MADIMAK KATLİAMI ÖRNEK OLAYI., ÖNCESİ VE SONRASI., BÖLÜM 1
Ankara Üniversitesi
SBF Dergisi,
Cilt 66, No. 3, 2011, s. 333-394
HAFIZA SAVAŞLARINDAN SAHİPLENİLMİŞ ŞEHİTLİĞE: MADIMAK KATLİAMI ÖRNEK OLAYI
Doç. Dr. Ayhan Yalçınkaya
Ankara Üniversitesi
Siyasal Bilgiler Fakültesi
Özet
Siyasal iktidarın, yönettiğini yapılandırarak yaratması siyasal kuram içinde yaygınlıkla karşılaşılan ana tartışma eksenlerinden birini oluşturur.
Buna karşın, çoğunlukla yine de siyasal iktidarın eylemlerinin anlamlandırılmasın da başat karakter olarak, yaratıcı değil baskıcı karakterinin öne çıkarıldığına tanık olunmaktadır. Türkiye’de bunun en iyi örneklerinden birisi, Alevilerin Madımak katliamı örneğinde, siyasal iktidarın baskıcı karakteri gereği, katliamı unutturmaya, yok saymaya çalıştığına ilişkin yaklaşımlardır. Oysa katliamın ardından Madımak Oteli’nin bilim ve kültür merkezine dönüştürülmesi, katliam anmalarına dönük müdahaleler esasen, katliamın unutturulmasından daha çok, hatırlama biçiminin yeniden yapılandırılması, daha doğrusu Alevi belleğinin yeniden yapılandırılarak farklı bir biçimde seferber edilmesiyle ilgilidir. Bu ise iktidarın baskıcı karakteriyle değil, ancak yaratıcı vasfıyla anlaşılabilir. İktidarın yaratıcı vasfı gözetilmezse, aynı zamanda Madımak katliamıyla bağlantılı olarak ortaya çıkan yeni oluşumlar da karanlıkta kalmaktadır ki bunların başında da Alevilik içinde, kendine modern bir yer bulmaya çalışan şehitlik kavramı ve şehitliğin madımak şehit ailelerince sahiplenilmesi gelmektedir.
Giriş
Siyasal iktidarın, yönettiğini yapılandırarak yaratması siyasal kuram içinde yaygınlıkla karşılaşılan ana tartışma eksenlerinden birini oluşturur.
Bu konuda klasik yaklaşımlardan örneğin Hobbes’un yaklaşımı hemen anılabilir.
Siyasal toplum ya da sözleşme öncesine bir doğa durumu tasarımı yerleştiren Hobbes, bilinen anlamda topluma has tüm özelliklerin (dinsel, ahlaksal, estetik
vb.) köklerini sözleşmeyle oluşan siyasal toplumda bulur ya da başka bir ifadeyle bunlar, ancak siyaset sayesinde üzerinde konuşulmaya değer, anlamlı birimler olarak belirirler. Özetle, siyasal toplum ya da devlet yoksa, iyi ve kötü yoktur; güzel ve çirkin yoktur; hak ve görev yoktur. Tüm bunlar varlıklarını ancak devletle bulurlar. (Hobbes, 1992) Klasik sözleşmeci yaklaşımlara karşı eleştirel bir mesafeyi içerse de, Rousseau’nun yaklaşımı da bu bağlamda düşünülebilir: Yurttaşı var eden devletin ya da siyasal iktidarın ta kendisidir. (Rousseau, 1982)
Ancak Rousseau da dahil, klasik siyasal teorinin dikkatini özel olarak yönelttiği şey, daha çok devletin kökenleri sorunudur. Bu bağlamda da devletin ya da siyasal iktidarın yaratıcı vasfı özel olarak öne çıkarılmaz. Öne çıkarıldığı yerde de, iktidarın yarattıkları bakımından, söz konusu tartışma daha çok ontolojik bir zeminde yürütülür. Bu haliyle, siyasal iktidarın üstüne düşen gölge, her ne kadar kendisinin yaklaşımı çok boyutlu tartışmaları içerse de, daha çok Machiavelli’nin Prens’inin gölgesidir. (Machiavelli, 1998) Yani, prensin ya da hükümdarın yer yer tilki, yer yer aslana dönen ama her halükarda yönettiklerini yönetebilmek için, onlar üzerinde bir korku salmayı, onlara kendini sevdirmeye tercih eden, özcesi yaratmaktan çok bastırmakla, denetim altına almakla, bastırıp denetlediğini yönlendirmekle malul bir iktidarın gölgesi, çoğu siyasal çözümlemenin üstüne düşer. Bu çerçevede iktidarın yaratıcı vasfı, neredeyse Foucault’ya kadar özel bir tartışma konusu yapılmamıştır. (Foucault, 2003) Ancak bir şebeke olarak tasarladığı iktidarın yalnızca bastırmadığını, aksine bastırdığı şeyi yarattığını da gösteren Foucault, iktidarı öznesizleştirmiştir de. Artık iktidar, üstlenilen, ele geçirilen, uğruna mücadele edilmesi gereken ya da tersine yıkılması, imha edilmesi gereken bir “şey” değildir. “İktidar her yerdedir.” İktidarın her yerdeliği ölçüsünde direniş de her yerdedir. İktidarla söylem teriminin ve nihayet giderek bilgi teriminin bitiştiği bu yaklaşım, “bilgi iktidardır” diyerek doruk noktasına ulaşır.
Bu bitişkenlikler ölçeğinde siyasal iktidarın öznesizleşmesi, aynı anda nesnesizleşmesini de getirmektedir. İktidarın bu düzeyde genleştirilmesi,
genelleştirilmesi, yaygınlaştırılması sınır sorununu da ister istemez beraberinde getirmektedir. Kuramın çözümleyici gücünü yitirmesine neden olduğu iddia
edilebilecek bu “zaaf” dışında, asıl sorun, Foucault her ne kadar iktidarın yaratıcı vasfına vurgu yapıyorsa da, iktidarı öznesizleştirdiği ölçüde yöneten-
yönetilen ayrımını da silikleştirerek yönetilenlerin yaratıcı iktidar tarafından nasıl yapılandığı üzerine söz söylemeyi güçleştirmesidir. Bu nedenle iktidarın
yönettiklerini nasıl yapılandırdığını anlayabilmek için, başka bir mecra daha anlamlı olacaktır.
Siyasal kuram içinde zaman zaman parlayan, zaman zaman sönen bir yıldız gibi salınan La Boétie, insanın doğal olarak siyasal bir hayvan olmadığı kabulünden hareketle, siyasal iktidarın yönettiklerini nasıl yapılandırdığını, onlara çeşitli araçlarla İkinci bir doğa kazandırdığını ve bu sayede yönetilenlerin siyasal iktidara ya da kendisinin deyişiyle tirana bağımlı hale gelip gönüllü olarak köleliği arzuladıklarını ileri sürer ve bunun araçlarına yönelir. (La Boétie, 1995)
Bu araçlardan ilki halkın eğlence bağımlısı yapılması ve bunlarla oyalanmasıdır. La Boétie adeta yüzyıllar öncesinden 1932-1968 arasında hüküm süren Portekiz’in faşist diktatörü Salazar’ın ünlü sözlerini “anımsatmaktadır.” Salazar, Portekiz’i yıllarca “üç F” ile yönettiğini söyler; fado, fiesta ve futbol. İktidarın başvurduğu ikinci yöntem, halkı çok düşünürmüş gibi, ona arada sırada maddi çıkarlar da sağlamasıdır.
Üçüncüsü, halkın kölece alışkanlıklarını tehdit edebileceği düşünülen bilginin ve kültürel üretimin iktidar tarafından bir bütün olarak denetlenmesidir. La Boétie’nin alışkanlıklarda gördüğü halkın ikinci doğasının izi, bu hat üzerinden daha gerilere kadar sürülebilir. “Halk, hükümdarın dinindendir” sözünde dile gelen yaklaşım da bu çerçevede okunabilir ve dilenirse, belirli bir kayıt altında Montesquieu’ye (Montesquieu, 1998) ve hatta isabetli bir biçimde İbn-i
Haldun’a (İbn-i Haldun, 1990) kadar uzanılabilir. Ancak bu iz nereye kadar sürülürse sürülsün, gerçekte peşinde koşulan şey, alışkanlığın ne ya da nelerden ibaret olduğundan daha çok, alışkanlığın kendisinin dinamiğidir. Alışkanlık denilen nedir ki insanları belirli bir biçimde şöyle ya da böyle davranışlar sergilemeye ya da siyasal eylemlere yönlendirmektedir? La Boétie’nin eşsizliği alışkanlığın siyasal karakterini isabetle teşhis etmesidir. Kendisine değin büyük harfli Siyaset’in ilgi alanına giremeyen gündelik eyleyişleri, biçimleri bir çırpıda siyasallaştırır ya da onlardaki siyasal işlevi teşhir eder La Boétie.
Siyasetle, özel olarak siyasal iktidarla dil arasındaki ilişkiye de öncü bir biçimde değinen La Boétie, buna karşın dilin alışkanlığın yapılandırılmasındaki rolüne değin herhangi bir değinide bulunmaz. Aynı şekilde alışkanlığın “doğasını” bir tür bağımlılık olarak okuyan La Boétie, bu “doğanın içerdiği bağımlılığın” yinelemelerle geliştiğini de fark etmez görünür. Ama La Boétie’nin fark etmez göründüğü şeyi siyasal iktidar fark eder.
Alışkanlık, seferber edilmiş ya da dinamik belleğin yinelemelerle ilerleyen anımsayışından başka bir şey değildir. Bu bağlamda siyasal iktidar
unutmaz ve unutturmaz. Unutmaz çünkü en azından modern siyasal iktidar bürokratik bir aygıtla donanmıştır ve bu aygıtın öncelikli rolü kayıt tutmaktır.
Unutturmaz, yalnızca belleği başka türlü (“alışkın olduğundan” ya “alışkın olması beklenenden” başka türlü) yinelemelerle yeniden yapılandırır. Tam burada siyasal iktidarın unutturmaması yerine belleğin yeniden yapılandırılması geçirildiğinden hareketle bir karşı çıkış ileri sürülebilir.
Belleğin yeniden yapılandırılmasının aynı zamanda unutturma olduğu kabul edilebilir. Ancak bu karşı çıkış belirli bir haklılık payı taşısa da, özellikle
siyasal iktidara karşı verilen mücadelelerde “unutmamak” üzerine geliştirilen söylemler, siyasal iktidarın unutturmak istediği varsayımına ya da ön kabulüne
yaslandığı ölçüde, siyasal iktidarın neye, niçin yöneldiğini çözümlemek ve anlamak bakımından ciddi güçlükler yaratabilmektedir. Özellikle siyasal
iktidarın baskıcı karakteriyle öne çıktığı bağlamlarda, iktidarın, yönettiklerinin belleğini yapılandırmak için öncelikle unutturmaya yöneldiği kabulünden
hareket eden anlayışların, kaçınılmaz olarak neredeyse biricik mücadele hattı olarak “ Unutmamaya” mahkum olması, anımsananın nasıl anımsandığı ve bu
anımsamanın hangi tür işlevleri üstlendiği gibi soruların ihmaliyle sonuçlanmaktadır.
İşte, bir tür giriş niteliğindeki bu makalede, birinci kısımda Türkiye’den örnek bir olay çevresinde, 2 Temmuz 1993 Madımak Oteli katliamı (ya da kısaca Madımak katliamı) çevresinde, “unutturmak-unutmamak” karşıtlığı ya da gerilimiyle katliamı anlamlandırma ve onunla yüzleşmeye dönük siyasal girişimler ya da yaklaşımlarda karşılaşılan bu güçlüklere değinilecek ve bu karşıtlığın çözümleme ve bu çözümlemeden hareketle siyasa üretme konusunda yarattığı açmazlara işaret edilecektir. Makalenin ikinci kısmında ise, yine aynı örnek olay çevresinde, unutmak-unutmamak gerilimiyle malul olarak başlı başına siyasal mücadele hattı olarak beliren “unutmama ya da anımsama” halinin, kendine atfettiği siyasal değerle koşullu özgün bir siyasal işlev üstlendiğine ve bu işlev doğrultusunda Alevi hareketi içinde yeni gelişmelere kapı açtığına, özellikle “Sivas Şehit Aileleri” örneği üzerinden değinilecektir.
Ancak bu makale, esasen kendisine halihazırda Türkiye siyasal yaşamında önemli bir problem olarak tecrübe edilen Alevi taleplerinin ve Alevi hareketinin tüm boyutlarıyla bir analizini hedef almadığı ölçüde, bu bağlama yer yer atıfla yetinmektedir.
Aynı şekilde, ortaya konan sorunların anlaşılması, çözümlenebilmesi ve yeniden değerlendirilebilmesi için, siyasal teorinin ve siyaset biliminin sunduğu araçlar dışında, yeni kuramsal araçlara özellikle siyasal antropolojik bir bakış açısına - gereksinim duyulduğu kabulünden hareketle kaleme alındığından, bu gereksinim i temellendirmeye ve tescil etmeye çalışmakla sınırlandırılmıştır.
Bu çerçevede, makalenin ilerleyen bölümlerinde görüleceği gibi, siyasal antropolojinin çalışma alanı içinde kalan kavramsal araçlara ilişkin özel bir “literatür tüketimine” şimdilik başvurulmamıştır.
I. Alevilerin ‘Büyük Yalnızlığı’
A. Madımak:
Vaka ile Beka Arasında Türkiye’de bugün siyasal iktidarın Madımak katliamının1 üstünü örtmeye, katliamı gözden kaçırmaya, silikleştirmeye, ihmal etmeye, sorumlularını aklamaya, özetle unutturmaya çalıştığı yaygınlıkla karşılaşılan bir iddia, hatta bunun ötesinde bir kabul, bir veridir.
Katliamın gerçekleştirildiği 1993 yılından beri, katliamla ilgili tüm anmaların ortak sloganı, “unutma-unutturma”dır.2 Özellikle demokratik Alevi hareketinin
bileşenleri unutma-unutturma diyalektiğine özel bir siyasal anlam atfetmekte dirler.
Örneğin, adı 2 Temmuz Madımak katliamıyla birlikte anılan PSAKD, Sivas’ta
katledilenlerin aileleriyle birlikte yaptıkları ortak açıklamada şöyle demektedir: “Unutursak hatırlatırlar. Maraş’ı unuttuk Çorum’la hatırlattılar.
Çorum unutuldu, Sivasla hatırlattılar.
” (Evrensel-a, 2011) Bu silsile Alevi inancının derin köklerine doğru uzatıldığında adeta söylenen şudur: ‘Kerbela’yı unuttuk, hatırlattılar.
’ Yani Aleviler kendi kurucu bileşenleriyle mesafeleri açıldıkça-ki bu açılma unutma olarak nitelenmektedir- katliama uğradıklarını söyler gibidir.
Bu durumda unutmaya karşı hatırlamaya çağrı, bu köklere bir geri dönüşü de işaretlemektedir. Bu anlamda Sivas katliamı Alevi hareketinin canlanmasında
özel bir rol oynamıştır zaten.3
Bu ortak slogan çağrıda bulunduklarına, birinin Madımak’ı unutturmak istediğini sürekli olarak yinelemekte ve bu aktörün karşısına “unutmaunutturma”
sloganıyla çıkmaktadır. Bu bakımdan da siyasal iktidarın katliama ilişkin “unutturma arzusu” yaygınlıkla sorgulanamaz, değerlendirilemez bir
biçimde kabul görmektedir. Oysa, siyasal iktidara atfedilen bu unutturma iradesinin gözden geçirilmesini gerektiren birden fazla olgu söz konusu olduğu
gibi, bizzat iktidar sahiplerinin bunun aksi yönde beyanları da söz konusudur.
Buna karşın, katliamın unutturulmak istendiği yolundaki kabulün taşıyıcıları, en başta Alevi hareketinin demokratik kanadı, zorunlu olarak bu kez siyasal
iktidarın “sahiplerinin” gerçekte hem bu beyanlarda, hem yürüttükleri kimi projelerde samimi olmadıklarını, ikiyüzlü ve Alevileri aldatıcı bir siyasal oyun
peşinde olduklarını ileri sürmekte; böyle bir durumda da siyasal iktidar adeta bir tür samimiyet testine davet edilmektedir. Burada siyasal iktidarı samimiyet
testine davet edenlerin, siyasal iktidarın mevcut tezahür ediş tarzlarına ilişkin mesafesi çağrıyı özel olarak anlamlı kılmaktadır. Yani daha somut olarak ifade
edilirse, örneğin belirli bir süredir, Madımak katliamının yaşandığı Madımak Oteli’yle ilgili kimi yaklaşımlar geliştiren mevcut AKP hükümeti yerine, bir
başka hükümet iş başında olsaydı, Madımak üzerinden mevcut iktidarı samimiyet sınavına çağıranların, en azından çağırma biçimlerinde kimi
farklılıkların yaşanması, beklenebilirdi.
Ancak üçüncü dönemdir işbaşında olan mevcut AKP hükümetinin de Madımak merkezli olarak sürekli güncellenen “unutmak-unutmamak” karşıtlığını beslemek, bu gerilimden kendi siyasal ajandasını muğlaklıklar içinde gerçekleştirmek için yararlandığı açıktır. “Madımak katliamını unutma-
unutturma” şiarını besleyenlerin başında bizzat mevcut AKP hükümetinin gelmekte olduğunu gösteren birkaç somut örnek hemen verilebilir.
Katliamın 18.yıl dönümü anmaları bu bakımdan manidardır. Manidardır, çünkü bu yılki anmalara geçmiş yıllarda olduğundan farklı bir gelişmeyle girilmektedir. Demokratik Alevi hareketinin hiç tartışmasız üzerinde uzlaştığı ana taleplerden biri olan “Madımak Utanç Müzesi Olmalı” talebi, çalıştaylar süreci içinde bir müzakere konusu olarak ele alınmış gibi yapılırken, bu sorunun bütün taraflarıyla bir araya gelineceği ve ortak bir formül aranacağı gibi anlayışlar öne sürülürken, bir anda, sorunun taraflarına hiç haber bile verilmeden, Madımak Oteli, önce sessizce kamulaştırılmış, arkasından da bilim ve kültür merkezine dönüştürülü vermiştir. Siyasal iktidarın sözde tezahür eden hassasiyeti, eylemde karşılığını bulamayınca, Alevi hareketi kaçınılmaz olarak buradan bir samimiyetsizlik üretmektedir. Bu bakımdan samimiyet testi çağrılarının yaratıcısı aslında siyasal iktidardır. Bu bir yana, 18.yıl anmalarında Madımak’a yapılan müdahalenin tamamlanmasının ötesinde başka ilkler de yaşanmıştır.
2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder