19 Ekim 2017 Perşembe

Türkiye-NATO İttifakının Tarihsel Boyutu BÖLÜM 2


Türkiye-NATO İttifakının Tarihsel Boyutu, 
BÖLÜM 2

Osmanlı’nın 19. Yüzyıl Avrupa Uyumu İcra Heyeti’nde Yer Alma Sorunsalı 
Tarihi sadece din, mezhep, etnik ayrışımlar ve çatışma üzerinden okumanın kimseye yararı olmadığı gibi, coğrafi çizgilerin (denizler ve karalar) sınır boylarında varlık sürdüren Osmanlı İmparatorluğu ve Cumhuriyet için Avrupa’dan dışlanmış olmak veya Osmanlı sosyo-kültürel yaşamının Avrupa’dan kalın duvarlarla ayrıldığını varsayan söylemler kullanmak tarihsel veriler ışığında bütün zamanlar ve mekânlar için geçerli değildir. 

Kültürel heterodoksi (bir arada yaşamanın getirdiği sosyo-kültürel ve ekonomik 
etkileşimler anlamında) bir yana, 15. yüzyıldan 19. yüzyılın ilk yarısına kadarki zaman diliminde bilhassa İngiltere, Fransa krallığı ve İtalyan şehir devletlerince zaman zaman Osmanlı devletinin ittifakına başvurulurdu.11 Selim Deringil’in belirttiği benzerlik Osmanlı’nın bütün tarihsel coğrafyası için geçerli olsa gerek: 
Günümüzde moda haline gelen ‘Türkiye-Avrupa’ ilişkilerinden söz ederken [bu 
ikiliğin] tarihi bir boyutu olduğu varsayılmakta. Bu yanlış bir varsayım. Konuya sanki birbirlerinden apayrı ve hiç uyuşmayan oluşumlardan ibaretmişcesine yaklaşmak bilimsel titizliğe aykırı. Akdeniz dünyasının kelime haznesi bile ortaktı. Savaş, ticaret, evlilikler, mimari tasarım, yemek kültürü ve başka birçok konuda, Toynbee’nin tanımlamasını kullanacak olursak, bu ‘medeniyet bölgesi’nde insanlar ortak kaderleri paylaşmışlardır.12 

Kıta Avrupası’nda devletler arası ilişkiler 1648 Vestfalya sisteminin getirdiği kamu hukuku ve siyasi kriterlerle belli bir düzene oturmuş gibi seyrederken, 18. yüzyılın sonuna doğru Fransız Devrimi’ni takiben Napolyon Bonapart’ın kıtaya hegemonya dayatmaya kalkışması çok uzun ömürlü olmamıştı (1804–1815) çünkü sistem kimsenin hegemonyasını kabullenmeyecekti. Büyük güçlerden herhangi birinin hegemonyasını önlemek ilkesi 19. yüzyılın ilk yarısında doğu sorununu çözmek için bile Osmanlı mülkünün paylaşılmasına izin vermeyecekti. Ne var ki, yüzyılın ikinci diliminde, Almanya ve İtalya gibi ulus devletlerin doğuşuyla paradigmalar değişince sistem bu konuda işlevsizleşmeye başladı. 
1815 Viyana Kongresi’nde büyük devletler Vestfalya’dan sonra sürekli uygulanan güçler dengesi ilkesi doğrultusunda Avrupa haritasında bazı düzenlemelere gideceklerdi. 

Güçler dengesi kavramının çoğu zaman büyük güçlerin çıkarlarına göre ayarlanması bir vakıadır. Gene de 1815’ten 1914’e kadar bir Avrupa savaşının çıkmasını aynı prensip önlemiştir. Ne var ki, bu uygulama Osmanlılar için her daim bir tehdit algılaması oluşturacaktı. Her ne kadar bu ilke Osmanlı’yı bir süre için koruduysa da, her an Polonya’nın aleyhine işletildiği gibi, tersine dönebilirdi. Güçler dengesini korumak amacıyla, 18. yüzyılda ilk kez, sistem dışında kalmış olan Polonya Rusya, Avusturya ve Prusya arasında 1792 ile 1795 yıllarında bölüştürüldü. Zamanın siyaset anlayışına göre Polonya toprakları nedeniyle üç büyük güç arasında savaş çıkacağına veya birinin bölgede hegemonya kurmasındansa, paylaşılması tercih nedeniydi. Güçler dengesi, sistemin bir 
parçası sayılmayan Polonya’nın aleyhine işletilmişti. 

Aslında önceleri Doğu Sorunu denince akla gelen ülke Polonya idi. Oysa Viyana 
Devlet Arşivi açıldıktan sonra yapılan bir çalışma, daha 18. yüzyıl sonlarında Avusturya Kraliçesi Maria Theresa’nın danışmanlarının Balkanları Rusya ile aralarında paylaşma önerilerinden söz eder.13 19. yüzyılın başlarından itibaren Osmanlı Devleti de Doğu Sorunu’nun bir parçası olarak isimlendirilmeye başlanacaktı. Konuyla yakından ilgilenen St. Petersburg ve Viyana dışında soruna Londra ve Paris de müdahil olduğundan dolayı bu sefer olası paylaşımda çok ciddi sorunlar yaşanacağı, hatta bir Avrupa savaşına dönüşebileceği ve Rusya’nın hegemonik heveslerinin önünü kesebilmek için Osmanlı’nın 
yokluğundansa varlığı tercih edilecekti. Polonya’nın paylaşılmış olması, aynı kaderi paylaşmak istemeyen Osmanlı dış politikasını tamamen savunmaya, dolayısıyla siyasi dengeleri gözetmeye yönlendirmişti. Sonuçta, Osmanlılar için Avrupa devletler sistemi ile kamu hukukuna dâhil olmak varoluşsal hedef haline geldi. Carter Findley, Avrupa sistemindeki güçler dengesi siyasetinin önemini Polonya’nın paylaşılmasından da önce algılayan bir Osmanlı elçisine işaret etmektedir: 

1763 gibi erken tarihte Berlin’deki Osmanlı elçisi Ahmed Resmi Efendi güçler dengesi siyasetinin nasıl işlediğini İstanbul’a bildirmişti. Sonradan Avrupa sistemine katılmanın yararlarını savunacaktı... 1837’de Viyana Büyükelçisi Sadık Rıfat Paşa Osmanlılar’ın Avrupa Konseri’ne girmelerini açıkca talep etti.14 

1815 Viyana Kongresi’nde devrim sonrası Fransa’nın yayılmacılığını, gelişmekte 
olan romantik milliyetçi akımları, liberal (anayasal monarşi) ve radikal (cumhuriyetçi) eylemleri bastırmak gibi asli amaçlar yanında, Osmanlı Devleti’nin sisteme kabul edilmesi gündeme geldi. Böylelikle hem genel bir antlaşmayla Avrupa statükosu garantiye bağlanacak hem de Rusya’nın hegemonik davranışları önlenmiş olacaktı. Osmanlı’nın sisteme uyumu projesinin en güçlü savunucuları Fransa Dışişleri Bakanı Charles- Maurice de Talleyrand-Périgord (1754–1838) ve Avusturya Şansölyesi Prens Clement von Metternich (1773–1859) idi. Fakat Rus Çarı I. Alexander (h. 1801–1825)bunun karşılığında 

Osmanlı’dan toprak talebinde bulununca konu kapandı. Metternich 1815–1848 tarihleri arasında sisteminde ağırlığı en belirgin kişiydi. Kendisi muhafazakâr monarşi yanlısı olduğu için din ve mezhep farklılığı gözetmeksizin monarşilerin akrabalığı ve Habsburg İmparatorluğu’nun selâmeti adına siyaset uyguluyor du. 1821 Yunan İsyanı’nın ilk liderlerinden olan Alexander Ypsilanti  Balkan  Hristiyanlarından beklediği “tabii” desteği bulamayıp Osmanlı ordusunun önünden kaçarak Avusturya topraklarına girdiğinde, Metternich onu hapse attıracaktı. Meşru hükümdarlara isyan Metternich için kabul edilemezdi. Buna rağmen, Yunanistan 1830’da bağımsızlığa kavuşunca başına Bavyera prenslerinden Otto’yu kral tayin eden büyük devletler statüko değişikliğini kabulleniyorlardı. Hatta Sultan İkinci Mahmut krala kendi tuğrasını taşıyan altın, mercan ve fildişi kaplı törensel bir süvari kılıcı armağan edecekti.15 
İkinci Mahmut’un sisteme uyum sağlamaktan başka bir seçeneği kalmamıştı. 
Paris’ten Avrupa’nın hemen her yerine sıçrayan 1848 devrimleri Berlin ve Viyana örneklerinde olduğu gibi hükümdarın bahşettiği anayasalarla, anayasal monarşiye dönüşürken, Fransa bir defa daha cumhuriyet olacak, fakat cumhurbaşkanı Louis Napoleon Bonaparte 1852’de referandumla imparator “seçilecekti”. Metternich devrinin normları değişirken, artık sahnede Avrupa statükosunu değil, bireysel itibar üzerinden ulusal çıkarları öne çıkaran liderler beliriyordu. Üçüncü Napoleon (h. 1848–1870), 

Fransa karşıtı Konser/Konferans sistemini en azından bu yönüyle değiştirmeye kararlıydı. Dolayısıyla, Fransa’nın eski haşmetli günlerine dönmesi şarttı. Sistem Metternich zamanında bile liberal ve muhafazakâr devletler arasında bölünme yaşamakla beraber 1848 sonrasında hegemonya karşıtlığını sürdürüyordu. Louis Napoleon kısa sürede Osmanlı- Rus ilişkilerini bozmayı başardı ve Kırım Savaşı’nın (1853–1856) çıkmasına neden oldu. Fransa, İngiltere ve Sardunya Osmanlıların müttefiki olarak bu savaşa müdahil oldular. 

Çar I. Nikola’nın (h. 1825–1855) İngiliz-Fransız ültimatomuna uyarak, ordusunu işgal ettiği Eflak ve Buğdan’dan çekmesine rağmen, Paris ve Londra’da yayılan savaşçı söylem (jingoism) eşliğinde Kırım’a çıkarma yapıldı. Savaşın konumuzu ilgilendiren tek yönü, 1856 Paris Barış Antlaşması’yla Osmanlı İmparatorluğu ’nun Avrupa sistemine kabulü sorunudur. 

Sadrazam Mehmet Emin Âli Paşa’nın (1815–1871) kaleme aldığı barış şartnamesi Osmanlıların ittifaka diğer güçlerle eşit koşullarda dâhil edilmesini talep ediyordu. Fakat sonuç belgesi eşitliğin en önemli noktasını, yani Osmanlı Devleti’nin güçler dengesine dâhil edilmesini içermeyecekti. Antlaşmanın VII. maddesi Büyük Güçlerin Osmanlı 

İmparatorluğu’nun toprak bütünlüğüne saygı göstereceğini taahhüt ediyor ve bu taahhüde bağlı kalınmasını garanti ediyorsa da, dikkatlice okunduğunda saygının hukuki bir bağlayıcılığı olmadığı malumdur. Kullanılan dil şudur: 

Ekselansları Büyük Britanya ve İrlanda Kraliçesi, Ekselansları Avusturya İmparatoru, Ekselansları Fransa İmparatoru, Ekselansları Prusya Kralı, Ekselansları Rusya İmparatoru ve Ekselansları Sardunya Kralı, Bâb-ı Âli’nin Avrupa’nın kamu hukuku ve sisteminin yararlarına ortak olmasını kabul ettiklerini bildirirler. Ekselansları Osmanlı İmparatorluğu’nun toprak bütünlüğüne saygı duyacaklarını, bu söze sıkı sıkıya bağlı kalmayı, sonuç olarak bu hükmü ihlal edecek herhangi bir eylemi genel çıkarlara aykırı bir mesele olarak göreceklerini taahhüt ederler.16 

Burada Osmanlı Devleti’nin genel güç dengesine katılmasından bahsedilmiyor. 
19. yüzyılda denge dört ilkeye dayanıyordu: Denge üç ya da daha fazla büyük güçten oluşurdu; tek bir gücün hegemonya kurmasına izin verilmezdi; hiçbir güç diğerlerine kıyasla çok zayıflatılmamalıydı; eğer güçlerden biri büyük topraklar elde ederse, diğerleri de ona eşdeğer duruma getirilirdi. Âli Paşa, Polonya’nın durumuna düşmemek için, Osmanlı Devleti’nin, en büyük güvencesi olacak bu kavram kapsamına alınmasını arzu ediyordu. Büyük Güçler bu konuyu göz ardı ettiler.17 Bununla beraber antlaşma, Osmanlı’nın Avrupa devletler hukukunun ve Konserin bir parçası olduğunu kabul etmişti. Boğazlar Konvansiyonu ve Garanti Antlaşmaları da Paris akdinin birer parçasıydı. Garanti Antlaşması’nın II. maddesine göre, İngiltere, Fransa ve Avusturya, Osmanlı topraklarına 
saldırı halinde bunu casus belli sayacaklardı. Oysa II. madde, 1870 itibarı ile Alman/İtalyan ulusal birliklerinin kurulmasıyla beliren milletlerin kendi siyasi kaderlerini tayin etme kıstası ile çelişiyordu.18 Ardından gelen 1875–1876 Sırp, Bulgar ve Karadağ isyanlarına da aynı parametrelerle yaklaşılınca, isyanların uzantısı olan 1877–1878 Osmanlı-Rus savaşında Osmanlı yalnız kalmıştı. Konser sistemi yerini giderek Realpolitik yöntemlerine bırakırken, Alman Şansölyesi Otto von Bismark, Üç İmparator Ligi antlaşmasıyla (Dreikaiserbund) Avusturya-Macaristan, Rusya ve Almanya’yı bağladı. Fransa’da III. Cumhuriyet yalnızlaşmış, içte dalgalanmalar yaşarken, İngiltere mutlu yalnızlık dönemine 
girmişti. Dolayısıyla, Bâb-ı Âli icra heyetinde dinleyici olarak kalmaya devam edecekti. 

I. Dünya Savaşı arifesinde Konser tamamıyla çöktü. Büyük Harb’in sarsıntısından sonra ise, Türkiye Cumhuriyeti uluslararası seviyede “milletler ailesinde” kurumsal aidiyet bağlamında yer alma arayışını sürdürecekti. 

İki Dünya Savaşı Arasında Türkiye’nin Kurumsal Aidiyet Siyaseti ve II. Dünya Savaşı’nda Ankara’nın Soğuk Savaşı İki dünya savaşı arası dönemde Milletler Cemiyeti dışında bir sistemden söz etmek olanaksızdır. Öte yandan, barışın sürdürülebilmesi için bazı girişimler ve tasarılar da yok değildi. Ne var ki, Versailles Sistemi diye adlandırılan yıllar (1920–1934, Almanya Cumhurbaşkanı Mareşal Hindenburg’un vefatı ile Weimar Cumhuriyeti’nin sonu açısından) gerçek barış antlaşmalarıyla kurulmuş bir sistem değil, Birinci Savaş’ta yenilen 
ülkeleri cezalandırmak için dayatılmış metinlerden oluşuyordu. Bu nedenle, süreci ateşkes diye adlandırmak belki daha doğrudur.19 Savaştan yenik çıkıp da Paris Konferansı’nın dayattığı antlaşmayı reddederek, ülkesini yabancı işgalinden arındıran ve kendi cumhuriyetini kuran tek ülke Türkiye olmuştu. 

Ankara’nın Lozan Barışı’ndan sonra üstlendiği ilk uluslararası siyasi ilişki Musul 
Sorunu’nun Milletler Cemiyeti’nce barışçıl yollardan çözülmesini kabul etmesidir. 
Esasen, Türkiye Milletler Cemiyeti’ne üye olmak arzusundaydı, çünkü kolektif güvenlik çatısının içinde olmak Osmanlı’dan miras aldığı ve dış politikada hep devamlılık arz eden hususlardan biriydi. Ankara, İngiltere ile arasındaki en önemli uzlaşmazlığın Milletler Cemiyeti’nce, İngiltere mandası altındaki Irak lehine sonuçlanmasına itiraz etmemiş, 1926 yılında Irak ile sınır antlaşmasını imzalamıştı. Bu davranışı uluslararası kurumsallığa verilen önemin bir sembolü olarak da okumak mümkündür. Ayrıca, Gazi Mustafa Kemal, daha 1920-1921’de TBMM hükümeti devrinde, manda yönetimlerine karşı isyanlara bizzat destek vermiş, isyanları örgütleyen istihbarat elemanları İngilizlere ciddi kayıplar 
verdirmişti. Sonuçta aşiret ayrılıkları galebe çalmış, Ankara yöre halkından beklediği dayanışmayı görmemişti.20 

Türkiye’nin katıldığı diğer bir uluslararası antlaşma, 1928’de Paris’te akdedilen 
Briand-Kellog Paktı idi. TBMM bu paktı 1929’da onayladı. Cumhurbaşkanı Gazi 
Mustafa Kemal, Pakt hakkında şunları söylemişti: 

Efendiler! Başlıca dış politika ilkemiz ve rehberimiz uluslararası ilişkilerde güvenilirlik olduğu kadar ülkemizin güvenliği ve kalkınmasıdır. Eğer ülkede devam etmekte olan kalkınma ve reformlar sürdürülecekse Türkiye’nin hem ülke içinde hem de bölgede barışa ve düzene ihtiyacı vardır. Bu nedenle ulusal güvenlik ve savunma dış politikamızda en başta gelmektedir. Böylece, ülkemize yönelik saldırıları engellemek için kara, deniz ve hava ordumuzu güçlü tutmalıyız. Cumhuriyet Hükümeti güvenliği korumak için uluslararası anlaşmalara katılmaktadır (yazarın vurgusu). İşte bu nedenle Kellog Paktını imzalamaya karar verdik.21 

Bu anlaşma başlangıçta Fransız Başbakanı Aristide Briand ile ABD Dışişleri 
Bakanı Frank B. Kellog arasında, Fransa ve Amerika tarafından dostluk anlaşması olarak imzalanmıştı. Fakat Washington başlangıçtaki amaca dayalı çok taraflı bir anlaşma istedi. 

Bu politikanın nedeni ABD’nin Milletler Cemiyeti’nin üyesi olmaması nedeniyle çok taraflı antlaşmalara yönelmesiydi. Başkan Wilson’dan (1913–1921) Herbert Hoover’e (1929–1933) bütün başkanlar bu politikayı izleyeceklerdi. Briand-Kellog Paktını imzalayan 63 ülke, savaşın yasadışı bir uluslararası davranış biçimi olduğu, devletler arasındaki bütün anlaşmazlıkların Uluslararası Adalet Mahkemesi’ne getirilmesi şartı ve tarafların bu mahkemenin yargısına göre davranmaları gerektiği üzerinde anlaştı. İlkeler Milletler Cemiyeti’nin değerlerinden pek farklı değildi, sadece ABD’yi saldırganlığa karşı bir kolektif güce katkıda bulunmayı taahhütten kurtarıyordu. Aynı zamanda, yeni 
Amerikan dış politikası bağımsız uluslararası ilişkiler (independent internationalism) olarak adlandırıldı. 

3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder