4 Kasım 2019 Pazartesi

MADIMAK KATLİAMI ÖRNEK OLAYI., ÖNCESİ VE SONRASI., BÖLÜM 8


MADIMAK KATLİAMI ÖRNEK OLAYI., ÖNCESİ VE SONRASI.,  BÖLÜM 8



Şehitlik Referansı da ilk elde aileyi aşıyor, onun yadsınmasına dönüşüyor. 

Bu bakımdan şehit, Alevilerin şehidi, Aleviliğin şehidi ya da hangi değerle donatılmış ise şehitlik, o değerlerin taşıyıcısı olduğunu ileri süren kesimlerin 
şehidi iken, şehit aileleri bakımından şehit olanlar, yalnızca onların oğulları ya da kızları iken ve ölümün canlılığı ve sürekliliği, baş edilemezliği tam da bu 
tikel oğulluk-kızlık ilişkisinden türüyorken, tersine aileler oğullar ve kızlar üzerinden şehitliği de sahiplenici bir tavırla, şehitliğe referansla siyasal 
müdahaleyi dönük bir hakkı doğallayın türetiyorlar. 

Burada konuyla uzak ara ilgisiz gibi görünen bir alandan, meseleyi biraz daha açabilmek için güç alacağım. Şehitliğin sahiplenilmesi, bir bakıma, klasik 
ütopyalara içkin sahiplenme gibidir. Klasik ütopyalar da hep bir anlatıcı anımsayıcı vardır: biri, gittiği yeri hatırlatır. Hatırladığını aktarır. Zaten klasik 
ütopyalar yalnızca anımsanabilir. Çünkü bir kez, es kaza yol uğratılmış bir yalıtılmış mekandır, ütopyaların mekanı. Bir kaşif, bir seyyah, kaza eseri oraya 
düşmüştür. O mekan şimdi dedir ama bir daha kimse gidemez, kimse yolunu bulamaz. Bizimle aynı zaman dilimindedir, aynı mekanda dır ama artık anlatıcı 
dışında hiç kimse oraya dair konuşamaz. Bu bakımdan klasik ütopyalar ancak anımsanabilir, bir anımsamanın ürünüdür ya da anımsamaya mahkumdur. Bu 
bakımdan ütopyaların hep bir sahibi vardır; anlatıcısı. Tikel, bireysel bir ütopyadan söz edilememesine karşın, ütopya hep belirli bir toplumsallık içinde 
anlamlı kılınabilirken, hep bir anımsaya mahkum olması, onu zorunlu olarak anımsayan ya da anlatıcının toplum mühendisliği projesine dönüştürür. Tam 
burada şehit ailelerinin bu girişimine yeniden dönebiliriz. Şehitler ne kadar daha büyük bir bütüne ait olursa olsun, onun belirli bir biçimde sahiplenilmesi 
ya da aileleri tarafından anlatılmaya ve canlı tutulmaya mahkum kılınması, kaçınılmaz olarak ilgili ailelerin bir tür toplum mühendisi gibi, ait oldukları 
toplumsal siyasal evrende düzenleyici hamlelere kendiliğinden hak görmelerini doğurmakta ya da meşrulaştırmaktadır. 

Bunun tipik örneği şehitlerin nasıl ifade edileceği, nasıl anlamlandırılacağı, dil içinde şehitlere nasıl bir yer tahsis edileceğiyle ilgilidir. 

Şehitliğin ‘başka bir dilde’ ifadesine kesinlikle sert karşı çıkış gözlenmektedir. Şehit aileleri, son derece kırılgan bir tutumla, kendi “acılarının” diliyle 
şehitlikten söz eden dilin mutlaka üst üste binmesini, anlaşılabilir ve hak verilebilir nedenlerle, beklemekte; bunu göremeyince de karşılanması güç 
tepkiler gösterebilmektedirler. Bu bakımdan şehit aileleri şehitleri sahiplendiği gibi, şehitlerin anılma biçimlerini de domine ediyor; üstüne konuşulma 
biçimlerini de. Bu dominasyon yeni bir dille parçalanmadığı ölçüde, başka gelişmelere de gebe olacak, şehitliğin içinde yer aldığı toplumsal-siyasal anlam 
dünyası kaçınılmaz olarak şehit ailelerinin ayak izlerini sürmek zorunda kalacak ya da kaçınılmaz olarak buradaki şehitlik ve sahiplenici şehitlikle hesaplaşmak zorunda kalacaktır. Bu hesaplaşmanın yaşandığı iki önemli örnek yaşanmıştır da. Her iki örneğin de şimdilik sessiz sedasız geçiştirildiği söylense de çeşitli bağlamlarda ve konjonktürlerde bu karşılaşma anlarının hep böyle “yumuşak geçişlerle” tecrübe edileceği düşünülmemelidir. 

Madımak şehit aileleri PSAKD içinde özel bir grup oluşturmaktadır. Belirli reflekslerle bir arada bulunan, zaman zaman bu biraradalığın ortak eylemler ve tavırlar ürettiği, Madımak şehit aileleri, PSAKD’nin siyasalarına belirli ölçüde mesafeli ama kritik dönemeçlerde, örgütün izlediği siyasaların test edildiği, mihenk taşına vurulduğu, belki hafif bir tabirle, örgütün kendisine atfedilen çerçevenin dışına çıkması gibi bir tehdit algılandığında hizaya çekildiği, özetle örgütün ‘sınır karakolluğu’ görevini üstlenen bir grup görünümündedir: Ama sınır karakolu, örgütü dışa karşı kollamaktan çok, kendi kendisine karşı kollamakta ve sınır ihlalleri halinde derhal devreye girmektedir. Bunun iki önemli örneği en azından Alevi kamuoyuna yansımıştır. 

En yeni örnek 12 Haziran 2011 seçim sürecinde yaşanmıştır. Eski PSAKD Genel başkanı Fevzi Gümüş, ABF Genel başkanı Ali Balkız’ın CHP’den milletvekilliği başvurusunda bulunması ve başvuruda bulunduğu için istifa etmesi üzerine ABF Genel başkanlığını üstlenmiştir. Ancak kısa bir süre içinde Fevzi Gümüş, CHP’den ve yine PSAKD üst yöneticilerinden Kemal Bülbül de BDP desteğinde bağımsız milletvekili olmak üzere başvuruda bulunmuşlar ve kendilerinden beklenen tavır da elbette gerek ABF, gerekse PSAKD yöneticilik görevlerinden istifa etmeleri olmuştur. Ancak beklenen istifaların gelmediği de anlaşılıyor. Ayrıca PSAKD’nin kendi iç işleyişi gereği bu istifanın zorunlu olduğu da anlaşılıyor. Şöyle ki 14 Mart 2011 tarihinde örgüt GYK’sı toplanmış ve seçimlere ilişkin genel bir yol haritası çıkarmıştır. 

Bu haritaya göre, aday adayı olanlar derhal bulundukları yönetsel görevlerden istifa edeceklerdir. Ayrıca adaylığı kesinleşsin kesinleşmesin, aday olanlar 
hiçbir biçimde kurumsal kimliği siyasal çalışmalarında kullanmayacaklardır. Bu ilkeler içinde beklenen istifaların gelmemesi, kaçınılmaz olarak adı geçenlerin kurumsal kimliği siyasal faaliyetlerinde kullanacakları, “hem orada, hem burada olmak” istedikleri biçiminde okunmuş olmalıdır. PSAKD’nin kendi koyduğu ilkeleri uygulayacak organları da vardır. Ancak bu organların ne yapıp yapmadığından öte, şehit ailelerinin derhal devreye girdiği anlaşılıyor. 

Şehit aileleri adına Nisan başında merkez disiplin kuruluna başvurulmuş ve bu ilkelere uygun davranmayan yöneticiler hakkında, disiplin suçları işledikleri gerekçesiyle soruşturma talep edilmiş görünmektedir. Yani aslında şehit aileleri bu ilk dilekçeyle ilgili organları görevlerini yapmaya çağırmıştır. Fakat bu girişimden sonra tartışmanın daha da alevlendiği ve sorunun istifa etmek-etmemek sorununun ötesine taştığı anlaşılıyor. Alevi forumlarında şehit 
ailelerinin o anki yönetime karşı eleştirileri, istifayla sınırlı değildir. Oldukça sert eleştiriler bu vesileyle dile getirilmektedir.36 

Ancak beklenen istifanın bu sert sözlere karşın gelmediği anlaşılıyor. Bunun üzerine doğrudan derneğe gelen şehit aileleri istifaların karar defterine 
yazılmasını ve bu iki adayın görevi bırakmalarını talep ederler. Bunun yapılmaması halinde, basına tüm bu gelişmeleri duyuracaklarını ve dernek 
önünde oturma eylemi yapacaklarını da eklemeyi ihmal etmezler. Bunun üzerine bir gün sonra toplanan yönetim kurulu ilgili iki kişinin istifalarını alarak karar defterine işler ve böylece konu kapanmış olur. 

Şehit ailelerinin örgüte doğrudan müdahalesinin son örneği budur ama bu, ilki değildir. Daha önce de, üç yıl önce, yine şehit aileleri grubu genel kurulda çok kritik bir işlev üstlenmiştir. 12-13 Nisan 2008 tarihinde yapılan genel kurulda genel başkan adayı olacağını ilan eden PSAKD’nin kurucu üyelerinden Murtaza Demir, karşısında şehit ailelerini bulmuştur. 

Murtaza Demir’in adaylığına karşı yapılan açıklama da oldukça serttir.37 

Kendisine karşı alınan bu tavrı değerlendiren Murtaza Demir ise, bu tavrı “genel kurul yarışını kazanma noktasına yaklaşmış olmasına” bağlamaktadır. 
Yarışı kazanacağı anlaşıldığı içindir ki ‘telaşa düşenler’ “Sivas acısı gibi onulmaz acıyı” “bu yarışa malzeme yapmayı’ kendilerine “yakıştırmışlar dır.” 
Şehit ailesi olmanın ne anlama geldiğini pek düşünme gereği duymadığı anlaşılan Demir, sonunda adaylıktan vazgeçmiştir. (Demir, 2008) Aynı 
şekilde Demir’le birlikte hareket eden bir ekip de yine bir açıklamayla genel kurul çalışmalarına son verdiklerini duyurmuştur. 

Bu açıklamada da “duyarlılıkları ve acıları örgütümüz için her zaman tartışılmaz yerde duran ailelerin, derneğin demokratik işleyişine bu şekilde müdahale etmelerine katılmak ve bundan aileler ve toplumsal açıdan bir beklemek mümkün değildir. [İfade bozukluğu metnin kendisindedir.]” Metin, kendini siyaseten doğrucu konumuna almakta ve “Alevi hareketinde yaratılan bölünmelere yeni bir bölünme eklenerek, şehit ailelerinin bölünmesine” vesile olmama sorumluluğunu üstleneceğini bildirmektedir. Turan Eser, Rıza Aydoğmuş ve Necati Yılmaz imzalı bu metin şehit ailelerinin sürece bu biçimde müdahil olma hakkını ‘kibarca’ reddetmekte Bu düşünüm eksikliği ilk örnekten son örneğe kadar kendini göstermektedir. En azından, şehit aileleri nezdinde, Madımak şehitlerinin, belleği yeniden ve genel Alevi hareketinin ivmesinin “öngördüğünün” dışında yapılandırdığı ve çalıştırdığı açıkça gözlenmektedir. Hareket, anlaşılabildiği kadarıyla “şehitlik” üzerinden “geleneksel” reflekslerini gösterirken, şehit aileleri Madımak şehitliğinin geleneksel reflekslerle taşınamayacağını, en azından geleneksel olduğu kabul edilebilecek referansların çoktan yitirilmiş olduğunu, yalnızlıklarıyla, daha erkenden ve içten içte sezmiş 
görünmektedirler. Bu bakımdan örneğin, PSAKD’nin Madımak şehitlerine atfettiği anlam ile şehit ailelerinin atfettiği anlam arasında bir gerilim oluşmaya 
başlamış olması beklenebilir. 

Örgüt, eski usül ve alışkanlıklarla şehitliği ve şehitleri “genel geçer ama artık hiçbir karşılığı olmayan” anlam dünyasına göndermek ve orada tutmak isterken, şehit aileleri için şehitler ve şehitlik, doğrudan örgütün çıpası, sınır bekçisi konumuna taşınmıştır. Örgütün tutumu bu bakımdan, şehit aileleri nezdinde kolaylıkla unutma ve ihanet olarak okunabilmektedir, çünkü örgütün varsaydığı anlam evreni zaten dağılmış, karşılıksız kalmış durumdadır. Örgütün unutma ve ihanet olarak görünen tutumu karşısında, şehit ailelerinin eşsiz ve biricik anımsaması, başlı başına siyasal bir değer ve anlam üstlenmekte; ancak 
bu biriciklik, başlı başınalık ailelerin kişisel belleklerinde kendini yeniden üretip duran bir şey olmanın ötesinde, siyasal olarak aileleri seferber etmekte 
ve örgütün “şirazesinden çıktığını” hissettikleri anda, doğrudan müdahale hakkını kendilerinde görmektedirler. Bu bakımdan şehit ailelerine bu haliyle 
müdahale olanağını ve hakkını tanıyan, şehit ailelerinin yapılandırılmış belleği olduğu kadar, örgütün şehitlik ve şehitler üstüne taşıyıcı bir rol üstlenememesi, 
aileleri bu anlamda şehitleriyle baş başa bırakmasıdır da. 

Burada çok temelli bir gerilim ya da açmaz ortaya çıkmaktadır: Yinelemek pahasına hatırlatmak gerekirse, bir yandan şehit aileleri şehitlik vurgusu üzerinden evlatlarını kendileri dışındaki büyük bir bütüne ait kılmakta ve bu aidiyetin somut tezahürlerini görmek istemektedir ki şehitlik için bu 
kolektivizasyonun gerekliliğinin alttan alta farkında görünmektedirler; aynı anda bu “farazi” kolektivizasyon üzerinden, şehitliğe kotarılan ve iliştirilen değerler adına doğrudan gündelik siyasal alana müdahale edilmektedir. Şehitlik ve şehitler eğer kolektif bir figürü ve kurumsallığı ifade ediyorsa, şehit ailelerinin bu kolektif figürü ve kurumsallığı sahiplenmesi ve dolayısıyla bu sahiplikten hareketle siyasal alana müdahalesi söz konusu edilemeyecektir. 

Öbür yandan, şehitler eğer kolektivize edilememiş, yani her bir şehit hala anababasının evladı olarak kalmaya devam ediyorsa, aynı şekilde ana-babalık ilişkisi de bir örgütün olağan işleyişine şehitlik üzerinden müdahaleyi önlemektedir ya da en azından böyle bir hak tanımamaktadır. 

Özetle şehitler ya tüm Aleviliğin şehitleridir ve şehit ailelerinin bunu tekelleştirme ve buradan siyasal müdahale hakkı üretmeleri yersizdir; ya da ailelerin tikel ‘şehitleridir’ ve yine bu tikellikten ‘kamu’ üstünde ayrıcalıklı müdahale hakkı türetilemez. 

Bu gerilim PSAKD’yi uzunca zaman zorlayacak ve sürekli bir iç çatışma potansiyelini barındıran bir gerilimdir. PSAKD’nin programını şehit aileleriyle birlikte yürütmek arzusu baki kaldıkça, bu gerilimden kaçınma şansı da yoktur. 

Buradan çıkış yolu bellidir: Ya şehit aileleri ayrı hedefler ve programlar doğrultusunda ayrı bir örgütsel yapıya kavuşacaktır ki bu durumda PSAKD 
şehit ailelerini barındıran bir dernek olmanın “yararlarından” vazgeçecektir; ya da örgüt, şehit ailelerinin kendisi üzerinde bir tür çıpa olarak iş görmesini, 
şimdiye değin olduğu gibi sineye çekecektir. Elbette üçüncü bir yol daha var; Hz. Ali’nin söylencesel kılıcı Zülfikar gibi, çift ağızlı ve keskin, ondan ötürü 
dikkatli olunmayı koşullayan üçüncü bir yol: Madımak şehitlerinin, Alevilik içinde kendilerine yer açılacak biçimde Aleviliği dönüştürerek kolektivizasyonu. 

Bu, kılıcın gövdesidir. Bunu yapmak demek o keskin iki uca gelmek demektir: Aleviliğin şehitliği kurumsallaştırarak topluluğun içine alması yeni bir Ortodoksluk olarak inşası anlamına gelebileceği gibi, aynı anda bir iktidar söylemiyle donanmasını da beraberinde getirebilir ki bu en azından 
şimdiye değin şöyle ya da böyle taşınıp gelen arkaik Alevi değerlerinin artık kesin ve geri dönüşsüz bir biçimde terkini dayatabilir ve ikinci uç: Aleviliğin 
yetmiş iki milleti bir nazarla görmek şiarı politik düzeyde yeniden canlandırılır ve “vatan-millet-toprak-ulus-devrim-sosyalizm şehitliği”ne prim verilmeksizin 
şehitliğin ‘içi boşaltılarak’ gerçek anlamıyla, anımsamanın o büyük ‘boşluğuyla’ buluşması sağlanır! 

Sonuç 

Başlangıçta da belirtildiği gibi, bu makale, bir tür giriş mahiyetindedir. Siyasal hayat içinde tecrübe edilen unutma-unutturmama hattının gerek ilgili 
olayı, burada Madımak katliamını ve gerekse onun yarattığı, şehit aileleri gibi, yeni oluşumları anlamak ve çözümlemek bakımından yetersiz ve sorunlu bir 
hat, bu hattın siyasal iktidarı yalnızca baskıcı karakteriyle kabul etmesinin en temel yanlış olduğunu göstermek ve çalışma alanındaki sorunları işaret etmek 
ve yeni çalışma biçimlerine gereksinim duyulduğunu göstermek üzere kaleme alınmıştır. Bu bakımdan tüketici bir niteliği elbette yoktur. 

Buraya kadar izlendiği kadarıyla siyasal iktidar şebekesini ya da “muktedirler cephesini” baskı-yasakla karakterize ve belirli bir zor uygulama gücünü elinde tutan bir kesim ya da grupla sınırlamanın, bileşenlerinin de kaçınılmaz olarak bu hat üzerinden okunmasının yerindeliği, belirli bir anlamda zan altında kalmaktadır. Şöyle ki, en azından Aleviler ve Madımak söz konusu edildiğinde iktidar şebekesi, yalnızca İslamcı ideolojik iklimi ya da AKP iktidarıyla birlikte devletin belli “sabitliklerini” içermekle kalmamakta, aynı anda Kemalistler, sosyalistler de bu şebekenin bir parçası olarak, ‘muktedirliğin’ en önemli tezahürlerinin taşıyıcısı olarak belirebilmektedir. 

Aynı şekilde iktidar şebekesinin yalnızca bastırmadığı tersine, bastırırken yarattığı ve yarattığını bastırdığına ilişkin işaretler de ortaya çıkmış 
olmalıdır. Özellikle unutturma-unutmama geriliminin buraya kadar olan serüveni, iktidarın topyekun bir bastırmaya yönelmediğinin, yasakçı bir 
biçimde karakterize edilemeyeceğinin (bunu içermekle birlikte, buna indirgenemeyeceğinin), tersine, Madımak Oteli’ni düzenleme girişiminde 
kendisini gösteren bir yaratıcılık sergilediğinin açık örneğidir. Son olarak, bunun altını biraz daha kalın çizgilerle çizebilmek için, bir soru sorulabilir: 
Siyasal iktidar, Madımak katliamı örneğinde, neye müdahale etmektedir? Anımsamanın kendisine mi, yoksa belirli biçimlerine mi? İktidar esasta 
anımsamaya karşı harekete geçmemekte, belirli biçimlerine karşı harekete geçmektedir. Bunun anlamı nedir? 

Giriş bölümünde değinildiği üzere, aslında hatırlama denilen şey, belirli bir yinelemeler bütünlüğüne gönderme yapmaktadır. Bu yinelemeler bütünlüğü 
aynı zamanda, yinelemeyle malul süreçler içinden, yineleme merkezli yeni oluşumların, örneğin burada şehit aileliği gibi, yeni grupların doğmasını da 
mümkün kılmaktadır. Burada yeni bir yazı konusu olarak yineleme ve ritüel arasındaki ilişkiye dikkat çekilmeli ve ritüelin mikro ya da makro toplulukların 
kuruluşunda oynadığı rol tartışılmalıdır. Devamla, buna bağlı olarak, özgül olarak ve yalnızca Madımak anma törenleri mercek altına alınmalıdır. Ancak 
doğal olarak bu makalede yapılabilir bir şey değildir artık. Şimdilik, burada, yinelemeyle ilgili bir başka boyuta daha değinilmelidir. 

Yineleme ve siyasal iktidar arasında bağ kurmak gerektiğinde, kolaylıkla akla, özellikle modern devlet söz konusuysa, örgün ve yaygın eğitim sistemi 
gelmektedir. Aynı şekilde, klasik teori içinden de özellikle Rousseau ve La Boétie’de bu konuda kolaylıklar referanslar bulunabilir. Ancak, bununla 
yetinmek hatalı ve eksik olacaktır. 

Siyasal iktidarın yineleme ya da şimdilik düz bir çizgi çekilirse, hatırlamayla ilişkisi, yalnızca eğitsel süreçler üzerinden değil, mekana ve bedene biçim veren müdahaleleri üzerinden de düşünülmelidir. Çünkü yineleme –burada bir otel söz konusu olduğu için-esasta mekan üzerinden, mekan dolayımıyla ve mekan merkezli olarak tezahür etmektedir. Bu durumda, yukarıdaki soruya şöyle yanıt verilebilir: Siyasal iktidar, 18 yıldır, neredeyse aynı biçimde, aynı sloganlarla, aynı aktörlerin yinelediği bir şeye müdahale etmektedir. Bu müdahalenin kendisi de yinelemeyi bastırmaya yönelmemekte, yinelemenin merkezinde duran şeyi, yineleme konusu olmaktan çıkararak topluluk açısından kurucu bir rol üstlenebilir olmaktan çıkarmaya dönük olarak iş görmektedir. Yoksa örneğin, 18. yıl anmalarında Sivas valiliğinin dile getirdiği gibi, Madımak önünde değil, Cumhuriyet meydanında bir anmaya siyasal iktidarın hiçbir itirazı olmadığı gibi, temsili bir grubun mevcut anı köşesine saygı duruşunda bulunmasına da itirazı olmayacaktır. Bu anlamda siyasal iktidar yinelemenin yaratıcı ve kurucu işlevi, kendisiyle koşullu olmadığı sürece, yerine bir başka yinelemeyi dayatmaktadır. Bu aynı zamanda bir başka hatırlamanın yaratılması ve sunulması da demektir. Ancak bunu gerçekleştirebilmesi için, siyasal iktidarın öncelikle mevcut yinelemenin kendisine, burada hatırlamaya, sahip çıkması da temel koşuldur ve yukarıda değinildiği gibi, AKP hükümeti örneğinde de bu sahip çıkma yaşanmıştır; bütün çalıştay süreci ve nihai raporda dile gelen yaklaşım ile Madımak’a “el konulma” biçimi bu bağlamda okunmalıdır. 

Ancak bu “sahiplenmeyle” birlikte, iktidarın sahip çıktığı yinelemeyi mümkün kılan topluluk ve onun yineleme biçimleriyle, siyasal iktidarın sahiplenme biçimleri arasında kaçınılmaz bir gerilim de doğmaktadır. Mevcut yinelemelerle gelişen hatırlama biçimlerin yerinden edilmesiyle, iktidarın kendine uygun bulduğu biçimleri, yerinden edilen biçimlerin yerine ikame etmesi ve bunun yarattığı gerilim en iyi Başbağlar katliamının anılma biçiminde kendisini göstermektedir. Bu örnekte katliama taraf olan, onun anısını canlı bir biçimde içinde taşıyanlarla iktidarın anma biçimleri arasında bir yarılmanın varlığı açık bir biçimde gözlenmektedir. Bu yarılma nedeniyle canlı bir biçimde olayı hatırlayan lar, kendilerinin başına gelenin yeterince anılmadığı, hatırlanmadığı gibi bir söylem üretmekte hiç duraksa mamaktadırlar. Ancak tam da kendi bilişsel yapılanmalarının, bu yapılanmada Sünni dindarlık algısının konumlanışı nedeniyle, ilk elde sorgulamaları gereken şeyin kendi anımsama biçimlerinin iktidar şebekesiyle olan ilişkileri olduğunu ihmal edip onun yerine ötekileştirdikleri, yer yer düşman ilan ettikleri kesimlerin, burada Alevilerin, anma ve hatırlama biçimlerini işaret ederek, yeni bir yarılma ve düşmanlık alanları inşa etmektedirler. Anımsama süreçleri içinde Sünnilik üzerinden iktidarla eklemlenmelerinin rolünü hiçe saydıkları ölçüde, bu eklemlenmenin gereği olarak iktidarın anımsayışlarına müdahalesini bir yandan arzular ve doğal 
karşılarken, aynı anda hala başlarına gelenin unutulduğundan bahisle, bu eklemlenmeyi sorgulama gereği bile duymamaktadırlar. Örneğin metin içinde 
değinilen Başbağlar anmalarında, kendisi de katliamdan yaralı olarak kurtulan köy muhtarı anmalardan şöyle yakınmaktadır: “Sivas olaylarına gösterilen ilgi 
ve hassasiyet, kamuoyunu yönlendiren kuvvetler tarafından Başbağlar katliamına gösterilmemiştir. Sivas olayları manşetten düşmezken, Başbağlar 
köyü katliamını yapanların bıraktığı bildiride açıkça Sivas katliamının hesabı sorulmuştur. Başbağlar katliamı Sivas katliamının sebebi değil, sonucu olduğu 
halde bu göz ardı edilmiştir” demekte ve eklemektedir: “Sivas’ta yaşanan olaylar gündemden düşmezken, Başbağlar unutuldu.” (NTVMSNBC-c, 2011) 

9. CU BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder