20 Ekim 2017 Cuma

NATO’nun Evrimi ve Türkiye’nin Transatlantik Güvenliğe Katkıları BÖLÜM 1


NATO’nun Evrimi ve Türkiye’nin Transatlantik Güvenliğe Katkıları BÖLÜM 1



E-mail: bilgi@uidergisi.com.tr 
Web: www.uidergisi.com.tr 
Uluslararası İlişkiler Konseyi Derneği | Uluslararası İlişkiler Dergisi 
Web: www.uidergisi.com.tr | 
E- Posta: bilgi@uidergisi.com.tr 


NATO’nun Evrimi ve Türkiye’nin Transatlantik Güvenliğe Katkıları 
Serhat GÜVENÇ* 
* Prof. Dr., Kadir Has Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü 

Bu makaleye atıf için: Güvenç, Serhat, “NATO’nun Evrimi 
ve Türkiye’nin Transatlantik Güvenliğe Katkıları”, 

NATO’nun Evrimi ve Türkiye’nin Transatlantik Güvenliğe Katkıları 
Serhat GÜVENÇ 
Prof. Dr., Uluslararası İlişkiler Bölümü, İİSBF, Kadir Has Üniversitesi, İstanbul. 
E-posta: serhatg@khas.edu.tr. 


ÖZET 

Türkiye NATO’ya 60 yıl aşkın bir süredir üyedir. Bu sürede güvenliğin hedefleri ve araçlarındaki değişime koşut olarak Türkiye’nin NATO’nun kolektif güvenlik sistemine katkısı da nitelik ve nicelik olarak değişim göstermiştir. 
Türkiye’nin katkıları bağlamında süreklilik gösteren iki unsur göze çarpmaktadır. Bunlardan birisi coğrafi konumudur. NATO’nun tehdit algılarının yoğunlaştığı bölgelere komşuluğu Türkiye ittifak açısından emlak değerini artırmaktadır. Bir diğer konu ise Türkiye’nin diğer müttefiklere oranla mukayeseli üstünlüğü sayılan, düşük maliyetle büyük bir orduyu silahaltında tutabilmesidir. Soğuk Savaş’ta Türkiye’nin ittifaka katkıları bu iki eksende değerlendirilmiştir. Soğuk Savaş sonrası dönemde, alan dışı kolektif güvenlik görevlerine talip olan NATO’nun evrilen gereksinimleri doğrultusunda Türkiye de katkısını dönüştürüp nicelikten niteliğe ağrılık verdi. Ancak NATO’nun Balistik Füze Savunma Sistemi örneğinde olduğu gibi yünümüzde Türkiye’nin ittifaka temel katkısı bir 
kez daha coğrafi konumunun bir fonksiyonu olarak gündeme gelmiştir. 

Anahtar Kelimeler:  NATO, Transatlantik Güvenlik, Kolektif Savunma, Yük Paylaşımı, Türkiye’nin Savunması, SERHAT GÜVENÇ, 
EVRİM, KADİR HAS ÜNİVERSİTESİ, ULUSLAR ARASI İLİŞKİLER,

Giriş 

Güncel tartışmalarda NATO’nun Türkiye’nin güvenliğine katkısı giderek daha fazla sorgulanmaktadır. Türkiye’yi merkeze koyan bu katkı tartışmaları, ülkenin hem ittifak içerisinde hem de dünyada değişen konumunun bir yansıması ve son dönemde kazandığı özgüvenin bir sonucudur. Ancak bu çalışmada sadece güncele odaklanılmayıp Türkiye’nin Transatlantik güvenlik topluluğuna katkıları ittifakın tarihsel evrimi çerçevesinde ele alınacaktır.
 Türkiye’nin NATO üyeliğinin daha ilk yıldönümünde İngiliz The Times gazetesinin, “Türkiye’nin NATO’ya katkısını konu etmesi bu konuda ilginç ipuçları sunmaktadır. The Times‘a göre Deniz harekâtı bakımından ele alındığında küçük bir donanmaya sahip olmasına rağmen, Türkiye’nin stratejik öneme sahip Boğazlar üzerindeki denetimi değerini artırmaktadır. Kara harekâtı açısından 
katkı potansiyeli daha yüksektir. Türkiye kalabalık bir orduya sahiptir. Bu ordunun %95’i NATO’ya tahsis edilmiştir. Jet uçakları ile donatılmış hava kuvvetinin asli görevi kara harekâtını desteklemektir. 
Olası bir savaşta Türkiye’nin hava harekâtına asıl katkısı müttefik hava kuvvetlerinin kullanıma tahsis edeceği hava üsleridir.1 Özetle Türkiye’nin NATO’ya katkısını coğrafi konumuna bağlı, “emlak değeri” (real estate value) üzerinden tanımlamıştı.2 

Güvenliğe katkıyı ölçüye vurmak kolay değildir. Bu tür bir hesaplamayı ABD-Türkiye ilişkileri bağlamında Soğuk Savaş’ın son dönemi için yapmaya girişen Saadet Değer, nesnel bir tablo çıkarmanın zorluklarına işaret etmiştir.3 Bu çalışmada ise “katkı” kavramı, NATO’nun zamana, mekâna ve bağlama göre değişen öncelikleri, stratejik konseptleri, tehdit algılamaları, görev ve işlevleri ile coğrafi ilgi ve harekât alanları üzerinden tanımlanacaktır. Çalışma zamandizinsel kurgulanmıştır. Burada amaç tarihsel betimlemelere ağırlık vermek değil, zamanla evrilen stratejilerin, hedeflerin ve önceliklerin ışığında Türkiye’nin Transatlantik güvenliğe katkısını tartışmaktır. Bu arada Atlantiğin iki yakası 
olduğu ve zamanla Atlantikçi (Atlanticist) ve Avrupacı (European) ayrışmasının ortaya çıktığını da göz önünde bulundurmak gerekir. Türkiye geleneksel olarak Atlantikçi kanadına mensup sayılır. Bu ayrışmanın keskinleştiği dönemlerde Transatlantik güvenlikten ne kast edildiği de ayrışmanın hangi yanında bulunulduğuna bağlı olarak farklılaşır. Doğal olarak bu tür evrelerde Türkiye’nin katkısı ya da yükü Atlantikçi-Avrupacı ayrışma çerçevesinde değerlendirilmiştir. 

Bağlı olarak zaman içinde değişen ve evrilen güvenlik kavramı da üyelerden beklenen katkıların nitelik ve niceliğini etkilemiştir. Soğuk Savaş süresince güvenlik savunma ve caydırıcılık odaklı olmuştur. Soğuk Savaş’ın bitişiyle birlikte güvenliğin tanımı ve kapsamı genişleyince askeri gücün dışında yeni ve farklı yöntem ve araçlara gereksinim doğurmuştur. Sert güvenlik (hard security) ve yumuşak güvenlik (soft security) ayrımı sonucu, gücün kendisi de sert güç (hard power) ve yumuşak güç (soft power) ayrımına tabi tutulmuştur. 

Kalabalık Ordular: 1947-1959 

Soğuk Savaş’ın erken döneminde askeri güç denince nicelik, yani büyüklük öne çıkardı. Herhangi bir üyenin ittifaka katkısı asker sayısı, muharip uçak, tank ve top, gemi adedi gibi görece somut ölçütlerle değerlendirilebilirdi. 

Bu çerçevede Türkiye’nin üyeliğinin ilk yıllarında NATO’ya temel katkısı 
kalabalık ordusuydu. Bir diğeri ise Türkiye’nin coğrafi konumuyla ilgilidir. Savaş sonrası dönemde Avrupa’nın askeri açıdan zayıflığını ve ABD ordusunun hızla terhis edildiğini göz önüne alan Amerikan kurmayları Türkiye’nin olası bir savaşta üstlenebileceği sorumluluklara kafa yormaya başlamıştı. 

Aynı dönemde Sovyetler askerlerini terhis etmeyerek ordusunu büyük ölçüde muhafaza etmişti. ABD, karada ortaya çıkan kuvvet dengesizliğini B-29 gibi uzun menzilli stratejik bombardıman uçaklarıyla kapatmayı hesaplıyordu. Atom bombası taşıyan stratejik bombardıman uçakları en değerli silahlardı. 
Bunların Sovyetler Birliği’nin derinliklerindeki stratejik hedefleri vurabilmeleri için bu ülkeye yakın hava üsleri gerekliydi. Türkiye tam da bu sıralarda kalabalık ordusu ve Sovyetlere coğrafi yakınlığı nedeniyle hem kara gücü zaafiyetini telafi hem de stratejik hava harekâtını destekleyecek üslere ev sahipliği 
yapma potansiyeli nedeniyle ABD’li kurmaylarının ilgisini çekmişti.4 

Böylece Türkiye’nin Transatlantik güvenliğe olası katkısı ilk başlarda coğrafi konumu ve kalabalık ordusu üzerinden kavramsallaştırılmış oldu. Bölgeye ilgileri hala devam eden İngilizlerin Temmuz 1948’de hazırladıkları Sandown isimli plan, Orta Doğu’ya yönelik bir Sovyet saldırısına karşı en iyi savunma hattının Toros ve Zağros dağlarına isnat edilecek, “Dış Halka” (Outer Ring) adı verilen bir 
hat olacağını varsayıyordu.5 Orta Doğu ve dolayısıyla Türkiye’yi Toros’lara istinaden savunma düşüncesi daha sonra Amerikan planlarında da aynen yer alacaktı. Toros’ların güneyi bir başka açıdan da ABD askeri planlamacılarına cazip geliyordu. Hem savunması görece kolay bir bölgeydi hem de ABD 
stratejik bombardıman uçaklarının üslenmesi için uygun bir mesafedeydi. 1949’da Adana-İskenderun bölgesine hava üssü kurmak ilk kez gündeme geldi. Aynı yıl Sovyetlerin ilk başarılı atom bombası denemesini gerçekleştirmesi bu tür üslere gereksinimi artırdığı için Türkiye’nin emlak değeri de yükselmiş 
oldu.6 

Türkiye ise emlak değerinin bedelini NATO üyeliği olarak tespit etmişti. Başlangıçta Amerikalılar Türkiye’yi savunmaya ilişkin açık taahhütlere girmeden, coğrafi konumundan yararlanabileceklerini düşünmüştü. Fakat 1949’da kurulan NATO’ya girme çabaları sonuçsuz kaldıkça, Ankara’dan ABD yardımlarının yapılan fedakârlıklarla orantılı olmadığı yorumları duyulur oldu.7 Truman Doktrini ile başlayan askeri yardımların ve yatırımların boşa gidebileceği kaygısının da etkisiyle Washington Türkiye’nin NATO üyeliğine onay verdi.8 

Bu dönemde ittifakın dişe dokunur bir askeri kuvveti bulunmuyordu.9 1949’da Batı Avrupalıların topu topu 10 tümeni vardı. Bunlara 32 bağımsız tugay da eklendiğine ortaya 22 tümenlik bir kara gücü çıkıyordu.10 Aynı dönemde Türk ordusu 30 gün içerisinde 13 piyade, üç dağ ve iki süvari tümeni ile altı zırhlı tugayı seferber edebilecek durumdaydı. Bu da toplam 22 tümenlik bu kuvvete denk düşüyordu.11 

Kâğıt üzerinde kalsa bile bu kadar tümene sahip olmak Türkiye’yi diğer müttefiklerinden başlangıçta ayırıyordu.12 Türkiye insan gücüne dayalı, “emek yoğun” bir katkı sağlayabilirdi. Amerikalı askeri yetkililer Türkiye’ye yapılan yardımı Türk askerini eğitmenin ve donatmanın çok ucuz oluşuyla 
gerekçelendiriyorlardı. Kısacası Türkiye’nin ittifak içerisindeki mukayeseli üstünlüğü, coğrafi konumu ve askerlerinin düşük maliyetiydi. ABD askeri yardımının ilk yıllarında yapılan hesaplara göre bir Türk askerinin yıllık maliyeti 500 ABD dolarıydı ki bu bir Amerikan askerinin yıllık maliyetinin yalnızca 
1/10’na karşılık geliyordu.13 Öte yandan kara harekâtına destek olması öngörülen görece büyük bir taktik hava gücünün oluşturulması ve çok sayıda pilot yetiştirilmesi de aynı mantığın uzantısıydı. Türkiye’nin NATO üyeliğinin ilk yıllarında pilot talebi başka hiç bir dönemde olmadığı kadar yüksek sayılara çıkmıştır.14 

Avrupalı müttefiklere göre büyük kuvvetlere sahip olmasına rağmen, Amerikan stratejisinde bir savaş durumunda Türkiye topraklarının muhafazası hedefleyenmiyordu. Boğazların bile savunulması öngörülmüyordu. Sovyetlerin bu su geçiş yolunu denetlemesini engellemeye (denial) odaklanılmıştı. 
Nihai hedef Boğazların Türk denetiminde kalması, Sovyetlerin eline geçmesini engellemekti. İngilizler gibi, Amerikalılar da Türkiye’nin savunması için birliklerin 180 gün sürecek oyalama muharebelerinden sonra Toros Dağlarının güneyindeki İskenderun cebine çekilerek müttefiklerin yardımını 
beklemesini öngörüyordu.15 

Batı Avrupa cephesinde de benzer bir anlayış hakimdi. Eldeki kuvvetlerle bir Sovyet saldırısının bertaraf edilemeyeceği saptamasından hareketle NATO’nun bu cepheye ilişkin kısa vadeli savunma planları, çöküşü ve Dunkirk benzeri bir bozgunun yaşanmasını engellemeye dönük tasarlanmıştı. Ancak bu sayede NATO kuvvetlerinin Sovyet saldırısı karşısında düzenli biçimde geri çekilmesi 
mümkün olabilecekti. Müttefikler en iyi olasılıkla Pirene Dağları’nda tutunabilecekti. Sonuçta ortaya bir işbölümü çıkmıştı. Buna göre stratejik hava harekatının sorumluluğunu büyük ölçüde ABD’ye bırakılıyordu. 
Açık denizlerin savunma sorumluluğunu İngiltere ile ABD paylaşıyordu. 

Diğer NATO 

donanmaları kıyı ve liman savunma görevi yapacaktı. Bu üyelerin kara harekatının ve kara harekatına verilecek taktik hava desteğinin asıl yükünü taşımaları da öngörülmüştü.16 1949 yılında hazırlanan bu plan, Türkiye’nin NATO üyeliğinin ilk yıllarında hala yürürlükteydi. Dolayısıyla Türkiye’nin Transatlantik güvenliğe katkısı da bu iş bölümü çerçevesinde biçimlenmişti. 1957 yılı değerlendirmesinde Türkiye’nin katkısı, kaybından doğacak güvensizlik ya da tehdit artışı olarak ölçülüyordu. 17 Türkiye’nin Transatlantik güvenliğin Avrupa ile doğrudan ilintili olmayan boyutunda, yani ABD’nin alan dışı stratejik çıkarlarına da katkına değinmek gerekir. Orta Doğu’nun Türkiye’ye komşu 
bölgelerinde ABD, İngiltere ve bir ölçüde Fransa dışındaki NATO müttefiklerinin çıkarları söz konusu değildi. İngiltere’nin büyük umut bağladığı MEDO (Middle East Defense Organization: Orta Doğu Savunma İttifakı) ya da Akdeniz Paktı gibi tasarıları suya düşünce, Türkiye’nin NATO üyeliği kolaylaştı. 

Fakat Türkiye’den Orta Doğu’da beklentiler devam ediyordu. Bu beklentilere uygun olarak ilk aşamada 1955’de Bağdat Paktı imzalandı. Irak, İran, İngiltere ve Türkiye’nin üye olduğu bu pakt NATO ve SEATO (Southeast Asia Treaty Organization) örneklerinde olduğu gibi “hür dünya” ittifaklar zincirinin 
bir parçasıydı. Türkiye bu zincirin Transatlantik ve Orta Doğu ayaklarını birleştiren halka konumundaydı. Fakat 1958’de Irak’ta gerçekleşen askeri darbe sonrasında, Bağdat Paktı’nın müşterek askeri karargahı önce Ankara’ya taşındı; Irak’ın çekilmesinin ardından 1959’de, yerine Bağdat Paktı’nın diğer üyelerinin katılımıyla CENTO (Central Treaty Organization) aldı.18 

Nükleer Bombalar ve Dinleme Tesisleri, 1959-1967 

Nükleer silahlar 1950’lerin ortalarından itibaren NATO’nun gündemine girmişti. Sovyetlerin ilk başarılı atom bombası denemesi, bu silahların görünür bir gelecek için ABD tekelinde kalacağı varsayımı çökertmişti. Sovyetlerin nükleer kapasitesini ve niyetlerini kıymetlendirme çabaları çerçevesinde Türkiye’nin Transatlantik güvenlik topluluğu için emlak değeri bir parça daha yükseldi. Sovyetler Birliği’ne komşuluğu bu ülkenin nükleer kapasitesinin izlemesini kolaylaştırıyor ve olsası bir nükleer saldırıda reaksiyon süresini kısaltıyordu. Bu gereksinimlerden ilki güçlü izleme ve erken ihbar radarlarıyla, ikincisi ise nükleer silahlarla karşılanabiliyordu.19 

ABD’nin atomik/nükleer güç tekeli bitmiş olmakla beraber ABD ve dolayısıyla NATO stratejisi kitlesel karşılık (massive retaliation) ilkesine dayanmaya devam etmekteydi. Bir Sovyet konvansiyonel ya da nükleer saldırısı, kapsam ve ölçeğine bakılmaksızın ABD ve NATO’nun elindeki tüm nükleer yeteneklerle karşılık görecekti. 1950’lerin sonlarına doğru ABD, NATO’nun nükleer bir ittifaka dönüşmesini önerdi. Öneride üye ülkelerin ABD kontrolündeki nükleer başlıklara ev sahipliği yapmaları ve bunları hedefe ulaştıracak çift yetenekli (dual capable) silahları edinmeleri öngörülmüştü. Çifte anahtar (dual key) olarak adlandırılan bir denetim sistemi ile bu silahlar yeri ve zamanı geldiğinde ortak siyasi kararla kullanılacaktı. Nükleer silahlara ev sahipliği yapmak 1970’li yıllara dek NATO savunmasına katkının öne çıkan ölçüsü oldu. Bu dönemde NATO’nun hedefi artık topyekün savunmadan giderek caydırıcılığa kaymıştı. Aynı dönemde Türkiye, nükleer silahlara ev sahipliği yapmaya gönüllü NATO üyeler arasındaydı.20 

1950’lerin ikinci yarısında Türkiye topraklarında çok sayıda ABD üs ve tesislerinin yapımı tamamlanmıştı. Bunların İncirlik Üssü gibi bir bölümü bir savaş durumunda hava harekatına destek olmak üzere yapılmışken, yüklüce bir bölümü ise Sovyet askeri ve özellikle de nükleer faaliyetlerini izlemek ve bunlarla ilgili istihbarat toplamak için kurulmuş dinleme tesisleriydi. 
Sayıları 16’ya ulaşmıştı.21 

Soğuk Savaş süresince Sovyetler Birliği’ne ilişkin istihbaratın % 20 ila 25’lik bölümü Türkiye’deki tesislerinden elde ediliyordu.22 Türkiye’nin ittifaka en somut katkısını da bu oluşturuyordu. 

Aralık 1957’de NATO resmen bir nükleer ittifaka dönüştü. Türkiye ise Şubat 1959’dan itibaren nükleer silahlara ev sahipliği yapmaya başladı. İlk nükleer bombalar dönemin yüksek performanslı savaş uçakları F-100D/F Super Sabre ile donatılan nükleer darbe (nuclear strike) filolarına verildi. Başlangıçta 
bu göreve tahsis edilen iki filo Eskişehir ve Malatya’da konuşlandırıldı. Bu filoları sırasıyla Mayıs 1959’da Honest John roketleri, Haziran 1961’de orta menzilli Jüpiter füzeleri ve Haziran 1965’de 203 mm’lik obüsler izledi.23 

Bunlar arasında en çok ilgi çeken ara menzilli Jüpiter füzeleriydi. ABD’nin NATO müttefiklerine önerdiği bu füzelere İtalya ve Türkiye dışında talip çıkmamıştı.24 Çiğli’ye konuşlandırılması önerilen bir batarya Jüpiter füzesi, Sovyetler Birliği’ndeki hedefleri vurmak için reaksiyon süresi avantajı sağlıyordu. Ancak füzelerin Türkiye’nin savunmasına katkısı tartışmalıydı. Üstüne üstlük Türkiye Sovyetler Birliği’nin öncelikli nükleer hedeflerinden biri olmuştu.25 Tüm bunlara rağmen, dönemin Türk siyasi ve askeri yetkililerinin Jüpiter füzelerine ev sahipliği yapmaya istekli oluşu, Türkiye’nin ittifak içindeki konumu ve statüsünü yükseltme beklentisiyle açıklanabilir.26 Ekim 1962’de patlak veren Küba Füze Krizi sırasında iki süper güç eşiğine geldikleri nükleer savaştan çıkış yolu ararken, Çiğli’deki Jüpiter füzeleri pazarlığa dahil olmuştur. ABD yönetimi Küba’ya yerleştirilecek Sovyet füzelerinin çekilmesi karşılığında Türkiye’deki Jüpiter’leri sökmeyi Ankara’ya danışmaksızın kabul etmiştir.27 Bu 
pazarlık sayesinde nükleer bir savaş engellenebilmiştir.

Esnek Karşılık ve Artan Maliyetler: 1963-1974 

1962 Küba Füze Krizini izleyen dönem, yumuşama (detente) ve NATO’nun konvansiyonel silahlar ile taktik nükleer silahları öncelikleyen esnek karşılık (flexible response) stratejisinin geliştirilmesine yol açmıştır.28 Bu strateji dönüşümü ekonomik olarak Türkiye’yi giderek zorlamıştır. ABD’nin yardımları 
askeri malzemeden ekonomik desteğe ve hibeden kredili satışlara çevirmesi Türkiye’nin yeni stratejinin gerektirdiği gelişmiş ve pahalı silahlara erişimini haliyle güçleştirmiştir. Yumuşama evresinde nükleer savaş riskini azaltılmaya uğraşılırken, ABD ve NATO da nükleer silah kullanma eşiğini yükseltmek için harekat alanı (theater) ve taktik nükleer silahları modernize etmeye 
başladı. Aşamalı tırmandırma stratejisi kapsamında, bir Sovyet saldırganlığı konvansiyonel kuvvetlerle durdurulamadığı takdirde, önce bu tür nükleer silahlara başvurulacaktı. Böylece nükleer eşiğin saldırının şiddetiyle orantılı nükleer güç kullanma niyetiyle geçileceği karşı tarafa verilmiş olacaktı. 
Esnek Karşılık stratejisine geçişin, Türkiye gibi savunması büyük ölçüde demode silah sistemlerine dayanan bir NATO üyesinin güvensizliğini artıran bir yönü vardı. Türkiye’nin konvansiyonel bir Sovyet saldırısına tek başına karşı koyma imkanı zayıftı.29 Yeni stratejiyle birlikte savunma masraflarının 
artamaya başlaması ve ABD’nin müttefiklerinden yükün olabildiğince büyük bölümünü kendi imkanlarıyla taşımalarını talep etmesi katkının ölçütünü de değiştirmiştir. Batı Avrupa ekonomilerinin göz kamaştırıcı performans sergiledikleri bu evrede, NATO’nun bir çok üyesi ihtiyaç duydukları silahları 
kendi bütçe kaynaklarıyla temin edebilir duruma gelmişti. Portekiz, Yunanistan ve Türkiye bu eğilime istisna oluşturan üyelerdi. Bu yüzden 1960’lı yıllarda bu üyelerinin ittifaka pek de katkı yapmadan, nimetlerinden yararlanabildikleri ileri sürülmüştür. Free ride olarak adlandırılan bu davranış biçimi, katkıyı nispi değil mutlak ekonomik ölçütlere indirgemenin sonucudur.30 

Türkiye’nin bu dönem ittifaka katkısını sınırlayan bir diğer etmen Kıbrıs sorunudur. Kıbrıs sorunu, Jüpiter füzelerinin ABD tarafından tek taraflı olarak çekilmesi nedeniyle dahi sorgulanmamış olan Türkiye-ABD ilişkilerinin ve NATO üyeliğinin sorgulanmasına yol açmıştır. Türkiye’nin Kıbrıs’a müdahale edebileceği ni Washington’a duyurmasının ardından gelen sert uyarı bu süreci tetiklemiştir. 

Başkan Johnson’ın ünlü mektubu bir anlamda Pandora’nın kutusunu açarak ittifak güvencelerinin inanırlığını zayıflatmıştır.31 


2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder