25 Aralık 2017 Pazartesi

ABD-İNGİLTERE ÖZEL BİR İLİŞKİ BÖLÜM 2

ABD-İNGİLTERE  ÖZEL BİR İLİŞKİ BÖLÜM 2



Bu dönemde ‘özel ilişki’nin değerlendirilebileceği bir diğer alan da atom bombasıydı. Atom bombası savaş yıllarında Amerikan-İngiliz ortak projesi olarak geliştirilmiş, iki devlet de bombaya sahip çıkma eğilimine girmişti. Hatta 1943 yılında İngiliz Başbakanı Churchill Roosevelt ile vardığı anlaşma ile bombanın kullanılmasından önce İngiltere’nin izninin alınmasını gerekli hale getirmişti. 1945 Kasım’ında ise Truman ABD, İngiltere ve Kanada arasında atom enerjisi alanında ‘tam işbirliği’ için gerekli adımları atmıştı. Ancak tüm bu çabalar Kongre ve Amerikan kamuoyunda ortaya çıkan şüpheler sonucunda büyük bir yara aldı ve Macmohon Yasası atom ile ilgili bilgilerin İngiltere de dahil 
olmak üzere hiç bir devlet ile paylaşılamayacağı kuralını getirdi. 

Böylece önemli bir işbirliği alanı da kapanmış oldu.20 İngiltere 1952 tarihine kadar savaş dönemindeki işbirliğini canlandırmaya çalıştıysa da, ABD İngiltere’nin nükleer alandaki bilgileri paylaşma önerisini daima geri çevirdi. Bu durum İngiltere’nin 3 Ekim 1952’de Monte Bello testi ile ‘nükleer silah sahibi ülkeler klübü’ne katılmasına kadar sürdü.21 

Soğuk Savaş 

İki ülkeyi yaklaştıran en önemli unsur hiç şüphe yok ki Soğuk Savaş’tı.22 Hatta denebilir ki ‘özel ilişki’nin başlangıç noktası Soğuk Savaş olarak alınabilir. Soğuk Savaş’ın birleştirici bir faktör olarak sahneye çıktığı ilk nokta ise Türkiye, Yunanistan ve genel olarak Ortadoğu’dur. Dünya ekonomisini liberalleştirme peşinde olan ABD Türk boğazlarından serbest geçişe, Ortadoğu petrol kaynakları na ve komünizmin bu bölgelere yayılmamasına büyük önem verdi ve ‘bölgenin eski patronu’ olarak İngilizler ile işbirliğini zaman zaman politikalarında önemli bir unsur olarak gördü. Sovyetler’in yükselen hırçınlığı özellikle İngiliz Dişişleri’ nde Sovyet karşıtlığını beslerken, işbirliğini kolaylaştırırdı. 

Sovyet tehtidi iki ülkeyi tarihlerinde görmedikleri kadar birbirine yaklaştırdı. 1946’da yapılan gizli görüşmelerde Amerikan hava üslerinin İngiltere’nin East Anglia bölgesine kurulması kararlaştırıldı. Bu üsler İngiltere’yi ABD karşısında diğer Batılı ülkelerden ayırıyor, günümüze kadar uzanacak bir ilişkiler ağının temellerini oluşturuyordu. Aynı yıl işbirliği denize taşındı ve iki ülke donanması Adriyatik Denizi’nde Yugoslavya’da olabilecek olağanüstü durum için alarma geçti. 1946 sonbaharında her iki ülke de olası bir dünya savaşında birlikte 
çalışmaları gerektiği noktasında uzlaşmaya vardılar. Fakat tüm bunlar iki tarafça da gizli tutulmaya çalışıldı. 

Bu dönemi incelediğimizde, ABD karar alma mekanizmasının bir çok kişi ve kurum tarafından belirlendiği, ve birbiriyle çelişen bir çok kararın aynı anda ortaya çıkabildiği görülüyor. Diğer bir deyişle bir yandan İngiliz İmparatorluğu ABD çıkarlarına karşı bulunurken, diğer taraftan ABD Dışişleri Bakanlığı 1 Nisan 1946’da İngiltere’nin bir dünya gücü olarak rolünü sürdürmesi gerektiğini, İngiliz Uluslar Topluluğu’nun (Commonwealth) korunmasının ABD’nin çıkarları için hayati olduğunu söylüyordu. Kısacası her iki tarafın da ‘aklı karışıktı’ ve 
henüz ABD İngiltere için biçtiği role karar verememişti. Aynı durumun İngiliz tarafında da olduğu görülüyordu. ABD’yi Avrupa ve Ortadoğu’da tutmaya büyük önem veren İngiltere, öte yandan bu ülkeyi Afrika’dan uzak tutuyordu. Hatta işgal altındaki Almanya ve genel olarak Avrupa konusunda dahi İngilizler herşeyi ABD ile paylaşmıyor, temkinli davranıyorlardı. Bu temkinli yaklaşımın altında daha önceki açıklamaların yanısıra, Amerikan yönetiminin çok fazla noktadan etki altında kalmasının büyük rolü vardı. Diğer bir deyişle İngiltere, Kongre ve diğer organların her an Amerikan dış politikasını değiştirebileceğinden korkmak taydı. 23 

Biraz önce de belirtildiği üzere global düzeyde belki de ilk önemli yakınlaşma, biraz da zorunlu olarak Türkiye, Yunanistan ve genel olarak Ortadoğu üzerinde yaşandı. İngiliz Dışişleri Bakanlığı’nın 21 Şubat 1947 tarihinde Washington’a vermiş olduğu not artık İngiltere’nin Türkiye ve Yunanistan’a yardım edemeyeceğini söylüyordu. Amerikalılar’ı en çok şaşırtan, notun içeriğinden çok, çok kısa olması oldu.24 İngilizler adeta ‘biz sorumluluklarımızı yerine getirmiyor uz, siz ne yaparsanız yapın’ demekteydiler. Böyle bir durumda bölgenin yönetiminde İngilizler’in söz sahibi olması da beklenemezdi. Zaten notu takip eden dönemde Amerikalılar arasında gelişen duygu İngilizler’i bölge olaylarına mümkün olduğunca az karıştırmak şeklinde oldu.

İşbirliğinin en geniş anlamda gerçekleştiği alan ise Avrupa oldu. Amerikan planlarının uygulanmasında İngiltere önemli bir rol oynadı. 
Fakat iki tarafın birbirini algılamasında yine farklılıklar vardı. ABD için öncelik Avrupa’nın bir an önce ekonomik yönden kalkınması idi. 
İngiltere ise imparatorluğuna zarar verdiğini düşündüğü dolar krizi gibi noktalar üzerinde odaklaşıyordu. Dahası İngiltere ekonomik programı, dünyanın ekonomik devi olarak ABD ile birlikte yürütmek istiyordu. Fakat tüm bu isteklerine karşın Avrupa’nın diğer ülkeleriyle birlikte ABD’nin isteklerine boyun eğmek zorunda kaldı ve ABD yardım programınının uygulayıcısı değil, uygulanıldığı bir ülke oldu. Amerika bu dönemde yardımların etkili bir şekilde kullanılabilmesi için Avrupa ülkelerinin işbirliğini şart koşuyordu. Bir anlamda bilinçli ya da farkında olmadan ABD, Avrupa entegrasyonunu ateşliyordu. Fakat öngörülen yeni düzen Amerikan doları etrafında kuruluyordu ve başta İngiltere 
olmak üzere, Avrupa’nın ekonomik konulardaki üstünlüğünü yerle bir ediyordu. Bunun için İngiltere başta Afrika olmak üzere dolara bağımlılığı azaltacak önlemler almaya çalıştı ve sömürgeleriyle olan ilişkilerine daha bir önem verdi. Belki de İngiltere’yi Avrupa’daki ekonomik birleşme çabalarından soğutan en önemli faktör ABD’nin planlarıydı. İngiltere bir yandan ABD’yi Avrupa’ya getirmeye çalışırken, diğer taraftan ABD’nin tüm planlarına şüphe ile yaklaşıyordu. İngiltere politikaları kendisi belirlemek, bunları da ABD’ye uygulatmak peşindeydi, fakat çoğu zaman ABD politikaları yapıyor, İngiltere de bunun konusu oluyordu. Bu durum ‘özel ilişki’nin içeriği konusunda bazı 
ipuçları verir. 

Tüm bu endişelere karşın Soğuk Savaş’ın artan dozaji farkları örttü ve NATO şemsiyesi altında iki ülke gizli rekabete rağmen en yakın müttefik konumuna geldi. Berlin Krizi iki ülkeyi daha bir yakınlaştırdı ve ABD 1946’da İngiltere’de kurulan üslerine B-29 bombardıman uçaklarını gönderme kararı aldı, daha sonra karar uçakların sürekli olarak bu üslerde kalması şeklinde değiştirildi. Bu karar İngiltere’de memnuniyetle karşılandıysa da Amerikan üs ve silahları herhangi bir Sovyet saldırısında İngiltere’yi ilk hedef haline sokuyordu. Bu da İngiltere’nin 
ABD’ye bağımlılığını ve Soğuk Savaş’a eklemlenmesini daha da kolaylaştırıyordu. Nitekim bir Dışişleri yetkilisi ‘temel dış politika hedefimiz ABD’yi Avrupa’da tutmak olmalıdır’ diyordu.25 

1950’lerin başına gelindiğinde ABD’de İngiltere’nin önemi konusunda şüpheler dile getirildiyse de Soğuk Savaş lobileri İngiltere’nin ABD’nin en önemli müttefiki olduğunu iddia ettiler. Bunların başında CIA geliyordu. CIA’e göre İngiltere ‘ABD’nin sahip olduğu tek güçlü müttefikti ve ABD bu müttefikini daha da güçlendirmek için çok yüksek bir bedel ödemeyi göze almalıydı. Genel değerlendirmelerin ötesinde CIA İngiliz istihbarat sisteminden geniş bir şekilde yararlanmaktaydı.26 1947’de UKUSA olarak bilinen anlaşma ile resmiyet kazanan işbirliği sonucunda iki ülkenin istihbarat birimleri zaman zaman birbirlerini ‘tüm diğer ülkelere karşı doğal ortak’ olarak görmeye başlamışlardı. 
Sonuçta, 1950’ye kadar zaman zaman çelişkilerle dolu olsa da ABD ve İngiltere işbirliği için uygun bir zemin oluşturdular. 

İlişkilerde Kore Savaşı yeni bir işbirliği imkanı sundu. Fakat İngiltere ABD’ye bağımlı kalmaktan son derece rahatsızdı. İmparatorluğun ABD’nin de gayretleriyle yıkılmasına ek olarak, İngiltere karar almada ABD’nin ‘aşırı’ ve ‘ani’ kararlarından korkuyordu. ABD, SSCB ile ilişkilerinde yapacağı bir düşüncesizlik le  İngiltere’nin güvenliğini tehlikeye sokabilirdi.27 Bu nedenlerle İngiltere, ABD’nin kendisine danışmasını istiyor, ABD ise buna yanaşmıyor, tam tersi bir yaklaşım izliyordu. Bu ortamda İngiltere’nin güvenlik çıkmazını aşmasının tek bir yolu vardı, o da kendi nükleer programına sahip olmak. Böylece hem Sovyet tehdidi dengelenir, hem de ABD’ye olan bağımlılık sınırlandırılabilir di. Ayrıca nükleer güç olmak dünya politikalarında söz sahibi olabilmenin ilk şartı olarak algılanıyordu. Bu nedenlerle, özellikle Sovyetler Birliği’nin nükleer güç olmasının ardından İngiltere tüm gayretlerini kendi nükleer gücünü geliştirmeye yöneltti. Sonuçta İngiltere 1952 ve 1957’de geliştirilen nükleer bombalar (A ve H) ile ABD ve SSCB’den sonra nükleer ülkeler arasına katıldı. Fakat İngiliz soluna göre bu durum ‘göz boyamaktan’ başka bir anlam ifade etmiyordu. Çünkü İngiltere bu nükleer silahların taşınması, hedefe atılması konusunda yine ABD’ye bağımlı kalmıştı. İngiliz soluna göre karşı karşıya kalınan durum ‘büyük devlet olmadığı halde büyük devlet gibi görünmek için duyulan çocukça bir arzunun dışa vurumuydu.28 Aynı çevreler 1980’lerde ABD’nin İngiltere’nin haberi olmaksızın İngiliz topraklarından Sovyetler Birliği’ni füzelerle vurabileceğini de iddia ettiler. 

Süveyş Krizi: Ne Kadar ‘Özel’ Bir İlişki? 

İlişkilerde en önemli kırılmayı hiç şüphe yok ki 1956 Süveyş Krizi yaptı.29 İkinci Dünya Savaşı sonrasında, İngiltere açısından Süveyş Krizi’nden daha ‘onur kırıcı’ ve hayal kırıklığı yaratıcı bir kriz olmadığı söylenebilir. Bu krizde ABD, Fransa-İngiltere ve İsrail üçlüsünün Mısır’a karşı düzenlediği operasyonu desteklemedi. ABD’ye göre böyle bir operasyon komünizmin Ortadoğu’ya inişini kolaylaştırmaktan başka bir işe yaramazdı. ABD desteklemeyi reddetmekle kalmadı, İngiltere’yi ekonomik araçlar kullanmakla tehdit etti. SSCB bu krizi çözmek için nükleer silah kullanmayı bile göze aldığını ima ederek Batı bloğunu sıkıştırınca Amerikan politikası daha da sertleşti. İngiltere’nin direnmesi 
sonucunda ABD İngiltere’yi ‘ikna etmek’ için ekonomik yöntemler kullanmaya başladı ve İngiltere dolar ve altın rezervlerini hızla kaybetmeye başladı.30 Ekonomik baskı kısa sürede İngiltere’yi ikna etmeye yetti ve krizle başlayan süreç 1967’de İngiltere’nin Süveyş’in doğusundan tamamiyle çekilmesine kadar devam etti. Böylece İngiltere sadece imparatorluğunu kaybetmedi, Ortadoğu gibi fazlasıyla önemsediği bir bölgeden en yakın müttefiki tarafından çıkarılmış oldu.31 İngilizler bu yenilgiyi asla unutmadılar. Her ne kadar kabinenin tüm üyeleri ABD’yi karşılarına almamaları gerektiği noktasında birleştilerse de, Süveyş ‘özel ilişki’nin sınırlarını tüm çıplaklığıyla ortaya koydu. Amerikan cephesine baktığımızda Amerikalılar da bu yenilgiden dolayı İngilizler’i      suçluyordu.     
Bu iddialara göre Süveyş konusunda ABD kararlı bir tutum izlemişse de 
İngiltere’nin bölgeden tamamen çekilmesi konusunda tek başına ABD’yi sorumlu tutmak doğru olmazdı. Çünkü İngiltere’nin bölgeden hızlı çekilişi 
ABD’nin sorumluluklarını ve savunma masraflarını arttırıyordu. Bu durumda İngiltere’nin ‘modası geçmiş’ imparatorluk ve sömürgecilik sevdası 
bir krize yol açmış, ABD ise bölgeyi komünizm batağına düşmekten kurtarmak için İngiliz ve Fransızlar’ın hatalarını ‘temizlemek’ zorunda kalmıştı.32 

Başkan Eisenhower’in kişisel gözlemi ise İngilizler’in ulusal gururunun sorunu anlamsız yere derinleştirdiği yönünde oldu. Eisenhower’a göre İngilizler yenilmektense petrolü kaybetmeye, hatta Sovyetler’e vermeye bile razıydılar. 
Bu yorum abartılı sayılsa da Süveyş yenilgisinin İngiltere için dünya çapında bir prestij kaybına yol açtığı ve İkinci Dünya Savaşı ile başlayan ve İngiltere’nin büyük devletlikten ‘sıradan devlet’ olmasıyla sonuçlanan bir sürecin en önemli göstergesini oluşturduğu söylenebilir. 

Bu nedenle İngiltere uzun süre direnç göstermiş, yenilgiyi kabul etmek istememişti. Buna karşın ABD’de başını Richard Nixon ve Henry Kissinger’in çektiği ikinci bir grup ABD’nin Süveyş’te İngiltere’yi desteklemeyerek büyük bir hata yaptığını öne sürüyordu. Bu görüşe göre İngiltere Ortadoğu’da Batı’nın en önemli silahlı gücü ve bölgenin duayeniydi. Bu nedenlerle İngilteresiz bir Ortadoğu savunması büyük zaaflara uğrayabilirdi. 

Daha önce belirtildiği üzere İngiltere’nin süper güç ABD’ye karşı çok fazla bir alternatifi yoktu. İlk başlarda bazı İngiliz bakanlar İngiltere’nin Batı Avrupa ile ilişkilerini güçlendirmesini savunmuşlarsa da ‘Atlantikçiler’ bu tartışmayı kazandı ve İngiltere kısa sürede ABD ile olan ‘özel ilişki’sini yeniden canlandırmayı başardı. ABD’nin durumu göz önünde bulunudurularak bu durumun doğal bir sonuç olduğu iddia edilebilirse de İngiltere ile aynı durumda olan Fransa’nın aynı başarıyı gösteremeyip her geçen gün ABD’den uzaklaşması İngiltere-ABD 
ilişkilerine özgü bir noktaya işaret eder.33 

Özellikle Ocak 1957’de Başbakan olan Macmillan ağırlığını ABD’den yana koyarak, batı Avrupa seçeneğini ‘yardımcı’ faktör olarak gördü. 

İngiltere’nin yanısıra ABD’de de İngiltere’ye dönük olumlu gelişmeler yaşanıyordu. İngiltere’nin Ortadoğu operasyonuna şiddetle karşı çıkan ABD, Ortadoğu’da sonuç almanın o kadar kolay olmadığını gördü. Amerikan Dışişleri Bakanlığı 1957 İlkbaharı’nda hazırlamış olduğu bir raporunda İngiltere ve ABD’nin birlikte olmaları ABD’nin Avrupa ve Ortadoğu’da tek kalmasından daha yararlı sonuçlar verebilir diyordu. Şüphesiz bu yaklaşım Süveyş Krizi esnasında İngiltere’yi tamamen dışlayan yaklaşımdan oldukça farklıydı. Bu değişimde ABD’nin Eisenhower Doktrini’ni uygulamanın tahmin edilenden daha zor olduğunu anlamasının payı büyüktü. Bu doktrin Ortadoğu’da başı komünizmle derde giren ülkelere tam destek öngörüyordu. Ne var ki ABD politika değişikliğine rağmen Arap radikalizmi ve bölge dengeleriyle uğraşmakta zorlandı, İngiltere’nin tecrübelerine ihtiyaç duydu. İşte 1957 Bermuda Toplantısı’na zemin hazırlayan gerekçeler bunlardı. 

Macmillan ve Eisenhower arasında gerçekleştirilen görüşmede taraflar yaraların sarılmasında oldukça istekli göründüler. Toplantıda Amerikalılar Batı çıkarlarının ‘Arap radikalizmi’nden nasıl korunacağı konusunda İngilizler’in tavsiyesine başvurdular. Bu çerçevede, yapılacak değerlendirmelerde, bu görüşmeler sonrasında Amerikan Ortadoğu politikalarında gerçekleşen değişimde İngilizler’in bu tavsiyelerinin rolü ihmal edilmemelidir. 

Sonuçta Süveyş Krizi gibi büyük bir darbeden İngiltere ABD ile ilişkilerini daha da güçlendirerek çıkmasını bildi. 1957 Eylül ayında Amerikan Dışişleri Bakanlığı NATO’nun çekirdeğinde (core) ABDİngiltere işbirliğinin bulunduğunu belirterek, Ortadoğu’daki Batı politikalarının ana mimarlarının da bu iki ülke olduğunu ilan etti. Dahası Amerikalılar İngiltere’ye sadece Avrupa ve Ortadoğu’da değil, Uzak 
Doğu’da da ihtiyaçları olduğunu açıkça söylüyorlardı. Yenilgiden böylesine büyük bir başarıyla çıkmak İngilizler’i şüphesiz mutlu etti. Aynı başarıyı Fransa’nın gösterememesi İngiltere-ABD ilişkilerinin ne kadar özel olduğunu göstermekle kalmaz, aynı zamanda İngiltere’nin ABD’yi ne kadar iyi tahlil ettiğini de gösterir.35 Tüm bu gelişmler ‘İngiltere ABD’nin akıl hocası’ yargısını daha da güçlendirdi. 

Vietnam ve Amerika’nın Hayal Kırıklığı 

Süveyş’de bozulan ilişkileri geliştirme çabaları Kennedy ve Macmillan tarafından devam ettirildi ve 1962 Bermuda Antlaşması ile İngiliz nükleer silah başlıklarının kullanılmasında Amerikan füzelerinin kullanılması kararlaştırıldı.35 Antlaşmanın imza töreninde her iki lider de iki ülke arasındaki ‘özel ilişki’nin yeniden kurulduğunu söylediler. Kennedy için İngiliz Başbakan ve İngiltere’nin Washington büyükelçisi en önemli iki dış politika danışmanıydı ve Amerikan Başkanı sık sık bu iki isme Amerikan dış politikası konusunda ‘akıl danışıyor du’.36 
Ayrıca 1963 yılında İngiltere’nin AET’ye yaptığı başvuru De Gaulle Fransası tarafından veto edilince İngiltere’de Avrupa’ya dönük sempati azaldı ve 
ABD ön plana çıktı. Fakat Macmillan’in Başbakanlık’tan istifa ve Kennedy’nin bir suikaste kurban gitmesi ilişkileri daha kompleks hale getirdi. 1960’larda Küba-İngiltere ilişkileri gibi ilişkileri olumsuz yönde etkileyen unsurlar varsa da asıl problem ilişkilerin taraflarca algılanmasından kaynaklanıyordu. İngiltere’ye göre ABD, İngiliz dış politikasının en önemli kısmını oluşturdu ve iki ülke arasındaki ‘özel ilişki’ye özel bir önem verildi. Amerikan tarafında ise yönetimde etkisini hissettiren lobilere göre İngiltere politikası iniş çıkışlar gösterdi, bir 
de şurası kesindi ki yeni ABD yönetimi için İngiltere’nin atfettiği derinlikte ‘özel bir ilişki’ yoktu. Bu dönemde ABD İngiltere’den üç önemli talepte bulundu, 

a) Doların değerini koruyabilmek için istikrarlı bir sterlin politikası, 

b) ABD’nin ‘dünya jandarmalığı’ rolünde yükünü azaltacak şekilde İngiltere’nin Avrupa dışında ABD’ye daha çok yardımcı olması, ayrıca Avrupa’da 
ABD’ye paralel bir liderlik üstlenmesi37 ve 

c) İngiltere’nin Vietnam’da ABD’ye asker göndererek, ya da çok güçlü bir diplomatik destek yoluyla yardımcı olması. Ne var ki İngiltere bu üç istekte de ABD’nin beklentilerini karşılayamadı; herşeyden önce İngiltere de ekonomik sıkıntılar içindeydi ve talepler siyasi ve ekonomik açılardan İngiltere’nin gücünün ötesindeydi. 

Ekonomik açıdan İngiltere Fransa ve Almanya’nın ulaştığı dinamizme ulaşamamış, görece çöküş devam ediyordu. Ekonomik gerilemeye paralel 
olarak İngiltere ABD’ye diğer bölgelerde yardımcı olmakta da zorlanıyordu. Bunun üzerine ABD bölgesel devletlere yönelmek istediyse de bu ülkeler 
İngiltere’nin yerini dolduramıyordu. 

Ayrıca ABD’nin İngiltere’den istediği Avrupa liderliği görevi de İngiltere’ye ‘gerçekçi’ gelmiyordu. O dönemde Almanya ve diğer ülkeler bu rolü üstlenebilecek durumda değillerdi. Fransa ise sürekli olarak ABD’ye muhalefet ediyor, SSCB’yle yakınlaşma politikaları yürütüyordu. Fakat İngiltere eski sömürgeleri ve ABD ile olan ilişkisini Avrupa’nın önünde tutuyordu. Dahası İngiltere’nin böyle bir liderlik için gerekli ekonomik güce sahip olup olmadığı da şüpheliydi.38 Vietnam konusuna gelince, Vietnam konusunda ABD tüm dünya solunu karşısına aldı ve bundan İngiliz kamuoyu da büyük ölçüde etkilendi ve ABD’nin İngiltere’deki popülaritesi çok düştü. Bu durum İngiltere-ABD 
arasında Vietnam konusunda olası bir işbirliğini imkansız hale getirdi. 1960’lardaki durum özetlenecek olursa, İngiltere bir süper devlette olması gereken hiç bir güçe sahip değildi; diğer taraftan bir süper güçte olması gereken entellektüel, siyasi ve askeri birikime sahipti. Buna karşın ABD’de durum biraz tersineydi; ABD güce sahip, fakat tecrübe ve entellektüel birikimden yoksundu. Bu durumda İngiltere ABD’nin kendisine danışmak zorunda olduğunu düşünüyor, ABD ise İngiltere’nin kendisine ‘hizmet’ etmesini en doğal hakkı olarak  görüyordu  ve taraflar en az masrafla birbirlerini manipule etmeye çalıştı. 
Bu yıllarda ABD İngiltere’nin gücünün sınırlarını öğrenirken, İngiltere ABD’yi yönlendirmenin o kadar da kolay olmadığını, değişen ulusal çıkarların özel ilişkiyi sekteye uğrattığını gördü. 

Yine de 1960’lar boyunca ABD’nin en çok ‘danıştığı’ ülke İngiltere oldu. Amerikalılar Avrupa’da İngiltere dışındaki hiç bir ülkenin diplomat ve yetkilileriyle yaptıkları görüşmelerde kendilerini müttefikleriyle eşit görmediler. Dahası Alman ve İtalyanlar’ın çekingenliği onları şaşırttı. Buna karşın İngilizler Amerikalılar ile birlikte Batı ittifakının ‘gerçek sahipleri’ gibi davrandılar ve alınan bir çok karara ortak oldular. Şurası kesindir ki İngilizler NATO üzerinde ABD’den sonra en çok söz sahibi kimselerdi. Bu durumda dönemsel ihtiyaçlar kadar ‘özel ilişki’nin de büyük payı vardı. Her iki taraf da olaylara benzeri pencerelerden bakıyor, birbirleriyle daha kolay anlaşıyorlardı. Bu ilişki kişisel dostlukları geliştirmiş, bu da ilişkiyi sürekli hale getirmişti. Amerikalılar Avrupa’da diğer uluslardan çok İngilizler ile görüşüyorlar, bu da yakınlığı arttırıyordu. Bu 
nedenlerle Süveyş, Vietnam gibi hayal kırıklıkları kalıcı zararlar verse de bunlar ilişkiyi bitirmekten çok şekillendirdi. 

Gerçekten ‘Özel Bir İlişki’ye Doğru 

1970’lerde, ilk yıllarda yaşanan duraksamaya ve soğukluğa rağmen yakınlaşma devam etti. Petrol krizi ve ekonomik bunalım, ittifakın Fransa kanadında büyüyen sorun ve Kissinger gibi bireysel nedenler ABD’yi İngiltere’ye daha da yakınlaştırdı. ABD’de iktidara gelen Nixon, Kissinger ikilisi İngiltere’yle yakın bir işbirliği umuyorlardı. Bu çerçevede İngiltere’nin nükleer bir güç olması ve NATO’daki rolünün zamanla artması İngiltere’nin Amerikan savunma sistemine daha rahat girmesine yol açtı ve İngiltere paha biçilmez bilgilere çok kolay bir 
şekilde sahip oldu. Bu işbirliği istihbarat örgütleri (CIA, MI5, MI6, GCHQ vb.) arasında daha bir belirgindi. Diplomatik alanda ise iki tarafın temsilcileri 
bir çok oylamada aynı yönde davranıyor, iki ülkenin çıkarları birmiş gibi davranıyorlardı. Öyle ki George Ball gibi İngiltere hakkında son derece eleştirel görüşlere sahip olan Amerikalılar bile ABD’nin dünyaya İngiltere ile aynı noktadan baktığını, aynı hislerle dünyayı algıladığını ve iki ülke ilişkilerinin diğer ülkelerin ilişkilerinden çok açık bir şekilde ayrıldığını söyleyebiliyorlardı.

Biraz önce belirtildiği üzere 1970’lerde İngiltere’de iktidarın AET’ye yönelmiş Muhafazakar (Conservative) Parti’ye geçmiş olması ilişkilerde belli bir soğukluğa yol açtı. İngilizler nihayet Avrupa’ya yönelmişlerdi, ancak bu yöneliş ABD’nin arzuladığı şekilde olmadı, aksine Heath hükümeti önceliklerinin ABD değil Avrupa olduğunu ilan etti.39 

Ayrıca Heat hükümeti Nixon’a İngiltere’nin ‘Avrupa’da Amerikan Truva atı’ olmayacağı uyarısında bulundu ve ABD-İngiltere ilişkisinin ‘özel bir ilişki’ olmadığını, sıradan bir ilişki olduğunu ima etti.40 Fakat Heath’ın ‘Avrupacı’ tutumu bile İngiltere’nin ABD gözündeki yerini değiştirmeye yetmedi ve Nixon yönetimi İngiltere’yi dünyadaki en önemli müttefiki olarak görmeye devam etti. Bu dönemde Almanya hâlâ İkinci Dünya Savaşı’nın yükünü taşıyor, dünya sorunlarını tartışmaya bile çekiniyordu. Fransa ise bu konuda zaman zaman ‘aşırı istekli’ davranıyor, fakat daha çok ABD’nin istemediği yönde çözümler üretiyordu. Böyle bir ortamda Heath hükümeti diğer müttefik ülkeler ile kıyaslandığında yine de en önemli yardımcı hükümetti. Zaten İşçi Partisi lideri Wilson’la Heath’in ‘soğuk’ yaklaşımı yerini daha yapıcı bir yaklaşıma aldı. 
Amerikan tarafı halihazırda işbirliğine hazırdı. İngiliz Dışişleri Bakanı James Callaghan Avam Kamarası’nda yaptığı konuşmasında Avrupa ile devam edegelen sürecin kesinlikle ABD ile ilişkilere bir alternatif teşkil etmediğini açıkladıktan sonra, İngiltere’nin AET içinde Amerika karşıtı bir yaklaşımın oluşmasına karşı çıkacağını söyledi. Fakat, bu dönemde uluslararası krizlerde ABD’nin komünizm merkezli yaklaşımı devam ederken, İngiltere’nin komünizm karşısındaki tutumu ABD ile Avrupa arasında bir yerde idi. Örneğin İngiltere komünist ülkeler ile ticari ilişkiler konusunda ABD’den daha ılımlı idi. Ayrıca ABD’nin aksine sorunlara sadece Doğu-Batı dengesi açısından bakmıyordu. 

Carter döneminde ABD-İngiltere ilişkileri Uzak Doğu ve Japonya’nın Amerikan’ın dış politika gündemine hızla yükselmesiyle ikinci plana düşmüş gibi görünse de ABD politikalarındaki İngiliz etkisi devam etti. Bu etki de özel ilişkilerin büyük rolü oldu. 

Gerçekten Çok Özel Bir İlişki: ‘Reagan-Thatcher Aşkı’ 

ABD-İngiltere ilişkilerinde en yakın işbirliğinin yaşandığı dönemlerden biri de 1980’ler oldu.42 Bunda en önemli pay Başkan Ronald Reagan ve Margaret Thatcher’ın birbirlerini algılama şeklindeydi. Bu ilişki çoğu zaman bir aşk hikayesine benzetildi.43 Gerek Reagan, gerekse Thatcher genel olarak ilişkileri koruyabilmek için zaman zaman kendi ülkelerinin ulusal çıkarlarını bile riske attılar. ABD’nin Falkland Savaşları’nda İngiltere’ye verdiği destek ve İngiltere’nin 1986’da Libya’nın bombalanmasında ABD’ye sunduğu destek buna iyi birer örnektir. 

Thatcher iktidara geldiği ilk günden beri ABD’yi dış politikasının merkezine koydu ve Avrupa onun için ikincil bir konu olarak kaldı. 

Viktorya dönemi İngilteresi’ni yeniden kurma hayalindeki başbakan için İngilizce konuşan uluslararasında işbirliği adeta olması gereken en doğal gelişmeydi. Thatcher kamuoyunda bu görüşlerine uygun bir ortam da buldu. İngiliz kamuoyunun yüzde 70’i ABD’nin dünya liderliğini onaylıyor ve bunu ‘arzulanır bir hedef’ olarak görüyordu. Aynı şekilde ABD’de aynı dönemde yapılan bir anket de Amerikalılar için en yakın müttefik-dost ülkelerin Kanada ve İngiltere olduğunu gösteriyordu.44 Ayrıca iki lider arasındaki iç ve dış konulardaki ideolojik benzerlik de dikkat çekiciydi. Son nokta olarak SSCB’nin Afganistan işgali ve alevlenen Sovyet yayılmacılığı tehdidi ve iki liderin bu konuya benzer 
yaklaşımları ‘özel ilişki’yi yeniden canlandırdı. Reagan da Thatcher da, Batı Avrupa’nın diğer ülkelerinden farklı olarak, komünizmi halen dünyanın en tehlikeli tehdidi olarak görüyordu. Hatta Thatcher bu konudaki kararlığını göstermek için komünizmle mücadele adına sıkıntı içindeki İngiliz ekonomisinde savunma harcamalarında artış bile önerdi. 

Thatcher’ın ABD ile ilişkilerde bir diğer başarısı da Amerikalılar’ı İngiltere’nin hâlâ güçlü bir devlet olduğuna inandırması oldu. Bunda yapısal reformlar kadar İngiltere’nin dünya olaylarında gösterdiği dinamik duruş da etkili oldu. Falkland Savaşı’nda kazanılan zafer bu yargıları güçlendirdi ve İngiltere’nin ABD nezdindeki itibarını yükseltti. Böylece ABD İngiltere’yi sadece büyük devlet birikimi olan bir devlet olarak görmekten vazgeçerek bir anlamda ‘büyük devlet’ ünvanını da ‘layık gördü’. 

Diğer taraftan Reagan, Sovyetler Birliği’ni ‘modern zamanların kötülük imparatorluğu’ ilan ederek Soğuk Savaş’ı yeniden canlandırmakla meşguldü. ABD, SSCB tarafından önerilen silahsızlanma tekliflerine bile soğuk bakıyordu. Böyle bir ortamda Reagan’in İngiltere gibi kendisini destekleyecek bir ortağa çok ihtiyacı vardı. 

Çünkü başta Fransa ve Almanya olmak üzere tüm Batı Avrupa komünizmle barışcıl ve daha az silah kullanarak başedilebileceğine inanmışlardı. Böyle bir ortamda istekli haliyle Thatcher ve ekibi, Polonya olayında görüldüğü üzere, ABD’nin özellikle Avrupa ve komünizm konusunda en önemli ‘danışmanı’ haline geldi. Öyle ki, Reykavik Zirvesi’nden sonra gözlendiği gibi, Avrupa’nın dile getirdiği bir çok görüş bile İngiltere üzerinden ABD’ye iletilir oldu. Daha önceki İngiliz liderler gibi Thatcher da ABD’yi tecrübesiz buluyor ve kendince 
yönlendirmeye, zaman zamansa frenlemeye çalışıyordu. İki ülke ilişkilerinde bu dönemde ilk önemli gelişme Falkland Savaşı (Nisan-Haziran 1982) oldu.45 Bu savaş Kore Savaşı’ndan sonra ilk defa iki ülkeyi aynı tarafta birleştirdi. Savaş öncesinde İngilizler’in Amerikan kamuoyunda yürüttükleri kampanya İngiltere’nin ABD kararalma mekanizmalarında ne kadar etkili olabileceğini de gösterdi. 

İlk başta, ABD iki ülke arasında ‘dürüst, tarafsız bir arabulucu’ gibi davrandı ve sorunun görüşmeler yoluyla halledilebileceğini savundu. 

Ancak, Latin lobi gruplarına ve ABD’nin Latin Amerika’daki çıkarlarına rağmen, kısa sürede İngiltere Amerikan desteğini almayı başardı. Kimi yazarlar bu desteğin geçiktiğini ve daha önce verilmesi gerektiğini ileri sürerler. Fakat bu ‘alınganlık ve hassasiyet’ bile ‘özel ilişki’nin olmamasına değil, çok güçlü bir şekilde var olduğuna delil sayılmalıdır. 

3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,


***


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder