MADIMAK KATLİAMI ÖRNEK OLAYI., ÖNCESİ VE SONRASI., BÖLÜM 4
Burada temelde sorgulanması gereken şey: Sünniliğin siyasallaşma biçimleri, siyasal motivasyonları, burada Alevi düşmanlığının nasıl bir role çıkarıldığı ve çıktığı. Dolayısıyla Madımak’la yüzleşmek demek öncelikle Sünnilerin kendi dindarlık biçimleriyle yüzleşmesi demek. Oysa kendi biricikliğine iman etmiş ve kendisini sorgulamayı gereksiz gören, bir sorun varsa her halükarda sorgulanması gereken olarak azınlıkta ve öteki olanı işaret eden zihniyet için, bu kabul edilemez bir durumdur. Bu nedenledir ki Aktay, Madımak yüzleşmesi çağrısını bile Alevilerin yüzleşmesi olarak okuyup, bununla da yetinmeyerek hakarete varan sözlerle ‘zaten yüzleşecek kafaya da sahip değiller’ diyor. Aktay için zaten Sünnilik ve Sünni dindarlığın siyasallaşma biçimleri sorn olmadığından en fazlasından olay şahsilik çerçevesinde alınmalı. Ki zaten “suçların şahsiliği” ilkesi de bunu ‘gerektirmez mi?’ ‘Suç belli bir kesime yüklenmemelidir’ diyor Aktay. Sünniliği yüzleşmeye çağırmak onun anlam dünyasında hep bir suçlamaya denk geliyor, çünkü onun için yüzleşmenin biricik anlamı açıkça suçlamak olmalı. Bundan kurtulmak için de suçların şahsiliği gibi, Madımak katliamında son derece ‘çaresizce komik’ duran bir ilkeye başvuruyor. Binlerce kişi bir oteli kuşatmış, ateşe vermiş….ama olsun, suçlar şahsidir. Bunu yazanın bir sosyolog oluşu ve bu mütecaviz üslup anlamayı kolaylaştırmıyor ne yazık ki.
Aynı dönemden bir diğer örnek, Alevi kökenli, eski AKP milletvekili Reha Çamuroğlu’dur. Çamuroğlu katliama ve müze talebine “tarihimizde bir
sürü üzücü olay var. Her üzücü olay için müze mi yapacağız? Ömrümüz müze yapmakla mı geçecek?” diyerek yaklaşıyor. Onun için de bu herhangi bir üzücü
olaydan ibaret anlaşılan. Onun bu yaklaşımının Alevi hareketi içinde nasıl yankılandığını ise ABF bildirisi gösteriyor: Açıklamaya göre, Çamuroğlu,
insani bir talebi hafife almakla kalmıyor, bu katliama arka çıkan siyasi yapıyı desteklediğini beyan ediyor ve hatta onlara cesaret veriyordu. (ABF, 2007)
Reha Çamuroğlu’nun bu hafife alan tutumu, yalnızca Alevilerde değil, kimi başka çevrelerde de tepkiyle karşılandı.19 İşte bu ideolojik iklim içinde Alevi
çalıştayı başlatılmıştır ve Alevi hareketinin bütün önemli bileşenleri özellikle Alevi örgütlerinin katılımıyla yapılan ilk toplantıya icabet etmiştir. Ancak daha
sonra, çalıştay sürecinin, ayrı bir yazı konusu olan özellikleri nedeniyle demokratik alevi hareketinin neredeyse bütün bileşenleri çalıştay sürecinden
çekildiklerini ifade etmişlerdir ki Madımak örneği üzerinden çalıştay sürecine bakıldığında, bu çekilme talebi anlaşılır hale gelmektedir.
Çalıştay süreci tamamlandıktan hemen sonra, nihai rapordan önce, bir ön rapor yayınlanmıştır. Bu ön raporda Madımak sorunu ve müze talebi şöyle ele
alınmaktadır:
VI. Müzakere başlığı olarak Madımak Oteli’nin düzenlenmesi seçilmiştir.
Buna göre, olay derin bir provokasyondur. Madımak büyük bir faciayı ifade etmektedir. Katliam sözü ön raporda hiç geçmez. “Bu konuda yeni gerilim ve çatışmalara fırsat verilmemesi gerektiği” üzerine uzlaşılmıştır. Bu arada büyük Alevi örgütlerinin çalıştaydan çekildiği hatırda tutulmalıdır.
“Madımak Oteli düzenlenirken ülkenin birlik ve düzeninin esastan korunmasını dikkate alan bir düzenleme gerektiği” üzerinde uzlaşılmıştır. “Bu bağlamda
müze fikrinin tehlike ürettiği düşünülmüş, bunun yerine binanın yıkılarak bir parka dönüştürülmesini katılımcıların büyük çoğunluğu desteklemiştir.” Ayrıca
rapora göre üzerinde uzlaşılan bir başka nokta da şudur: “Katılımcılar burada gerçekleştirilecek düzenlemenin kısa ve uzun vadede yeni husumet alanlarına
dönüşmemesi için (….) Sivas’ta sivil toplum örgütleri, kanaat önderleri ve resmi katılımcıların da ortak olabileceği değişik platformlarda bu süreci rehabilite ederek dönüştürecek girişimlere başlanması gerektiği üzerinde ısrarla durulmuştur.” (ÖRAÇ, 2010)
Görüldüğü gibi, Madımak’ın müze oluşuna hiç sıcak bakmayan, aksine bunu tehlike üreten bir fikir olarak gören bir yaklaşım söz konudur. Müze fikri
neden tehlike üretmektedir, rapordan anlaşılmamaktadır ama çalıştay sürecinin koordinatörü Yrd. Doç. Dr. Necdet Subaşı ve siyasal sorumlusu devlet bakanı
Faruk Çelik, müze olmasa bile, Madımak’ın bir sorun olmaktan çıkarılması gerektiğinin altını çizmektedirler.20
Müze fikrinin içerdiği savunulan bu bölücülük ve tehlike teması daha önce başka biçimlerde ifade edilmişti. Madımak için daha önce de başka formüller ortaya atılmış, 2007 yılında canlanan tartışmaya Sivas’tan katılan dönemin valisi Veysel Dalmaz burayı bir çiçekçiye dönüştürmek istemişti.
Çünkü “kültür müzesi olursa hep ayrıştırma unsuru olur. Ortak nokta bulup birleştirici olmak istiyoruz. Plaket asalım, etrafını güllerle, çiçeklerle süsleyelim, bir anı köşesi olsun.” (Sazak, 2007) Görüldüğü gibi, müze fikrinden, her nasılsa kendiliğinden bir bölünme ve gerilim üretilmektedir.
Alevilerin kendi raporlarında, bu türden kaygılara ilişkin olarak,
Madımak anmaları bağlamında, bir yanıt bulunmaktadır:
“Sivas halkı bir bütün olarak Madımak Katliamı’yla yüzleşmedikçe, Sünni dinsel evren Madımak Katliamı’yla yüzleşmedikçe, anmalardan bile rahatsız
olmaya elbette devam edecektir! Ama onların bu “rahatsız edici gerilimini” boşaltacak zemin olmayı tüm Aleviler reddeder! Alevilerin her anması, zihniyet
dünyasında unutulması dayatılan şeyin, ancak belirli bir biçimde hatırlanması istenen şeyin, tıpkı dinin belirli bir biçime sıkıştırılması gibi, hatırlamanın da
biricik biçimi olarak vaz’edilen şeyin dışında bir imkanı işaret etmekte ve dayatılan hatırlama ve hatırlanacak olanı zan altında bırakmaktadır! (…) Otelin
kamulaştırılacağı anlaşılınca, otel sahibinin otelin marka değeri var diye satış ilanı verdiği hala kayıtlarda, hafızalarda dipdiri dururken, anma günlerinin
Alevi-Sünni yakınlaşmasını sabote ettiğini iddia etmek ya muktedir olmakla, ya iktidara sürtünmekle ilişkilidir; ama gerçekle değil!” (AABO, 2011)
Bu yanıtın yerindeliği dışında, daha önce, bir başka yazıda da tarafımdan belirtildiği üzere, “müze, modernliğin zaman algısının bir parçası olmaklığıyla,
zamanda modern bir işaretleme girişimidir. Dolayısıyla, örneğin Almanya’nın Solingen katliamının ardından, ilgili evi müze haline getirmesi tam da modern
bir devletten beklenen tavırdır: Önce kır, sonra sergile! Müze talebiyle Alevi hareketinin, müze talebi üstünden modern bir duyarlılık sergilediği de açıktır.”
Tersi doğru olmasa da. (Yalçınkaya, 2009).21
Görüldüğü gibi, siyasal iktidar tarafından müze sanki kendiliğinden ayrıştırıcıymış gibi okunmaktadır. Ancak müzenin kendiliğinden böyle bir
özelliği olmadığı gözetildiğinde ve dünyadaki önekler, örneğin Solingen katliamının ardından evin derhal müzeye dönüştürülmesi gibi refleksler
düşünüldüğünde, ayrıştırmak yerine tersine müze fikrinin ayrıştırmalara karşı sürekli bir uyarı gibi iş görmesi beklenmektedir. Ola ki müzede dile gelecek
olan ‘süreklilik fikri’ ilgili kesimleri rahatsız etmektedir. Ancak Türkiye’deki müzeciliğin evrimi ve müze fikrinin siyasal boyutları ve anlamı üzerine pek de
fazla bir düşünüm geliştirilmediği, bu konudaki özellikle siyasal karakterli literatürün cılızlığı ve hatta yokluğu gözetildiğinde, müzenin sabitlemek
istediği şimdiki zamanın sürekliliğinin herhangi bir biçimde siyasal bir rahatsızlık üretmesi beklenmemelidir. O halde, müze talep ve fikrinin içerdiği süreklilik, müze oluşa içkin değil, müze fikri dışında bir evrenden ödünç alınmış ve müze fikrine iliştirilmiş olabilir ki bu çerçevede rahatsızlık yaratan ve hatta giderek bölücü bir talep olarak müze fikrine karşı saldırıya geçilmesine vesile olan şey müzenin kendisi değil, kendisini müzede cisimleştirmek isteyenin içerdiği ya da inşa ettiği süreklilik fikri olmalıdır.
Böylesi bir sürekliliğin varlığını teşhis edebilmek ve varsa bunun anlamını konumlandırabilmek için burada Madımak katliamının özgün yanlarına bir kez daha dönüp bakmak gereklidir.
İlk elde, ne tür bir süreklilikten söz ettiğimizi ayrıştırabilmek için artık genel geçerleşmiş, bir klişeye, kalıp yargıya dönüşmüş, her ne kadar neredeyse
tüm kalıp yargılar gibi belli bir gerçekliği ifade ediyor olsa da, ifade ettiği farklı gerçeklikleri düzleştiren ve aralarındaki niteliksel farklılıkları gözden kaçırmaya zemin oluşturan yaygın bir süreklilik argümanından kurtulmak gereklidir. Buna göre, “Aleviler zaten tarih boyunca katledilmiştir; Madımak katliamı da bu süreklilik zincirinin bir halkasından başka bir şey değildir.” Bu yaklaşım bir kalıp yargı olarak genel geçer bir tarihsel tecrübeyi ifade ettiği ölçüde doğrudur ama aynı ölçüde de yanlıştır. Yanlıştır çünkü, örneğin Osmanlı İmparatorluğu’nun kendi iç evrim sürecinde Alevi topluluklara karşı geliştirdiği siyasalar arasındaki mesafeyi ve bu siyasalar doğrultusunda, bu topluluklarla ilişki kurma biçimleri arasındaki değişimleri örttüğü, gizlediği gibi, daha da vahimi Osmanlı İmparatorluğu’nun kısmen sakıncalı bir ifade olsa da “Alevi politikasıyla” modern Türkiye Cumhuriyeti’nin Alevi politikası arasındaki nitel farklılıkları tümüyle ihmal ettirmektedir. Bir adım daha atılırsa, aynı şekilde bu süreklilik klişesi, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş evrelerinde izlediği Alevi politikasıyla sürdürücü iktidarların geliştirdiği politikalar, nihayet 12 Eylül askeri faşist darbesinin politikasıyla AKP hükümetlerinin Alevi politikası arasındaki farklılık ve kırılmaları da ihmalle sonuçlanmaktadır. Bu bakımdan, Alevi hareketi içinde yaygınlıkla iş görmesine karşın bu kalıp yargıdan uzak durulmadıkça, Madımak örneğinde dile gelen ve farklı kesimleri rahatsız eden süreklilik fikri anlaşılamaz.
Bu kalıplaşmış süreklilik fikri yalnızca modern Alevi hareketi içinde ve popüler Alevi inancı içinde işlememekte, aynı zamanda milliyetçi ve sosyalist okuma biçimlerine de vesile kılınmaktadır. Örneğin Alevilere yaklaşım biçimlerine bağlı olarak bu kesimler de bu kalıp yargıdan nemalanmaktadır.
Diyelim, Aleviler öpöz Türkler olarak okundukça, bu kalıp yargı sayesinde, Türkler “kendi öz yurdunda sürekli mazlum” olarak işaretlenmekte ya da
Aleviler sosyalist fikirlerin ön formlarının taşıyıcıları, ilkel ya da erken sosyalistler olarak kabul edildikçe, aynı süreklilik bu kez eşitlikçi mücadelelerin taraftarlarına karşı muktedirlerin saldırısının sürekliliği ya da mücadelenin sürekliliği fikrine destek olmaktadır. Bu kalıplaşmış süreklilik fikrine teslim olundukça, kaçınılmaz olarak kimi sorular yanıtlanamaz olarak kalmaktadır. Örneğin Aleviler Madımak’tan daha vahşi bir saldırıya Çorum’da ve Maraş’ta uğradıkları halde, nasıl olmuştur da Maraş ve Çorum’da ölenler şehitleşmemiş, üstünden yıllar geçmesine karşın bu katliamlar için bir müze ya da benzeri talep ortaya atılmamış ve hatta son birkaç yıla kadar, Alevi hareketi belirli bir canlılık kaydettiği halde, Maraş ve Çorum katliamları anılmamıştır?
O halde ilk elde, bu kalıp yargının ifade ettiği süreklilik fikrinin bir kenara konulması gerekmektedir.
Hem bu ve benzeri soruların yanıtlanabilmesi, hem de müze fikrinin neden bu kadar büyük bir dirençle karşılaştığının anlaşılabilmesi için başka bir sürekliliğin olanaklarının yoklanması gerekmektedir. Bu sürekliliğe ulaşabilmek içinse birkaç temel noktayı baştan işaret etmek gereklidir. Bu çerçevede, Madımak katliamında öncelikle gözlenen şey, Çorum ve Maraş katliamlarında olduğu gibi, katliamı şöyle ya da böyle, şu ya da bu düzeyde hiçbir biçimde bir çatışma ortamı içinde değerlendirme olanağının olmadığıdır.
Oysa diğer iki katliam da kamuoyuna bir çatışma ürünüymüş gibi gösterilebilmiş tir. Daha genel olarak Çorum ve Maraş, kolaylıkla topluma sağ ve sol çatışması olarak gösterilebilmiştir. Bu çatışmanın tarafları olarak milliyetçi-faşist ve sosyalist hareket bunlardan pek de yakınmamıştır. Biri, kendince devletini korumak ve kurtarmak üzere sosyalistlere, temel tehdide saldırmaktadır; öteki de ‘faşist devletin’ çetelerine karşı kahramanca kendini savunmakta ve direniş tarihine bir sayfa daha eklemektedir. Oysa Madımak katliamı kesinlikle bir çatışma ortamıyla sunulabilir gibi değildir. Binlerce kişi, bir otele sığınmış 33 kişiyi ‘avlamak ve öldürmek’ üzere oteli kuşatmış ve nihayet oteli ateşe vererek katletmiştir.
İkincisi, Maraş ve Çorum’da katliamların tezahür ediş biçimi bir yana, faşist saldırganlığın Alevilere yönelişi, ilgili dönem içinde Aleviler ve sosyalistler arasında kolayca kurulabilen özdeşlikler ve sıkı ilişkiler nedeniyle, katliamlara ve saldırılara maruz kalan kesimlerin Alevi kimliklerini soğurabilmiş, gölgeleyebilmiş ve katliamlar Alevilere dönük değil de doğrudan sosyalistlere dönük olarak kodlanmıştır ve bugün de yaygın okuma budur.
Buna göre, ‘bu katliamlar özel olarak Alevilere dönük değildir, özel bir dini renk taşımamaktadır; faşist hareketin sosyalist harekete saldırısıdır ya da yukarıdaki tespite bağlarsak eğer, en fazlasından ülkede derin güçlerin sosyalist ve faşistleri aynı biçimde kullanmasıyla yarattığı provokatif eylemlerdir.’
Üçüncüsü, Maraş ve Çorum katliamları süreci içinde, Alevilerin sosyalistlerle yakınlığı, iç içeliği ve birlikteliği Aleviler içinde de baskın olarak hakim dilin sosyalist dil olmasını getirmiştir. Aleviler, sosyalist anlam dünyasının içinde kendilerini anlamlandırdıkları ölçüde maruz kaldıkları katliamları da bu dil içinden meşrulaştırmış ve anlamaya çalışmışlardır.
Örneğin bu bakımdan, Madımak katliamını hayatını kaybeden Nesimi Çimen oldukça bol ürün vermiştir.
Dördüncüsü, Aleviler içinde hakim dil sosyalist dil olduğu ölçüde Aleviler kendi kayıplarını kolaylıkla devrim şehitliği kategorisi içinde soğurabilmiş ve devrim şehitliği dışında özel bir şehitlik kategorisine ihtiyaç duymamışlardır. Devrim şehitliği kategorisi, adeta kendiliğinden, Alevilerin toplu ya da tek tek verdikleri tüm kayıplarını, kendi dini algısının indirgenemeyeceği “Devrim şehitleri”ne bağlayabilmesini mümkün kılmış ve bu doğrultuda ilgili kayıplar için özel anma günleri, özel eylemler ve özel talepler geliştirilmemiş, tüm devrim şehitleri ne anlam ifade ediyorsa, Alevi kayıpları da aynı anlamı ifade etmiştir. Bunu gösterebilmek için de yine Alevi edebiyatı içinden üretilen kimi sosyalist marşlara bakılabilir. Hatta seçilen yazınsal formlar bile belirli bir farklılığı işaret etmektedir. Örneğin bu katliamlar süreci içinde verilen kayıplar için marşlar yazılırken, Sivas üzerine artık marş değil, başka bir form devreye girmektedir: Ağıt formu ve bu formun tazelediği ve sürekli kıldığı telafi edilemez bir yas hali.22 Bu formun içinde geçmişten bugüne gelen kimi milliyetçi Kemalist, sosyalist temalar yine barınmaktadır ama bu kez bir farkla: Şöyle ki Alevi dili bu kez kendisini bu temalar içinde ifade etmek yerine, bu temaların tümünü kendisi üstlenmekte ve bunlara olan düşmanlığın kendisine olan düşmanlık olduğunu söylemekte ve ardından da kendisini Alevi olarak işaretlemektedir.23
Beşincisi, Madımak katliamı sosyalizmin yenildiği yolundaki söylemin hegemonik söylem olarak kendini biricikleştirdiği, reel sosyalist sistemin yenilgisi bir yana, modern sosyalist deneyimi mümkün kılan Marksist ideolojinin tümüyle ezildiği gibi bir söylemin hakim olduğu koşullarda gerçekleşmiştir. Aynı şekilde, Madımak katliamı süreci içinde sosyalizmin panzehiri olarak sunulan Türk milliyetçiliği de, kendisini artık sosyalist harekete karşı değil, doğrudan, yükselen Kürt hareketine karşı konumlandırmış bulunmaktadır. Bu nedenle Madımak katliamında iki rakip ideolojinin (milliyetçi ideolojinin dinsel söylemle iç içeliği saklı kalmak kaydıyla) karşı karşıya kaldığı kesinlikle ileri sürülememiştir.
Altıncısı, iki rakip ideolojinin ve yandaşlarının çatışması gibi bir durum ortadan kalkınca, ister istemez ‘Madımak’ı kim yaktı?’ sorusu, katliamlar tarihinde ilk kez muhatabını bulmuştur.
Madımak’ı yakan açıkça, harekete geçirilmiş, yönlendirilmiş Alevifobik derin Sünni reflekstir. Deyim yerindeyse, Madımak katliamında Sünniliğin kökleşmiş Alevi nefreti açıkça ve çırılçıplak yakalanmıştır. Bu kez arkasına sığınacağı, ne sosyalizm, ne milliyetçilik vardır alanda. Doğrudan tekbirler getirilerek, dinsel sloganlar atılarak, belirli bir dini refleksle harekete geçirilmiş kitleler Madımak’ı ateşe vermiştir.
Hiç kuşkusuz ‘sağcı-solcu çatışmasının’ yokluğunda katliam, bu kez yeni günah keçileri bulunarak onlara fatura edilmeye çalışılmıştır. Bunların başında Aziz Nesin gelmektedir.24 Ancak bu yetmemiş, bu kez Ergenekon’a bağlanma girişiminde bulunulmuştur. Böylece Madımak katliamı doğrudan Alevilere havale edilmeye uygun hale getirilmektedir. Eğer Madımak katliamı Ergenekon adıyla maruf karanlık ve ordu içindeki yapılanmaların ürünüyse, bu yapılanmalarda, sözüm ona devletle bütünleşmiş (Alevilerin yıllarca sosyalistlerle bütünleşmiş olduğu söylenmiş ve söylenmeye devam edilirken, söz konusu olan Ergenekon oldu mu, Aleviler hemen devletle bütünleşmeye terfi ettirilmektedir) Alevilerin başı çektiği alttan alta ima edilmekte ve böylece Aleviler kendi kendilerini katletmekten çekinmeyen bir topluluk olarak patolojikleştirilmektedir ki Alevileri “patolojik, kriminal ve travmatik bir topluluk” olarak kuran Alevi Çalıştayı Nihai Raporu bunun açık örneğidir.
Ancak bu karanlık güçlere bağlama girişimi de ne yazık ki istenen sonucu üretmemiş gözükmemektedir. Ergenekon ve Madımak bağlantısı konusunda, istenen sonucu ortaya çıkarmak için, AKP’nin ayağını kaldırdığı yere basan Kürt hareketi de destek vermesine karşın. Kürt hareketinin verdiği bu destek anlaşılabilir; Madımak’ın yükünü PKK’nın sırtından Ergenekon’un sırtına kondurmak elbette siyaseten tercihe şayan olacaktır. Zaten PKK yerine
Ergenekon iddiasını güçlendirmek üzere harekete geçen Gündem gazetesi ilgili yazısında bunun ipuçlarını barındırmaktadır: “Toplum nezdinde katliamı
gerçekleştirenler konusunda bir kuşku yokken, hükümete yakın medya kuruluşları ve gazeteler katliamı PKK’nın üzerine yıkmaya çalıştı. Tam da
katliamın yıldönümünde gündemi sarsacak yeni bilgiler ortaya çıktı. Özel Harp Dairesi’ne bağlı çalışan üsteğmen H.Ç. Sivas katliamına ilişkin çarpıcı bilgiler
verdi.” (Gül, 2011).25
5. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder