20 Ekim 2017 Cuma

NATO’nun Evrimi ve Türkiye’nin Transatlantik Güvenliğe Katkıları BÖLÜM 2

 NATO’nun Evrimi ve Türkiye’nin Transatlantik Güvenliğe Katkıları  BÖLÜM 2


Kamuoyunda yükselen ABD ve NATO karşıtlığı, Türkiye’deki ABD/NATO üslerini iyiden iyiye hassas hale getirmiştir. 1969’de imzalanan Savunma İşbirliği Anlaşması (SİA) ile Türkiye’deki üslerin statüsü tek bir anlaşmayla yeniden düzenlenmiştir. Ankara, artık üslerin Türk makamlarının bilgisi dışında kullanılması için yeni önlemleri yürürlüğe koymuştur. Bu kapsamda örneğin 
Türk-Sovyet ilişkilerini zora sokan, U-2 casus uçakların İncirlik’ten uçmalarına da izin verilmemiştir. Özetle Kıbrıs sorunu nedeniyle ittifakın, özellikle de ABD’nin Türkiye’nin emlak değerinden yararlanma olanağı geçmiş döneme göre bir hayli sınırlandırılmıştır.32 
Soğuk Savaş’ın ilk kez bu aşamasında Türkiye kısıtlı ulusal bütçe kaynaklarıyla savunma imkanlarını geliştirmeye yönelmiştir. NATO’nun esnek karşılık stratejisine geçişi bunun bir gerekçesidir. 
Ancak ondan daha da önemlisi 1964’den itibaren Kıbrıs sorununun günün birinde Türkiye’nin askeri güç kullanmasını gerektirebilecek oluşudur. Kıbrıs sorunu, Türkiye’nin Transatlantik güvenliğe katkısını iki bakımdan sınırlamıştır. Bunlardan birincisi Yunanistan’ın da soruna taraf olması nedeniyle, iki ittifak üyesi arasındaki bölgesel rekabetin NATO’nun işleyişine genel etkisidir. Bir diğer etki ise, Türkiye’nin Kıbrıs’ta ortaya çıkabilecek krizleri göz önüne alarak askeri gücünün bir bölümünü ulusal önceliklere tahsis etmesidir.33 

Yumuşama evresinde savunma politikasına güçlü bir ulusal boyut kazandırma konusunda hiçbir NATO üyesi Fransa ile boy ölçüşemezdi. Cumhurbaşkanı De Gaulle, işi 1966’da Fransa’yı NATO’un askeri yapısından çekecek denli ileri götürmüştü.34 Fransa’nın çekilmesi NATO’nun geri kalan üyelerinin sorumluluklarını da artmıştı. Ayrıca mevcudiyetinin ikinci on yılında ittifak geçmişe oranla daha az bütünlük gösterir hale gelmişti. Yeni bir stratejik anlayışla birlikte katkı ölçütlerinin farklılaştığı Türkiye’ye ilişkin değerlendirmelerden de anlaşılmaktadır. Öyle ki 1960’ların başı ile sonu 
arasında yapılan değerlendirmelerde çok farklı sonuçlara varılmıştır. Örneğin 27 Mayıs 1960 darbesini izleyen dönemde yapılan bir değerlendirmeye göre, “Türkiye’nin savunma gayretleri NATO ve hür dünyanın kolektif güvenliği açısından elzemdir. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin gücündeki herhangi bir indirim ‘Hür Dünya’nın kolektif askeri etkinliği ile savunma yeteneğinde genel bir bozulma meydana getirecektir” denirken,35 Fransa’nın NATO’nun askeri kanadından ayrılması sonrası 1969 başında yapılan bir başka değerlendirmede ise Türkiye’nin ittifak savunmasına katkısına ilişkin oldukça kötümser ifadeler kullanılmıştı.36 

Ambargo Yılları, 1974-1980 

Esnek karşılık stratejisine geçişle birlikte ülkenin kendi imkanlarının çok ötesinde bir savunma külfeti üstlendiği ve ekonomik kalkınmasının sekteye uğradığı görüşü de Türkiye’de giderek daha yüksek sese dile getirilmeye başlandı. Öte yandan uluslararası yumuşama ortamını Sovyetler Birliği ile ekonomik 
ilişkilerini geliştirmek için de kullanmıştır. Ancak 1970’lerin ilk yarısında dünya ekonomisinde oluşan kırılganlıklara bir de 1973 Petrol Krizi eklenince Türkiye’nin gelişmiş silahlara harcayabileceği bütçe kaynağı kalmamıştır. 

Üstüne üstlük Türkiye’nin 1974’de gerçekleştirdiği Kıbrıs müdahalesi bütçesinin %20’sine mal olmuştur.37 Buna 1975’de ABD’nin koyduğu silah ambargosu da eklenince Türkiye’nin savunma yetenekleri ciddi biçimde törpülemiştir.38 Silah ambargosuna karşılık Türk hükümeti, İncirlik dışındaki tüm tesislerin faaliyetini askıya almıştır. 
  İzleyen on yıl ABD ve NATO’nun Türkiye’nin emlak değerinden 
eskisine göre çok daha az yararlanabildiği bir dönem olmuştur. Sadece istihbarat ve dinleme imkanları bakımından değil, nükleer caydırıcılık açısından da Türkiye’nin Transatlantik güvenliğe bir katkısı kalmamıştır. Zira daha Kıbrıs Barış Harekatı başlar başlamaz ABD Türkiye’deki nükleer silahları depolara kaldırtmıştır.39 

Türk tarafı da bu silahların dönüşüne uzunca bir süre onay vermemiştir.40 

Bu dönemde Türkiye ve müttefikleri arasındaki askeri yetenekler makası ciddi biçimde açılmıştır. 
Türkiye elindeki demode silah sistemleri ile NATO’nun konvansiyonel stratejisine de katkı verecek durumdan çıkmıştır.41 Ambargo 1978’de kaldırıldıysa da, Türkiye’deki üslerin yeniden faaliyete geçmesi 
ve nükleer silahların göreve dönüşü ABD ile yeni bir Savunma ve Ekonomik İşbirliği Anlaşması (SEİA) imzalanana dek gerçekleşmemiştir. Nihayet Mart 1980’de anlaşma sağlanabilmiş, ancak nükleer silahların göreve dönüşüne 12 Eylül 1980 darbesi sonrasında askeri yönetim tarafından yeşil ışık yakılmıştır. 

Yeni Soğuk Savaş: Daha Fazla Nükleer Silah 

1980’lerde bölgesel ve küresel gelişmeler Türkiye’nin Transatlantik güvenlik açısından taşıdığı ağırlığı artırdı. Bu gelişmelerden ilki, Washington Körfez stratejisinin köşe taşlarından İran’da Şah rejiminin 1979’da yıkılmasıdır. Yeni rejim bu ülkedeki ABD dinleme ve erken uyarı tesislerini kapatmıştır. Aynı 
yıl Sovyetler Birliği’nin Afganistan’ı işgali gerilimini körükleyen bir diğer gelişmeydi. Böylece Doğu- Batı ilişkilerinde yeni bir rekabet ve silahlanma dönemine girildi. ABD, 1980’deki Carter Doktrini ile herhangi bir dış gücün Basra Körfezi’ni hakimiyet girişiminin ABD’nin yaşamsal çıkarlarına yönelik 
tehdit kabul edileceğini ve gerekirse askeri güçle yanıtlanacağını ilan etti.42 

NATO için bu bölge hala alan dışı sayılmaktaydı. ABD ise bu yeni coğrafi önceliğe uygun askeri teşkilatlanmaya giderek karargahı Florida’da bulunan bir Merkezi Komutanlık (Central Command) kurdu. Bu karargah, Orta Doğu’ya askeri müdahade kullanılacak Çevik Kuvvete (Rapid Deployment Force) komuta edecekti. ABD’nin Orta Doğu’ya müdahil olma hevesi Avrupalı müttefiklerce paylaşılmıyordu. Bölgeye yakınlığı esas olarak Türkiye’yi zor durumda bırakıyordu.43 Bu aşamada Transatlantik güvenlik topluluğu içinde bir Atlantikçi ve Avrupalı ayırışmasından söz etmek mümkün değilse de, NATO’nun alan dışına çıkma ihtimali Avrupalı üyeleri kaygılandırıyordu.44 Bu nedenle Ankara 
ve Washington arasındaki müzakereler ABD’nin alan dışı görevler için Türkiye’deki üs ve tesislerden yararlanma beklentisinin gölgesinde yürütüldü. Ankara ABD taleplerini mutlaka NATO yükümlülükleri çerçevesine oturtmaya uğraşıyordu.45 Orta Doğu’nun ABD için stratejik önceliğe dönüşmesi, 
Avrupalı NATO üyeleri gözünde Türkiye’yi potansiyel bir risk unsuru haline getirmeye başlayacaktı. 

Bu dönemde Türkiye’deki tesislerden elde edilen istihbarat Batı güvenliği açısından paha biçilemez değerdeydi.46 1980’li yıllarda Türkiye topraklarında bulunan Amerikan nükleer silahlarının sayısı 489’a ulaşmıştı. Eldeki veriler askeri yönetim döneminde Türkiye’nin 1974 öncesinden çok daha yüksek sayıda nükleer silah konuşlandırılmasına izin verdiği izlenimini doğurmaktadır.47 1980’li yıllara girildiğinde Beyaz Saray’da Sovyetlere karşı sertlik yanlısı politikalar uygulamaya kararlı Cumhuriyetçi Başkan Ronald Reagan oturuyordu. Reagan’a göre Sovyetler, ABD’nin dengi değildi ve haddi bildirilmeliydi.48 

Bu yeni politika gereği ABD silahlanmaya büyük kaynaklar ayırdı. ABD Silahlı Kuvvetleri, Soğuk Savaş’ta ilk kez savunma yerine, taaruzu esas alan bir doktrin oluşturdu. Hava-Kara Harbi (Air-Land Battle) olarak anılan bu yeni doktrin olası bir çatışmayı düşman topraklarının derinliklerine taşıyarak buradaki kuvvetlerini etkisiz hale getirecek konvansiyonel yeteneklere ağırlık veriyordu. 
NATO da bunun bir türevi sayılacak FOFA (Follow-on Forces Attack: Birbirini İzleyen Kuvvetler Üzerinde Taaruz) doktrinini benimsedi. Yüksek teknolojili konvansiyonel askeri yeteneklere dayanan bu doktrin üye devletlere bir hayli tuzluya mal olacağa benziyordu.49 1980’lerde NATO içinde yük paylaşımı tartışmaları bu doktrinin etkisiyle yeniden alevlendi. Bu dönemde Türkiye askeri modernizasyon hamlesi başlatmıştı. Ortak üretim ya da montaj projelerine 
yönelerek FOFA’nın öngördüğü yeteneklerin kazanılmasına çalışıldı.50 Özellikle yeni silah tedariği giderek büyüyen bir bütçe kalemine dönüşürken, Türkiye de GSYH’ye oranla en çok savunma harcaması yapan üyelerden biri olmuştur.51 

Savunma harcamaları bağlamında Türkiye’nin ittifak içerisinde bir free rider olup olmadığını tespit etmeye çalışan Değer, 1980’li yıllarda Türkiye’nin %4.8’lik reel savunma harcamasının GSMH’ye oranıyla ABD’ye denk olduğu sonucuna varmıştır. 

Bu oran diğer tüm Avrupalı NATO ülkelerinin ortalama % 1.6’den üç kat yüksekti.52 

Türkiye’nin ittifakın savunmasına katkılarına ilişkin değerlendirmelerde Güney Kanat bölgesinde olası beş harekat alanı dikkate alınıyordu. Bunların dördü kara cephesi biri ise deniz cephesini oluşturuyordu. Kara cepheleri Kuzey İtalya, Kuzey Yunanistan/Batı Trakya, Doğu Trakya/Türkiye ve Doğu Türkiye ve Akdeniz cepheleriydi. Sovyetlerin Merkez Cephe’den kuvvet kaydırılmasını sağlamak 
veya İttifakın kararlığını sınamak için bunlardan biri ya da ikisine (Batı ya da Doğu Trakya veya Doğu Türkiye) karşı harekate girişmesi ihtimal dahilinde görülüyordu. Türkiye’nin kendi topraklarına yönelik böyle bir harekatı tek başına karşılayabileceği düşünülüyordu. Akdeniz’e yönelik bir hamle ise bölgedeki tüm üyeleri tehdit edebilecekti. Akdeniz bölgeyi bir arada tutan iki “tutkal”dan birisiydi. Diğeri ise ABD stratejik yetenekleriydi.53 

Akdeniz’deki ABD deniz gücü, Yunanistan ve Türkiye’ye kuvvetlerini Doğu-Batı çatışmasına göre değil, birbirlerine karşı tertipleme imkanı sağlıyordu.54 12 Eylül 1980 darbesi sonrasında askeri yönetim, ABD’nin baskısıyla Yunanistan’ın ittifakın askeri kanadına dönüşüne yeşil ışık yakmıştı.

55 Bu yıldan itibaren Türkiye ve Yunanistan arasında yaşanan çekişmeler Türkiye’nin NATO’ya katkı imkanını daraltıyordu. İki üye Ege’de komuta kontrol düzenlemeleri konusunda çekişiyor, Ege’deki NATO tatbikatlarını zora sokuyor ve nihayet birbirlerinin kuvvet hedeflerini veto dahi edebiliyorlardı.56 

Öte yandan bu dönemde yine ABD’nin caydırıcılığa seçici (discriminate deterrence) bir işlev yükleme çabaları da ittifak içi farklılaşmanın bir diğer boyutuna işaret etmektedir. Bu gelişme Türkiye ve Norveç gibi kanat ülkelerini bir hayli kaygılandırmıştır.57 Avrupalı müttefikleri en çok kaygılandıran gelişme, ABD’nin kendilerine danışmadan Sovyetlerle imzaladığı INF (Intermediate Nuclear Forces: Orta Menzilli Nükleer Füzeler) Antlaşması’dır. Bu müttefiklerin “terk edilme” kaygısını derinleştirdi.58 Tüm bu kaygılar Kasım 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla anlamsızlaştı. Duvarın simgelediği büyük bölünmüşlük ortadan kalktı ve Soğuk Savaş sona erdi. Bu stratejik deprem Türkiye’nin Transatlantik güvenliğe katkısının temelini oluşturan emlak değerini çok düşürdü. 

Soğuk Savaş’ın Ardından: Alan Dışı, Görev Dışı 

1990’da Irak’ın Kuveyt’i işgaliyle Orta Doğu uluslararası ve Transatlantik güvenliğin odağı haline gelmiştir. İşgal sonrası ortaya çıkan kriz ve savaş, Türkiye’ye emlak değerini bu kez bölgesel bağlamda ve kısmen geri kazandırmıştır. Ama NATO’nun Atlantikçi ve Avrupacı kanatlarının bu 
bölgeye bakışlarıdaki farkılık, Türkiye’ye ilişkin değerlendirmelerine de yansımıştır. 

Bunun ilk örneği, Ankara’nın Irak’a olası bir müdaheleye önlem olarak hava savunmasını güçlendirmek üzere NATO’dan Patriot bataryaları ve AMF (Allied Command Mobile Force: Avrupa Komutanlığı Çevik Kuvveti) hava unsurlarının dayanışma amacıyla Türkiye topraklarına konuşlandırılması talebiyle 
ortaya çıkmıştır.59 Bazı üyelerin bu konudaki isteksizliği, NATO’nun ülke savunmasına katkısını tartışmalı hale gelmiştir.60 

Soğuk Savaş’ın bitişi, olabildiğince büyük kuvvetlerle bir baskın taaruza karşı hazırlıklı olmaya dayalı, savunma ve caydırıcılık üzerinden tanımlanan katkı anlayışını da sona erdirdi. Daha da önemlisi NATO’nun rakibi Varşova Paktı feshedildi. NATO kendine yeni bir rol ve işlev ararken katkıyı ölçmek 
de zorlaştı. Soğuk Savaş sonrasının ilk stratejik konsepti 1991 Roma zirvesinde onaylandı.61 Bu konsept, Soğuk Savaş’a oranla kapsamlı bir güvenlik anlayışının da habercisiydi. Bu bağlamda ilk kez ittifak alanı dışındaki tehditlere de yer verilmişti. Üstelik yeni güvenlik riskleri eskisine göre karmaşık ve çok boyutluydu. NATO içinde ayrı bir Avrupa güvenlik kimliği düşüncesi yine ilk kez bu stratejiyle gündeme girdi. NATO’nun esasen bir kolektif savunma örgütü olduğu teyid edilmekle beraber, dönemin genel sekreterinin ifadesiyle NATO aynı zamanda dünyadaki “tek işlevsel kolektif güvenlik örgütü”ydü.62 

1990’larda Yugoslavya krizi sırasında, NATO’nun ilk kez hem de geleneksel tanımla “alan dışı” sayılan Balkanlar’da güç kullanması, “alan dışı” harekatlara katılım ve desteği arnan katkı unsurlarına dönüştürdü. Sınır ötesinde harekat yeteneğinin öne çıktığı bu evrede, Türkiye Balkanlar’da yürütülen hava faaliyetlerine ve Akdeniz’de yürütülen NATO deniz görevlerine katkı sağlayan 
üyelerden biriydi. Bir kolektif savunma örgütü olarak kurulan NATO ise 1990’larda hem Balkan görevleriyle alan dışına çıktı hem de kolektif güvenlik aygıtı işlevi görmeye başladı. Bu görevler, Türkiye’nin 1980’lerden itibaren savunmaya yaptığı yatırımlarının meyvelerinin alındığı döneme denk geldi. Soğuk Savaş döneminde ülke sınırları dışında görev yapmaya veya sorumluluk üstelenmeye ne kabiliyeti ne de niyeti olmayan Türkiye, Soğuk Savaş sonrasında ortaya çıkan bu yeni görevlere hevesliydi.63 

Bu tür görevlerin ilki Nisan 1993’de eski Yugoslavya üzerinde ilan edilen uçuşa yasak bölgenin denetlenmesidir. Türkiye bu görev için 18 F-16 tahsis etmeyi önerdi. Türk uçaklarının bu görevi yapmasına NATO içerisinde Yunanistan bir süre itiraz etmişse de, istenen büyüklükte bir hava unsurunun başka türlü oluşturulamayacağı anlaşılınca itiraz aşılabilmiştir.64 Ayrıca 20 Aralık 1995’den itibaren bir Türk Tugayı Bosna-Hersek’e konuşlandırıldı.65 

Türkiye bu tür görevlere yeniden kurgulanan dünyada kendine biçtiği “güvenlik üreticisi” rolünü desteklemek adına talip olmuştur.66 Ancak 1990’lı yıllarda Türkiye’nin özellikle ikili dış politika konularında askeri güce sıkça başvurması, onu Avrupalı müttefiklerinin gözünde bir “güvenlik tüketicisi” haline getirmiş tir.67 

1995’de Ege’de Kardak nedeniyle Yunanistan ile savaşın eşiğine gelinmişti. 
Bunu takiben Kıbrıs Rum Kesimi’nin adaya S-300 füzesi konuşlandırma kararına karşı Türkiye çok sert tepki vermiş ve askeri müdahale tehdidinde bulunmuştur. 1991 Körfez Krizini izleyen dönemde Kuzey Irak, TSK’nın harekat sahası olmuştur. Nihayet 1998’de Suriye’ye verilen ültimatom ile Abdullah Öcalan’ın bu ülkeden çıkartılması, Ankara’nın askeri güç içeren dış politika uygulamalarının 
örnekleridir. Tüm bunlar kendisine ABD ve NATO’dan bir ölçüde bağımsız bir rol çizmeye çalışan AB’nin Türkiye’ye bakışını olumsuz etkilemiştir. 

Nisan 1999’da Kosova hava harekatı sürerken, Washington’da gerçekleştirilen NATO zirvesinde kabul edilen yeni stratejik konseptle alan dışı harekatlar ittifakın görevleri arasına resmen katılmış oldu.68 Türkiye 1999’daki Kosova hava harekatına biraz da gönülsüzce katılmıştır. Gönülsüzlüğün 
altında, egemen bir ülkenin topraklarına yönelik bir harekatın BM Güvenlik Konseyi kararı olmaksızın gerçekleştirilmesi yatmaktadır. 78 gün süren Kosova hava harekatının bir aşamasında Türkiye’deki hava üslerinin kullanılması gündeme gelmiştir. Bu amaçla Bandırma, Balıkesir ve Çorlu hava üsleri NATO’nun kullanımına tahsis edilmiştir. Ancak bu üslere gerek kalmadan Belgrad yönetimi geri adım atmıştır. Kosova harekatı, Türkiye’nin sahip olduğu askeri imkan ve yeteneklerle NATO harekatlarına katkı yapabilen bir üye kimliğini pekiştirmiştir. Ayrıca Balkanlar’da yürütülen hava harekatı için topraklarındaki üslerin düşünülmesi Türkiye’nin coğrafi konumunun önemini 
teyid etmiştir.69 Aslında tarihinin hiç bir döneminde Türkiye ittifaka bu kadar somut katkı yapabilecek durumda olmamıştır. Öte yandan Türkiye’nin katkı potansiyeli üç etmen tarafından sınırlanmıştır: Yunanistan ile yaşanan sorunlar, AB-Türkiye ilişkilerinde yaşanan tıkanıklık ve Türkiye’nin PKK’ya karşı yürüttüğü mücadele. 

Cüsseden Çevikliğe Dönüşüm Arayışı 

AB’nin Aralık 1999 Kopenhag zirvesinde Türkiye’nin aday ülke ilan edilmesi anılan üç kısıtı büyük ölçüde etkisizleştirebilecekti. Fakat 11 Eylül 2001 saldırıları neticesi hem uluslararası bağlam değişti hem de Türkiye-AB ilişkilerini çıkmaza sokan bir dizi gelişme yaşandı. Öte yandan 11 Eylül saldırıları sonrası, NATO’ya katkının cüsse ya da siklet değil konuşlandırılabilme (deployability) 
ve idame edilebilirlik (sustanability) üzerinden ölçüldüğü bir evreye girildi. NATO’nun dönüşüm iradesi Prag’daki zirvede teyid edildi. NATO’nun askeri kuvvetleri yeni güvenlik tehdit ve risklerine göre yeni baştan kurgulanacaktı. NATO’nun harekat coğrafyası, Afganistan’a dek uzanırken, üyelik dışında ortaklarla işbirliği yeni bir faaliyet türünü ortaya çıkardı. Askeri olduğu 
kadar siyasi ilişkileri de öne çıkartan bu tür ortaklıklar, Türkiye’ye yeni bir katkı imkanı da sağlamış oldu. 

Ayrıca NATO’nun Dönüşüm hedefine uyum çerçevesinde, TSK’nın da kısmi bir dönüşüm geçirdiği gözlemlendi. Bu evrede işlevsel ve maddi olarak Türkiye’nin katkı potansiyeli geçmişe göre bir hayli artmış olmakla birlikte, AB ile ilişkilerde yaşanan tıkanıklıklar ve kırılganlıklar, AGSP (Avrupa 2004, ss. 25-52. 
Güvenlik ve Savunma Politikası) gibi konular katkıyı kısıtlayıcı etmenlerdi. 

Bu evrede Transatlantik güvenliğe katkı bir üyenin “güvenlik üreticisi” mi yoksa “güvenlik tüketicisi” mi olduğuna bakılarak ölçülmeye çalışıyordu. 

Güvenlik tanımlarının değiştiği ve farkılaştığı bu dönemde Ankara kendisini bir 
güvenlik üreticisi olarak nitelerken, AB üyeleri hem uygulamaları hem de coğrafi konumu nedeniyle Türkiye’yi potansiyel “güvenlik tüketicisi” olarak görmekteydiler.70 Afganistan’a yönelik ABD harekatını izleyen dönemde NATO’nun bu ülkede istikrar görevine soyunması deniz aşırı harekatlar için konuşlandırılabilir asker ihtiyacını artırdı. Türkiye bir kez daha silah altında tuttuğu asker sayısı nedeniyle bu konuda en çok katkı beklenen ve talep edilen üye oldu. Bu dönem ileri süren gerekçelerin erken Soğuk Savaş dönemini çağrıştırması ilginçtir. “Ucuz asker”, bir kez daha Türkiye’nin NATO içerisindeki mukayeseli üstünlüğü sayılmıştır. Türk basınına yansıyan değerlendirmelere göre bir ABD askerinin yıllık maliyeti 81.235 ABD doları, Kanada askerininki 
62.903 ABD Doları, Portekiz askerininki 7.692 ABD Doları, Türk askerininki 3,148 ABD Doları ve Polonya askerininki ise 2.700 ABD Dolarıdır.71 
Türkiye’den bu tür katkı beklentilerinin doruğa çıktığı dönem, ülke tarihinin en ağır ekonomik krizinin yaşandığı günlere denk gelmiştir. Türk askerini yurtdışına gönderme konusunda bir siyasi irade oluştuysa da, parasızlık nedeniyle iradenin uygulamaya geçmesi zora girmiştir.72 Bu nedenle USA Today’de çıkan bir yazıda masrafları ABD tarafından karşılanmak kaydıyla, 25.000 kişilik bir Türk birliğinin, İngiliz komutasında Afganistan’a gönderilebileceği düşüncesi ortaya atılmıştır.73 Birkaç ay sonra Türkiye Afganistan’daki istikrar harekatına ilk askeri katkısını yapmıştı. Konuşlandırılan asker sayısı USA Today’ın öngördüğünün çok altındaydı. Ayrıca 1400 Türk askeri İngiliz komutasında değil, komutanın 
İngilizlerden devralındığı bir görev için bu ülkeye gönderilmişti. İstanbul Maslak’ta konuşlu 3. Kolordu Haziran 2002 ile Şubat 2003 tarihleri arasında Kabil Komutanlığı görevini yürütmüştür.74 Bu ilk konuşlanmanın maliyetinin başlangıçta ayda 50 milyon doları bulabileceği tahmin edilmişti.75 Kesin veriler kamuoyuyla paylaşılmadıysa da, bu görev için ABD’nin 228 milyon dolarlık askeri malzeme yardımı taahhüt ettiği ifade edilmiştir.76 Wikileaks’e sızan belgelere ise aylık maliyet 9 milyon dolar civarındadır.77 

3 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR


***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder