19 Ekim 2017 Perşembe

Türkiye-NATO İttifakının Tarihsel Boyutu, BÖLÜM 3


Türkiye-NATO İttifakının Tarihsel Boyutu,
 BÖLÜM 3


Milletler Cemiyeti’ne üyelik öncesinde silahsızlanma toplantılarına katılan 
Ankara, bu toplantılarda Moskova’ya çok yakın bir çizgi takip ediyordu. 1932 yılında Cenevre’de toplanan silahsızlanma konferansında Türkiye ve Sovyetler Birliği genelde savaşa karşı alınacak somut güvenlik önlemleri üzerinde ısrarcıydılar.22 O yıl, Türkiye Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras, Türk Boğazları’nın silahlandırılması ve savunma sorumluluğunun Sovyetlerle ortak yürütülmesini talep edince, Boğazlar’ın İngiliz savaş gemilerine tümden kapatılabileceğinden kuşkulanan İngiltere bu öneriyi desteklemedi. 
İngilizlerin bunu kabul etmeyeceklerini pekalâ bilen Aras’ın önerisi Sovyetlere karşı bir iyi niyet gösterisiydi. Gene de Türkiye, İngiltere’nin bilgisi dâhilinde Sovyetlerle Karadeniz güvenliği konusunda bir anlaşma yapma gayretlerini 1939’a kadar sürdürecekti. Uluslararası bir antlaşma olan Montreux ile 1936’da, komşularının güvenliğini taahhüt etmek şartıyla Boğazlar’ın idaresi ve savunması Türkiye’nin yükümlülüğüne girdi. 1935’de İtalya’nın Etiyopya’ya saldırısı, Japonya’nın Çin’e saldırısı, Almanya’nın açıkça silahlanması ve Milletler Cemiyeti’nin lider konumundaki İngiltere ve Fransa’nın saldırılar karşısında 
uyguladığı taviz siyaseti hem Türkiye hem de Sovyetler Birliği’nde kolektif savunma kavramının çöktüğü kanısını uyandırdı. Josef Stalin, 1939 başlarında Sovyetlerin bundan böyle kendi başına davranacağının sinyalini, kolektif savunmayı savunan Dışişleri Bakanı Maxim Litvinov’u görevden alıp yerine Vıyaçeslav Molotov’u atayarak verdi.23 

Türkiye ise 1936’da Boğazlar üzerinde hükümranlığı tekrar uhdesine almış ve o 
yıldan itibaren Doğu Akdeniz’de kara ve denizde stratejik konumu eski çağlardan beri son derece önemli olan Hatay’ı topraklarına katma girişimlerinde bulunmaktaydı. Konu, 1939 yılında siyasi, diplomatik, halkla ilişkiler çabası ve ekonomik teşviklerle Türkiye’nin lehinde sonuçlanacaktı. Fakat bu defa, anlaşmazlıkların barışçıl yollarla çözülmesi sonuçta Milletler Cemiyeti vasıtasıyla değil, Türkiye-Fransa Genelkurmay Başkanlıklarının bu konuda birlikte hareket etmeleriyle gerçekleşti.24 Aynı yıl, Ankara İngiltere ve Fransa ile Akdeniz’den gelecek herhangi bir saldırganlığa karşı (İtalya) üçlü bir ittifak imzaladı. 

Türkiye, Sovyetlerin aksine tamamen kendi başına davranma lüksüne sahip değildi. 

Dolayısıyla, Ankara geleneksel dış politika çizgisini sürdürerek, Batı ittifakına girmişti. 
Benito Mussolini’nin Türkiye’ye karşı yıllardır sürdürdüğü saldırgan söylem, On İki Adalar civarında gerçekleştirdiği deniz manevraları ve gene 1939’daki Alman-İtalyan yakınlaşması başka bir seçenek bırakmıyordu.25 Esasen, yaklaşan savaş Avrupalıların savaşıydı, çünkü Türkiye’nin o dönemde artık hiçbir ülkeyle toprak üzerinden anlaşmazlığı kalmamıştı. Bir araştırmacının 1970’de İsmet İnönü ile İkinci Dünya Savaşı’nda Türkiye’nin dış politikası üzerine yaptığı söyleşide, İnönü “Bu savaşın bizimle hiç ilgisi yoktu” diyecekti.26 

Bu nedenle, Üçlü İttifak ile 1941’de Almanya ile yapılan Saldırmazlık Paktı ve 
ekonomik anlaşmalar arasında bir ikilem olmadığı görüşü hâkimdi. Oysa Berlin ile anlaşmanın imza öncesinde Alman Dışişleri Bakanı Joachim von Ribbentrop Ankara Büyükelçisi Franz von Papen’e yolladığı gizli telgrafta, Türkiye’nin İngiltere ile bağlarını kopartıp dış politikasını Alman yanlısı kulvara oturtmak için “içeriden gelecek bir askeri darbeyle hükümet değişikliği yaptırmanın koşulları mevcut mudur?” diye soruyordu.27 
Von Papen’den bu konuda olumsuz yanıt alınca, ertesi gün anlaşmaların yapılması için görüşmelerin başlatılmasına onay verecekti. Ama ciddi bir önşartla: Berlin’in Irak’ta İngiliz karşıtı bir isyan ve darbe için ülkeye yollayacağı silahlar ve sivil giysiler içinde konvoylara eşlik edecek olan Alman askerlerine serbest geçiş için izin verilmeliydi.28 Ribbentrop’a göre, uluslararası serbest geçiş hakkını kullandırmak, Türkiye’nin tarafsızlığına hukuken halel getirmezdi. Buna itiraz olursa, Türklere İngiltere’nin o sırada Ankara’nın yardımına 
koşacak durumda olmadığının hatırlatılması gerekti.29 Bu görüşmelerin henüz yazıya dökülmemesi de büyükelçiye tembihleniyordu. Ribbentrop gene tatmin edici bir yanıt almamış olacak ki, bu defa, “Anlaşmaları imzalıyalım, gizli bir madde konup, Köstence’de hazır bekleyen savaş malzemelerini Boğazlar’dan geçirip, Irak’a, Suriye’ye ve İran’a ulaştırmamız garantiye alınsın” diyecekti. Karşılığında, savaş bitince Ankara’ya bir, iki Yunan adası ve Bulgaristan’ın doğusundan biraz toprak verilmesi teklif edilebilirdi. 

Başbakan Şükrü Saracoğlu’nun von Papen’e bu konuyu müttefik İngiliz Büyükelçisi Hugh Knatchbull-Huggesen ile konuşacağını bildirmesi transit geçiş konusunu gündemden düşürdü. Almanya ile anlaşma 18 Haziran 1941’de imzalandı. Nazilerin Türkiye’yi kendi saflarına çekebilmek için daha “yaratıcı” olmaları gerekiyordu. 

Alman yaratıcılığının eski pan-Türkistlerle ilişkiye geçip, bu akımı Türkiye’de tekrar canlandırmaya yönelmesi, Türkiye ile Sovyetler Birliği arasındaki Soğuk Savaşın daha erken bir tarihte oluşmasına neden olacaktı. Ankara kerhen pan-Türkizm konusunun hükümetler düzeyinde değil, Birinci Dünya Savaşı’nın bazı emekli generalleri ve sivil Türkçüler üzerinden görüşülmesine mani olmadı. Mürsel Bakü, Sait Caferoğlu, Kemal Edige, Hüseyin Hüsnü Emir Erkilet, Nuri
Killigil, Mehmet Emin Resulzade ve Zeki Velidi Togan gibi isimler arasında tek muvazzaf subay Harp Akademileri Komutanı General Ali Fuad Erden idi. Pan-Türkizmin başlıca iki veçhesi gözükmektedir. 

İlki, Alman işgali altındaki Sovyet topraklarında yaşayan Türk kökenlilerin örgütlendirilip, Nazilerle beraber Sovyetlere karşı çarpışmaları. İkincisi ise, Alman esaretindeki Türk kökenli Sovyet vatandaşlarının Türk subaylarca eğitilip Sovyetler üzerine sürülmesiydi. İkinci grubun Waffen SS birliklerinde sonuna kadar savaştıkları biliniyor. Birinci şıktaki Türk kökenliler, savaş terimiyle Nazi işbirlikçileri, Alman yenilgisi üzerine Nazi ordularıyla geri çekilecekler, fakat savaş sonunda Stalin’in isteği üzerine Sovyetlere iade edilince trajik yaşamları gene trajik şekilde son bulacaktı. 

Savaş sırasında yurt dışına çıkmanın bile Türkiye hükümetinin iznine bağlı 
olduğunu bilen Sovyet makamları pan-Türkistlerin açıkça veya dolaylı olarak büyük Sovyet savunmasına darbe vuracak eylemler içinde olmalarını unutmayacaklardı. Basınyayın sansürüne tâbi Türkiye’de yayımlanmasına göz yumulan “Ergenekon, Gök-Börü, Tanrıdağ, Türk Yurdu, Kopuz, Orhun ve Çınaraltı gibi çok sayıda haftalık dergide ‘Türk Birliği’ fikrine yer verilirken pan-Türkist temalar ve semboller otuzlu yıllara nazaran çok 
daha açık bir biçimde ifade edilmektedir [idi].”30 Stalingrad Zaferi’ni takiben, “Sovyet basını Türkiye’deki Turancılığa kesin bir dille saldırır. İzvestia Gazetesi Türk hükümetini ırkçı propaganda yapmakla itham eder.”31 1943’te Türk basınında aynı minvalde sesler yükselir. Ankara ancak 1944 yılında Almanya ile diplomatik ilişkileri kesmeden biraz evvel pan-Türkistleri “ırkçılık” suçlamasıyla yargıya teslim edecekti. 
Ankara ile Moskova arasındaki Soğuk Savaş’a Sovyetlerin de ciddi bir katkısı 
olduğunu hatırlamak gerekir. Sovyet gizli servisi 1942 yılında Ankara’da von Papen’e, büyük bir şans eseri başarısızlıkla sonuçlanacak suikast girişimini örgütler. Planın mantığı dikkatleri Moskova’nın üzerine çekmeden, Hitler’in hışmını büyükelçisinin öldürülmesi halinde Türkiye’ye yönlendirmekti. Sovyetler savaşın en ağır günlerini yaşarken, çatışmada ve/ya soğuk ve açlıktan ölen insanlarının sayısı milyonlarla ifade edilirken, Bulgar ve Yunan sınırında Türkiye’ye “komşu” olan Hitler orduları Türkiye’ye saldırırsa, Sovyetlerin 
savaş yükü biraz olsun hafifleyebilirdi. Ama tecrübesiz suikastçının elinde girişim başarısız kaldığı gibi ölen kendisi oldu. Ankara’da mukim eski Çekoslovakya büyükelçisi vasıtasıyla komplodan haberdar olan Türk Emniyeti suikastçıyı azmettiren kişileri Sovyet Konsolosluğu’ndan alıp yargı önüne çıkardı. Sovyetlerden gelen bütün inkâr beyanlarına rağmen, iki taraf da gerçeği çok iyi biliyorlardı.32 Sonuçta, pan-Türkizm ve von Papen’e suikast girişimi Ankara ile Moskova arasında soğuk savaşın 1942 yılında başlamasına neden oldu. 1946’da Stalin’in 1925 Türk-Sovyet Dostluk Antlaşmasını feshetmesine savaşta yaşananlar perspektifini eklemek hakkaniyetli olur. 

Yeni Dünya düzeni kurulurken Türkiye, Birleşmiş Milletler Cemiyeti’nin kurucu 
üyelerinden olmanın dışında,33 yalnızdı. Bu nedenle, 1947 yılında Truman Doktrini’nde34 Yunanistan ile Türkiye’nin adlarının zikredilmesi, bu iki ülkenin Marşal Yardım sisteminin kapsamına girmek için yaptıkları diplomatik girişimlere dayanak oluşturdu ve başarıyla sonuçlandı. Bu başarının Türkiye için kilit noktası döviz stoku sağlam olan Ankara’nın tartışmaları ekonomik boyuttan siyasi boyuta, yani Sovyet tehdidine kaydırmış olmasıydı. 1949 itibarıyla Kuzey Atlantik İttifakı’na girebilmek için yapılan diplomatik girişimlerin 35 
yanı sıra, Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı’ndan artakalan “güvenilemez müttefik” 
imajını silmesine, “Birleşmiş Milletler idealine samimiyetle bağlı olduğumuzu ispat”36 için katıldığı Kore Savaşı (1950–1953) yardımcı olacaktı. Millet Partisi Genel Başkanı Hikmet Bayur gazete beyanatında, Atlantik Paktı’na girmenin gerekli olduğuna, Kore’ye asker sevkinin sonucu bu olacaksa yapılan fedakârlığın yerindeliğine ve Birleşmiş Milletler güvenlik teminatının yetersizliğine, hâlbuki Atlantik Paktı’nın bir realite olduğuna vurgu yapmaktaydı.37 Le Monde gazetesinin yazdığına göre Fransa da Atlantik Paktı’nın Türkiye 
ve Yunanistan’ı içine alacak şekilde genişlemesine destek veriyordu.38 

Kuzey Atlantik İttifakı ve Türkiye 

Türkiye’nin önceliği siyasi, diplomatik ve askeri yalnızlıktan kurtulmak, dolayısıyla bu amacı gerçekleştirirken iktisadi kalkınmayı da amacın içinde konumlandırmaktı. İkincisi, tarihten ders çıkarmanın (learning theory) mirası devletlerin savaş sonralarında ittifak yapmaları veya ittifak dışı kalma seçeneklerinin savaş sırasında yaşanan tecrübelerine dayandığını göstermektedir.39 Üçüncü nokta, bu sürece kurumsal kimlik/aidiyet sorunsalı  eklemlenince, Türkiye’nin kendisini Batı’dan soyutlamak yerine sürekli olarak Batı’ya katılma çabasında olduğu gözlemleniyor. Bu nedenlerle, Ankara’nın 1949 itibarıyla seçeceği yol çok açıktı. 

   İkinci savaşta 20 milyon insan kaybeden ve endüstri altyapısının dörtte üçü harap olmuş, dahası orta ve doğu Avrupa’da siyasi gücünü pekiştirmekle meşgul olan Sovyetlerin ne başka bir savaşa girmeye niyetleri vardı ne de güçleri. Buna rağmen, Moskova 1945 Yalta Konferansı’ndan itibaren Türkiye’ye karşı psikolojik savaş yürütmekten geri kalmadı. Ankara Sovyet radyo ve gazetelerinde çıkan Türkiye karşıtı yayınlara, sınırda askeri hareketlenme hakkındaki haberlere rağmen kuzeyden silahlı saldırı beklemiyordu. 

   Dışişleri Bakanı Hasan Saka’nın ABD Büyükelçisi Laurence A. Steinhardt’a 
belirttiği üzere, Moskova’nın takındığı hasmane tavır Türkiye’yi Boğazlar meselesinde teke tek görüşmeye zorlamak içindi. Türkiye’nin Moskova Büyükelçisi Selim Sarper de aynı fikirdeydi.40 1946’da aynı diplomatlar Sovyetlerin belki hemen değil ama orta veya uzun vadede tehdit oluşturduğuna vurgu yapmaya başladılar. Kafkas sınırından ani bir saldırı olacağı hakkında alınan haber üzerine Kars Kolordusu çekilmiş yerine iki ay sonra 
Erzurum’a çekilecek olan bir alay bırakılmıştı.41 Psikolojik savaşın yarattığı belirsizlik ortamında, 5–9 Nisan 1946’da, savaş sırasında Washington’da vefat etmiş olan Büyükelçi Mehmet Münir Ertegün’ün naşını protokol icabı İstanbul’a getiren USS Missouri zırhlısını hükümet artık yalnız olmadığının sembolü olarak gördü. Çoğu gazete başyazarı ziyareti Sovyetlere karşı bir uyarı olarak yorumladı.42 Yeni verilerle yapılan araştırmalar ise, zırhlının Türk sularına gelmesini diplomatikçe mümkün kılan olaylara bağlıyor. 

Ertegün’ün naşı selefi Mehmet Baydur’un girişimi ve ailesinin arzusuyla nakledilmişti. Ayrıca, USS Missouri diğer zırhlılar görevde olduğu için tek seçenekti. Zamanlama açısından Truman’ın Sovyetlerle ortak siyaset aramaktan vazgeçtiği ve giderek dışlayıcı, düşmanca söylemlerin oluştuğu bir döneme denk düşmektedir.43 Örtüşen verilerin ışığında, zamanın yorumları Moskova kaynaklı psikolojik savaşa karşı duyulan bunalımın göstergesi. Ayrıca Yunanistan’da şiddetlenen iç savaşta hükümete destek vermek için Pire limanına da uğramış olan USS Missouri’nin İstanbul sularındaki misafirliği Sovyetlere karşı değişen ABD siyasetinin simgesi olarak kabul edilmektedir. İdeolojik açıdan Sovyet Rusya Türkiye’de komünizme ne kurumsal destek verebildi (illegal Türkiye Komünist Partisi 1926’dan beri yurtdışında konuşlanmıştı), ne de komünizmi ateizm ile özdeşleştiren Türk halkı üzerinde psikolojik etki yaratabildi. 
Kısacası, komünizm o devirde fikir jimnastiğinin ötesinde bir konuma sahip değildi ama devlet katında solcular ve şiirleri bile bozguncu sayılmalarına yetiyordu. Hele orduya sızmaya kalkışırlarsa. 

1951’de bir İngiliz gizli raporu M. Şevket Mocan’ın önderliğinde 100 Demokrat 
Parti milletvekilinin baskısıyla Ceza Hukuku’na ilave edilen 141–142. maddelerin komünist hareketin liderlerine ölüm cezasının verilebileceğini bildiriyordu. Öte yandan rapor, Türk mahkemelerinin bu cezayı uygulayacak kadar sağlam kanıtlara ulaşamadıklarından dolayı göz ardı ettiklerine dikkat çekmekle beraber, bu maddelerin vicdansız (unscrupulous) yöneticiler elinde kötüye kullanılması mümkündür uyarısında bulunuyordu.44 

Ankara açısından, NATO’nun sadece ruhuna değil, lâfzına da uymak gerekliydi. 
Kanada Dışişleri Bakanı L. B. Pearson’un parlamentoda 2 Şubat 1951’de “Uluslararası Vaziyetin Analizi” başlığıyla yapmış olduğu konuşma, istek üzerine Başbakanlık Özel Kalemi’ne ulaştırıldı. Belli ki kullanılan dilin ve kavramların eşleştirilmesi amaçlanıyordu. 

Kanada Dışişleri Bakanı’nın küresel stratejik analizinde iki ana fikir vardı. İlki, Sovyet yayılmacılığı, ikincisi de barış isteniyorsa savaşa hazır olmanın zorunluluğu.45 Bu temalar Türkiye’nin söylemlerinde yankı buldu. 

ABD 1951 Mayıs ayında Türkiye ve Yunanistan’ın NATO’ya kabul edilmelerini 
müttefiklerinden resmen talep etti. Washington’u bu karara yönelten faktörler arasında Türkiye’nin tarafsızlık ilan edebileceği riski rol oynadı. Ankara’nın ittifaka katkıları arasında askeri hava alanları ve üslerini müttefiklerine açması çevreleme siyasetinin Doğu Akdeniz ve Orta Doğu ayağını oluşturacaktı. Ayrıca, NATO planlayıcılarının öngördüğü sayıda tümeni batı Avrupa sosyo-ekonomik nedenlerden dolayı taahhüt edemiyordu. Amaç 96 tümenin 40’ını devamlı harbe hazır durumda tutmakken, Batı Avrupa sadece 20 tümen ayırabildi. Avrupa cephesinde konuşlandırılmayacak olmalarına rağmen, Türkiye’nin önerdiği 18 tümen ABD’ne çekici geldi. Bu sayede Sovyetler Birliği askeri birliklerinden  bazılarını Kafkas cephesinde konuşlandırmak zorunda kalacak ve Batı Avrupa üzerindeki yük hafifleyecekti.46 

Türkiye’nin NATO’ya davet edileceği resmen bildirilince, Başbakan Adnan 
Menderes’in beyanatında şu vurgular yer alıyordu: 

Türkiye’nin eşit hakları haiz bir aza sıfatiyle Atlantik Paktı’na kabulü lehinde Ottawa’da verilmiş olduğunu öğrendiğimiz karar pek tabiidirki Hükûmetçe büyük bir memnuniyetle karşılanmıştır... Atlantik Paktı camiasında memleketimiz, diğer aza Devletlerle yapacağı iş birliğinde, dış siyasetimizin farikasını teşkil eden hüsnüniyet, samimiyet ve ahda vefa esaslarından daima mülhem olacaktır.47 

Arkasından, Kuzey Atlantik Paktı’nın Kurmay Başkanlarından oluşan daimi 
grubu Ankara’ya gelerek NATO’nun askeri veçhelerini müzakere ediyorlardı.48 Devlet katında NATO’ya giriş hakkında fikir birliği olduğunu Başbakanlık arşivinde bulunan “Telefon Pavyonu, Sual ve Cevaplar” başlıklı bir belgeden öğreniyoruz. Meclis Reisi’ne sorulan “Atlantik Paktı’nın gayesi nedir?” ve Dışişleri Bakanı’na sorulan “Birleşmiş Milletler Teşkilatı ile Atlantik Paktı arasındaki münasebetler nelerdir?”, Millî Savunma Bakanı’na sorulan “Türkiye ve Yunanistan’ın Atlantik Paktına dâhil olmaları ile Pakt daha kuvvetlenmiş midir?”, Genelkurmay Başkanı’na sorulan “Atlantik Paktı Teşkilatı tecavüz emellerini önlemiş midir? İstikbalde de buna muvaffak olabilecek midir?”, Milli Eğitim 

Bakanı’na sorulan “Atlantik Paktının milletlerarası emniyet sahasından gayri, sosyal ve kültürel sahalarda gayeleri nelerdir?” ve Maliye Bakanı’na sorulan “Atlantik Paktına dâhil olmakla büyük malî külfetlere girmiş olmuyor muyuz?” sorularına ilgililer yapıcı cevaplar vermektedir.49 

4 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder