Sedat LAÇİNER etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Sedat LAÇİNER etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

17 Ekim 2021 Pazar

TÜRKİYENİN ORTADOĞUDAKİ YUMUŞAK GÜCÜ . BÖLÜM 2

TÜRKİYENİN ORTADOĞUDAKİ YUMUŞAK GÜCÜ . BÖLÜM 2





2. TÜRKİYE - İRAN İLİŞKİLERİ: AŞILMASI GEREKEN GÜVEN BUNALIMI

    İran 70 milyonluk nüfusu, Türkiye yüzölçümünün yaklaşık iki misline ulaşan toprakları ve özellikle enerji alanındaki devasa kaynakları ile Ortadoğu’nun en önemli ülkeleri arasında. İran aynı zamanda Türkiye’den sonra Ortadoğu bölgesinin ve tüm Müslüman coğrafyanın en büyük ikinci ekonomisi durumunda. 

Üstelik İran, Türkiye’nin de komşusu. Bu veriler dikkate alındığında Türkiye ile İran arasında ciddi bir ekonomik yakınlaşma, hatta entegrasyon beklemek doğal bir sonuçtur. 

Ancak ilişkilere bakıldığında son derece sağlıksız bir tablo ile karşılaşılıyor:

İran, Çin ve Rusya ile birlikte, Türkiye’nin en fazla dış ticaret açığı verdiği ülkeler arasında yer alıyor. Açık 5 milyar doları aşıyor. Ticaretin % 75’ini gaz alımı oluştururken enerji dışı ticaretin hacmi sadece 2 milyar dolar civarında kalıyor. Oysa Türkiye sanayisi ve tarım-hayvancılık sektörleri İran’ın ihtiyaçlarını karşılamaya çok müsait. Buna rağmen İran, Türk mallarına yüz vermiyor, ticaret bir türlü istenen hızda ilerlemiyor. Doğrudan yatırımlarda ise durum çok 
daha kötü. İran’a girmek isteyen Türk yatırımcılar akla zarar engellemelerle karşılaşıyorlar. Türk yatırımcılar bırakınız komşu ülkeden olmanın ve ortak kültürel-dini benzerliklerin tadını çıkarmayı, Türk oldukları için bazı özel engellemelerle dahi karşılaşabiliyorlar. Tüm bu engelleri aşıp ihalenin son aşamasına geldiğinizde ise tüm süreç birdenbire iptal edilebiliyor. TAV ve Türkcell’de bunun en açık örnekleri yaşandı. 

Geçenlerde USAK’ı ziyaret eden bir grup Türk iş adamı ise sorunun bir başka boyutundan dert yandı. İranlı iş adamlarının son dönemde sıkça Türk iş adamlarına işbirliği önerisinde bulunduklarını, ancak bu ilişkilerin Türk tarafı için hep hüsranla sonuçlandığını belirttiler. İranlılar Türk iş adamlarından meslek sırlarını aldıktan, üretimin nasıl yapıldığını iyice öğrendikten sonra Türk ortağı İran’dan uzaklaştırıp yollarına devam ediyorlarmış. 
İş adamları İranlıların yaklaşımını ‘şark uyanıklığı’ olarak değerlendiriyorlar ve İran ile uzun dönemli bir işbirliğinin ne kadar zor olduğunu anlatıyorlar. 

Belli ki Devrim sonrasında oluşan kapalı ekonomi ve ekonomik müeyyideler İranlıları rekabetten uzaklaştırmış ve evrensel iş hayatı kurallarını öğrenmeleri bayağı bir zaman alacak. 

Başka bir deyişle İran’da siyasi direncin dışında bir de kültürel direnç var.

Kim ne derse desin, İran’da daha fazla Türk şirketi görmek istemeyen bazı güçlerin olduğu muhakkak. Bunların en önemli hareket noktası Türkiye’nin ‘ABD ve İsrail’in casusu’ olduğu düşüncesi. İran’da Türklerin sayısı arttıkça ‘karşı-devrim’ olacağından endişe ediyorlar. 

1 Mart Tezkeresi ve Irak Savaşı sonrasında Türkiye’nin aktif Ortadoğu politikası bu düşünceleri yumuşattıysa da Türkiye birçok radikal devrimci için hala şüphe ile yaklaşılması gereken bir ülke.

İkinci önemli gerekçe Türkiye’nin hemen her alanda İran’ın tersi bir istikameti temsil ediyor oluşu. Türkiye İslam dünyasında farklı bir dini yaşam yorumunun şampiyonu ve serbest ekonomisi ve serbest siyasi yapısı ile İran’daki devrim rejimini yumuşak gücü ile erozyona uğratabilecek ve nihayetinde sona erdirebilecek bir ülke olarak görülüyor. Başka bir deyişle Türkiye anlayışı bazı İranlılarca da ‘İran anlayışının panzehiri’ olarak algılanıyor. 

Bu durumda da İran devletinin derinlerinde Türkiye ile ilişkilere karşı ciddi bir direnç oluşuyor.
İlişkilerin yeterince gelişmemesinde en önemli bir diğer sorun ise geleneksel- tarihsel İran politikaları. Başka bir deyişle İran seküler bir ülke olsaydı da karşımıza çıkabilecek bir sorun. 

O da İran’ın Arap, Türk ve diğer Müslüman ülkelere karşı izlediği kendine has güven telkin etmeyen dış politikası. 

Hatırlanacağı üzere Osmanlı döneminde de İran ile Osmanlı Devleti bir müttefik olamamış, ciddi bir ekonomik ya da siyasi işbirliğine girememişlerdir. 

Bu dönemde İran-Vatikan ilişkileri İran-Osmanlı ilişkilerinden çok daha iyi bir durumdadır. Birçok araştırmacı Türk-İran sınırının uzun yıllar boyunca önemli oranda değişmeden kalmış olmasını ilişkilerin olumlu bir yönü olarak sunsalar da sınırların nispeten değişmemesinin nedeni tarafların birbirlerine duydukları güvenden ziyade güç dengesinde aranmalıdır. Eğer Osmanlı Devleti yeterince güçlü olmamış olsa idi İran, Anadolu’nun içlerine kadar uzanmış 
olurdu. 
Osmanlı’nın İran’ın içlerine fazlaca girmemiş olmasının nedeni ise Osmanlı’nın yayılma sahası olarak temelde Akdeniz ve Avrupa’yı görmüş olmasında aranmalıdır. 
Özetle sınırlardaki istikrar ilişkilerin güçlü olmasından kaynaklanmamıştır. Aksine Osmanlı arkadan bir saldırıya uğramamak için Irak’ta ve Anadolu’da İran’a karşı çok çeşitli önlemler almıştır. Örneğin Irak Türkmenlerinin kuzeyden güneye bir kılıç şeklinde yerleştirilmelerinin en önemli nedeni ‘İran tehlikesi’dir.

Aslına bakılırsa İran’ın ilişkileri sadece Anadolu Türkleri ile değil, neredeyse tüm Müslüman dünyası ile sorunlu olmuştur. Bu sorunlar 20. yüzyılda da sürmüş ve İran İslam Devrimi sonrasında ortaya çıkan devletin Müslüman coğrafyadaki algılanması bu açıdan bakıldığında Şah dönemi ile bazı benzerlikler de içermiştir. Örneğin 2008 itibariyle Arap dünyasının bölgede en çok çekindiği ülkelerin başında İran geliyor. Soğuk Savaş boyunca Arapları komünizm 
tehlikesi ile kendi liderliğinde birleştirmeye çalışan ABD şimdi de İran tehdidini bir araç olarak kullanıyor. Bölgede hangi Arap temsilci ile görüşseniz (Suriye, Hamas ve Hizbullah hariç) İran’a hiçbir bölge ülkesinin güvenemediğini anlıyorsunuz. Körfez Arapları İran’ın her an kendilerine saldırabileceğini, topraklarının bir kısmını almaya çalışabileceğini veya iç işlerine karışacağını düşünerek İran’ı en önemli tehditlerin başına yerleştiriyorlar. 

Çoğu kez bu nedenle ABD’ye yanaşıyorlar. Yani Körfez’deki ABD varlığını meşrulaştıran en önemli neden de İran. Sadece Körfez Arapları değil, Ürdün ve Mısır gibi nispeten daha uzak bölgelerdeki Araplar da İran’a şüphe ile bakıyor ve niyetlerini sağlıklı bulmuyorlar.
İran sadece Arapları değil, Pakistan gibi diğer bazı Müslüman ülkeleri de ‘korkutuyor’. Bunun çok sayıda örneği var ancak en çarpıcı olanı Pakistan’da deprem olduğunda yaşandı. İran, Pakistan’a giden yardım ekiplerine büyük zorluklar çıkardı ve bu durum ne Pakistan, ne de Türkiye tarafından bugüne kadar unutulmadı.

İran’ın en önemli güven sorunu yaşadığı Müslüman gruplardan biri de Türkler. Sadece Türkiye değil, Azerbaycan, Türkmenistan, Özbekistan ve diğer Türk cumhuriyetleri de İran’ı şüphe ile karşılıyor. Özellikle Azerbaycan, İran’ın Ermenistan’a verdiği açık desteğin çok net bir şekilde farkında. Eğer Türkiye ve ABD’nin net karşı çıkışları olmamış olsaydı Azerbaycan’ın özellikle Hazar’da İran karşısında ne kadar zor durumda kalacağı aşikârdı. Ermenistan’ın Azeri 
topraklarını işgali sürerken Ermenistan’a her türlü ekonomik desteği veren ilk iki ülkenin Rusya ve İran olduğu da bir sır değil. İran başta enerji olmak üzere her alanda Ermenistan’ın Azerbaycan karşısında güçlenmesine katkı sağlıyor. Tahran’ın zaman zaman iki ülke arasında arabulucu gibi davranma çabası da garip. Çünkü İran bir İslam devleti olduğunu iddia ediyor ve kendi nüfusunun da önemli bir kısmını oluşturan Azerilerin toprakları işgal altındayken 
kendisini en fazla arabulucu olarak tanımlayabiliyor.

Türkiye açısından ise İran’ın PKK terör örgütüne verdiği destek hala akıllardadır. İran sınırını serbest geçiş alanı gibi kullanan terör örgütünün bugün Kandil Dağı’nda kullandığı birçok altyapı da İran’dan birer hatıra. Zamanında terörü görmezden gelen İran bugün aynı derde düştü ve Türkiye ile işbirliği yapmak zorunda kalıyor. 

Fakat ilerleyen zamanlarda bu durumun tersine dönmeyeceğinin garantisi de yok. Türkiye için İran imajını etkileyen en önemli unsur ise şüphesiz 1980 ler boyunca süren ve 1990ların bir kısmında da net bir şekilde hissedilen rejim ihraç etme çabaları oldu. Bugün dahi Türkiye’de birçok kişi İran’ın hala bu tür gayretler içinde olduğunu düşünüyor.

Anlaşılan o ki İran’ın Müslüman ülkeler ile ilişkileri oldukça garip. İran kendisini bir ‘İslam Cumhuriyeti’ olarak tanımlıyor. Ancak dış ilişkilerinde birkaç istisna (Suriye, Sudan gibi) dışında neredeyse tüm Müslüman ülkeler ile sorunlu. İlişkilerinin iyi olduğu ülkeler Rusya ve Ermenistan gibi bölgenin iki Hıristiyan ülkesi. Üstelik bu iki ülke Müslümanlarla da ciddi sorunları olan ülkeler. 

Ermenistan komşusu Azerbaycan’ın topraklarının neredeyse beşte birini işgal etmiş, Rusya ise Çeçenistan’da gelmiş geçmiş en büyük insanlık dramlarından birine imza atmış. 

Başka bir deyişle bu şartlar altında Osmanlı’ya karşı Vatikan ile işbirliği yapan İran’ı hatırlamamak çok zor.

Bu veriler altında denebilir ki Ortadoğu’da ekonomik entegrasyonu, ticareti ve siyasi işbirliğini arttırmak isteyen Türkiye’nin karşısındaki en önemli engellerin başında İran geliyor. Çünkü İran herkesi kendisi gibi biliyor. Türkiye’nin gizli (kirli) bir gündemi olduğunu sanıyor. Türkiye’nin ticaret ile İran’ın altını oyacağından endişeleniyor. Tahran’da bu bakış açısı sadece Türkiye’ye karşı değil, diğer birçok bölge ülkesine karşı da var. Oysa İran bu kaygılarında çok 
yanılıyor. Bunu anlaması için ‘ABD ajanı’ olarak algıladığı ülkelerin ABD politikasına nasıl karşı çıktıklarına bir göz atması bile yeterli olurdu.

Gaz Sorunu

Doğalgaz hattındaki kesilmeler İran’ın yanlış bakış açısının bir diğer örneği. 

Bilindiği üzere Türkiye, Rusya’ya olan bağımlılığını azaltabilmek ve komşusu İran ile ticaretini arttırabilmek için İran gazını almaya karar verdi. 

Bu maksatla ciddi yatırımlar yapılarak iki ülke arasında yüzlerce kilometrelik doğalgaz boru hattı döşendi. Türkiye ilk defa bu hattı gündeme getirdiğinde içeride ve dışarıda çok önemli siyasi maliyetlerle de karşılaştı. İçeride İran gibi bir ‘İslamcı rejim’ ile iş yapılmasının Türkiye Cumhuriyeti’nin temel kurucu ilkelerinden laikliğe aykırı olduğu söylenirken, dışarıda da ABD, İran ile her türlü işbirliğine karşı olduğunu açıkladı. Fakat Ankara tüm bu zorlukların 
üstesinden gelerek İran doğal gaz hattını hayata geçirdi. Hatta ilerleyen yıllarda İran ile doğalgaz alanında başka işbirliklerinin de yolunu aradı. 

İran’dan tüm dünyanın köşe bucak kaçtığı, ona ‘çirkin ördek yavrusu’ muamelesi yaptığı bir dönemde Türkiye’nin tüm bu fedakârlığına ve uluslararası yazılı anlaşmalara rağmen İran keyfi bir biçimde, üstelik kara kışın ortasında gazı kesmeye başladı. 

İran’dan gelen gazın kalitesinde de ciddi sorunlar yaşandı. Bu kesintiler zamanla sıklaştı. 2005-2006 kışında ve bu kış ise İran’ın kesintileri Türk Ekonomisini  vurmaya başladı. İki kış önce bazı sanayi tesisleri faaliyetlerini gaz yetersizliği nedeniyle durdururken, bu yıl da elektrik üretiminde ciddi sorunlar yaşanıyor.

İran gaz kesintileri konusunda zamanında açıklama yapma ihtiyacını bile duymuyor. Canı isteyince vanayı kapatıyor, canı istemezse açıyor. Türkiye’de tepkiler sertleşince lütfen bir açıklama gelse de özür vs. hak getire.

Bu yılki gerekçeleri yine aynı: “Kış sert geçiyor. Bize yetmiyor, size mi verelim?” Hatta Türkiye’de bazıları da İran’a hak verecek kadar ileri gidiyor: 

   “Bir ülke kendi vatandaşları dururken gazı dışarı satar mı?” diyorlar. Elbette satar. Eğer bir anlaşma imzalamışsanız, uluslararası taahhütler altına girdiyseniz, öncelik dış taahhütlerinizde dir. İçerideki haliniz ne olursa olsun sözünüzde durmak zorundasınız. 

Aksi takdirde hiç kimse sizinle ne ticaret yapabilir, ne de siyasi işbirliği. İran kış soğuklarını tarihinde ilk defa yaşamıyor. Yıllık gaz üretiminin ne kadar olacağı da sır değil. Bu durumda başka bir ülke ile anlaşma imzalayan İran’ın öncelikle bu taahhütlerine uyması gerekir. 
En azından anlaşma imzaladığı Türkiye ile oturup anlaşarak yaşanan sıkıntıyı paylaşması gerekir.

İran’ın bir diğer gerekçesi de Türkmenistan’ın İran’a verdiği gazı ani bir şekilde kesmesi. Türkmenler gaz fiyatını beğenmedikleri için İran’ı yola getirmeye çalışıyorlar, İranlılar da faturayı Türkiye’ye çıkarmaya kalkıyorlar. Oysa Türkmen gazı da Türkiye’yi ilgilendirmiyor. Çünkü Türkiye Türkmenistan ile herhangi bir anlaşma yapmış değil. Hatta böyle bir işbirliğinin önündeki önemli engellerden biri de Tahran Yönetimi oldu. 

İran, Türkiye’nin Orta Asya ile ilişkilerinde hep engelleyici olduğu gibi Türkmen gazı konusunda da her zaman engelleyici oldu. Söyledikleri ile uygulamaları birbirini tutmadı. Türkmen gazının doğrudan Türkiye’ye gitmemesi için Türkmen gazını alıp kendi gazıymış gibi Türkiye’ye satmaya kalktı.

Özetle İran içinde bulunduğu kuşatılmışlığa, ABD ve Avrupa ile yaşadığı siyasi ve ekonomik sorunlara rağmen bölgesine dönük şüphe uyandıran politikalarını sürdürüyor. Milyarlarca dolar kazandığı Türkiye pazarına karşı dahi sorumluluklarını yerine getirmiyor. Tutarlı bir ortak gibi davranmıyor.

Oysa ki Türkiye ve İran’ın işbirliği önündeki engelleri aşması demek Türkiye-İran-Orta Asya ve Türkiye-İran-Pakistan hattında derinleşen bir ekonomik entegrasyon demek. Bölge ülkeleri arasında katlanan ekonomik ilişkiler sayesinde bölge dışı ülkelerin daha az siyasi müdahalesi demek. 

Türkiye yılmadan İran’a ekonomik araçlar (ticaret, boru hatları vs.) ile girmeye çalışıyor. Çünkü ekonomik olarak bölgeye entegre olmuş bir İran sadece Türk ulusal çıkarlarına değil, bölgesel istikrar ve barışa da katkı sağlayacaktır. Ortadoğu’nun kalkınması ve istikrara kavuşmasında hiç şüphe yok ki Türkiye ve İran işbirliği özel bir rol oynayacak. Eğer bu iki ülke en azından ticari sahada yakınlaşamazsa Ortadoğu’nun (ve hatta Pakistan ve Orta Asya’nın) geleceği için güzel düşler kurmak dahi zorlaşacaktır. Bu basit gerçeğin farkında olan İranlıların sayısı az değil. Ancak bu gerçeği anlamak istemeyen ve hala eski Pers İmparatorluğu oyunlarını İslamcılık etiketi altında sürdürmek isteyen dar, ama çok etkili bir kadro da İran devletinin içlerinde  mevzilenmiş durumda.Son söz olarak denebilir ki İran’ın önündeki en önemli engel yine İran. 

İran’dan anlaşılması güç, birbiriyle çelişen mesajlar geliyor. 

Şu an için denebilir ki karşımızda en azından birden fazla İran var ve böyle bir İran da en az ABD kadar bölge ülkelerini korkutuyor.

***
 

TÜRKİYENİN ORTADOĞUDAKİ YUMUŞAK GÜCÜ . BÖLÜM 1

TÜRKİYENİN ORTADOĞUDAKİ YUMUŞAK GÜCÜ . BÖLÜM 1





ULUSLARARASI İLİŞKİLER GÜNDEMİ
TÜRKİYE’NİN ORTADOĞU’DAKİ YUMUŞAK GÜCÜ
Sedat LAÇİNER


   Soğuk Savaş’ın sona ermesinden bugüne Türkiye bölgesinde daha etkili bir aktör olmaya doğru ilerliyor. Geçmişte sürekli olarak ‘potansiyel’ olarak değerlendirilen ilişkiler adım adım somut ilişkiler haline gelmeye başlıyor. Türkiye ‘sahaya indikçe’ Ortadoğu, balkanlar ve Kafkasya başta olmak üzere yakın çevresindeki yumuşak gücünü de keşfetmeye, bunun tadına varmaya başlıyor. İsrail-Filistin, Pakistan-Afganistan, Suriye-İsrail ya da İran-İsrail gibi rakip kampların her iki kanadı da kendilerini Türkiye’ye yakın bulabiliyor. 

2007 yılının 2. dönemi Türkiye’nin söz konusu yumuşak gücünü daha fazla fark ettiği bir dönem oldu. Bu nedenle bu çalışmada Türkiye-Ortadoğu ilişkilerini ele almak yararlı olabilir.

1. İSRAİL-FİLİSTİN ANKARA BULUŞMASI

Daha önce başka bir ‘küskün kardeşler’ olan Pakistan Devlet Başkanı Müşerref ile Afganistan Devlet Başkanı Karzai’ye ev sahipliği yapan Ankara Kasım 2007’de bu kez dünyanın en ünlü ‘düşmanları’nı bir araya getirdi. İsrail ve Filistin Devlet Başkanları Ankara’da. Şimon Peres ve Mahmud Abbas’ın Ankara ziyaretibirçok açıdan ilk oldu: İlk kez bir İsrail ve bir Filistin devlet başkanı Türk meclisine hitap etti. Peres’in Meclis’teki konuşması İsrailli bir devlet başkanının Müslüman bir ülke meclisinde yaptığı ilk konuşma oldu. Dahası ilk defa iki lider birbirlerini bir başka ülkenin meclisinde dinlediler. 

Bazıları bu ilkleri önemsemeyebilir ve sıradan ‘diplomatik oyunlar’ sayabilir. Ancak iki liderin Ankara ziyaretleri Türkiye’nin (büyük) Ortadoğu’daki ‘yumuşak gücü’nü açık seçik ortaya seriyor. 

Türkiye gerektiğinde Filistinlileri de, İsraillileri de azarlıyor, sert bir dille eleştirebiliyor. 

Ancak gerektiği zaman her ikisi ile en yakın ilişkileri de sürdürebiliyor. Pakistan ve Afganistan’ın Türkiye’ye duydukları güven, ama birbirlerine duydukları güvensizliğin bir benzeri de Filistin ve İsrail tarafında mevcut. Türkiye ile geçinebilenler, birbirleri ile geçinemiyorlar, hatta bir araya dahi gelmekte zorlanıyorlar. Aynı durum Irak’ın içinde bile söz konusu. Şiiler de Sünniler de Türkiye’yi kendilerine yakın görebiliyorlar. Böyle bir pozisyona sahip ikinci bir ülke bulabilmek gerçekten çok zor. Başka bir deyişle uzun yıllar sırtını Ortadoğu’ya dönen Türkiye yüzünü bölgeye dönmeye başladıkça ve bölgeyi tanıdıkça 
burada kendisi için ‘büyük bir servetin’ olduğunu fark ediyor, daha da fark edecek.

İsrail ve Türkiye

Her şeyden önce Türkiye ve İsrail bölge sorunlarının çözümünde iki farklı ekolü temsil ediyorlar. İsrail (ABD ile birlikte) sorunların çözümünü lider, rejim ve hatta sınır değişikliklerinde görüyor. 

Irak’ın üçe, en azından ikiye bölünmesi İsrail’in gönlünden geçen bir dilek. Irak gibi bir Arap devinin yeniden, karşısına eski haliyle dikilmesini istemiyor. 

Dahası Suriye ve İran’ın da ABD eliyle hallini umuyor. Suriye’de rejim değişimi, Suriye’nin birkaç parçaya bölünemese bile Lübnan ile ilgilenemeyecek kadar zayıflaması ve iç işlerine dönmesi İsrail’in bir diğer gizli dileği. İran’ın ise en azından gücünün budanması ve elini Irak, Suriye, Lübnan ve Filistin’den çekmesini bekliyor Tel Aviv. İsrail Irak ve diğer ülkelerde tüm bu süreç cereyan ederken Filistin sorununu bir veya iki güçsüz ama Batı yanlısı devlet(ler) kurdurarak çözmenin planlarını yapıyor. Elbette bu planlarda Türkiye’nin İsrail’in yanında yer alması İsraillilerin en büyük dileği. Aslına bakılırsa İsrail’in derdi Ortadoğu sorunlarına kalıcı çözümlerden çok üzerindeki yükü başka ülkelerin sırtına yükleyebilmek.

Türkiye ise Ortadoğu sorunlarının çözümünün lider, sınır veya rejim değişiklikleri ile çözülemeyeceğini, aksine böylesine ‘yüzeysel’ bir yaklaşımın sorunları içinden çıkılamaz bir hale getireceğini düşünüyor. Irak’ın da Filistinleşme sürecine girmiş olması Türkiye’nin kendi tezini savunurken kullandığı önemli kanıtlarından biri. Ancak Türkiye’nin ABD’yi, ya da İsrail’i ikna edebilmesi kolay değil. Bu nedenle Türkiye her iki devletin politikalarını da belli bir 
noktaya kadar veri olarak almak ve ona göre tedbir geliştirmek zorunda kalıyor.

Türkiye-İsrail ilişkileri ekonomik rakamlar dikkate alındığında tarihinin en iyi düzeyinde. 2007 yılının ilk 6 ayında Türkiye-İsrail ticaret hacmi 1.2 milyar doları aştı. Bunun 782 milyon doları Türkiye’nin İsrail’e ihracatı ve bir önceki yıla göre % 29’luk bir artışa denk düşüyor. 1997 tarihli serbest ticaret anlaşması ticari ilişkilere ciddi bir ivme getirirken turizm alanında da iyi ilişkiler hızla gelişmeye devam ediyor. 

Türkiye şu anda İsrail’in Ortadoğu’daki en büyük ticari ortağı durumunda. Doğrudan yatırımlar ve diğer faaliyetler dikkate alındığında iki ülke arasındaki toplamekonomik faaliyetlerin 10 milyar doları aştığı tahmin ediliyor. Bu da İsrail gibi nispeten küçük bir ülke için kayda değer bir rakamdır.

Türkiye-İsrail Ticaret Hacminin Seyri

1990 100 milyon dolar
1994 300 milyon dolar
1997 450 milyon dolar
2003 1.2 milyar dolar
2005 2.1 milyar dolar
2007 (İlk 6 Ay) 1.2 milyar dolar

Peres ile Türk yetkililer arasındaki görüşmelerde ekonomik ilişkiler elbette gündeme geldi. Ancak gündem bununla sınırlı değildi ve oldukça yüklü oldu. 

Doğal olarak ilk sırada Filistin sorunu görüşüldü. Türk, İsrailli ve Arap işadamlannı tek bir hedef doğrultusunda bir araya getirmeyi amaçlayan Ankara Forumu’nun Batı Şeria’da bir sanayi bölgesi oluşturması, böylece Filistin’in ekonomik sorunlarını azaltarak barışa katkıda bulunması Türkiye açısından önemli bir adım oldu. Peres de bu girişimi çok yararlı bulduğunu çeşitli defalar tekrarladı.

Şüphesiz iki taraf için de önemli bir diğer konu güvenlik ve terör. İsrailliler İran’ın terörü desteklediğini ve nükleer silahlar elde etmeye çalıştığını her vesile ile tekrar ediyorlar ve Türkiye’den de benzeri bir tavır bekliyorlar. Ancak Gül-Peres görüşmesinde tarafların İran konusunda net görüş farklılıkları olduğu anlaşıldı. 

Cumhurbaşkanı Gül, Peres’in iddialarının önemli bir kısmına katılmadı.

Güvenlik boyutunda İsrail’in bir diğer önemsediği konu da Türkiye’ye silah satışı. Silah sanayi İsrail’in önemli gelir kaynaklarından. Çoğunlukla ABD lisanslı silahları Washington’un izni ve çoğu kez maddi desteği ile İsrail’de üretiyorlar. Bazı silahlarda ufak değişiklikler yaparak İsrail malı versiyonlar da elde ediyorlar. 

Malum Ortadoğu’daki en iyi silah alıcılarından biri de Türkiye ve İsrail Türklere silah satmayı, silahlarını modernize etmeyi çok istiyor. Bu konuda hiçbir fırsatı kaçırmamak için elinden geleni yapıyor. Jerusalem Post’un haberine göre Peres bu gezide Türkiye’ye Arrow balistik füze savunma sistemi ile Ofek casus uydularının satışını da gündeme getirdi. Arrow (İngilizce ‘ok’ anlamına geliyor) füze savunma sistemi 1986’dan bu yana ABD’nin maddi desteği ile sürdürülüyor. 

Bu desteğin şimdiye kadar 2 milyar doları aştığı belirtiliyor. Sistem Scud ve Şahap 3 (İran) füzelerine karşı denendi ve başarılı bulundu. 

Halen sistemin Arrow II’si geliştirilmiş durumda ve geliştirme çalışmaları sürüyor. Sistemin daha çok Irak ve İran’a karşı geliştirildiği açık. İsrail’in Türkiye’ye pazarlarken ki argümanı da Türkiye’nin bu sisteme İran’a karşı ihtiyaç duyabileceği varsayımına dayanıyor. İsrail Arrow’u Hindistan’a da satmak istedi. 

Ancak ABD’nin muhalefeti nedeniyle sadece radar kısmı satılabildi. Ofek (İbranice ‘Ufuk’ anlamına geliyor) ise İsrail tarafından üretilen bir casus uydu. 

Bir arabanın plakasını dahi okuyabildiği iddia ediliyor. Üzerinde çeşitli sensörler bulunuyor ve işletme ömrü olarak 1-3 yıllık süreler belirtiliyor. 

1988’de başlayan çalışmalar şu anda Ofek 7’ye ulaştı. Ofek’in Türkiye’ye katkısı şüphesiz Kuzey Irak ve Güneydoğu Anadolu’da istihbarat toplamada olacak. 

İsrail 2008 başı itibariyle bu ürünleri Türkiye’ye satabilmek için hala lobi yapıyor. Ankara göüşmesinden sonra savunma alanındaki önemli bir gelişme Türkiye’nin İsrail’den kiraladığı insansız uçakları PKK’ya karşı yoğun bir şekilde kullanmış olmasıdır.

    İsrail Devlet Başkanı Şimon Peres Ankara Görüşmesi esnasında “ Teröristler F-16 ile kovalanmaz. F-16 ile takip ederek terörle mücadele edemezsiniz. Nano gibi yeni teknolojileri kullanmak gerek” derken çantasındaki diğer satılık ürünlere de işaret ediyordu. Bunlar arasında hafif çelik yelekler de var. 

Peres’in sözleri aslında Türkiye’nin yumuşak karnına da işaret ediyor. USAK raporlarının Haziran 2006’da dile getirdiği “balyoz ile sivrisinek öldürülmez” sözünün başka bir versiyonunu böylece İsrail’in ağzından da duymuş oluyoruz. 

    Nitekim 5 Kasım Zirvesi’nin ardından ABD Başkanı Bush da “ Sizde istihbarat yok, Sizdeki istihbarat ile terörist avlanmaz ” Mealinde sözler söylemişti. 

Türkiye bu konudaki açıklarını kapayamadığı sürece ABD ve İsrail gibi ülkelerden hem tavsiyeler almaya devam edecektir, hem de bu konuda karşı ülkelere ciddi bir koz verecektir.

Görüşmelerdeki bir diğer gündem maddesi de KKTC oldu. Kıbrıs’ta ipler neredeyse tamamen Rumların eline geçtiği için Türkiye’nin manevra alanı tamamen daralmış durumda. Buradan çıkışın tek yolu tam bağımsız bir KKTC: Fakat Hükümet, tıpkı kendisinden önceki hükümetler gibi, bu konuda gerekli cesareti gösteremiyor. 

Bu nedenle doğrudan ticaret, doğrudan ulaşım, temsilcilik vb. ara formüller aranıyor. Suriye ile KKTC arasında başlatılan feribot seferleri bu türden önlemler arasındaydı. 

İsrail’den de aynı tür bir uygulama bekleniyor. Hayfa ile Gazi Magosa arasında feribot seferlerine başlanabilmesi ve KKTC’de İsrail’in ticari temsilcilik açması Peres’e götürülen öneriler arasında. İsrail’in bu konuda Türkiye’yi ‘kırması’ için herhangi bir neden görünmüyor. Ancak geçen aylar içinde ciddi bir adım da atılmış değil. Hatta KKTC’nin Tel Aviv’de temsilcilik açması önerisinin İsrail tarafından reddedildiği Aralık 2007’de Ha’aretz sayfalarına yansıdı.

Filistin ve Türkiye

Diğer konuk Mahmut Abbas’ın gündemine bakacak olur isek burada işbirliği olanakları daha sınırlı kaldı. Filistin, Hamas’ın Gazze’de kendi idaresini ilan etmesinden sonra fiiliyatta iki ayrı ülkeye dönüştü. Mısır-İsrail arasındaki Gazze Hamas kontrolünde ve Batı medyasında ‘Hamasistan’ olarak da adlandırılıyor. 

Bazı yorumculara göre İsrail bu durumdan hayli memnun. ‘Büyük bir Filistin ile kuşatılmaktan ise iki küçük Filistin daha iyi’ diye düşündüğü söyleniyor.

Türkiye’nin Filistin konusundaki en önemli hatası ise Hamas liderini Ankara’ya çağırmak olmuştu. Her ne kadar Başbakan Erdoğan kendisiyle görüşmekten kaçındıysa da Hamas’ı Ankara’da görmek ABD ve İsrail için en kötü kâbuslardan daha kötü bir kâbustu. Ne yazık ki bunun maliyeti Türkiye’ye Kuzey Irak’ta ve Ermeni meselesinde çıkarıldı. TOBB’un inisiyatifiyle başlayan ve Türkiye’nin devlet olarak sahiplendiği yaklaşım Filistin için üretilmiş tek ciddi proje konumunda. Eğer başarılı olur ise hem Türkiye’nin Ortadoğu’daki konumu güçlendirecek, hem de İsrail-ABD yaklaşımlarının alternatifi pratikte geliştirilmiş olacak.

Özetle Türkiye uzun yıllar gönülsüz olduğu Ortadoğu’da istekli ve güçlü bir aktör olarak belirmeye başladı. Eğer Ortadoğu’da Türkiye lehine olan zemin iyi kullanılabilir ve ciddi hatalar yapılmaz ise Türkiye’siz bir Ortadoğu düşünmek zorlaşır ve Türkiye istikrar sağlayıcı bir güç olarak güneyini bir bataklık olmaktan çıkarmaya ciddi katkılar sağlayabilir.

Bundan sonrası için Ankara’da görmeyi arzuladığımız başka ikililer de var elbette ve bunların başında Esad ile Peres geliyor. 

Olanaksız mı? 

Türkiye başkaları için olanaksız olanın gerçekleşebileceği bir iklim. Eğer Türkiye bu tür ikilileri Ankara’ya getirmeye devam edebilir ve marjinal ülke ve gruplar ile ‘körgözüne’ görüşmelerden kaçınabilir ise son derece zor bir süreci büyük kazanımlar ile tamamlayabilir.

2. BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***

25 Aralık 2017 Pazartesi

ABD-İNGİLTERE ÖZEL BİR İLİŞKİ BÖLÜM 4

ABD-İNGİLTERE  ÖZEL BİR İLİŞKİ  BÖLÜM 4


ABD-İngiltere ilişkileri anlatılanların ışığı altında ABD-İsrail ilişkilerine benzetilebilir. Hatta denebilir ki İngiltere ile ABD arasındaki ilişkiler 
zaman zaman İsrail ile ABD arasındaki ilişkilerden bile ileri bir noktaya ulaşabilmekte, bir ‘kader birliği’ne varabilmektedir. Bu çerçevede ABDİsrail 
ilişkileri ve Amerikan karar alma mekanizmalarında İsrail’in etkisinin yanında neredeyse az-işlenmiş bir konu olan ABD-İngiltere ilişkileri ve İngiliz etkisi uluslararası politikada çektiği dikkatin ötesinde bir öneme sahiptir.56 


DİPNOTLAR;

1 Başbakan Thatcher’in İngiltere-ABD ilişkilerine bakış açIsI: Financial Times, 23 Mart 1985. 
2 Kimi gözlemciler bu istisnalara Küba Füze Krizi’ni ve İngiltere’nin Vietnam’da ABD’ye yardım etmemesini de ekler. 
3 Örneğin William Strang 1949’da İngiltere’nin ABD dışında güveneceği başka bir seçeneğin kalmadığını ileri sürmüştü. 
4 ‘ Özel ilişki ’ (Special Relationship) İngiliz ve ABD’li akademisyenlerce iki ülke iliflkilerini ifade etmek için sıklıkla kullanılır. Her ne kadar bu kavramın anlamı ve sınırları üzerinde kayda değer bir mutabakat sağlanamamışsa da, genel ön kabul ABD ve İngiltere’nin diğer ülkelerden ayrılan bir ilişkiler yumağına sahip olduğu dur. 1940’lardan günümüze hemen hemen her İngiliz Başbakanı iki devlet arasındaki ‘özel ilişki’den bahsetmiştir. Kavram İngiltere’de ABD’den daha çok kullanılır. 
Kavramın tanımı için bkz.: Graham Evans ve Jeffrey Newham, Dictionary of International Relations, (Londra: Penguin Books, 1998), ss. 506-508.
5 Ritchie Ovendale, Anglo-American Relations in the Twentieth Century, (Londra: Macmillan, 1998), s. 11. 
6 George W. Ball, The Discipline of Power, (Londra: Bodley Head, 1968).
7 H.C Allen, Great Britain and the United States: A History of Anglo-American Relations, (Londra: Oldhams, 1955) ve The Anglo-American Predicament, (Londra: Macmillan, 1960).
8 Nicholas’a göre ilişkilerin temelini ekonomik ve siyasi yakınlıktan çok savunma ihtiyaçları oluşturdu. iki ülkenin stratejik yönden birbirlerine ihtiyaç duymaları ilişkilerin gelişiminde büyük bir katkı sağladı. H.G. Nicholas, The United States and Britain, (Londra: University of Chicago Press, 1975).
9 Donald B. Schewe (ed.), Franklin D. Roosevelt and Foreign Affairs, 1937-1939, (New York: Garland, 1979), ss. 136-137.
10 Coral Bell, The Debatable Alliance: An Essay in Anglo-American Relations, (Londra: Oxford University Press, 1964).
11 İngiliz BaşbakanI Winston Churchill’in Westminster Koleji’nde (Fulton, Missouri) yaptığı ünlü konuşma bu 
algılamayı açıkça ortaya koyar. Churchill, 5 Mart 1946’da yaptığı bu konuşmasında savaş dönemindeki işbirliğinin sonuç almadaki önemine işaret ettikten sonra işbirliğinin savaş sonrasında da devam etmek zorunda olduğunun altını çizmiştir. 
12 ABD’nin iki dünya savaşı esnasındaki yardımları masum birer yardım şeklinde algılanamaz ve ABD’nin iktisadi ve siyasi bir güç olarak dünya sahnesine çıkması tesadüfi sayılamaz. Bu dönemde borçlanmaların dolar cinsinden olması ve ABD’nin yardımlar yoluyla kendi ekonomik üstünlüğü için zemin hazırlaması dikkat çekiciydi.
13 C. J. Bartlett, The Special Relationship: A Political History of Anglo American Relations Since 1945, (Londra: Longman, 1992), ss. 4-5. Morgenthau’nun yaklaşımına karşın dönemin ABD’sinde belirtilmeye değer iki farklı görüş daha vardı. Bunlardan ilki savaş sonrasında ABD ve tüm dünya için en önemli görevin Ingiliz ekonomisini ayağa kaldırmak olacağını iddia ediyordu. Çünkü Ingiltere dünya ekonomik dengelerinde önemli bir yer tutuyordu ve bu ekonomide yaşanacak bir çöküş ABD dahil tüm ülkeler için bir felaketi getirebilirdi. 
Diğer bir grup ise savaş sonrasında ABD’nin dünya siyasetine ve ekonomisine müdahale etme ihtiyacı duymayacağını, kendi içine dönmesi gerektiğini savunuyordu. 
14 Bu durum Amerikan İç Savaş’ın nedenleriyle büyük bir benzerlik gösterir. Bu savaşta da gelişen Amerikan sermayesi geleneksel yöntemler üzerine kurulu Güney’i ekonomik çıkarlarına ulaşmak için devre dışı etmişti.
15 Amerika’nin savaş sonundaki ‘naive’ Stalin politikasına karşın Ingiltere’nin şüpheci-temkinli ’ Sovyet politikasi dikkat çekicidir. ABD’nin Ortadoğu konusunda Ingiltere’ye bağımlılığı da kayde değer bir noktadır. 
Ayrıca ABD’nin savaşa girişinin İngiliz manipulasyonları sonucunda olduğu iddiaları da İngiltere’nin ABD karşısında üstünlüklerine işaret eder. 
16 Unutulmamalıdır ki İkinci Dünya Savaşı ile İngiltere tarihinde ilk kez bu denli büyük bir işgal tehlikesiyle karşı karşıya gelmiş, ülkenin en önemli sanayi merkezleri ve büyük şehirleri günlerce Alman uçakları tarafından 
bombalanmştır. İngilizler bu durumdan kurtulmanın tek yolu olarak ABD’nin
savaşa girmesini görmüşler, nitekim savaşta ABD’nin desteğiyle kazanılmıştır. Diğer bir deyişle ABD ‘ ölümü görmüş ’ ‘İngiltere’yi kurtaran’ ülke olarak algılanmıştır. 
17 ‘Yenilgi’ kelimesi İkinci Dünya savaşı sonrası İngilteresi için ağır bir kavram sayılabilir. Ne var ki şekli zafere rağmen Ingiltere savaş öncesi konumunu hemen hemen her sahada yitirmiş, büyük güç olmaktan sıradan güç olmaya doğru olan süreçte hızla kan kaybetmiştir. Bu nedenle savaşın izleri büyük bir zaferden çok büyük bir yenilgi olarak zihinlerde kalmıştır. 
18 Bartlett, The Special, s. 23.
19 Bazı İngiliz çevrelerinde seslendirilen bir görüş olsa da İkinci Dünya savaşı sonrasında ABD’nin tekrar izolasyoncu 
bir politikaya döneceğini söylemek zordur. Amerika’nın artan dış bağlantıları ve bu çıkarlara dönük tehditler böyle bir alternatifi başından geçersiz kılmaktadır. 
20 Alan Farmer, Britain: Foreign and Imperial Affairs, 1939-64, (Bedford: Hodder&Stoughton, 1998), s.41-42.
21 John Baylis, Ken Booth, John Garnett ve Phil Williams, Contemporary Strategy I, The Nuclear Powers, (Londra: Croom Helm, 1987), s.145. 
22 Soğuk Savaşın ABD-İngiltere ilişkileri üzerindeki etkisi için ayrıca bkz.: T. H. Anderson, The United States, Great Britain, and the Cold War, 1944-47, (Londra: University of Missouri Press, 1981); F. S., Harbutt, The 
Iron Curtain: Churchill, America and the Origins of the Cold War, (Londra: Oxford University Press, 1986); R. Edmonds, Setting the Mould: the United States and Britain, 1945-51, (Londra: Allen and Unwin, 1985).
23 Bu yöndeki korkular İngiliz Dışişleri Bakanlığı tarafından hazırlanan The Strategic Aspect of British Foreign Policy adlı raporda görülebilir (Londra: The Foreign Office, Eylul 1946). 
24 Notun kısa olması ve İngiltere’nin Amerikalılar’a bir uygulama planı sunmamış olmaları Ingiltere’nin konuya önem vermemesinden kaynaklanmıyordu. Londra’da konuyla ilgili olarak ateşli bir tartışma sürüp gitmekteydi. İngiltere Ortadoğu’daki masrafları tek başına karşılayıp karşılayamayacağını uzun süre düşündü, fakat bir çıkar yol bulamadı. 1947 yazında İngiltere’de yaşanan ekonomik kriz ingiltere’yi Ortadoğu konusunda daha bir ABD’ye itti.
25 Üslerin ilişkilerdeki yeri konusunda bkz.: S. Duke, United States Defence Bases in the United Kingdom, (Londra: Macmillan, 1987); D. Gates, ‘American Strategic Bases in Britain: the Agreements Governing Their Use’, Comparative Strategy, Cilt: 8, 1989. 
26 Batlett, The Special, s. 39.
27 İngiltere, ABD’nin uluslararası alandaki tecrübesizliğinin farkındaydı ve Amerikan politikalarını iyi hazırlanmamış, anlık eylemler olarak görüyordu. 
Zaman zaman bu politikalar tüm bir süreci değiştirebilecek ciddiyetteydi. 
Örneğin Truman’ın 30 Kasım’da Kore’de nükleer silahların kullanılabileceğini ima etmesi Westminster’da paniğe yol açmaya yetmişti. ibid., s. 48-49. Bu dönemde İngiltere’nin tüm gayretleri ABD karar alma mekanizmasında İngiltere’ye bir yer açmak şeklinde özetlenebilir. Özellikle nükleer silahların kullanımı konusunda, Ingiltere en azından silahlar kullanılmadan önce bilgilendirilmek istiyordu. Atlee’nin 4-5 Aralık 1950 Washington ziyareti ve 1951 Eylül’ündeki diğer Ingiliz girişimleri bu çabaya birer örnektir. 
28 Ian Budge, Ivor Crewe, David McKay ve Ken Newton (editorler), The New British Politics, (Harlow, Essex: Longman, 1998), s. 544. 
29 Süveyş Krizi konusunda çok sayıda çalışma var. Bunlardan bir kaçı konuyla ilgilenenler için yararlı olabilir: L.D. Epstein, British Politics in the Suez Crisis, (Urbana: University of Illinois Press, 1964); D. Neff, Warriors at Suez, (New York: Liden, 1981); D. Charlton, Britain and the Suez Crisis, (Oxford: Basil Blackwell, 1988); W.R. Louis ve R. Owen (eds.), Suez 1956, (Oxford: Clarendon Press, 1989); H. Thomas, The Suez Affair, (Londra: Weidenfeld & Nicolson, 1966).
30 Kasım 1956’da İngiltere, bir seferde, dolar ve altın rezervlerinin yüzde 15’ini kaybetmişti. Bunun üzerine Macmillan İngiltere’yi büyük bir ekonomik krizden kurtaracak çarenin ABD’nin güvenini yeniden kazanmak olduğunu söyledi. 
31 Süveyş yenilgisi İngiliz sömürgelerindeki bağımszlık mücadelelerine doğrudan etki yaptı. Örneğin Gana’daki bağımsızlık hareketi hız kazanarak 1957’de bağımsızlığa ulaştı. 
32 Amerikan tutumunun altında yatan bilinen sebepler şu şekilde özetlenebilir: 
a) İngiliz-Fransız ortak operasyonunun SSCB’nin bölgeye girişine yol açmasına engel olmak, 
b) İngiliz sömürgeciliği ile ABD’nin özdeşleştirilmesinin engellenmesi, 
c) Batı karşıı› Arap milliyetçiliğine zemin sağlanmaması, 
d) Bölgedeki Amerikan inisiyatifinin Doğu veya Batı blokundan ülkelere geçmemesi. İngiltere Süveyş operasyonu öncesinde ABD’yi 
yeterince bilgilendirmemiş, bu tutuma karşı Washington’da ciddi bir reaksiyon oluşmuştu. Bu noktada ABD İngiliz sömürgeciliyle özdeşleştirilmekten köşe bucak kaçarken Türkiye’nin aynı yıllarda İngiltere’nin bir ‘ajanı’ gibi algılanması dikkat çekici bir noktadır.
33 Christopher Tugendhat ve William Wallace, Options for British Foreign Policy in the 1990s, (Londra: Routledge, 1988), s. 14.
34 İngiltere’nin Süveyş sonrası politikaları için bkz.: A. Horne, Macmillan, 1957-1986, (Londra: Macmillan, 1989); 
H. Macmillan, Riding the Strom, 1956-1959, (Londra: Macmillan, 1972) ABD’nin Suveyş sonrası politikaları içinse bkz.: Foreign Relations of the United States, 1955-57, Cilt. iv. 
35 D. Nunnerley, Kennedy and Britain, (Londra: Bodley Head, 1972). 
36 C. J. Bartlett, British Foreign Policy in the Twentieth Century, (Londra: Macmillan, 1989), s. 107.
37 ABD, İngiltere’nin özellikle Hong Kong, Malaya, Pasifik ve Basra Körfezi’nde ABD’yi destekleyecek politikalar üretmesini istiyordu. Kağıt üzerinde İngiltere de bu bölgelerde istekli gibi görünüyordu fakat her iki taraf da ittifakın çıkarlarından çok kendi ulusal sorunlarına yeni destekler arıyorlardı. Özellikle İngiltere için Endonezya-Malezya sorunu önemliydi. 
38 Amerikalılar İngiltere’nin AET’ye üyeliğinden sadece siyasi değil ekonomik yararlar da beklediler. ABD’ye göre İngiltere ancak AET üyeliği ile arzuladığı ekonomik güce ulaşabilirdi. Ayrıca ABD’ye göre Commonwealth ‘sözde’ bir topluluktan başka bir şey değildi. Bartlett, The Special, s. 117.
39 Çelişkili bir şekilde ilk yıllarda İngiliz sağı (Conservative Party ve diğerleri) Avrupacı, sol (Labour Party ve aşırı sol) 
ise Commonwealth’ci idi, yani İngiltere’nin AET’ye üyeliğine karşı idi. Sol’a göre Avrupa bütünleşmesi kapitalizmin yeni bir şekli idi. 1980 ve 1990’larda ise şaşırtıcı bir şekilde sol Avrupacı olurken, sağ Avrupa Birliği’ni İngiltere’nin gücünü azaltan bir yapı olarak gördü.
40 Kissinger’a göre Heath, de Gaulle’un bir başka versiyonudur ve Heath hükümeti genel olarak Ingiltere-ABD 
ilişkileri içinde bir istisnadır, yoksa ilişkilerin özünü değiştiren bir dönem değil. Kissenger’in görüşleri için bkz.: 
Henry Kissenger, The White House Years, (New York: Weidenfeld and Nicolson, 1979). 
41 W. C. Croomwell, ‘Europe and the Structure of Peace’, Orbis, Spring 1978, ss. 29-30. 
42 Bu dönem ile ilgili olarak bkz.: Geoffrey Smithy, Reagan and Thatcher, (Londra: Bodley Head, 1990); J. 
Krieger, Reagan, Thatcher and the Politics of Decline, (Londra: polity Press, 1986); L. Freedman (ed.), The Troubled Alliance: Atlantic Relations in the 1980s, (Londra: Heinemann, 1983); C. Hill, ‘Reagan and 
Thatcher: The Sentimental Alliance’, World Outlook, Cilt: 1, No.: 2, ss: 2-18; D. Reynolds, ‘A Special Relationship? America, Britain and the International Order since the Second World War’, International Affairs, Cilt: 62, No. 1, ss. 1-20.
43 Michael Smith, ‘Britain and the United States: Beyond the Special Relationship?’, içinde Peter Byrd (ed.), 
British Foreign Policy under Thatcher, (New York: St. Martin’s Press, 1988), s.11. 
44 Bartlett, The Special, s. 149.
45 Falkland Savaşı konusunda bkz.: L. Freedman, Britain and the Falklands War, (Oxford: Basil Blackwell, 
1988); Walter Little, ‘Anglo-Argentine Relations and the Management of the Falkland Questions’, icinde Peter 
Byrd (ed.), British Foreign Policy under Thatcher, (New York: St. Martin’s Press, 1988; J. Goebel, The 
Struggle for the Falkland Islands, (Yale, 1982).
46 John Baylis, Anglo-American Defence Relations, 1939-1984, The Special Relationship, (Londra: Macmillan, 1984), s.189.
47 İngiltere Kraliçe, Grenada’nin Başkanı sayılıyordu. Diğer bir deyişle ABD’nin İngiltere’ye en azından durumu 
bildirmesi lazım gelirdi. Bu olay güvensizlik ve şüphe için iyi bir örnek sayılabilir. 
48 The Times, 17 Nisan 1986.
49 Blair’in sağ ve sol arasında yeni bir yol olarak takdim ettiği Üçüncü Yol ya da Blairism’in aldığı en önemli eleştiri Amerikan kaynaklı olmasıdır. Buna göre Blair yüzyıllardır süren bir geleneği tersine işletmiş ve kökleri Amerikan yaşam tarzında bulunan bir anlayışı İngiltere’ye ithal etmiştir.
50 William Wallace, ‘Where Uncle Sam Leads…’, New Statesman, 24 Nisan 1998, s. 32. 
51 Wallace, ‘Where’, s. 32.
52 Bazı araştırmacılar ise Washington için Japonya’nın hatta Arjantin’in Ingiltere’den daha önemli hale geldiğini 
iddia ettiler. Fakat bu değerlendirmelerin konjonktürel olaylar sonucunda yapıldığı söylenebilir. İsmi geçen 
ülkeler ile ABD arasındaki ilişkiler bir ya da bir kaç boyutta önem kazanırken, İngiltere ile ilişkiler hemen 
hemen her alanda üst düzeyde seyretmektedir.
53 The Times, 2 July 200. 
54 Carol Bell, ‘The Special Relationship’ icinde M. Leifer (ed.), Constraints and Adjustments in British 
Foreign Policy, (Londra: George Allen & Unwin, 1973), ss. 103-119.
55 Nükleer silahlarda ABD’nin payı ve bu bağımlılığın oluşumunun tarihsel çerçevesi konusunda bkz.: Ian Smart, The Future of the British Nuclear Deterrent: Technical Economic and G.M. Dillon, Dependence and Deterrence: Success and Civility in the Anglo-American Special Nuclear Relationship, 1962-1982, (Londra: Gower, 1983). 
56 Bu önemin Türkiye gibi ABD politikaları üzerinde etki sağlamak için diğer ülke ve grupları kullanan görece daha ‘zayıf’ ülkeler için daha önemli olduğu açıktır. Bu yazının doğrudan konusu olmadığından ve daha geniş bir yazıda ele alınacak önemde olması nedeniyle ABD-İngiltere ‘özel ilişkisi’nde Türkiye’nin yerine değinilemedi. 
Ancak Yahudi lobisinin ABD politikalarindaki yerinin geniş yer bulduğu Türk kamuoyunda hem Avrupa’da hem de ABD’de etkisi büyük olan ABD-Ingiltere ilişkilerinin yeterince takdir edilmemesi hem şaşırtıcı, hem de düşündürücüdür.


Kaynakça 

Allen, H. C., Great Britain and the United States: A History of Anglo-American 
Relations, (Londra: Oldhams, 1955). 
Allen, H. C., The Anglo-American Predicament, (Londra: Macmillan, 1960). 
Anderson, T.H., The United States, Great Britain, and the Cold War, 1944-47, 
(Londra: University of Missouri Press, 1981). 
Ball, George W., The Discipline of Power, (Londra: Bodley Head, 1968). 
Bartlett, C. J., British Foreign Policy in the Twentieth Century, (Londra: Macmillan, 1989). 
Bartlett, C. J., The Special Relationship: A Political History of Anglo American 
Relations Since 1945, (Londra: Longman, 1992). 
Baylis, John, Anglo-American Defence Relations, 1939-1984, The Special 
Relationship, (Londra: Macmillan, 1984). 
John Baylis, Ken Booth, John Garnett ve Phil Williams, Contemporary Strategy I, The Nuclear Powers, (Londra: Croom Helm, 1987). 
Bell, Coral, The Debatable Alliance: An Essay in Anglo-American Relations, (Londra: Oxford University Press, 1964). 
Bell, Carol, ‘The Special Relationship’ icinde M. Leifer (ed.), Constraints and 
Adjustments in British Foreign Policy, (Londra: George Allen & Unwin, 1973), ss. 103- 119.
Budge, Ian, Ivor Crewe, David McKay ve Ken Newton (editorler), The New British Politics, (Harlow, Essex: Longman, 1998). 
Croomwell, W.C., ‘Europe and the Structure of Peace’, Orbis, Spring 1978. 
Dillon, G.M., Dependence and Deterrence: Success and Civility in the Anglo- 
American Special Nuclear Relationship, 1962-1982, (Londra: Gower, 1983). 
Duke, S., United States Defence Bases in the United Kingdom, (Londra: Macmillan, 1987). 
Edmonds, R., Setting the Mould: the United States and Britain, 1945-51, (Londra: Allen and Unwin, 1985). 
Epstein, L.D., British Politics in the Suez Crisis, (Urbana: University of Illinois Press, 1964). 
Evans, Graham ve Jeffrey Newham, Dictionary of International Relations, (Londra: Penguin Books, 1998), ss. 506-508. 
Alan Farmer, Britain: Foreign and Imperial Affairs, 1939-64, (Bedford: 
Hodder&Stoughton, 1998). 
Financial Times (Londra, İngiltere, günlük), 23 Mart 1985. 
Foreign Relations of the United States, 1955-57, Cilt. iv. 
Freedman L. (ed.), The Troubled Alliance: Atlantic Relations in the 1980s, (Londra: Heinemann, 1983). 
Freedman, L., Britain and the Falklands War, (Oxford: Basil Blackwell, 1988). 
Gates, D., ‘American Strategic Bases in Britain: the Agreements Governing Their Use’, Comparative Strategy, Cilt: 8, 1989. 
Goebel, J., The Struggle for the Falkland Islands, (Yale, 1982). 
Harbutt, F.S., The Iron Curtain: Churchill, America and the Origins of the Cold War, (Londra: Oxford University Press, 1986). 
Hill, C., ‘Reagan and Thatcher: The Sentimental Alliance’, World Outlook, Cilt: 1, No.: 2, ss: 2-18. 
Horne, A., Macmillan, 1957-1986, (Londra: Macmillan, 1989). 
Kissenger, Henry, The White House Years, (New York: Weidenfeld and Nicolson, 1979). 
Krieger, J., Reagan, Thatcher and the Politics of Decline, (Londra: Polity Press, 1986). 
52 SEDAT LAÇ‹NER/ABD-‹NG‹LTERE: ‘ÖZEL’ B‹R ‹L‹fiK‹

Little, Walter, ‘Anglo-Argentine Relations and the Management of the Falkland Questions’, içinde Peter Byrd (ed.), British Foreign Policy under Thatcher, (New York: St. Martin’s Press, 1988). 
Louis W.R. ve R. Owen (eds.), Suez 1956, (Oxford: Clarendon Press, 1989). 
Macmillan, H., Riding the Storm, 1956-1959, (Londra: Macmillan, 1972). 
Neff, D., Warriors at Suez, (New York: Liden, 1981); D. Charlton, Britain and the Suez Crisis, (Oxford: Basil Blackwell, 1988). 
New Statesmen (haftalık siyasi dergi, sol kanatta). 
Nicholas, H.G., The United States and Britain, (Londra: University of Chicago Press, 1975). 
Nunnerley, D., Kennedy and Britain, (Londra: Bodley Head, 1972). 
Ovendale, Ritchie Anglo-American Relations in the Twentieth Century, (Londra: 
Macmillan, 1998). 
Reynolds, D., ‘A Special Relationship? America, Britain and the International Order since 
the Second World War’, International Affairs, Cilt: 62, No. 1, ss. 1-20. 
Schewe, Donald B. (ed.), Franklin D. Roosevelt and Foreign Affairs, 1937-1939, (New York: Garland, 1979). 
Smart, Ian, The Future of the British Nuclear Deterrent: Technical Economic and Strategic Issues, (Londra: RIIA, 1977). 
Smith, Michael, ‘Britain and the United States: Beyond the Special Relationship?’, içinde 
Peter Byrd (ed.), British Foreign Policy under Thatcher, (New York: St. Martin’s Press, 1988). 
Smithy, Geoffrey, Reagan and Thatcher, (Londra: Bodley Head, 1990). 
The Strategic Aspect of British Foreign Policy adlı raporda görülebilir (Londra: The Foreign Office, Eylül 1946). 
The Times, 17 Nisan 1986. 
Thomas, H., The Suez Affair, (Londra: Weidenfeld & Nicolson, 1966). 
Tugendhat, Christopher ve William Wallace, Options for British Foreign Policy in the 1990s, (Londra: Routledge, 1988). 

EKLER 

Ek 1: İngiltere’deki Belli Başlı ABD Üsleri 
Ana Operasyon Üsleri: RAF Alconbury (Kuzey Huntingdon), RAF Bentwaters ve 
Woodbridge (Suffolk), RAF Chicksands (Kuzey Shefford), RAF Fairford (Gloucestershire), RAF 
Lakenheath (Kuzey Brandon), RAF Mildenhall (Suffolk), RAF Upper Heyford (Oxfordshire), RAF 
Sculthorpe (Kuzey Fakenham), RAF Greenham Common (Berkshire), RAF Wethersfield (Kuzey 
Braintree). Bu üslere ek olarak operasyonun niteliğine göre diğer üsler de kısmi olarak kullanıldı/
kullanılıyor. Amerikan Hava Gücü İletişim İmkanları: 30’a yakın üs/merkezde 
iletişim noktası bulunmakta. Büyük bir kısmı RAF ve diğer İngiliz silahlı kuvvetleri ile ortak 
kullanılıyor. Bunlardan bazıları şöyle sıralanabilir: Aberdeedn, Barford, Barkway, Chelveston, 
Chicksands, Croughton, Daventry radio Relay, Hillington, Inverbervie, Kinnaber, Latheron, Menwith Hill Satellite Communications Station, Wethersfield, Fylingdales Moor. 




AVRASYA DOSYASI 


***

ABD-İNGİLTERE ÖZEL BİR İLİŞKİ BÖLÜM 3

ABD-İNGİLTERE  ÖZEL BİR İLİŞKİ BÖLÜM 3



İlk olarak Amerikan deniz birimleri ve istihbarat birimleri yakın mesaiye başladılar. ABD resmi görüşmelerin sona ermesini takiben Arjantin’e karşı ekonomik önlemler almaya başladı ve 1956 Süveyş Krizi’nin aksine İngiltere’nin bu savaşta yenilmesinin ABD tarafından kabul edilemez bir sonuç olacağını ima etti. ABD tüm bunlara ek olara İngiltere’ye maddi yardımda da bulundu. 
Bu yardımlar İngilizler tarafından ‘önemli fakat hayati değildi’ şeklinde değerlendirilmekteyse de ABD’ye göre bu yardımlar olmasaydı İngiltere’nin başarıya ulaşabilmesi neredeyse imkansızdı. Amerikan donanması İngilizler’e savaş boyunca lojistik destek sağladı. Falkland Adaları ve İngiltere arasındaki mesafenin uzaklığı dikkate alınırsa ABD’nin iletişimde sağladığı yardımlar olmasaydı İngiliz iletişimi ve istihbaratı sekteye uğrayabilirdi. Özellikle Amerikan uyduları savaş boyunca İngiltere’ye çalıştı. Yine bu çerçevede Amerikan Sidewinder füzeleri İngiliz Harrier uçaklarının vuruş gücünü arttırdı, böylece bu uçaklar çok alçaktan isabetli vuruşlar yaparak savunmasız Arjantin uçaklarını devre dışı bıraktılar. Yine Amerikan Shrike füzeleri de İngiliz vuruş gücünü arttıran diğer bir yardımdı. Ayrıca Amerika Falkland Adaları’na en yakın mevzilerden Ascension Adası’nın İngilizler tarafından üs olarak kullanılmasına ‘göz yumdu’. Tüm bu yardımlar olmasaydı İngiltere’nin bu savaşı kazanması 
şüphesiz zor olacaktı. Aslında savaş boyunca ABD’in kalbi tamamen İngiltere’den yana değildi ve Falkland Savaşı’ndaki tutumu nedeniyle ABD Latin Amerika’da prestij kaybına uğradı. İçerideki Latin lobisine ek olarak İngiltere’nin haklılığı da su götürür nitelikteydi. Tüm bu anlatılanlar çerçevesinde denebilirki bu savaşta ‘özel ilişki’ ve bağlar çatıştı ve ABD İngiltere’nin ‘doğal bir müttefiki’ gibi davrandı. 
İki ülke arasında etkisini daha sonraki yıllarda da sürdüren bir diğer gelişme de NATO’nun ani müdahale gücünün geliştirilmesi alanında oldu. Afganistan’ın işgali sonrasında Körfez’de ve genel olarak Ortadoğu ve Güney-Batı Asya’da Batı’nın ani müdahalelere hazır olması gerektiğini savunan İngiltere bu konuda ABD’yi ikna etti ve bu tarihten itibaren iki devletin sınır ötesi hareketleri daha hızlı ve koordineli yürütebilmeleri için çalışmalar başlatıldı. NATO alanı dışında ortak operasyon konusunda diğer üyeler isteksiz göründüğünden bu proje de 
ABD ve İngiltere arasındakı yakınlığı arttırıcı etki yaptı. Her ne kadar bu çalışmalar İngiliz ekonomisine yük olmuş, İngiltere bu konuda ABD’ye 
yetişememisse de, sonuçta kalıcı bir işbirliği oluşturulmuş oldu.46 

Günümüzde eski Yugoslavya Cumhuriyetlerinde ve Kuzey Irak’ta görev alan İngiliz ve Amerikan kuvvetleri arasındaki uyum kendisini biraz da bu yıllara borçludur. Ayrıca bu işbirliği sayesinde İngiltere diğer NATO üyelerinin hiç bir şekilde ulaşamayacakları bilgilere ulaşabildi. 

İşbirliğinin en uç noktada yaşandığı bir alan da istihbarattı. Daha önce de gösterildiği üzere ‘özel ilişki’nin en yoğun yaşandığı alan istihbarat olmuştu ve bu gelenek bu dönemde de bozulmadı. Dahası iki ülke oluşturdukları ağ sayesinde tüm dünyadaki iletişimi izleyerek birbirlerini haberdar etme yoluna gittiler. Bu konuda en önemli görev Cheltenham’daki İngiliz GCHQ (Government Communications Headquarters, Hükümet İletişimler Merkezi) ile Amerikan NSA’ya (US National Security Agency, Amerikan Ulusal Güvenlik Ajansı) düşüyordu. 
İki örgüt tüm dünyadaki tüm iletişim şekilleriyle yapılan haberleşmeyi takip edip, bunları anlamlı olacak şekilde sınıflandırmakla görevli idiler. 

Bu haliyle iki örgüt hem iki ülke istihbaratına, hem de genel olarak ortak politika oluşturulmasına zemin hazırlıyordu. 1982’de GCHQ’da yaşanan ‘sendika krizi’ ilişkilerde kısa dönemli bir gerilim yarattıysa da işbirliği derinleşerek devam etti. 

1983’te ABD İngiliz Devletler Topluluğu (Commonwealth) üyesi olan Grenada’ya İngiltere’ye haber vermeden bir müdahalede bulununca (Grenada Olayı) ilişkiler biraz gerildiyse de bu olay dikkat değer bir zarar vermedi.47 Sadece İngiltere’de bazı siyasi grupların ABD’nin İngiltere’ye yeterince güvenmediği yönündeki endişeleri kuvvetlendi. İkinci önemli ve ‘sıcak’ işbirliği 1986’da Libya Olayı’nda yaşandı. 

Libya’yı bombalayan F1-11 uçakları İngiltere’deki üslerden kalktı. İngiliz halkının büyük bir çoğunluğu ABD’nin bu üsleri kullanmasını kınamasına karşın Thatcher üslerin kullanımına izin verdi.48 Muhalefete göre ABD, İngiltere’ye sormadan İngiltere’deki üsleri SSCB’ye karşı bile kullanabilirdi. Fakat hiç bir Batılı devletin ABD’ye destek vermediği bir ortamda Thatcher bu kararı sayesinde ABD’deki popülaritesini ve etkisini artırmayı başardı. Tıpkı Falkland Olayı’nda olduğu gibi Libya’nin bombalanması olayı da ‘özel ilişki’ye bir delil sayılabilir. Çünkü 
saldırıda Amerikan üslerinin kullanılmasına Avrupa’da izin veren tek ülkeydi İngiltere. Bir çok Avrupa ülkesi saldırıyı yapacak olan uçakların hava sahalarını kullanmalarına bile izin vermiyordu. Ayrıca Thatcher da biliyordu ki Libya Saldırısı’nda ABD’ye açıktan destek vermek İngiltere’nin ulusal çıkarlarına aykırıdır. Nitekim olayın ardından Arap dünyasında bazı İngilizler öldürülürken, İngiltere de ‘ABD’nin emperyalist politikalarının aracı’ olarak görülmeye başlandı. İngiltere’nin Ortadoğu’daki diplomatik gücü büyük kayba uğradı. Bu da ‘özel 
ilişki’nin gücünü gösterir.

Thatcher aşırı komünizm düşmanlığına rağmen ABD’yi komünizm konusunda yumuşatma işini yaparken bile puan topladı ve Avrupa’lı müttefiklerin tartarak söylediklerini Washington’a ‘daha yumaşak bir üslupla’ iletti. Sovyetler Birliği’nin verdiği tavizler sayesinde Reagan’ın Soğuk Savaşı yeniden canlandırma çabaları sonuçsuz kalırken İngiliz- Amerikan işbirliği daha çok kendisini Ortadoğu’da göstermeye başladı. İran-Irak Savaşı ile başlayan çatışmalarda İngiltere ABD’ye destek veren ilk ülke oldu ve bir çok operasyonda işbirliğine gitti. Bu işbirliği Körfez Savaşı’nda doruk noktasına ulaştı. Bu savaşta denebilir ki uluslararası toplum neredeyse ortak hareket etti. Fakat İngiltere’nin desteği zamanlaması 
ve içeriği açısından dikkat çekiciydi ve İngiliz desteği savaş sonrasında 10 yılı aşkın bir süre neredeyse hiç değişmeden devam etti ve İngiltere bu bölgede adeta çıkarlarını ABD ile birleştirdi. 

Nükleer alanda İngiltere’nin ABD’ye bağımlılığı devam etti. Bu konuda iki ana akım ortaya çıktı: İngiltere’nin ekonomik gerileme döneminde nükleer silahlara kaynak aktarmasını öngören birinci grup, ülkenin güvenliğini tamamen Amerikan silahlarına bırakması gerektiğini savunurken, sol gruplar İngiltere’nin nükleer silahlardan vazgeçmesi gerektiğini, çünkü bu silahların sadece Amerikan 
çıkarlarına hizmet ettiğini, İngiliz savunma sistemine riskten başka yeni bir şey eklemediğini öne sürdü. 

Yeni Dünya Düzeni: ABD-İngiltere Ortak Yapımı? 

Soğuk Savaş’ın ardından dünyanın siyasi görünümü çok değişti; artık denge Doğu ve Batı arasında değildi. Her ne kadar yeni durumu açıklayacak yeterlilikte bir uluslararası ilişkiler teorisi ortaya çıkamamışsa da, ön plana çıkan açıklamalar ‘kapitalizmin zaferi’ ve ‘medeniyetler çatışması’ şeklinde oldu. Özellikle ikinci açıklama ABD’de geniş bir taraftar kitlesi buldu. ‘Batı’ kavramını ön plana çıkaran bu anlayışa göre dünya medeniyetlerden oluşuyordu ve bundan sonraki çatışmalar din ve kültür farklılığı üzerinde bu medeniyetler arasında yükselecek ti. Teorinin sahibi Samuael P. Huntington’a göre Batı medeniyetinin karşısındaki en önemli tehditler de İslam ve Çin medeniyetleriydi. Bu teorideki ‘Batı’ kavramına  İngiltere ve ABD dışındaki diğer ‘Batılı’ ülkeler heyecanla sahip çıkmadılar. Özellikle Fransa ‘Anglo-Sakson senaryosu’ olarak algıladığı bu yaklaşıma uzak durdu. Buna karşın projeyi ilk sahiplenen İngiltere oldu. Thatcher yeni tehdidin İslam radikalizminden geldiğini öne sürerek, NATO ve diğer Batı savunma örgütlerinin bu tehdidi dikkate alarak yeniden yapılandırılma sı gerektiğini söyledi. Her ne kadar ABD başkanları teoriye sahip çıkmak istememişlerse de pratikte İngiltere ile birlikte ABD’nin yeni dünya düzeni algılamasında uluslararası terörizm, tehdit olarak İslam özel bir yer tuttu ve iki ülkenin uluslararası ilişkileri algılamasında ortak bir bakış açısı geliştirildi. 

Üçüncü Yol, Amerikan Yolu mu?: Blair ve Clinton 

Daha önce de görüldüğü üzere okyanusun iki tarafı arasındaki yakınlaşma biraz da iktidardaki partilerin ideolojik yakınlıklarıyla da ilgiliydi. Örneğin Thatcher ile Reagan’ın sağ ideolojiye getirdikleri benzeri yorumlar onları diğer alanlarda da işbirliğine taşımıştı. Benzeri bir gelişme, görece kısa sayılan, Major yönetiminden sonra Blair-Clinton örneğinde de yaşandı. Daha önce yeni sağda sağlanan birleşme, bu sefer yeni solda sağlandı.49 Blair ile Clinton arasındaki benzerlikler, seçim öncesi tahminleri boşa çıkardı ve İngiltere-ABD ilişkileri eskisinden 
daha iyiye doğru gitmeye başladı. Daha ilk basın toplantılarında Blair ve Clinton ‘özel ilişki’yi yeniden tesis etme konusunda görüş birliğine varırken, Blair ortak tarih bağları ve mirasın iki ülke arasındaki anlayışı belirlediğini söyledi. Kendisinden önceki hükümetlerin ABD politikalarını derinleştirerek devam ettiren Başbakan Tony Blair ABD’yi en önemli ortak olarak görmeye başladı. Bir yandan Avrupa Birliği ile ilişkiler en üst düzeyde devam ettirildiyse de, Blair daha önce Heath’in düştüğü hataya düşmedi ve Avrupa ile ABD’nin birbirinin rakibi sayılmamaması gerektiğini söyledi. Blair’in şu sözleri tarihi ‘özel ilişki’nin devam ettiği yönünde kesin ipuçları verdi: ‘İngiltere ile Amerika biraraya geldiğinde bizim başaramayacağımız çok az şey vardır.’51 İngiliz dış politikası uzmanı William Wallace’a göre kullanılan bu ifadeler ‘basit bir kelime jesti’ olarak alınamaz,52 çünkü Blair’in kullandığı dil ve yaklaşım onun Fransa ya da Almanya’ya yaklaşımından çok daha sıcak ve içtendi. 

Major ve Blair döneminde asıl işbirliği uluslararası ortak operasyonlarda yaşandı. Soğuk Savaş’ın ardından uluslararası ilişkilerin temel özelliklerinden biri de bölgesel çatışmalar oldu. Doğu-Batı dengesinin döndürdüğü çatışmalar dengenin sona ermesiyle yeniden alevlenirken (Azerbaycan-Ermenistan savaşı gibi), varlıklarını Soğuk savaş değerlerine borçlu olan bazı devletler de çözülme sürecine girdi (Yugoslavya gibi). Bunlara ek olarak teknolojik gelişmenin de yardımıyla ulusal düzeydeki suçlar uluslararası alana taşındı ve tüm dünyayı tehdit eder oldu (uyuşturucu kaçakçılığı, uluslararası terörizm gibi) Ayrıca bu dönemde ülkeler ararası göçte büyük bir artış yaşandı. İstikrarı tehdit eden tüm bu gelişmeler ile, süper devlet bile olsa, tek bir devletin başa çıkabilmesi çok zordu. Özellikle savunma harcamalarında büyük kesintiler yapılması yönünde baskıların olduğu bir dönemde bu daha da zordu. Bu nedenle ABD Körfez Savaşı’ndan, Bosna’ya, Bosna’dan Somali ve Kosova’ya kadar özellikle NATO’daki müttefiklerinden yardım bekledi. Fakat Almanya bu boşluğu dolduramadı, Fransa da eski muhalif tutumunu bir çok olayda devam ettirdi. İtalya gibi diğer müttefiklerin ise bu boşluğu dolduracak ne siyasi, ne de ekonomik ağırlıkları bulunuyordu. Böyle bir ortamda sahneye yine İngiltere çıktı ve Kuzey Irak’tan Kosova’ya kadar her operasyonda ABD’nin yanında 
yer aldı. Hatta bu operasyonlarda işbirliği ve karşılıklı danışma sistemi Soğuk Savaş’tan daha iyi çalıştı. İngiltere bu konuda ABD’ye destek vermekle 
kalmadı, kendi silahlı kuvvetlerini bölgesel müdahaleye göre yeniden dizayn etti. Bu çerçevede bir yandan kara kuvvetlerinde azaltmaya giderken, diğer taraftan uluslararası operasyonlarda başarıyı artıracak hava ve deniz gücüne ağırlık verdi. Tüm bu değişikliklerin Amerikan silahlı kuvvetleriyle yapılan ortak çalışmaların bir ürünü olması dikkat çekiciydi. Major ve Blair döneminde yapılan bir diğer işbirliği de askeri alanda ve istihbarat alanında iletişimde yaşandı. 

Ortak haberalma sistemleri de bulunan iki ülke bir çok bilgiyi düzenli olarak paylaştı ve bu işbirliği halen devam ediyor. Denebilir ki ABD ve İngiltere arasındaki bu işbirliğini ABD ile her hangi bir üçüncü ülke arasında görme imkanı yoktur. 

Soğuk Savaş sonrası dönem ile ilgili olarak eklenmesi gereken son bir nokta da ABD’nin Avrupa’da asıl ‘partner’ olarak Almanya’yı gördüğü iddiasıdır. Benzeri iddialar Heath döneminde de ortaya atılmış olmasına karşın o dönemde Almanya Avrupa’nın siyasi liderliği rolünü yerine getiremedi ve ABD’nin Avrupa politikasında beklenen rolü oynayamadı. Kohl ile birlikte Almanya İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ilk kez liderlik konusunda inisiyatifi eline almak istedi. Bunda iki Almanya’nın birleşmesinin ve Alman ekonomisinin gösterdiği başarının 
büyük rolü oldu. Fakat Almanya 1. Dünya Savaşı ve Hitler dönemlerinin gölgesi altında siyasi liderlik için gerekli ‘moral ağırlığı’ ortaya koyamadı. 

Ayrıca uluslararası alanda uluslararası toplumun ortak sorunları ve Batı’nın genel çıkarlarından çok, geçmişte olduğu gibi kısır, yerel çıkarlar çerçevesinde bir politika izledi. Almanya’nın Balkan politikası buna güzel bir örnektir. 
Bu çerçevede Almanya ABD ile ortaklık için gerekli entellektüel birikim, tecrübe, esneklik ve çıkar birliğini ortaya koyamadı. Avrupa Birliği’ndeki dengelerin Almanya ile, ABD karşısında mesafeli durmaya özen gösteren, Fransa arasındaki işbirliğine dayanıyor olması Almanya’nın ABD ile ilişkilerde İngiltere’nin yerini 
almasında başka bir engeldi. Tüm bunlara ek olarak Almanya’nın bölgede ABD’nin ‘taşeronu/ortağı’ olma konusunda ne kadar istekli olduğu da tartışmalıdır.52 

Blair döneminde belirtilmesi gereken bir diğer işbirliği alanı da nükleer alandı. Daha önce de belirtildiği üzere, İngiltere’nin ABD’ye olan nükleer bağımlılığını eleştiren grupların başında İngiliz solu geliyordu. Fakat İngiltere’de iktidara sol bir partinin, İşçi Partisi’nin, gelmesine rağmen ‘nükleer işbirliği’ devam etti ve İngiltere ağır maliyetine rağmen nükleer silahlar için taşıyıcılar almaya devam etti. Amerikan Trident nükleer denizaltılarının alımı bunun için iyi bir örnektir. 

Blair döneminde özel ilişkide kırılma yaratan istisnalara gelince, temelde ciddi bir fikir ayrılığı olmadığı görülür. Bu dönemde kayda değer kırılma olarak 2000 yılı içinde ortaya çıkan ABD’nin İngiltere ile ortak kurduğu Echelon adlı elektronik istihbarat sistemini İngiltere aleyhine ekonomi casusluğu için kullanması sayılabilir.53 

SONUÇ 

Tüm bu anlatılanlardan sonra, her ne kadar gücü ve sınırları üzerinde bir mutabakat bulunmuyorsa da ABD ile İngiltere arasında ‘özel bir ilişki’ olduğu söylenebilir. Bu ilişki diğer ülkeler arasındaki ilişkilerden özü ve şekli itibariyle farklılıdır. İkinci Dünya Savaşı, Soğuk Savaş gibi konjonktürel olaylar bu ilişkinin gelişimine destek olmuştur, fakat bu ilişkinin gücü çok daha derinlerde saklıdır. Ayrıca zamanla gelişen farklı ulusal çıkarların erozyon etkisine rağmen, bu özel ilişki zaman içinde şekil değiştirse de günümüze kadar etkisini son derece 
canlı bir şekilde ortaya koymuştur. Bell’in de belirttiği gibi bu ilişki çok güçlü, fakat bu gücü iki taraf tarafından oluşturulmasından kaynaklanmıyor. 
Ortak anlayış gibi bir çok faktörün birleşmesiyle ortaya çıkan bir kapasiteden alıyor.54 

Diğer bir deyişle bu ilişki bir amaca ya da olaya özgü oluşturulmuş bir yapı değil, doğal olarak orada duran bir olgu. Yukarıda anlatılan olaylarda görüldüğü gibi taraflar birbirlerini farklı algılasalar, farklı çıkarların peşinden koşsalar da, tarih iki ülke arasında ‘özel bir ilişki’nin bulunduğunu kanıtlıyor. Churchill (1951-55), Macmillan (1957-62) ve Thatcher (1979-90) dönemlerinde özel ilişkinin 
bulunduğu konusunda neredeyse kesin bir mutabakat var. Elbette bu ‘özel ilişki’nin de istisnaları var. Eisonhower’ın Süveyş politikası, Wilson’ın Johnson’dan gelen Vietnam’da yardım isteğini reddetmesi ve Heath hükümetinin İngiltere’yi ABD’den uzaklaştırıp Avrupa’ya yakınlaştırma çabaları bu istisnaları oluşturuyor ve bir grup yazarca bunlar ‘özel ilişki’nin sadece bir illüzyon olduğunu, gerçekte var olmadığını kanıtlamak için kullanılıyor. Fakat bu örneklerin, bu iddiayı tam olarak kanıtlayabildiğini söyleyebilmek çok güç, çünkü ülkeler arasında çıkar farklarının olması doğaldır ve her alanda, her zaman işbirliği ve yakınlık beklemek mümkün değildir. Bu nedenle istisnalardan 
çok ortak noktalara bakmak daha doğru sonuçlara götürebilir. 

20. yüzyılın başından günümüze, faşizmin yıkılmasından, komünizmin yıkılmasına kadar hemen hemen bir çok uluslararası kampanyayı birlikte yürüten bu iki ülke arasında eğer ‘özel bir ilişki’ yok idiyse bile sırf bu yüzyılda yaşanan ortak tecrübe ‘özel bir ilişki’yi doğurmuş oldu. 


Bu nedenle son söz olarak ‘özel ilişki’nin sadece tarihte yaşanmadığı, fakat günümüzde de bir çok alanda etkisini gösterdiği söylenebilir. 
‘Özel ilişki’nin derecesine gelince, işbirliğinin ortak istihbarat gibi çok hassas konularda da etkisini sürdürmesi, hatta bu alanlarda diğer alanlara göre daha güçlü olması etkisinin derinliğini de göstermektedir. 
İstihbarat alanında İkinci Dünya Savaşı’yla resmiyet kazanan işbirliği sonraki yıllarda çok büyük bir yol katetti. ABD’nin teknolojik işbirliği İngiltere’nin entellektüel birikimiyle birleşince iki ülke de bu işbirliğinden vazgeçemeyecek bir noktaya geldiler. Özellikle İngiltere istihbaratın teknolojik boyutunda Amerika’ya büyük oranda bağımlı durumda. İstihbaratın dışında diğer savunma teknolojilerinde de İngiltere’nin ABD’ye bağımlılığı üst düzeyde. 
Bu konuda başta uzun menzilli füzeler ve nükleer silah taşıyıcıları olmak üzere savaş teknolojisinde Amerikan’ın katkısı tartışılamayacak kadar önemli.55 İngiltere işbirliği siyasi alana yansımasa bile Amerika ile ‘özel ilişki’den bu alanlarda sonuna kadar yararlanıyor. ABD tarafına gelince, İngiliz entellektüel birikimi ve tecrübesine ek olarak ABD hemen hiç bir olayda tek kalmıyor. İngiltere’nin etkilediği geniş bir uluslararası grup ve Avrupa’dan Afrika’ya, Uzak Doğu’ya yayılan bir siyasi nufüzu/ağırlığı olduğu da dikkate alınırsa İngiliz desteği ABD için önemli. Özellikle Avrupa’da seslendirilen ABD karşıtlığının yanında ABD’yi ‘doğal müttefik’ olarak gören İngiltere’nin yaklaşımı ABD için vazgeçilemeyecek bir avantaj. 

4 CÜ  BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,


***

ABD-İNGİLTERE ÖZEL BİR İLİŞKİ BÖLÜM 2

ABD-İNGİLTERE  ÖZEL BİR İLİŞKİ BÖLÜM 2



Bu dönemde ‘özel ilişki’nin değerlendirilebileceği bir diğer alan da atom bombasıydı. Atom bombası savaş yıllarında Amerikan-İngiliz ortak projesi olarak geliştirilmiş, iki devlet de bombaya sahip çıkma eğilimine girmişti. Hatta 1943 yılında İngiliz Başbakanı Churchill Roosevelt ile vardığı anlaşma ile bombanın kullanılmasından önce İngiltere’nin izninin alınmasını gerekli hale getirmişti. 1945 Kasım’ında ise Truman ABD, İngiltere ve Kanada arasında atom enerjisi alanında ‘tam işbirliği’ için gerekli adımları atmıştı. Ancak tüm bu çabalar Kongre ve Amerikan kamuoyunda ortaya çıkan şüpheler sonucunda büyük bir yara aldı ve Macmohon Yasası atom ile ilgili bilgilerin İngiltere de dahil 
olmak üzere hiç bir devlet ile paylaşılamayacağı kuralını getirdi. 

Böylece önemli bir işbirliği alanı da kapanmış oldu.20 İngiltere 1952 tarihine kadar savaş dönemindeki işbirliğini canlandırmaya çalıştıysa da, ABD İngiltere’nin nükleer alandaki bilgileri paylaşma önerisini daima geri çevirdi. Bu durum İngiltere’nin 3 Ekim 1952’de Monte Bello testi ile ‘nükleer silah sahibi ülkeler klübü’ne katılmasına kadar sürdü.21 

Soğuk Savaş 

İki ülkeyi yaklaştıran en önemli unsur hiç şüphe yok ki Soğuk Savaş’tı.22 Hatta denebilir ki ‘özel ilişki’nin başlangıç noktası Soğuk Savaş olarak alınabilir. Soğuk Savaş’ın birleştirici bir faktör olarak sahneye çıktığı ilk nokta ise Türkiye, Yunanistan ve genel olarak Ortadoğu’dur. Dünya ekonomisini liberalleştirme peşinde olan ABD Türk boğazlarından serbest geçişe, Ortadoğu petrol kaynakları na ve komünizmin bu bölgelere yayılmamasına büyük önem verdi ve ‘bölgenin eski patronu’ olarak İngilizler ile işbirliğini zaman zaman politikalarında önemli bir unsur olarak gördü. Sovyetler’in yükselen hırçınlığı özellikle İngiliz Dişişleri’ nde Sovyet karşıtlığını beslerken, işbirliğini kolaylaştırırdı. 

Sovyet tehtidi iki ülkeyi tarihlerinde görmedikleri kadar birbirine yaklaştırdı. 1946’da yapılan gizli görüşmelerde Amerikan hava üslerinin İngiltere’nin East Anglia bölgesine kurulması kararlaştırıldı. Bu üsler İngiltere’yi ABD karşısında diğer Batılı ülkelerden ayırıyor, günümüze kadar uzanacak bir ilişkiler ağının temellerini oluşturuyordu. Aynı yıl işbirliği denize taşındı ve iki ülke donanması Adriyatik Denizi’nde Yugoslavya’da olabilecek olağanüstü durum için alarma geçti. 1946 sonbaharında her iki ülke de olası bir dünya savaşında birlikte 
çalışmaları gerektiği noktasında uzlaşmaya vardılar. Fakat tüm bunlar iki tarafça da gizli tutulmaya çalışıldı. 

Bu dönemi incelediğimizde, ABD karar alma mekanizmasının bir çok kişi ve kurum tarafından belirlendiği, ve birbiriyle çelişen bir çok kararın aynı anda ortaya çıkabildiği görülüyor. Diğer bir deyişle bir yandan İngiliz İmparatorluğu ABD çıkarlarına karşı bulunurken, diğer taraftan ABD Dışişleri Bakanlığı 1 Nisan 1946’da İngiltere’nin bir dünya gücü olarak rolünü sürdürmesi gerektiğini, İngiliz Uluslar Topluluğu’nun (Commonwealth) korunmasının ABD’nin çıkarları için hayati olduğunu söylüyordu. Kısacası her iki tarafın da ‘aklı karışıktı’ ve 
henüz ABD İngiltere için biçtiği role karar verememişti. Aynı durumun İngiliz tarafında da olduğu görülüyordu. ABD’yi Avrupa ve Ortadoğu’da tutmaya büyük önem veren İngiltere, öte yandan bu ülkeyi Afrika’dan uzak tutuyordu. Hatta işgal altındaki Almanya ve genel olarak Avrupa konusunda dahi İngilizler herşeyi ABD ile paylaşmıyor, temkinli davranıyorlardı. Bu temkinli yaklaşımın altında daha önceki açıklamaların yanısıra, Amerikan yönetiminin çok fazla noktadan etki altında kalmasının büyük rolü vardı. Diğer bir deyişle İngiltere, Kongre ve diğer organların her an Amerikan dış politikasını değiştirebileceğinden korkmak taydı. 23 

Biraz önce de belirtildiği üzere global düzeyde belki de ilk önemli yakınlaşma, biraz da zorunlu olarak Türkiye, Yunanistan ve genel olarak Ortadoğu üzerinde yaşandı. İngiliz Dışişleri Bakanlığı’nın 21 Şubat 1947 tarihinde Washington’a vermiş olduğu not artık İngiltere’nin Türkiye ve Yunanistan’a yardım edemeyeceğini söylüyordu. Amerikalılar’ı en çok şaşırtan, notun içeriğinden çok, çok kısa olması oldu.24 İngilizler adeta ‘biz sorumluluklarımızı yerine getirmiyor uz, siz ne yaparsanız yapın’ demekteydiler. Böyle bir durumda bölgenin yönetiminde İngilizler’in söz sahibi olması da beklenemezdi. Zaten notu takip eden dönemde Amerikalılar arasında gelişen duygu İngilizler’i bölge olaylarına mümkün olduğunca az karıştırmak şeklinde oldu.

İşbirliğinin en geniş anlamda gerçekleştiği alan ise Avrupa oldu. Amerikan planlarının uygulanmasında İngiltere önemli bir rol oynadı. 
Fakat iki tarafın birbirini algılamasında yine farklılıklar vardı. ABD için öncelik Avrupa’nın bir an önce ekonomik yönden kalkınması idi. 
İngiltere ise imparatorluğuna zarar verdiğini düşündüğü dolar krizi gibi noktalar üzerinde odaklaşıyordu. Dahası İngiltere ekonomik programı, dünyanın ekonomik devi olarak ABD ile birlikte yürütmek istiyordu. Fakat tüm bu isteklerine karşın Avrupa’nın diğer ülkeleriyle birlikte ABD’nin isteklerine boyun eğmek zorunda kaldı ve ABD yardım programınının uygulayıcısı değil, uygulanıldığı bir ülke oldu. Amerika bu dönemde yardımların etkili bir şekilde kullanılabilmesi için Avrupa ülkelerinin işbirliğini şart koşuyordu. Bir anlamda bilinçli ya da farkında olmadan ABD, Avrupa entegrasyonunu ateşliyordu. Fakat öngörülen yeni düzen Amerikan doları etrafında kuruluyordu ve başta İngiltere 
olmak üzere, Avrupa’nın ekonomik konulardaki üstünlüğünü yerle bir ediyordu. Bunun için İngiltere başta Afrika olmak üzere dolara bağımlılığı azaltacak önlemler almaya çalıştı ve sömürgeleriyle olan ilişkilerine daha bir önem verdi. Belki de İngiltere’yi Avrupa’daki ekonomik birleşme çabalarından soğutan en önemli faktör ABD’nin planlarıydı. İngiltere bir yandan ABD’yi Avrupa’ya getirmeye çalışırken, diğer taraftan ABD’nin tüm planlarına şüphe ile yaklaşıyordu. İngiltere politikaları kendisi belirlemek, bunları da ABD’ye uygulatmak peşindeydi, fakat çoğu zaman ABD politikaları yapıyor, İngiltere de bunun konusu oluyordu. Bu durum ‘özel ilişki’nin içeriği konusunda bazı 
ipuçları verir. 

Tüm bu endişelere karşın Soğuk Savaş’ın artan dozaji farkları örttü ve NATO şemsiyesi altında iki ülke gizli rekabete rağmen en yakın müttefik konumuna geldi. Berlin Krizi iki ülkeyi daha bir yakınlaştırdı ve ABD 1946’da İngiltere’de kurulan üslerine B-29 bombardıman uçaklarını gönderme kararı aldı, daha sonra karar uçakların sürekli olarak bu üslerde kalması şeklinde değiştirildi. Bu karar İngiltere’de memnuniyetle karşılandıysa da Amerikan üs ve silahları herhangi bir Sovyet saldırısında İngiltere’yi ilk hedef haline sokuyordu. Bu da İngiltere’nin 
ABD’ye bağımlılığını ve Soğuk Savaş’a eklemlenmesini daha da kolaylaştırıyordu. Nitekim bir Dışişleri yetkilisi ‘temel dış politika hedefimiz ABD’yi Avrupa’da tutmak olmalıdır’ diyordu.25 

1950’lerin başına gelindiğinde ABD’de İngiltere’nin önemi konusunda şüpheler dile getirildiyse de Soğuk Savaş lobileri İngiltere’nin ABD’nin en önemli müttefiki olduğunu iddia ettiler. Bunların başında CIA geliyordu. CIA’e göre İngiltere ‘ABD’nin sahip olduğu tek güçlü müttefikti ve ABD bu müttefikini daha da güçlendirmek için çok yüksek bir bedel ödemeyi göze almalıydı. Genel değerlendirmelerin ötesinde CIA İngiliz istihbarat sisteminden geniş bir şekilde yararlanmaktaydı.26 1947’de UKUSA olarak bilinen anlaşma ile resmiyet kazanan işbirliği sonucunda iki ülkenin istihbarat birimleri zaman zaman birbirlerini ‘tüm diğer ülkelere karşı doğal ortak’ olarak görmeye başlamışlardı. 
Sonuçta, 1950’ye kadar zaman zaman çelişkilerle dolu olsa da ABD ve İngiltere işbirliği için uygun bir zemin oluşturdular. 

İlişkilerde Kore Savaşı yeni bir işbirliği imkanı sundu. Fakat İngiltere ABD’ye bağımlı kalmaktan son derece rahatsızdı. İmparatorluğun ABD’nin de gayretleriyle yıkılmasına ek olarak, İngiltere karar almada ABD’nin ‘aşırı’ ve ‘ani’ kararlarından korkuyordu. ABD, SSCB ile ilişkilerinde yapacağı bir düşüncesizlik le  İngiltere’nin güvenliğini tehlikeye sokabilirdi.27 Bu nedenlerle İngiltere, ABD’nin kendisine danışmasını istiyor, ABD ise buna yanaşmıyor, tam tersi bir yaklaşım izliyordu. Bu ortamda İngiltere’nin güvenlik çıkmazını aşmasının tek bir yolu vardı, o da kendi nükleer programına sahip olmak. Böylece hem Sovyet tehdidi dengelenir, hem de ABD’ye olan bağımlılık sınırlandırılabilir di. Ayrıca nükleer güç olmak dünya politikalarında söz sahibi olabilmenin ilk şartı olarak algılanıyordu. Bu nedenlerle, özellikle Sovyetler Birliği’nin nükleer güç olmasının ardından İngiltere tüm gayretlerini kendi nükleer gücünü geliştirmeye yöneltti. Sonuçta İngiltere 1952 ve 1957’de geliştirilen nükleer bombalar (A ve H) ile ABD ve SSCB’den sonra nükleer ülkeler arasına katıldı. Fakat İngiliz soluna göre bu durum ‘göz boyamaktan’ başka bir anlam ifade etmiyordu. Çünkü İngiltere bu nükleer silahların taşınması, hedefe atılması konusunda yine ABD’ye bağımlı kalmıştı. İngiliz soluna göre karşı karşıya kalınan durum ‘büyük devlet olmadığı halde büyük devlet gibi görünmek için duyulan çocukça bir arzunun dışa vurumuydu.28 Aynı çevreler 1980’lerde ABD’nin İngiltere’nin haberi olmaksızın İngiliz topraklarından Sovyetler Birliği’ni füzelerle vurabileceğini de iddia ettiler. 

Süveyş Krizi: Ne Kadar ‘Özel’ Bir İlişki? 

İlişkilerde en önemli kırılmayı hiç şüphe yok ki 1956 Süveyş Krizi yaptı.29 İkinci Dünya Savaşı sonrasında, İngiltere açısından Süveyş Krizi’nden daha ‘onur kırıcı’ ve hayal kırıklığı yaratıcı bir kriz olmadığı söylenebilir. Bu krizde ABD, Fransa-İngiltere ve İsrail üçlüsünün Mısır’a karşı düzenlediği operasyonu desteklemedi. ABD’ye göre böyle bir operasyon komünizmin Ortadoğu’ya inişini kolaylaştırmaktan başka bir işe yaramazdı. ABD desteklemeyi reddetmekle kalmadı, İngiltere’yi ekonomik araçlar kullanmakla tehdit etti. SSCB bu krizi çözmek için nükleer silah kullanmayı bile göze aldığını ima ederek Batı bloğunu sıkıştırınca Amerikan politikası daha da sertleşti. İngiltere’nin direnmesi 
sonucunda ABD İngiltere’yi ‘ikna etmek’ için ekonomik yöntemler kullanmaya başladı ve İngiltere dolar ve altın rezervlerini hızla kaybetmeye başladı.30 Ekonomik baskı kısa sürede İngiltere’yi ikna etmeye yetti ve krizle başlayan süreç 1967’de İngiltere’nin Süveyş’in doğusundan tamamiyle çekilmesine kadar devam etti. Böylece İngiltere sadece imparatorluğunu kaybetmedi, Ortadoğu gibi fazlasıyla önemsediği bir bölgeden en yakın müttefiki tarafından çıkarılmış oldu.31 İngilizler bu yenilgiyi asla unutmadılar. Her ne kadar kabinenin tüm üyeleri ABD’yi karşılarına almamaları gerektiği noktasında birleştilerse de, Süveyş ‘özel ilişki’nin sınırlarını tüm çıplaklığıyla ortaya koydu. Amerikan cephesine baktığımızda Amerikalılar da bu yenilgiden dolayı İngilizler’i      suçluyordu.     
Bu iddialara göre Süveyş konusunda ABD kararlı bir tutum izlemişse de 
İngiltere’nin bölgeden tamamen çekilmesi konusunda tek başına ABD’yi sorumlu tutmak doğru olmazdı. Çünkü İngiltere’nin bölgeden hızlı çekilişi 
ABD’nin sorumluluklarını ve savunma masraflarını arttırıyordu. Bu durumda İngiltere’nin ‘modası geçmiş’ imparatorluk ve sömürgecilik sevdası 
bir krize yol açmış, ABD ise bölgeyi komünizm batağına düşmekten kurtarmak için İngiliz ve Fransızlar’ın hatalarını ‘temizlemek’ zorunda kalmıştı.32 

Başkan Eisenhower’in kişisel gözlemi ise İngilizler’in ulusal gururunun sorunu anlamsız yere derinleştirdiği yönünde oldu. Eisenhower’a göre İngilizler yenilmektense petrolü kaybetmeye, hatta Sovyetler’e vermeye bile razıydılar. 
Bu yorum abartılı sayılsa da Süveyş yenilgisinin İngiltere için dünya çapında bir prestij kaybına yol açtığı ve İkinci Dünya Savaşı ile başlayan ve İngiltere’nin büyük devletlikten ‘sıradan devlet’ olmasıyla sonuçlanan bir sürecin en önemli göstergesini oluşturduğu söylenebilir. 

Bu nedenle İngiltere uzun süre direnç göstermiş, yenilgiyi kabul etmek istememişti. Buna karşın ABD’de başını Richard Nixon ve Henry Kissinger’in çektiği ikinci bir grup ABD’nin Süveyş’te İngiltere’yi desteklemeyerek büyük bir hata yaptığını öne sürüyordu. Bu görüşe göre İngiltere Ortadoğu’da Batı’nın en önemli silahlı gücü ve bölgenin duayeniydi. Bu nedenlerle İngilteresiz bir Ortadoğu savunması büyük zaaflara uğrayabilirdi. 

Daha önce belirtildiği üzere İngiltere’nin süper güç ABD’ye karşı çok fazla bir alternatifi yoktu. İlk başlarda bazı İngiliz bakanlar İngiltere’nin Batı Avrupa ile ilişkilerini güçlendirmesini savunmuşlarsa da ‘Atlantikçiler’ bu tartışmayı kazandı ve İngiltere kısa sürede ABD ile olan ‘özel ilişki’sini yeniden canlandırmayı başardı. ABD’nin durumu göz önünde bulunudurularak bu durumun doğal bir sonuç olduğu iddia edilebilirse de İngiltere ile aynı durumda olan Fransa’nın aynı başarıyı gösteremeyip her geçen gün ABD’den uzaklaşması İngiltere-ABD 
ilişkilerine özgü bir noktaya işaret eder.33 

Özellikle Ocak 1957’de Başbakan olan Macmillan ağırlığını ABD’den yana koyarak, batı Avrupa seçeneğini ‘yardımcı’ faktör olarak gördü. 

İngiltere’nin yanısıra ABD’de de İngiltere’ye dönük olumlu gelişmeler yaşanıyordu. İngiltere’nin Ortadoğu operasyonuna şiddetle karşı çıkan ABD, Ortadoğu’da sonuç almanın o kadar kolay olmadığını gördü. Amerikan Dışişleri Bakanlığı 1957 İlkbaharı’nda hazırlamış olduğu bir raporunda İngiltere ve ABD’nin birlikte olmaları ABD’nin Avrupa ve Ortadoğu’da tek kalmasından daha yararlı sonuçlar verebilir diyordu. Şüphesiz bu yaklaşım Süveyş Krizi esnasında İngiltere’yi tamamen dışlayan yaklaşımdan oldukça farklıydı. Bu değişimde ABD’nin Eisenhower Doktrini’ni uygulamanın tahmin edilenden daha zor olduğunu anlamasının payı büyüktü. Bu doktrin Ortadoğu’da başı komünizmle derde giren ülkelere tam destek öngörüyordu. Ne var ki ABD politika değişikliğine rağmen Arap radikalizmi ve bölge dengeleriyle uğraşmakta zorlandı, İngiltere’nin tecrübelerine ihtiyaç duydu. İşte 1957 Bermuda Toplantısı’na zemin hazırlayan gerekçeler bunlardı. 

Macmillan ve Eisenhower arasında gerçekleştirilen görüşmede taraflar yaraların sarılmasında oldukça istekli göründüler. Toplantıda Amerikalılar Batı çıkarlarının ‘Arap radikalizmi’nden nasıl korunacağı konusunda İngilizler’in tavsiyesine başvurdular. Bu çerçevede, yapılacak değerlendirmelerde, bu görüşmeler sonrasında Amerikan Ortadoğu politikalarında gerçekleşen değişimde İngilizler’in bu tavsiyelerinin rolü ihmal edilmemelidir. 

Sonuçta Süveyş Krizi gibi büyük bir darbeden İngiltere ABD ile ilişkilerini daha da güçlendirerek çıkmasını bildi. 1957 Eylül ayında Amerikan Dışişleri Bakanlığı NATO’nun çekirdeğinde (core) ABDİngiltere işbirliğinin bulunduğunu belirterek, Ortadoğu’daki Batı politikalarının ana mimarlarının da bu iki ülke olduğunu ilan etti. Dahası Amerikalılar İngiltere’ye sadece Avrupa ve Ortadoğu’da değil, Uzak 
Doğu’da da ihtiyaçları olduğunu açıkça söylüyorlardı. Yenilgiden böylesine büyük bir başarıyla çıkmak İngilizler’i şüphesiz mutlu etti. Aynı başarıyı Fransa’nın gösterememesi İngiltere-ABD ilişkilerinin ne kadar özel olduğunu göstermekle kalmaz, aynı zamanda İngiltere’nin ABD’yi ne kadar iyi tahlil ettiğini de gösterir.35 Tüm bu gelişmler ‘İngiltere ABD’nin akıl hocası’ yargısını daha da güçlendirdi. 

Vietnam ve Amerika’nın Hayal Kırıklığı 

Süveyş’de bozulan ilişkileri geliştirme çabaları Kennedy ve Macmillan tarafından devam ettirildi ve 1962 Bermuda Antlaşması ile İngiliz nükleer silah başlıklarının kullanılmasında Amerikan füzelerinin kullanılması kararlaştırıldı.35 Antlaşmanın imza töreninde her iki lider de iki ülke arasındaki ‘özel ilişki’nin yeniden kurulduğunu söylediler. Kennedy için İngiliz Başbakan ve İngiltere’nin Washington büyükelçisi en önemli iki dış politika danışmanıydı ve Amerikan Başkanı sık sık bu iki isme Amerikan dış politikası konusunda ‘akıl danışıyor du’.36 
Ayrıca 1963 yılında İngiltere’nin AET’ye yaptığı başvuru De Gaulle Fransası tarafından veto edilince İngiltere’de Avrupa’ya dönük sempati azaldı ve 
ABD ön plana çıktı. Fakat Macmillan’in Başbakanlık’tan istifa ve Kennedy’nin bir suikaste kurban gitmesi ilişkileri daha kompleks hale getirdi. 1960’larda Küba-İngiltere ilişkileri gibi ilişkileri olumsuz yönde etkileyen unsurlar varsa da asıl problem ilişkilerin taraflarca algılanmasından kaynaklanıyordu. İngiltere’ye göre ABD, İngiliz dış politikasının en önemli kısmını oluşturdu ve iki ülke arasındaki ‘özel ilişki’ye özel bir önem verildi. Amerikan tarafında ise yönetimde etkisini hissettiren lobilere göre İngiltere politikası iniş çıkışlar gösterdi, bir 
de şurası kesindi ki yeni ABD yönetimi için İngiltere’nin atfettiği derinlikte ‘özel bir ilişki’ yoktu. Bu dönemde ABD İngiltere’den üç önemli talepte bulundu, 

a) Doların değerini koruyabilmek için istikrarlı bir sterlin politikası, 

b) ABD’nin ‘dünya jandarmalığı’ rolünde yükünü azaltacak şekilde İngiltere’nin Avrupa dışında ABD’ye daha çok yardımcı olması, ayrıca Avrupa’da 
ABD’ye paralel bir liderlik üstlenmesi37 ve 

c) İngiltere’nin Vietnam’da ABD’ye asker göndererek, ya da çok güçlü bir diplomatik destek yoluyla yardımcı olması. Ne var ki İngiltere bu üç istekte de ABD’nin beklentilerini karşılayamadı; herşeyden önce İngiltere de ekonomik sıkıntılar içindeydi ve talepler siyasi ve ekonomik açılardan İngiltere’nin gücünün ötesindeydi. 

Ekonomik açıdan İngiltere Fransa ve Almanya’nın ulaştığı dinamizme ulaşamamış, görece çöküş devam ediyordu. Ekonomik gerilemeye paralel 
olarak İngiltere ABD’ye diğer bölgelerde yardımcı olmakta da zorlanıyordu. Bunun üzerine ABD bölgesel devletlere yönelmek istediyse de bu ülkeler 
İngiltere’nin yerini dolduramıyordu. 

Ayrıca ABD’nin İngiltere’den istediği Avrupa liderliği görevi de İngiltere’ye ‘gerçekçi’ gelmiyordu. O dönemde Almanya ve diğer ülkeler bu rolü üstlenebilecek durumda değillerdi. Fransa ise sürekli olarak ABD’ye muhalefet ediyor, SSCB’yle yakınlaşma politikaları yürütüyordu. Fakat İngiltere eski sömürgeleri ve ABD ile olan ilişkisini Avrupa’nın önünde tutuyordu. Dahası İngiltere’nin böyle bir liderlik için gerekli ekonomik güce sahip olup olmadığı da şüpheliydi.38 Vietnam konusuna gelince, Vietnam konusunda ABD tüm dünya solunu karşısına aldı ve bundan İngiliz kamuoyu da büyük ölçüde etkilendi ve ABD’nin İngiltere’deki popülaritesi çok düştü. Bu durum İngiltere-ABD 
arasında Vietnam konusunda olası bir işbirliğini imkansız hale getirdi. 1960’lardaki durum özetlenecek olursa, İngiltere bir süper devlette olması gereken hiç bir güçe sahip değildi; diğer taraftan bir süper güçte olması gereken entellektüel, siyasi ve askeri birikime sahipti. Buna karşın ABD’de durum biraz tersineydi; ABD güce sahip, fakat tecrübe ve entellektüel birikimden yoksundu. Bu durumda İngiltere ABD’nin kendisine danışmak zorunda olduğunu düşünüyor, ABD ise İngiltere’nin kendisine ‘hizmet’ etmesini en doğal hakkı olarak  görüyordu  ve taraflar en az masrafla birbirlerini manipule etmeye çalıştı. 
Bu yıllarda ABD İngiltere’nin gücünün sınırlarını öğrenirken, İngiltere ABD’yi yönlendirmenin o kadar da kolay olmadığını, değişen ulusal çıkarların özel ilişkiyi sekteye uğrattığını gördü. 

Yine de 1960’lar boyunca ABD’nin en çok ‘danıştığı’ ülke İngiltere oldu. Amerikalılar Avrupa’da İngiltere dışındaki hiç bir ülkenin diplomat ve yetkilileriyle yaptıkları görüşmelerde kendilerini müttefikleriyle eşit görmediler. Dahası Alman ve İtalyanlar’ın çekingenliği onları şaşırttı. Buna karşın İngilizler Amerikalılar ile birlikte Batı ittifakının ‘gerçek sahipleri’ gibi davrandılar ve alınan bir çok karara ortak oldular. Şurası kesindir ki İngilizler NATO üzerinde ABD’den sonra en çok söz sahibi kimselerdi. Bu durumda dönemsel ihtiyaçlar kadar ‘özel ilişki’nin de büyük payı vardı. Her iki taraf da olaylara benzeri pencerelerden bakıyor, birbirleriyle daha kolay anlaşıyorlardı. Bu ilişki kişisel dostlukları geliştirmiş, bu da ilişkiyi sürekli hale getirmişti. Amerikalılar Avrupa’da diğer uluslardan çok İngilizler ile görüşüyorlar, bu da yakınlığı arttırıyordu. Bu 
nedenlerle Süveyş, Vietnam gibi hayal kırıklıkları kalıcı zararlar verse de bunlar ilişkiyi bitirmekten çok şekillendirdi. 

Gerçekten ‘Özel Bir İlişki’ye Doğru 

1970’lerde, ilk yıllarda yaşanan duraksamaya ve soğukluğa rağmen yakınlaşma devam etti. Petrol krizi ve ekonomik bunalım, ittifakın Fransa kanadında büyüyen sorun ve Kissinger gibi bireysel nedenler ABD’yi İngiltere’ye daha da yakınlaştırdı. ABD’de iktidara gelen Nixon, Kissinger ikilisi İngiltere’yle yakın bir işbirliği umuyorlardı. Bu çerçevede İngiltere’nin nükleer bir güç olması ve NATO’daki rolünün zamanla artması İngiltere’nin Amerikan savunma sistemine daha rahat girmesine yol açtı ve İngiltere paha biçilmez bilgilere çok kolay bir 
şekilde sahip oldu. Bu işbirliği istihbarat örgütleri (CIA, MI5, MI6, GCHQ vb.) arasında daha bir belirgindi. Diplomatik alanda ise iki tarafın temsilcileri 
bir çok oylamada aynı yönde davranıyor, iki ülkenin çıkarları birmiş gibi davranıyorlardı. Öyle ki George Ball gibi İngiltere hakkında son derece eleştirel görüşlere sahip olan Amerikalılar bile ABD’nin dünyaya İngiltere ile aynı noktadan baktığını, aynı hislerle dünyayı algıladığını ve iki ülke ilişkilerinin diğer ülkelerin ilişkilerinden çok açık bir şekilde ayrıldığını söyleyebiliyorlardı.

Biraz önce belirtildiği üzere 1970’lerde İngiltere’de iktidarın AET’ye yönelmiş Muhafazakar (Conservative) Parti’ye geçmiş olması ilişkilerde belli bir soğukluğa yol açtı. İngilizler nihayet Avrupa’ya yönelmişlerdi, ancak bu yöneliş ABD’nin arzuladığı şekilde olmadı, aksine Heath hükümeti önceliklerinin ABD değil Avrupa olduğunu ilan etti.39 

Ayrıca Heat hükümeti Nixon’a İngiltere’nin ‘Avrupa’da Amerikan Truva atı’ olmayacağı uyarısında bulundu ve ABD-İngiltere ilişkisinin ‘özel bir ilişki’ olmadığını, sıradan bir ilişki olduğunu ima etti.40 Fakat Heath’ın ‘Avrupacı’ tutumu bile İngiltere’nin ABD gözündeki yerini değiştirmeye yetmedi ve Nixon yönetimi İngiltere’yi dünyadaki en önemli müttefiki olarak görmeye devam etti. Bu dönemde Almanya hâlâ İkinci Dünya Savaşı’nın yükünü taşıyor, dünya sorunlarını tartışmaya bile çekiniyordu. Fransa ise bu konuda zaman zaman ‘aşırı istekli’ davranıyor, fakat daha çok ABD’nin istemediği yönde çözümler üretiyordu. Böyle bir ortamda Heath hükümeti diğer müttefik ülkeler ile kıyaslandığında yine de en önemli yardımcı hükümetti. Zaten İşçi Partisi lideri Wilson’la Heath’in ‘soğuk’ yaklaşımı yerini daha yapıcı bir yaklaşıma aldı. 
Amerikan tarafı halihazırda işbirliğine hazırdı. İngiliz Dışişleri Bakanı James Callaghan Avam Kamarası’nda yaptığı konuşmasında Avrupa ile devam edegelen sürecin kesinlikle ABD ile ilişkilere bir alternatif teşkil etmediğini açıkladıktan sonra, İngiltere’nin AET içinde Amerika karşıtı bir yaklaşımın oluşmasına karşı çıkacağını söyledi. Fakat, bu dönemde uluslararası krizlerde ABD’nin komünizm merkezli yaklaşımı devam ederken, İngiltere’nin komünizm karşısındaki tutumu ABD ile Avrupa arasında bir yerde idi. Örneğin İngiltere komünist ülkeler ile ticari ilişkiler konusunda ABD’den daha ılımlı idi. Ayrıca ABD’nin aksine sorunlara sadece Doğu-Batı dengesi açısından bakmıyordu. 

Carter döneminde ABD-İngiltere ilişkileri Uzak Doğu ve Japonya’nın Amerikan’ın dış politika gündemine hızla yükselmesiyle ikinci plana düşmüş gibi görünse de ABD politikalarındaki İngiliz etkisi devam etti. Bu etki de özel ilişkilerin büyük rolü oldu. 

Gerçekten Çok Özel Bir İlişki: ‘Reagan-Thatcher Aşkı’ 

ABD-İngiltere ilişkilerinde en yakın işbirliğinin yaşandığı dönemlerden biri de 1980’ler oldu.42 Bunda en önemli pay Başkan Ronald Reagan ve Margaret Thatcher’ın birbirlerini algılama şeklindeydi. Bu ilişki çoğu zaman bir aşk hikayesine benzetildi.43 Gerek Reagan, gerekse Thatcher genel olarak ilişkileri koruyabilmek için zaman zaman kendi ülkelerinin ulusal çıkarlarını bile riske attılar. ABD’nin Falkland Savaşları’nda İngiltere’ye verdiği destek ve İngiltere’nin 1986’da Libya’nın bombalanmasında ABD’ye sunduğu destek buna iyi birer örnektir. 

Thatcher iktidara geldiği ilk günden beri ABD’yi dış politikasının merkezine koydu ve Avrupa onun için ikincil bir konu olarak kaldı. 

Viktorya dönemi İngilteresi’ni yeniden kurma hayalindeki başbakan için İngilizce konuşan uluslararasında işbirliği adeta olması gereken en doğal gelişmeydi. Thatcher kamuoyunda bu görüşlerine uygun bir ortam da buldu. İngiliz kamuoyunun yüzde 70’i ABD’nin dünya liderliğini onaylıyor ve bunu ‘arzulanır bir hedef’ olarak görüyordu. Aynı şekilde ABD’de aynı dönemde yapılan bir anket de Amerikalılar için en yakın müttefik-dost ülkelerin Kanada ve İngiltere olduğunu gösteriyordu.44 Ayrıca iki lider arasındaki iç ve dış konulardaki ideolojik benzerlik de dikkat çekiciydi. Son nokta olarak SSCB’nin Afganistan işgali ve alevlenen Sovyet yayılmacılığı tehdidi ve iki liderin bu konuya benzer 
yaklaşımları ‘özel ilişki’yi yeniden canlandırdı. Reagan da Thatcher da, Batı Avrupa’nın diğer ülkelerinden farklı olarak, komünizmi halen dünyanın en tehlikeli tehdidi olarak görüyordu. Hatta Thatcher bu konudaki kararlığını göstermek için komünizmle mücadele adına sıkıntı içindeki İngiliz ekonomisinde savunma harcamalarında artış bile önerdi. 

Thatcher’ın ABD ile ilişkilerde bir diğer başarısı da Amerikalılar’ı İngiltere’nin hâlâ güçlü bir devlet olduğuna inandırması oldu. Bunda yapısal reformlar kadar İngiltere’nin dünya olaylarında gösterdiği dinamik duruş da etkili oldu. Falkland Savaşı’nda kazanılan zafer bu yargıları güçlendirdi ve İngiltere’nin ABD nezdindeki itibarını yükseltti. Böylece ABD İngiltere’yi sadece büyük devlet birikimi olan bir devlet olarak görmekten vazgeçerek bir anlamda ‘büyük devlet’ ünvanını da ‘layık gördü’. 

Diğer taraftan Reagan, Sovyetler Birliği’ni ‘modern zamanların kötülük imparatorluğu’ ilan ederek Soğuk Savaş’ı yeniden canlandırmakla meşguldü. ABD, SSCB tarafından önerilen silahsızlanma tekliflerine bile soğuk bakıyordu. Böyle bir ortamda Reagan’in İngiltere gibi kendisini destekleyecek bir ortağa çok ihtiyacı vardı. 

Çünkü başta Fransa ve Almanya olmak üzere tüm Batı Avrupa komünizmle barışcıl ve daha az silah kullanarak başedilebileceğine inanmışlardı. Böyle bir ortamda istekli haliyle Thatcher ve ekibi, Polonya olayında görüldüğü üzere, ABD’nin özellikle Avrupa ve komünizm konusunda en önemli ‘danışmanı’ haline geldi. Öyle ki, Reykavik Zirvesi’nden sonra gözlendiği gibi, Avrupa’nın dile getirdiği bir çok görüş bile İngiltere üzerinden ABD’ye iletilir oldu. Daha önceki İngiliz liderler gibi Thatcher da ABD’yi tecrübesiz buluyor ve kendince 
yönlendirmeye, zaman zamansa frenlemeye çalışıyordu. İki ülke ilişkilerinde bu dönemde ilk önemli gelişme Falkland Savaşı (Nisan-Haziran 1982) oldu.45 Bu savaş Kore Savaşı’ndan sonra ilk defa iki ülkeyi aynı tarafta birleştirdi. Savaş öncesinde İngilizler’in Amerikan kamuoyunda yürüttükleri kampanya İngiltere’nin ABD kararalma mekanizmalarında ne kadar etkili olabileceğini de gösterdi. 

İlk başta, ABD iki ülke arasında ‘dürüst, tarafsız bir arabulucu’ gibi davrandı ve sorunun görüşmeler yoluyla halledilebileceğini savundu. 

Ancak, Latin lobi gruplarına ve ABD’nin Latin Amerika’daki çıkarlarına rağmen, kısa sürede İngiltere Amerikan desteğini almayı başardı. Kimi yazarlar bu desteğin geçiktiğini ve daha önce verilmesi gerektiğini ileri sürerler. Fakat bu ‘alınganlık ve hassasiyet’ bile ‘özel ilişki’nin olmamasına değil, çok güçlü bir şekilde var olduğuna delil sayılmalıdır. 

3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,


***