliği, kolektivizasyonudur. Şehit olan, şehit olmadan önce bir ana-babanın çocuğu iken, şehit olarak ayrıştırıldığı anda, onu 
şehit olarak ayrıştırmayı mümkün kılan değerlerin taşıyıcısı topluluk kimse, onların çocuğu haline gelir. Bu bakımdan şehidin ana-babası yoktur. Şehidin 
sahibi topluluğun ta kendisidir. Topluluğun kendisi, başka bir düzlemde, burada siyasal topluluk ya da devlet olarak da anılabilir. Şehidin sahibi, ‘vatandır, dindir, millettir, kutsal topraklardır’ ama bu sahipliğin ana-babaya ait olmadığı kesindir.34 

Alevilikte, bu tarz kolektivize edilmişşehitlik yalnızca On iki İmam soyuna özgülenmiştir. Yani aslına bakılırsa, topluluğun kurucu figürleri olarak On iki İmamlar üzerinden şehitlik, topluluğun dışına atılmıştır. Burada şehitliğin On iki İmamlara atfedilmesiyle, dedeliğin On iki İmam soyundan gelenlere hasredilmesi arasındaki paralellik gözden kaçırılmayacak kadar açıktır. Muhtemelen dedeliğin topluluğu parçalayıcı bir rol ve işlev üstlenmemesi, kavga, paylaşım ve iktidar konusu olmaması için, onu belirli bir soya özgüleyen Alevi topluluklar, aynı şeyi şehitlik için de “düşünmüş” olabilir.35 

Bu bakımdan Alevi topluluklar içinde, sıradan Aleviler için dedelik nasıl mümkün değilse, şehitlik de mümkün değildir. Yani topluluğun kendi iç ilişkilerinde bir çıpa, düzenleyici bir figür, bir mihenk taşı olarak şehide yer yoktur. Ya da “belli bir döneme kadar yer yoktu” demek daha doğrudur. Bu bakımdan 12 Eylül 1980 askeri faşist darbesi öncesi Alevilere yönelik katliamlarda ölenler genel sosyalist söylem içinde “devrimci şehitlikle” taltif edilmişlerse de, bu değerlendirme sosyalist evrenden kaynaklandığı ölçüde, Alevilik içinde özel bir anlam taşımamış, dolayısıyla Aleviler nezdinde özel bir taleple taçlandırılmamıştır. Dahası, kendi iç düzenlemesinde şehitliğe yer vermeyen Alevilik için, kayıplarının sosyalist evren tarafından taltifi ve taşınması bir avantaj da yaratmış olmalıdır. 



Ancak Madımak katliamına gelindiğinde, Alevilik bir anlamda şehitlik gibi bir problemle yüz yüze kalmıştır. Artık sosyalist anlam dünyasının paramparça olduğu koşullarda, bir yandan Alevilik ve Alevilerle ilgili olduğu su götürmez bir katliam ve 35 kayıp vardır; öte yandan bu kaybı anlamlı kılacak bir dil yoktur. Olmayan dilin karşılık gelebileceği, topluluğun “kayıplara” ayıracağı özel bir alan yoktur. Bu tam bir kriz halidir. Kriz, Alevilikte topluluğun sıradan üyelerine özgülenmeyen şehitliğin herkese açılmasıyla aşılmış görünse de gerçekte yeni açmazları ve gerilimleri de beraberinde getirmiştir. Şöyle ki şehitlik kategorisi, muğlak bir biçimde ve başına herhangi bir sıfat konulmaksızın ama öbür yandan Alevilikle ilgili oluşu ölçeğinde kesin olarak dinsel bir bağlamda, Alevi topluluğun içine alınmıştır ama Alevi topluluklar şehidi kolektivize edecek bir yapıya sahip değildir. Şehitler kolektivize edilemediği ölçüde, ayrıca yukarıda tartışılan Alevilerin ve Alevi hareketinin büyük yalnızlığı bununla birleşince, “ölenler” ortada, anababalarının kucağında kalakalmıştır. Şehidin sahibi yoktur ama “Madımak şehitlerinin” bir sahibi olmak zorunda kalmış görünmektedir: 

Bu da Alevi hareketi içinde yepyeni bir siyasal gruplaşmaya neden olmuştur: Şehit aileleri grubu. 

Şehitler bir yandan şehit olarak nitelenmeleriyle, hangi evrene referansla şehit olarak nitelendikleri son derece muğlak olsa da, Aleviliği de kapsar bir 
biçimde daha geniş topluluklara seslenir gibi durmakta ama aynı anda seslendiği o evrenler tarafından ancak belli koşullarla çağrılmakta ve bu koşullara uymadıkları ölçüde “Araf’ta” bekletilmekte ya da reddedilmekte; öbür yandan ait oldukları evrende kendilerine özgülenmiş bir yer olmamaklığıyla şehitlikleri zan altında kalmakta, bunun üzerine anababalarının bu değerli evlatlarına “ana-babalarının şehidine” dönüşmekten başka çare kalmamış gibi görünmemektedir. Bu da Alevi hareketinin büyük yalnızlığı içinde, özel olarak şehit ailelerinin katmerlenmiş yalnızlığını doğurmaktadır. Eğer Alevi hareketi, Madımak şehitlerini şehit olarak ‘takdis ve takdim’ edebilecek bir taşıyıcı beceri kazanabilmiş olsaydı, yani Madımak şehitlerini bir bütün olarak üstlenebilecek (örneğin sistemli, düzenli ve ısrarlı bir biçimde hukuksal yüzleşmenin takipçisi olabilseydi, Madımak kayıplarını toplumun tümünün kayıplarına dönüştürmeyi becerebilseydi, Madımak için Aleviler dışındaki toplulukları seferber edebilseydi, hatta tüm Alevileri bir bütün olarak seferber edebilseydi) bir niteliğe sıçrayabilmiş olaydı, yüksek ihtimal bugün şehit ailelerinin ‘yalnız bir hareket’ içinde özgül bir ‘yalnızlıkla’ sarılıp sarmalanmasına tanık olunmayacağı gibi, bu grubun özgül bir siyasal rol üstlenişine de tanık olunmayacaktı. 

Ancak artık bu grup belirmiştir ve bunun geriye dönüşü de yoktur. Sorun grubun varlığını aşmaktadır. Artık şehit ailelerinin varlığı ile On iki İmam dışından gelen kendi şehidine yer açmaya çalışan Aleviliğin ve Alevilerin varlığı iç içe geçmeye başlamıştır. İktidar şebekesinin buradan bir tehdit algılaması kaçınılmazdır. Çünkü şehitliğe yer açmaya hazırlanan toplum aynı zamanda, kendi “hakikatini” biricik olarak öne sürmeye hazırlanan potansiyel bir toplumdur da. Yani bir tür ortodokslaşma kaçınılmaz olarak tezahür edecektir. Bu durumda Alevilik ve Sünnilik arasındaki gerilim Sünni-Şii gerilimine benzer bir biçimde, iki ayrı ortodoksinin gerilimine dönüşme tehdidini içinde taşımaktadır. Bu bakımdan asıl tehlikeli olan şey şehitlik fikriyle ve kurumsallığıyla Aleviliğin “öz İslam” olduğunu savunan Cem Vakfı ve benzeri oluşumların buluşmasıdır. Eğer bu buluşma henüz gerçekleşmediyse, bunun nedeni, Cem Vakfı çevresinin inşaya yöneldiği Aleviliğin teolojik olarak buna uygunsuzluğu değil, mevcut konjonktürde ilgili aktörlerin siyasal çerçevelerinin dış bağlantıları ve uzantıları gereği, siyasal olarak bunu üstlenemeyecek durumda olmalarıdır. 

Bu anlamda müze fikri “öğretici, hesaplaşmaya ve yüzleşmeye çağırıcı, eğitici, ibret verici, vb.” bir mekan fikriyle ilgili olmaktan önce, şehitliğin mekanı olmasıyla ilgili düşünülmelidir; iktidar şebekesinin müze fikrine bu kadar sert bir refleks göstermesi de bu bağlamda anlamlıdır. Yoksa Alevilerin ve Aleviliğin en temelde unutmak gibi bir problemi yoktur. Bu anlamda unutmamaya ve hatırlamaya çağrı çıkaran Alevi hareketi, tecrübeyle bilmektedir ki Kerbela’yı hatırladığı ölçüde (ki bunu hatırlamaması demek kendi Aleviliğini çoktan yitirmiş olması demek olacaktır) Madımak’ı zaten hatırlamış olacaktır. Bu bakımdan Madımak müze talebi hatırlatma-unutma bağlamında değerlendirilebilecek bir talep değildir. 



Bu doğrultuda, bugün katliamı anımsama, onu en canlı haliyle gündelik hayat içinde yeniden yeniden tecrübe etme, onunla ilgili olsun olmasın, çeşitli 
siyasal müdahalelere olanak verir bir biçimde değerlendirilmektedir. Çünkü mevcut yalnızlaşma içinde ‘en çok hatırlayan en çok siyasal olandır.’ Bir 
anlamda katliama uğramış ve bir şehide sahip olmak, bütün önleyici setleri yıkıyor ve şehit yakını, konuyla ilgili ilgisiz, siyasal müdahaleye kendinde 
kendiliğinden bir hak görebiliyor. Yinelemek pahasına Alevilikte şehitliğin olup olmadığı ayrı bir tartışma konusu olmakla birlikte, daha da önemlisi 
şehitliğin sahiplenilmesidir. Şehit olanın sahibi kimdir sorusunu kendiliğinden ve doğal olarak aileler ‘biziz’ diye yanıtlıyor. Oysa referans olarak kullanılan 
şehitlik bizatihi şehidin ailesini artık dışarıda bırakıyor; onu belirli ama aileden kesinlikle daha büyük ve daha anlamlı bir başka topluluğun parçası kılıyor. 

8. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder