20 Ekim 2017 Cuma

NATO’nun Balistik Füze Savunma Sistemi ve Türkiye BÖLÜM 2

 NATO’nun Balistik Füze Savunma Sistemi ve Türkiye  BÖLÜM 2

Amerikan Ulusal Füze Savunma Sistemi’nden NATO’nun Füze Kalkanı’na 

ABD Başkanı Bill Clinton’ın ikinci kez görev yaptığı dönemin sonlarına doğru Amerikalı askeri yetkililerin ve uzmanların Ulusal Füze Savunma Sistemi projesinin hangi siyasi hedefler doğrultusunda geliştirilmesi gerektiği konusunda askeri-stratejik seviyede karar verilmesi yönündeki beklentisine Başkan Clinton’ın cevabı bu kararın bir sonraki seçilecek Amerikan Başkanına bırakılması yönünde oldu.39 Clinton’dan sonra ABD Başkanı olan George W. Bush daha Beyaz Saray’daki ilk yılını tamamlamadan ülkesinin maruz kaldığı 11 Eylül 2001 tarihindeki terörist saldırı sebebiyle dış politika ve güvenlik politikaları alanında önceliği Afganistan ve Irak özelinde devlet-dışı aktörler olarak tanımlanan uluslararası terör şebekeleriyle mücadele konularına vermek zorunda kaldı. Bu nedenle, Ulusal Füze Savunma Sistemi konusunda yapılan çalışmalar devam etmekle beraber gündemde fazla yer işgal etmedi. Ancak, İranlı muhalif grup “Halkın Mücahitleri Örgütü”nün Ağustos 2002’de İran’ın gizli nükleer tesisler inşa etmekte olduğu ve nükleer silah geliştirme niyetinin bulunduğu iddiaları üzerine, İran’ın balistik füze kapasitesinin gelişmesi süreci Bush yönetimi tarafından yakın takibe alındı.40 Bu gelişmelere ek olarak, İran’da Haziran 2005’te yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimlerini kazanan Mahmut Ahmedinejad’ın göreve gelmesiyle birlikte İsrail’i hedef alan sert açıklamaları ve tehditkâr 
ifadeleri, İran kaynaklı tehdit değerlendirmelerinin yalnızca ABD ve İsrail tarafından değil bazı önde gelen Avrupalı ülkeler tarafından da endişe verici bulunmasına ve karşı önlemler geliştirilmesi sürecinin yeniden gündemin ön sıralarına tırmanmasına yol açtı.41 Kasım 2002’de Çek Cumhuriyeti’nin başkenti Prag’da gerçekleşen NATO Zirvesi’nde Amerikan Ulusal Füze Savunma Sisteminin tüm İttifak üyelerini kapsayacak şekilde geliştirilmesi prensibi benimsendi.42 Takip eden yıllarda Bush yönetimi ABD topraklarına yönelik olarak İran’dan atılabilecek balistik füzelere karşı NATO üyesi olan Çek Cumhuriyeti’nde radar tesisleri ve Polonya’da anti-balistik füze rampaları 
konuşlandırma kararı aldı. Ancak, Bush yönetiminin bu kararı, Kasım 2008 Başkanlık seçimleri sonrasında göreve gelen Barack Obama yönetimi tarafından füze tehdidi değerlendirmesinin gözden geçirmesiyle iptal edildi.43 Bu gelişmeler sonucunda, İran’ın menzilleri en fazla 2.500 kilometreyi bulan füzelerine karşı savunma sistemi konuşlandırmak için Obama yönetiminin yer arayışı çerçevesinde Türkiye’nin konumu ve önemi (bir kez daha) gündeme geldi.44 

Türkiye’nin Füze Savunma Sistemlerine Yaklaşımı 

Türkiye’nin çevresinde bulunan birçok ülkenin kitle imha silahlarına ve bunları gönderme araçları olan balistik füzelere sahip oldukları ve bu kapasitelerini geliştirmek istedikleri bilinmektedir.45 Dolayısıyla, Türkiye’nin hava savunma sistemlerine sahip olması ya da ittifak ilişkileri çerçevesinde buna sahip olan ülkelerle işbirliği içinde hava savunma sistemlerini topraklarına konuşlandırmak istemesi, karşı karşıya bulunulan tehdit dikkate alındığında, anlaşılır bir politikadır. Ancak, ABD 1990’lı yıllarda Ulusal Füze Savunma Sistemi’ni geliştirirken Türkiye’nin de bu sistemden istifade edebileceği önerisini getirdiğinde, konuya olumlu yaklaşan Türk yetkililerin uzun süren görüşmeler sonrasında cevabı “ihtiyacımız var ama prensip olarak proje NATO bünyesinde geliştirilmesi gerekir” şeklinde oldu.46 

Türkiye, geçmiş tecrübeler nedeniyle stratejik savunma konularında ABD ile ikili düzeyde kalmak istememektedir. Bunların en önemlisi Jüpiter füzeleri konusudur. 1961 yılında Türkiye’ye yerleştirilen Jüpiter füzeleri, hemen sonrasında Ekim 1962’de yaşanan Küba krizi sırasında ABD Başkanı John F. Kennedy ile SSCB Komünist Parti Genel Sekreteri Nikita Kuruşçev arasında gizlice yapılan bir mutabakat sonrası Türkiye’ye danışılmadan Türkiye’den söküldü.47 Bu durum Türkiye için bir güvenlik zafiyetine neden olmasa da siyaseten bir güvensizlik yarattı. Türkiye’de siyasi, diplomatik ve askeri çevrelerde 1962’de Jüpiter’lerin sökülmesi kararından, 1964’te ABD Başkanı Johnson’un Başbakan İnönü’ye yazdığı sert üsluplu mektuptan ve 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı sebebiyle 1975–78 yılları arasında ABD Senatosu’nun Türkiye’ye uyguladığı silah ambargosundan Türk devlet adamlarının çıkarttığı dersler oldu. Bu sebeple, savunma konularında Türkiye NATO bünyesinde karar mekanizmasında eşit ağırlıklı bir konumda olmak istemektedir. 

Bütün bu çekincelere rağmen, Irak’ın Kuveyt’i işgali sonrasında girişilen 1991 Körfez Savaşı öncesinde, Saddam Hüseyin yönetiminin sahip olduğu SCUD 
füzelerine karşı önlem olarak Amerikan “Patriot” anti balistik füze sisteminin Türkiye’ye yerleştirilmesi, konunun takip eden yıllarda da gündemde kalmasına ve Türk askeri ve diplomatik yetkililerin bu silah sistemine ilgi göstermesine sebep oldu. Türk yetkililerin ABD’li karşıtları ile yapmış oldukları görüşmelerde ileri düzeyde bilimsel ve teknolojik birikim gerektiren bu sistemlerin geliştirilmesinde, kurulmasında ve kullanılmasında Türkiye’nin de belli bir oranda ortak olarak görülmesi ve özellikle bilimsel ve teknolojik birikimin Türkiye’ye de aktarılması ve zaman içinde birlikte geliştirilmesi konuları yer aldı. 

Türkiye ile ABD arasında süren görüşmelere, 1990’lı yılların ortalarında Türkİsrail ilişkilerinde hızlı gelişmeler kaydedilmesi ve askeri boyutun bu ilişkilerde ön plana çıkmasıyla, İsrail de dâhil olmuş ve İsrail-ABD ortaklığında geliştirilen “Arrow-II” adlı hava savunma sistemi geliştirme projesine Türkiye’nin de dâhil edilmesi olasılığı gündeme geldi.48 Ancak, bu konuda uzun yıllar süren görüşmelerden bir sonuç alınamadı. Arrow-II projesinde Türkiye’nin, beklenenin aksine, yer alamamasının ardında gerek İsrail’in, gerek ABD’nin Türkiye ile en ileri seviyedeki bilim ve teknolojinin kullanıldığı silah sistemine ait sırları paylaşmak istememesi olduğu düşünülmektedir. Bu konuda Amerikalı yetkililer, 
ABD’nin değil asıl İsrail’in Türkiye ile teknoloji paylaşımı konusunda çekinceleri olduğunu ifade ederken, İsrailli yetkililer de asıl ABD’nin böyle bir paylaşım konusunda çekinceleri olduğunu vurgulamaktaydılar.49 Sonuçta, 2000’li yılların başlarında İsrail, ABD ile birlikte geliştirdiği anti balistik füzeleri başarı ile test edildi.50 

Füze Kalkanı Projesi’nde Türkiye’nin Yeri ve Rolü 

Tüm NATO ülkelerinin topraklarını, askeri birliklerini ve halklarının tamamını balistik füze tehdidine karşı korunaklı kılmayı amaçlayan Füze Kalkanı projesi İttifak’ın Kasım 2010’daki Lizbon Zirvesi’nde benimsendi. Bu çerçevede, Füze Kalkanı’nın Türkiye’ye kurulması önerilen birimi radar sistemi olmuştur. Tehdit olarak ismi zikredilmese dahi, İran’dan atılacak ve Avrupa topraklarını vurabilecek füzelere karşı bir hava savunma sistemi kurulması düşünüldüğü dikkate alındığında, radarın Türkiye’nin doğu bölgelerinde ve atılan füzeleri karşılamak için kurulacak anti balistik füze bataryalarının da Romanya topraklarına konuşlandırılmaları gerekmektedir.51 Bundan başka, Aegis 
sınıfı savaş gemilerinde bulunan radar sistemleri ve füze atacak sistemler olması sebebiyle bu gemilerin Doğu Akdeniz’de, Ege’de hatta Karadeniz’de konuşlandırılması talebi söz konusu olabilir.52 

NATO zirvesi öncesi dönemde gündemde tartışılan en önemli konulardan biri balistik füze kapasitesine sahip olan İran ve Kuzey Kore gibi ülkelere karşı Füze 
Kalkanı’nın geliştirildiğinin resmi belgelerde açıkça vurgulanıp vurgulanmayacağı idi.53 Diğer bir konu da, Füze Kalkanı’nın hangi senaryolar dâhilinde kullanılacağı ve İttifak dışındaki İsrail gibi “dost” ülkelerin de Füze Kalkanı’nın korumasından istifade edip etmeyecekleri sorusu idi. 

İran’ın Tehdidin Kaynağı Olarak Gösterilmesi Konusu 

Kasım 2010 Lizbon Zirvesi’nde Füze Kalkanı projesinin hayata geçirilmesi yönünde bir karar alınırken söz konusu projenin geliştirilmesine sebep teşkil ettiği ifade edilen İran’ın balistik füze kapasitesinin ve dolayısıyla İran’ın isminin resmi belgelerde açıkça geçmesi konusuna Türkiye’nin çok açık ve net bir tepkisi oldu. 

Zirve öncesindeki hazırlık görüşmelerinde, basına verilen demeçlerde ve zirve sırasındaki tartışmalarda herhangi bir ülkenin isminin zikredilmesinin Türkiye tarafından kabul görmeyeceği vurgulandı.54 

Hatırlanacağı gibi, İkinci Dünya Savaşı sonrasında Sovyetler Birliği’nin yayılmacı politikalarının yarattığı tehdide karşı NATO’yu kuran 4 Nisan 1949 tarihli Washington Antlaşması’nın hiçbir maddesinde Sovyetler Birliği’nin ya da bir başka ülkenin adı düşman ülke olarak geçmemektedir.55 Geçmişte hiçbir bir ülke adı açıkça ifade edilmemiş olduğuna göre Lizbon’daki NATO Zirvesi’nde İran, Kuzey Kore ya da bir başka ülkenin adının kayda geçirilmesinin bir gereği olmadığı İttifak üyeleri tarafından sonunda kabul edildi.56

İran’ın, tehdidin kaynağı ülke olarak gösterilmesinin yanı sıra, isminin resmi kayıtlarda yer almasının Türkiye açısından bir diğer sakıncası da, İranlı yöneticilerin bu tarz bir açıklamayı gerekçe göstererek ve buna bağlı olarak ülkelerine yönelik tehdidin arttığı bahaneleriyle silahlanma programlarına hız kazandırmaları olasılığıdır. Yüzyıllardır çatışma riski ya da ciddi bir sınır sorunu dahi yaşamadan İran ile ikili ilişkilerinde belli bir güç dengesini gözeten Türkiye, İran’ın çeşitli gerekçelerle daha güçlü ve daha çok sayıda silah sistemlerine sahip olmasını meşrulaştıracak bir gelişmeye de yol açılmasını istemedi. 

Füze Kalkanı’nın Nasıl ve Ne Zaman Kullanılacağına Kimin Karar Vereceği Sorunu 

Füze Kalkanı tartışmaları kapsamında Türkiye’de gündeme gelen, siyasi çevrelerde ve kamuoyunda tartışılan bir diğer önemli konu da “düğmeye kim basacak?” sorusu oldu.57 
Türkiye’de konunun tartışılmasına yol açan husus, büyük oranda ABD tarafından uzun yıllardır geliştirilmekte olan ve NATO üyesi müttefikleri ile ortak kullanılmasını önerdiği Füze Kalkanı gibi ileri teknoloji ürünü bir savunma silahı sisteminin, yine ABD’nin stratejik ortağı konumunda olan İsrail’in maruz kalabileceği tehditlere karşı da kullanılmasını istemesi durumunda, Türkiye-İsrail ilişkilerinin bozulduğu bu ortamda, Türk yetkililerin böyle bir talebe karşı çıkacaklarını beyan etmiş olmalarıdır.58 

NATO bünyesinde askeri birimler tarafından çeşitli olasılıklara karşı harekât planları hazırlanır ve yazılı protokoller haline getirilir. Bir saldırı olduğunda panik olarak o anda ani bir karar alınması söz konusu değildir. 

Bu gibi durumlarda kimin ne görev yapacağı, ne sorumluluk alacağı önceden yapılan planlamalarda kararlaştırılır. Günümüzde NATO’nun Füze Kalkanı projesinin en temel unsurlarını Türkiye ve Romanya’daki stratejik önemdeki tesisler içermektedir. Bunlarla eşgüdümlü olarak, gelecekte Füze Kalkanı’nın operasyonel olarak kullanılması gerektiğinde komuta-kontrol Belçika’daki SHAPE Karargâhı’nda görev yapan Amerikalı orgeneral veya oramiral rütbesindeki komutan (SACEUR) tarafından gerçekleştirilecektir.59 

Ancak, SACEUR’ün NATO’daki protokoller ve teamüller gereği bugüne kadar hep bir Amerikalı orgeneral veya oramiral olduğu ve olacağı unutulmamalıdır. 

Bu noktada belki de en çok spekülasyona açık olan senaryo şu olabilir: İran’dan hedefinde İsrail olan füzeler atılması durumunda ABD yönetimi “bu sistemin çoğunu ben geliştirdim ve size verdim, İran füzeleri yakın müttefikim İsrail’e gidiyor, füze savunma sistemini çalıştıralım” yönünde bir talepte bulunabilir. Füzelerin NATO üyesi olmayan İsrail’e yöneldiği bir durumda sistemin çalıştırılıp çalıştırılmayacağı bir soru işareti teşkil ettiği için, Türkiye bu konunun da açıklığa kavuşturulmasını istedi. Zirveyi takip eden aylarda toplanan müttefik ülkelerin Dışişleri ve Savunma Bakanları bu ve benzeri konularda değerlendirmeler yapılmış ve Türk yetkililer Füze Kalkanı’nın sadece NATO üyesi ülkeleri korumak amaçlı olarak kullanılabileceği yönündeki görüşünü İttifak üyesi ülkeler nezdinde kayda geçirterek kabul ettirmiştir.60 

Türkiye’nin bugünkü tutumu ve İttifak üyesi ülkelerin Türkiye’nin tutumuna yaklaşımları “düğmeye kim basacak” sorusunun cevaplandığını düşündürtebilir. 

Ancak, bugün için sadece potansiyel bir tehdit olarak görülen İran’ın gelecekte İsrail’e yönelik balistik füzelerle yapacağı bir saldırı gerçekleştiği takdirde, ABD ve Türkiye dışındaki diğer NATO müttefikleri ile SACEUR ne yönde karar alır ve nasıl davranır? Türkiye’nin muhalefetine karşın İsrail’i korumak amaçlı olarak Füze Kalkanı devreye sokulmak istenir mi? Eğer bu yönde bir karar alınmak istenirse, Türkiye topraklarında Malatya Kürecik’te kurulu olan radar sisteminin işletimine Türkiye’nin müdahalesi olabilir mi? Teorik olarak Türkiye’nin onayı olmaksızın İttifak içinde sistemin kullanılması yönünde bir karar alınması mümkün olmamakla beraber, İsrail’in güvenliğini sağlamak gibi bir yükümlüğü 
olduğunu düşünen ABD yönetiminin ve bazı NATO müttefiklerinin Türkiye’ye yönelik tutumu nasıl olur ve bu tutum Türkiye-NATO ilişkilerini ve NATO’nun geleceğini nasıl etkiler? Bütün bu soruların cevabı bugün siyaseten ve diplomatik açıdan verilebilse dahi, gelecekte ortaya çıkabilecek bir gerçek çatışma ortamında müttefiklerin nasıl davranacağını ve bu davranışlarının ne gibi sonuçlara yol açacağını öngörmek zordur. Bununla birlikte, zaman içinde Türkiye-İsrail ilişkilerinde iyileşme sağlandığı takdirde Türk yetkililer Füze 
Kalkanı’nın kullanılacağı senaryolarla ilgili tutumlarını yumuşatırlar mı ve 1990’lı yıllarda İsrail’in güvenliği konusunda gösterdikleri hassasiyeti yeniden sergilerler mi şeklindeki soruların da cevabını da şimdiden kesin olarak vermek mümkün değildir. 



Füze Kalkanı Projesi’nin Ardındaki (Diğer) Sebepler 

Soğuk Savaş döneminde, iki kutuplu uluslararası sistemde “süper güç” konumunda olan ABD ve Sovyetler Birliği’nin birbirlerine karşı çeşitli kategorilerde silahlanma yarışı içinde olmalarını ve “nükleer dehşet dengesi” kapsamında karşılıklı olarak “caydırıcılık” sağlamak adına bazı silah sistemlerini geliştirmek istemelerindeki ısrarı anlamak ve o dönem geçerli güvenlik kuramlarıyla ile açıklamak mümkündü.61 Soğuk Savaş sonrası dönemde ise, bir yanda, halen süper güç konumunu koruyan ABD ve dünyanın askeri, 
ekonomik ve siyasi açıdan en güçlü ülkeleri olan NATO müttefiklerinin bulunduğu, diğer yanda, aralarında kısıtlı işbirliği olsa dahi coğrafi uzaklık, askeri ve ekonomik imkân ve kabiliyetlerinin yetersizliği gibi sebeplerle etkili bir ittifak oluşturmaları pek mümkün görülmeyen İran ve Kuzey Kore gibi ülkelerin bulunduğu bir kamplaşmadan söz etmek ve bu kamplaşmanın tezahürü olarak Füze Kalkanı gibi bilimsel, teknolojik, hukuki ve ekonomik açılardan tartışılan bir projenin ısrarla gündemde tutulmasını anlamak ve açıklamak kolay olmamaktadır.62 Bu sebeple, İttifak bünyesinde kapsamlı bir hava savunma sisteminin geliştirilmesinin esas gerekçesinin İran’ın ve Kuzey Kore’nin sahip 
oldukları silah kapasitelerinin mi olduğu, yoksa başka amaçlar çerçevesinde mi bu yola gidildiği halen ciddi bir soru işareti teşkil etmektedir.63 




NATO’nun Devamının Sağlanması 

ABD’nin Füze Kalkanı projesini geliştirmek istemesinin açıklanabilir ve anlaşılabilir başka sebepleri olabilir. Bunlardan birincisi, Sovyetler Birliği’nin yıkılması ve Varşova Paktı’nın dağılması sonrasında var olma sebebi sürekli sorgulanan NATO’nun varlığına devam etmesi ve bu yolla ABD ile Avrupa arasındaki Kuzey Atlantik bağının korunması bakımından Füze Kalkanı projesinin müttefikleri ortak tehdit değerlendirmesi etrafında güçlü bir şekilde bir arada tutmasıdır. Varşova Paktı’nın dağılmasını takip eden süreçte NATO’nun devamı 
siyasi, askeri ve akademik çevrelerde sıkça sorgulanmaya başlandı.64 Ancak, Soğuk Savaş döneminde devletlerden kaynaklanan tehditlere karşı belli bir alanı savunmaya yönelik olarak yapılanmış olan NATO’nun, Soğuk Savaş sonrası dönemde uluslararası güvenlik alanında ön plana çıkan ve “devlet-dışı aktörler” olarak tanımlanan terör gruplarından kaynaklanan tehditlere karşı etkili bir şekilde kullanılabilecek düzeyde bir dönüşüme tabi olması ABD’nin en önem verdiği önceliklerinden biriydi. Küresel boyutta örgütlenmiş olan uluslararası terör gruplarıyla mücadelede en etkili araç olan nitelikli istihbaratı toplayabilen, gerektiğinde dünyanın hemen her noktasına hızla intikal edebilen ve operasyonlar düzenleyebilen imkân ve kabiliyetlere sahip olmak ABD açısından büyük önem arz etmekteydi. Bütün bunları baştan inşa etmek için gereken çok yüksek miktardaki parayı ve uzun zamanı harcamak yerine NATO’nun uzun yıllar boyunca geliştirmiş olduğu imkân ve kabiliyetlerini terörizmle mücadele edebilecek şekilde dönüştürmek daha tercih edilir bir seçenek oldu. 
Böylelikle, hem ABD’nin çok ciddi eleştirilere hedef olan terörle mücadelesine uluslararası meşruiyet kazandırıldı, hem de siyasi ve ekonomik maliyetler paylaşılarak Kuzey Atlantik bağı korunmuş oldu. Dolayısıyla, Füze Kalkanı bir NATO projesi olarak İttifak’ın varlık sebebini sorgulayanlar karşısında devam etmesini isteyen müttefikler açısından üzerinde önemle durulan bir konudur. 

3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..


***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder