20 Ekim 2017 Cuma

Atlantik Paktı’ndan NATO’ya NATO Neden Genişledi, BÖLÜM 2


Atlantik Paktı’ndan NATO’ya NATO Neden Genişledi, BÖLÜM 2

Yeni Gerçekçiliğin açıklayamadığı NATO’nun genişlemesini, Yeni Liberal 
yaklaşımların açıklaması daha da zordur. Öyle ki, nisbi kazanımlara dayanan Yeni Gerçekçi bakış açısına nazaran mutlak kazanımların kayıplarla karşılıklı değerlendirilmesine dayanan Yeni Liberal açıfdan bakıldığında, üyelerine ucuz fiyata güvenlik sağlayan NATO kulübüne, uzun sınırları, zayıf orduları ve az gelişmiş ekonomileriyle katılacak olan Doğu Avrupa ülkeleri mevcut üyeler için ancak mutlak bir kayba karşılık gelebilir.32 İlk aşamada üç ülkeyi kapsayacak genişlemenin maliyeti 30 ile 125 milyar ABD doları arasında tahmin edilmişti ki bu ciddi miktar mevcut üyeler açısından genişlemenin somut maliyetinin ancak bir boyutunu ifade eder.33 

Dahası, Polonya ve Macaristan’ın katılımı ittifakın doğu sınırını büyük oranda uzatacak, dolayısıyla yeni üyeler ortak güvenlik kalkanından orantısız (ortalamanın oldukça üzerinde) bir seviyede istifade ederken, mevcut üyelerin güvenliğine büyük bir faydaları olmayacaktır.34 Burada Danimarka veya İngiltere gibi savunması görece kolay, müreffeh ve modern bir ordusu olup ittifaka finansal ve askeri destek veren mevcut üyelerin Macaristan ve Polonya gibi istikrarsız bölgelere komşu, yoksul ve askeri açıdan zayıf ülkelerin ittifaka katılmasından nasıl bir fayda sağlayabileceklerini düşünmek yeterlidir. Kısacası, Yeni Liberal yaklaşımlar da NATO’nun genişlemesini akılcı olmayan bir hata, mevcut üyeler için zararlı ve gereksiz bir risk ve maliyet olarak yorumlamaya elverişlidir. Bu muammayı açıklamaktaki başarısızlıkları, hem Yeni Gerçekçiliğin ve hem de Yeni Liberalizmin neşet ettiği akılcı arkaplana dair bir soruna işaret ediyor olabilir. 

Bu bağlamda, “Demokratik Barış” kuramının özellikle Demokrat Partili Amerikan 
siyasetçileri ve dışişleri bürokratları nezdinde etkili olduğu söylenebilir.35 Rusya ve NATO genişlemesi konusunda Bill Clinton’ın Oxford’dan oda arkadaşı ve başkanlığı döneminde sekiz yıl dışişleri bakan yardımcılığını yapmış olan Strobe Talbott, birinci genişlemenin gerçekleştiği 1990’larda ABD hükümetinde Rusya konusunda en bilgili uzmandı.36 Halen Brookings Institute’ün başkanlığını yürüten Talbott’un, dışişleri bakan yardımcılığı yaptığı dönemde demokrasinin yayılmasının gerçekten de Amerikan ulusal çıkarına olduğunu ısrarla savunan ve Demokratik Barış Kuramının varsayım ve beklentilerine inanan bir dış politika bürokratı olduğunu görüyoruz.37 Öte yandan Talbott’un Rusya’ya karşı dostane 
ve yardımsever tavrından dolayı bazıları tarafından açıkça Rus ajanlığıyla bile suçlanacak kadar Rusya yandaşı bir siyasetin taraftarı olduğu da bilinmektedir. Yazının başında “büyük muamma” olarak ifade ettiğimiz NATO’nun Rusya’yı dışlamak ve kızdırmak pahasına genişlemesinin açıklaması Talbott olamaz. Her ne kadar Demokratik Barış Kuramı’na çok yakın dursa da, Yeni Gerçekçiler gibi Talbott da ABD’nin önceliğinin Rusya olduğunu (Russia first) düşünen bir siyasetçi olarak bilinmektedir. 

NATO’nun Genişlemesine İnşacı Yaklaşımlar: 

Uluslararası Toplumsallaşma ve Meşruiyet Kaygısı Yeni Liberal ve Yeni Gerçekçi yaklaşımların bu büyük muammayı açıklamaktaki başarısızlığından istifade eden İnşacı yazarlar, NATO’nun genişlemesini açıklamakta görece daha başarılı olurken, bu ekolden hareketle yazılan eserler literatürde konuyla ilgili kuramsal boşluğu doldurmuş gözükmektedir. Örneğin Schimmelfennig, ABD, 
NATO ve aday ülke liderlerinin söylem analizine giriştiği çalışmasında, genişlemenin bir “uluslararası toplumsallaşma” olarak anlaşılabileceğini iddia eder.38 

Schimmelfennig’in kuramsal çerçevesinden anlaşıldığı şekliyle uluslararası ortak kimlik (collective identity)39 ve uluslararası toplumsallaşma40 fikirlerinin kaynakları inşacılığın önemli kuramcılarından biri olan Alexander Wendt’in çalışmalarında bulunabilir.41 “İnşacılık uluslararası organizasyonların kökenlerinin ve tabiatının olduğu kadar amaçlarının ve prosedürlerinin 
de, problem çözmeye yönelik faydacı taleplerden çok, uluslararası camianın meşruiyet ve uygunluk standartları tarafından belirlendiğini varsayar.”42 Schimmelfennig’in inşacı uluslararası ilişkiler yazınından damıttığı bu tanımda “uluslararası organizasyonlar” sözcüğünü “kurumlar” ile değiştirmek, bu tanımın sosyolojik kurumsalcılığın tüm kurumlar için ortaya koyduğu tanımın neredeyse aynısı olduğunu gösterir.43 

Eğer sosyolojik kurumsalcılığın ve inşacılığın iddia ettiği gibi uluslararası 
organizasyonlar da dâhil tüm kurumlar en başta meşruiyet ve uygunluk kıstaslarına göre amaçlarını, araçlarını ve süreçlerini belirliyorlarsa, NATO’nun genişlemesinin de ittifakın kendi meşruiyetini dayandırdığı söylem tarafından belirlenmesi beklenir. NATO liderlerinin ve üyeliğe başvuran aday ülke liderlerinin söylem analizinden yola çıkarak, aday ülkelerin liberal demokratik Batılı değerlere yaklaştıkları derecede üyeliklerinin olası ve hatta zaruri hale geldiğini savlayan Schimmelfennig, Çek Cumhuriyeti, Macaristan ve 
Polonya’nın kabul edilip, Romanya ve Slovakya’nın reddedilmesini, bu son ikisinin siyasi ve ekonomik olarak Batılı değerlerden hayli uzak olmasına bağlamaktadır. 

NATO ilk yeni üyeleri olarak Çek Cumhuriyeti, Macaristan, ve Polonya’yı seçti çünkü bu üç ülke diğer Orta-Doğu Avrupa ülkelerine göre Batılı değerleri ve normları içselleştirmekte daha ileriydi. Bunlar Batı Avrupa’ya sadece coğrafi olarak değil, ortak tarih ve siyasal kültür olarak da en yakın olanlardır.44 

Bu yaklaşım, AB’nin genişlemesinin Batı Hıristiyanlığının sınırlarında duracağını 
iddia eden Samuel Huntington’ın “medeniyetçi” yaklaşımına tehlikeli fakat kanımca yüzeysel bir benzerliği de barındırmaktadır.45 Mamafih, Schimmelfennig, Slovenya’nın diğer üç ülkeyle beraber ittifaka ilk genişlemede kabul edilmemesinin kuramı için ciddi bir karşıt örnek teşkil ettiğini teslim ediyor.46 Bu gibi karşıt örneklere inşacı yaklaşımın eleştirisi çerçevesinde değinilecektir. 

İnşacılığın önemli kuramcılarından Emanuel Adler,47 NATO’nun genişlemesi 
sorunsalıyla ilgilenmiş, bu genişlemeyi NATO’yu bir “pratik ve kendine hâkim olma” cemaati olarak kavramsallaştırarak açıklamaya çalışmıştır.48 Pratik cemaati fikrini geliştirirken Pierre Bourdieu’nün pratik kuramı49 ve pratik mantığından50 etkilenen Adler, tezinin diğer ayağı konusunda, “kendine hâkim olma”yı medenileşme sürecinin esas “genetik” materyali olarak gören Norbert Elias’a borçlu olduğunu belirtir.51 Bu anlamda bir güvenlik işbirliği pratiğinin Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Konferansı’nın temelini atan Helsinki süreciyle (1975) başladığını iddia eden Adler, Stockholm (1986–90) ve Viyana (1990–99) belgeleriyle ve Paris Şartı’yla (1990) bu güvenlik rejiminin pekiştiğini vurgular.52 İddiasının devamında, Wallander’in NATO genişlemesiyle ilgili çalışmalarına atıfla,53 1994’te başlatılan Barış için Ortaklık (Partnership for Peace—BiO) programının, bu norm ve değerlerin yerleşmesinde ve üye 
olmayan ortakların NATO’nun güvenlik işbirliği pratiği yoluyla şekillendirilme sinde kilit rol oynadığını belirtir.54 İnşacı yaklaşımların eleştirisine geçmeden önce, NATO’nun genişlemesinin oyun kuramı açısından eski ve yeni üyeler arasında bir güven inşası olarak da analiz edildiğini ve bu perspektife göre ittifaka giriş kıstaslarının sıkılaştırılmasının hem üyeler arası güven tesisini arttıracağının, hem de Rusya’nın güven kaybını azaltacağının iddia edildiği belirtilebilir.55 

İnşacı, Yeni Gerçekçi ve Yeni Liberal Yaklaşımların Eleştirisi: 

Genişleme Dalgaları Arasındaki Tutarsızlıklar ve NATO Üyelerinin Çatışan Tercihleri Yeni Gerçekçi ve Yeni Liberal yaklaşımların NATO’nun genişlemesini açıklayamayıp, bunu bir hata olarak gördüklerini belirtmiştik. Kendi varsayımları içinde bu hatanın sebeplerini açıklayamamakla beraber, Yeni Gerçekçiler bu hata veya sapmanın sebebi hakkında değişik fikirler öne sürmüşlerdir. Gaddis, James Goldgeier’ın eserine atıfla,56 Başkan Bill Clinton’ın Washington’daki Soykırım Müzesi’nin açılışında Çek Cumhuriyeti ve Polonya liderleri Vaclav Havel ve Lech Walesa’yla yaptığı sohbet sırasında onların NATO’ya girme konusundaki yoğun istek ve hevesinden etkilendiğini vurguluyor. NATO genişlemesinin bu noktadan sonra Clinton için bir sabit fikir olduğunu, fakat Clinton’ın Ulusal Güvenlik Danışmanı Anthony Lake ve Avrupa İşlerinden Sorumlu Bakan Yardımcısı Richard Holbrooke’un da konuyu sürekli gündemde tutarak ve hatta NATO’nun genişlemesinin resmi devlet politikası olduğunda (öyle olmadığı halde) ısrar ederek bu sonuca sebep olduklarını iddia ediyor.57 

Mearsheimer, NATO’nun dağılacağını öngördüğü makalesinde aynı zamanda, “NATO’nun üst kademelerinde ittifakı Soğuk Savaş sonrasında da devam ettirmek konusunda ciddi bir destek olduğunu” gözlemledikten sonra, NATO’nun devamının olası tek meşruiyet kaynağının Almanya’yı kontrol altında 
tutmak olabileceğini savlıyor.58 Oysa gerek Gaddy ve Goldgeier’ın, gerekse Mearsheimer’ın NATO’nun genişlemesinin sebepleri üzerine ortaya koydukları bu tahminler, bu yazarların aksi takdirde sistematik yaklaşımlarıyla tezat oluşturacak derecede rastlantısal ve birey odaklı gözükmektedir. Şüphesiz NATO’nun 20 yıl boyunca genişlemesi gibi makrosiyasal bir süreci açıklayan yegâne ya da başlıca faktör, Clinton, Lake ve Holbrooke’un şahsi temayülleri olamaz. Fakat burada Yeni Gerçekçileri eleştirirken insaflı olmak gerekir çünkü aslında bu yazarlar Yeni Gerçekçi yaklaşımın NATO’nun genişlemesini 
açıklayamadığını teslim etmişler ve yukarıda sayılan kişisel ve diğer faktörleri de kuramsal düzlemde beklenmeyen, normatif olarak da olmaması gereken bir sonucu açıklamak için ortaya atmışlardır. Clinton ya da Holbrooke’un şahsi kanaatlerinin Yeni Gerçekçi kuramda merkezi bir yeri veya rolü yoktur. 

Oysa inşacı yazarlar NATO’nun genişlemesini başarılı bir şekilde açıkladıkları 
kanısındadırlar. Dolayısıyla inşacı tezlerdeki tutarsızlıklar veya karşıt delil olarak 
kullanılabilecek vakalar doğrudan bu yaklaşımın temel kuramsal iddialarını vebal altında bırakacağından, etraflıca ele alınmaları gerekir. Acaba inşacı yazarlar NATO’nun genişlemesini açıklamakta iddia ettikleri kadar başarılı mıdır? Gerek kuramsal gerekse empirik düzlemde o kadar da başarılı olmadıklarına ilişkin birtakım emareler mevcuttur. Birincisi, yukarıda değinilen inşacı yazın çoğunlukla Çek Cumhuriyeti, Macaristan ve Polonya’yı içeren ve 1999 yılında tamamlanan Soğuk Savaş sonrasının ilk NATO genişlemesi (ittifak tarihindeki dördüncü genişleme) üzerinedir. Oysa NATO daha sonra iki defa (2004 ve 2009 tarihlerinde) daha genişlemiştir. Bu genişlemelerde NATO üyeliğine kabul edilen ülkeler59 inşacı yazarların kurguladığı sebep-sonuç ilişkileriyle ve beklentileriyle tezat oluşturmaktadır. Beşinci ve altıncı genişlemeden örneklerle bu sorunu somutlaştıralım. Schimmelfennig, Çek Cumhuriyeti, Macaristan ve Polonya’nın 
1999’da üyeliğe kabul edilip Romanya ve Slovakya’nın reddedilmesini kendi kuramının beklentileriyle uyum içinde, inşacı paradigmayı doğrulayan deliller olarak kabul ederken “bunlar (Çek Cumhuriyeti, Macaristan ve Polonya) Batı Avrupa’ya sadece coğrafi olarak değil, ortak tarih ve siyasal kültür olarak da en yakın olanlardır,”60 diyordu. Bu durumda Romanya, Slovakya ve beş ülkenin daha, sadece beş yıl sonra NATO’ya kabul edilmesini Schimmelfennig’in inşacı yaklaşımıyla açıklamak mümkün müdür? Beş yıl gibi kısa bir sürede Romanya, Slovakya ve Bulgaristan gibi ülker Batı Avrupa’ya “ortak tarih ve siyasal 
kültür olarak” yakınlık konusundaki açıklarını kapatmış, 1999 yılında Polonya, Macaristan ve Çek Cumhuriyeti kadar Batılı değerleri benimsemişler midir? Bunlardan beş yıl sonra NATO’ya kabul edilen Arnavutluk, on yıllık süreçte (1999–2009) Batı Avrupa siyasal kültürüne Çek Cumhuriyeti kadar eklemlenmiş, uluslararası sosyalleşmesini aynı seviyeye getirmiş mi kabul edilmelidir? Bu sorulara olumlu yanıt vermek hayli güçtür. Bu da Schimmelfennig’in temeline uluslararası toplumsallaşmayı yerleştirdiği inşacı yaklaşımının NATO’nun genişlemesini açıklamakta iddia ettiği kadar başarılı olamadığına işaret etmektedir. Kısacası inşacılık, 1999’daki dördüncü genişlemenin ötesine geçildiğinde ikna ediciliğini büyük ölçüde kaybetmektedir. 

İkincisi, NATO üyesi ülkelerin genel olarak genişleme konusunda ve özel olarak 
hangi ülkelerin ve ne zaman üyeliğe kabul edilecekleri konusunda, hemfikir olmayışıdır ki, bu da türdeş bir güvenlik camiası ve güvenlik işbirliği pratiği varsayan inşacı yazarlar için bir sorun teşkil etmektedir. Bu sorunu ise inşacıların en çok üzerine eğildikleri dördüncü genişlemeden örneklerle somutlaştıralım. İnşacılar, Romanya, Slovakya ve Slovenya’nın dördüncü genişleme dışında bırakılmasına kuramsal önem atfetmişler, bunun var olan güvenlik camiası ve işbirliği pratiğine dair çıkarımlarından bahsetmişlerdir. Oysa 1999’daki genişleme dışında bırakılan bu ülkelerin üyeliğe kabul edilmesi için Fransa başta 
olmak üzere bazı NATO üyeleri lobi yapmış, fakat bu çabaları ABD’nin karşıt görüşünde ısrarı sonucu başarısız olmuştur. Öyleyse, NATO camiasının ortak değerlerini ve güvenlik işbirliği pratiğini yansıtan görüş, Fransa, Türkiye ve diğer bazı üyelerin, Romanya’nın ittifaka dâhil olması yönündeki görüşleri midir yoksa ABD’nin, sonunda resmi görüş haline gelen, karşıt görüşü mü? Bu makalede incelediğimiz inşacılar, NATO’nun resmi kararı olmasından hareketle ikinci görüşe meyletmişlerse de ittifak içindeki bu gibi ihtilaflar, yekpare bir güvenlik camiasından da, güvenlik işbirliği pratiğinden de söz etmenin güçlüğünü ortaya koymaktadır. 

Üçüncüsü, başta ABD olmak üzere NATO üyelerinin zaman içinde tercihlerin de gerçekleşen gözle görülür farklılık ve tezatlar da inşacı yaklaşımla yeterince  açıklanamamaktadır. Bu açıdan, süreçte belirleyici rol oynamış çarpıcı iki somut örnek, ABD ve Fransa’nın NATO’nun genişlemesine ilişkin tutumlarıdır. 1990’lı yıllarda 

ABD genişlemeyi üç ülkeye sınırlandırmaya, mümkünse geciktirmeye ve hatta Rusya’yı sürece dahil etmeye çalışırken, Fransa ilk genişlemeye beş hatta altı ülkeyi dahil etmeyi öneriyordu. Oysa 2009 yılına gelindiğinde ABD’nin Ukrayna ve Gürcistan’ı NATO’nun genişleme hamlesine dâhil etmek için sarf ettiği fevkalede çabaya rağmen Fransa’nın azim ve kararlılıkla genişlemenin Arnavutluk ve Hırvatistan’la sınırlandırılmasını başardığını görüyoruz. Bu muazzam değişimi açıklamakta inşacı yaklaşım yetersiz kalmaktadır. Dördüncüsü, inşacı yaklaşım, güvenlik işbirliği pratiğinin çıkış noktası olarak 
konumlandırdığı Helsinki sürecini başlatan ve aktif rol oynayan Sovyetler Birliği’nin mirasçısı Rusya’nın neden NATO’nın dışında kaldığını ve hatta NATO genişlemesinin neden tekrar bir Rus-Amerikan gerginliği üzerinden kurgulandığını açıklamakta yetersiz kalmaktadır. 

NATO’nun genişlemesine ilişkin olarak, Yeni Gerçekçi ve Yeni Liberal 
yaklaşımların olduğu gibi inşacı yaklaşımların da açıklamakta yetersiz kaldığı bu dört boyutu çok daha iyi açıkladığını düşündüğüm, ABD ve Rusya’daki iç siyasal dinamiklerin çakışmasına dayanan tezimi, ana hatlarıyla bir sonraki bölümde özet halinde sunacağım. Bunu yaparken, 1993’ten 2009’a dek konuyla ilgili olarak New York Times başta olmak üzere yayınlanan haber ve yorum içerikli yüzlerce gazete makalesini, karşılaştırmalı siyasal tarihsel analizde61 çokça başvurulan “süreç izleme’”(process-tracing)62 yöntemini 
kullanarak, NATO genişlemesinin seyrine dair sebep-sonuç ilişkilerini ortaya çıkarma amacını güderek analiz edeceğim. 

ABD ve Rusya’da İç Siyasal Dinamiklerin Çakışması ve NATO Genişlemesi: Clinton-Yeltsin Döneminden Bush-Putin Dönemine Kutuplaşan İlişkilerin Anatomisi Mikhail Gorbaçov’un 1985 yılında Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin genel sekreteri seçilmesini müteakip, iç politikada kademeli olarak başlattığı ekonomik (perestroika) ve siyasi (glasnost) reformlarla63 eşzamanlı olarak dış politikada Brejnev doktrininden 64 vazgeçmesi, 1975’te imzalanan Helsinki Nihai Senedi’nin amacı olan yumuşama (détente) sürecinin esaslı bir şekilde başlamasına neden oldu. Gorbaçov reformlarıyla sosyalist sistemi sona erdirmek istememiş, daha ziyade Kruşçev döneminde başlayan fakat Brejnev döneminde akamete uğrayan Stalinizm’in tasfiyesini tamamlamayı arzulamıştır. 
Gorbaçov’un, reformlarının meşruiyeti için bir çeşit köktenci Leninizm’e dayanarak demokratik ve çoğulcu bir sosyalizme ulaşmayı hedeflediği konusunda akademik otoritelerin çoğunluğu hemfikirdir.65 Gorbaçov’un vizyonunda dış politikadaki tavizler iç politikada yapılması gereken reformlar için gerekli manevra alanı yaratmaktan başka, “Vancouver’dan Vladivostok’a uzanan dost ülkeler camiası yaratmayı” da hedefliyordu.66 “Vancouver’dan Vladivostok’a” söylemi liberal Sovyet ve Sovyet sonrası Rus entelijansiyası için önemliydi ve NATO genişlemesi konusunda daha sonra Rusya’nın 
takınacağı tutuma ilişkin ipuçlarını içeriyordu. Bu söylem, Helsinki ruhuylu uyumlu, kapitalist ve sosyalist demokrasilerin birarada yaşayabildiği, silahsızlanmanın ve ortak güvenliğin evrensel amaç ve değerler arasında görüldüğü bir gelecek tahayyülüne karşılık gelmektedir. Dolayısıyla, komünizm sonrası Rusya’nın liderleri de, Gorbaçov reformları sayesinde barışçıl bir şekilde sonlanan Soğuk Savaş’ın sonrasında, güvenlik ve işbirliği örgütlerinin, varlıklarını devam ettirseler dahi, Rusya dâhil olmak üzere tüm sosyalist coğrafyayı kapsayacağı beklentisindeydiler. Bilhassa Yeltsin’in birinci başkanlık döneminde 
(1991–1996) öne çıkan ve dışişleri bakanı Andrey Kozirev’le özdeşleşen Batıcı/liberal ekolün siyasi yönelimi, Rusya’nın tüm Atlantik ve Batı/Avrupa örgütleriyle uyum sağlayavcağı varsayımına dayanıyordu. Bu ekol kısa sürede hem Rusya’daki iç siyasal hem de NATO/Batı cephesindeki dış siyasal tepkilerin sonucu olarak hayal kırıklığına uğradı ve Rus dış politikası yeni bir kimlik krizine girdi. Bu kriz ise Yeltsin’in ikinci döneminde (1996–2000) öne çıkartmak zorunda kaldığı ve istihabarat şefliği, dışişleri bakanlığı (1996– 1998), ve başbakanlık (1998–1999) görevlerini verdiği Yevgeni Primakov’la özdeşleşen çok taraflı yaklaşım (multilateralism) ve Avrasyacı yönelimle çözüldü. Rusya bir daha 1990’ların başındaki liberal/Batıcı siyasete geri dönmedi. NATO’nun genişlemesinde Rusya’nın dışlanarak diğer pekçok eski sosyalist cumhuriyetin ittifaka dâhil edilmesi, Rusya içindeki milliyetçi, komünist ve Batı-karşıtı bloğun beklentileriyle örtüşür mahiyette olduğu için onların elini güçlendirirken liberallerin pozisyonunu zayıflattı. Kısaca, erken Yeltsin döneminde Atlantik İttifakı ve Batı’yla bütünleşmek konusunda gözlenen iyimserlik ve heves, kademeli olarak azaldı ve Rusya 21.yüzyıla giderek NATO-karşıtı bir pozisyona 
sürüklenerek girdi ki 2008 Rusya-Gürcistan savaşıyla bu karşıtlık zirveye çıktı. Fakat Rusya, gerek 2003 Irak Savaşı sürecinde, gerekse Ukrayna ve Gürcistan’ın NATO üyeliği konularında, NATO’yu bölerek kıta Avrupa’sının büyük güçleri Fransa ve Almanya’yı ABD’ye muhalif olarak kendi safına çekebilmiştir. 
ABD’deki iç siyasal gelişmeler de 1990’ların başında Rusya’yla ittifaka varabilecek bir iyimserlikten tedrici bir şekilde uzaklaşılıp, yıldan yıla artan kutuplaşma sonucu 2008’de neredeyse Gürcistan üzerinden silahlı çatışmaya varabilecek bir gerginliğin altyapısını oluşturur mahiyettedir. ABD tarihinde en liberal başkanlardan biri sayılabilecek Clinton’ın, bilhassa birinci döneminde (1992–1996, ki bu dönem neredeyse birebir Yeltsin’in birinci dönemiyle örtüşmektedir), Rusya’yla işbirliği arayışları, Rus Duma’sındaki komünist 
ve aşırı milliyetçilere benzer bir şekilde Rus-Amerikan işbirliğine son derece kuşkuyla yaklaşan ve NATO’nun Rusya’yı dışlamak pahasına genişlemesini savunan Cumhuriyetçi Parti’nin gitgide güçlenerek 1994’te Kongre’yi, 2000 yılında da Başkanlığı kazanmasıyla beraber yerini giderek kutuplaşma, gerginlik ve hatta örtülü çatışmaya bırakmıştır. 

Bu makalenin temel savı, NATO’nun Soğuk Savaş sonrası genişlemesinin en 
önemli sebeplerinden birinin, maalesef şimdiye dek üzerinde fazla durulmamış olan, ABD ve Rusya’nın iç siyasal dinamiklerinin çakışması ve çatışması olduğudur. Amerikan ve Rus iç siyasal gelişmeleri, örneğin, NATO’nun neden büyük mücadeleler ve müzakereler sonucu 1999’da sadece üç ülkeyi kabul edebildiği halde, 2004’de yedi ülkeyi birden ittifaka dâhil edebildiğini Yeni Gerçekçi, Yeni Liberal ve inşacı yaklaşımlardan daha iyi açıklayabilir. Yine bu minvalde, 1999 genişlemesinde Fransa NATO’nun daha fazla ülkeyi üyeliğe kabul etmesinde ısrar eder ve ABD tarafından engellenirken, sadece on yıl sonra, 
ABD’nin NATO’nun daha fazla ülkeyi kabul etmesinde ısrar ederken Fransa ve Almanya tarafından engellenmesi gibi ironik ve paradoksal bir tersyüz oluşu, ABD ve Rusya’nın iç siyasal gelişmeleri, Yeni Gerçekçi, Yeni Liberal ve inşacı yaklaşımlara göre çok daha iyi açıklamaktadır. Bir sonraki bölüm, 1993’den itibaren NATO’nun genişlemesi sürecindeki bu dönüm noktalarını, dönemin haber ve yorum makaleleri aracılığıyla izleyerek, Amerikan-Rus iç siyasal dinamiklerinin önemini göstermeye çalışacaktır. 


ABD ve Rusya İç Siyaseti ve NATO’nun Dördüncü Genişlemesi, 1993–1999: Clinton Kongre’ye, Yeltsin Duma’ya Karşı Boris Yeltsin’in, Rusya’nın lideri olarak Polonya’ya yaptığı ilk ziyarette, bu ülkenin NATO’ya katılma iştiyakının ne kadar derin olduğuna bizzat şahit olduğu ve Polonya’nın efsanevi lideri Leh Walesa’yla beraber yayınladıkları bildiride Yeltsin’in Polonya’nın NATO üyeliği isteğini “anlayışla” karşıladığı haberi uluslararası medyada büyük yankı buldu.67 Aynı ziyaret sırasında Rus Dışişleri Bakanı Andrey Kozirev de Polonya’nın NATO’ya katılımının Rus milliyetçilerini kızdıracağından endişe duymalarına rağmen, 
katılıp katılmamanın Polonya ve NATO’ya kaldığını, üstelik Rusya’nın kendisine karşı saldırgan olmayan bir NATO’ya itirazı olmayacağını bildirerek Yeltsin’in mesajını pekiştirdi.68 NATO üyeliği için Rusya’dan üstü kapalı bir izin alan Polonya’ya en koşulsuz desteği ise ABD’de muhalefette olan Cumhuriyetçi parti veriyordu. Cumhuriyetçilerin Dış İlişkiler Komitesi üyesi, senatör Richard Lugar, “Polonya için hemen ortak üyeliğe taraftarım” derken, “Polonyalılar ekonomik ve askeri anlamda yönlerinin Batı olduğuna inanıyorlar ve şimdi de bunu (NATO üyeliğini) yapmanın mantıklı ve iyi bir zamanı,” diye ekliyordu.69 Lugar, Polonyalı ve diğer Doğu Avrupalı seçmenlerin yoğun olarak yaşadığı Indiana eyaletini temsil ediyordu. 

3 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR



***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder