19 Ekim 2017 Perşembe

Türkiye’de NATO Karşıtlığının Tarihsel ve Siyasal Kökenleri BÖLÜM 1




Türkiye’de NATO Karşıtlığının Tarihsel ve Siyasal Kökenleri, BÖLÜM 1 


Afganistan’da NATO şemsiyesi altında görev yaparken Türk askerlerinin şehit düşmesi NATO üyeliğini yeniden gündeme getirdi. 

Doç. Dr. Barış DOSTER 
Siyaset Bilimci – Yazar 
dosterb@hotmail.com 



    Türkiye’nin NATO üyeliği hakkındaki tartışmalar II. Dünya Savaşı yıllarına ve sonrasında Soğuk Savaş’ın ilkyıllarında başlar; savunanlar için üyelik bir tercih değil, zorunluluk olarak görülürken, karşı çıkanlarca iç siyasetle yakın ilintili bir tercih olduğu söylenir. 

Giriş 

Türkiye’de ister iç siyaset, isterse dış siyaset üzerine konuşulsun, NATO üyeliği kaçınılmaz olarak gündeme gelir. ABD ile olan ilişkiler söz konusu olunca, NATO gündeme gelir. NATO’nun Soğuk Savaş sonrasında “düşmansız” kalıp, varlığını, meşruiyetini koruması için “yeni bir düşmana” gereksinim duyması söz konusu olunca, NATO üyeliği gündeme gelir. En son Afganistan’da olduğu gibi, Türk askerlerinin NATO şemsiyesi altında görev yaparken şehit düşmesi söz konusu olunca, NATO üyeliği gündeme gelir. 

Türkiye’nin NATO üyeliği hakkında, bu üyeliği savunanlar ve karşı çıkanlar arasında keskin tartışmalar yapılır. Savunanlar, işi İkinci Dünya Savaşı yıllarına ve sonrasında Soğuk Savaş’ın başlangıcına kadar götürür, üyeliğin bir tercih 
değil, zorunluluk olduğunu belirtirler. Sovyet tehdidine ve özellikle Türkiye’ye yönelik Sovyet taleplerine vurgu yaparlar. Karşı çıkanlar ise bu üyeliğin, iç siyasetle yakın ilintili bir tercih olduğunu, antikomünizm ve Sovyet düşmanlığından doğduğunu vurgularlar. Özellikle de Johnson Mektubu’nu, ABD ile yaşanan muhtelif krizleri, Kıbrıs Barış Harekâtı sonrasında Türkiye’ye uygulanan silah ambargosunu, NATO’daki müttefiklerin terör örgütü PKK’ya verdiği desteği anımsatırlar. 

Bu satırların yazarının Türk siyaseti üzerine yaptığı inceleme ve araştırmalar, siyasi aktörlerle yaptığı görüşmeler sonrasında vardığı sonuç, NATO karşıtlığında en belirgin tutumu sosyalist solun aldığı yönündedir. Soğuk Savaş’ın bitmesine, SSCB’nin dağılmasına, Varşova Paktı’nın tarihe karışmasına, Berlin Duvarı’nın yıkılmasına koşut olarak sosyalistler arasında moral çöküntüsü, 
hatta farklı arayışlar gündeme gelmişse de NATO karşıtlığı hiç eksilmemiştir. Aralarında milliyetçi, muhafazakâr, İslamcı çizgideki kimi politik aktörlerin de bulunduğu farklı kesimlerin NATO’ya karşı çıkmayıp eleştirdikleri, bu eleştirileri de NATO’nun selameti için yaptıkları dikkat çekmiştir. Zaten sürekli ve düzenli olmayan, kararlı ve tutarlı olmaktan uzak olan bu eleştiriler, ya popülizmden ya da reel politikten kaynaklanmıştır. Dış politikaya yönelik amacı da Doğu’nun, Arap dünyasının tepkilerini, sitemlerini, serzenişlerini seslendirmek,  ABD ve Batı dünyasına aktarmak olmuştur. 

NATO Karşıtlığı ve Sosyalistler 

Türk siyasetinde tarihsel ve siyasal olarak NATO karşıtlığının öncüsü, özellikle ve öncelikle sosyalist sol olmuştur. Bu konuda en açık, net, berrak tavrı bu kesim almıştır. Ne merkez sağda, ne milliyetçi sağda, ne muhafazakâr- İslamcı sağda, 
ne de merkez solda bir NATO karşıtlığı yoktur. Tersine NATO’yu ve Türkiye’nin NATO üyeliğini savunan bir bakış açısı vardır. Başından beri Türkiye’nin NATO üyeliğine karşı çıkan sosyalist sol, bu tutumunu sadece ideolojik ve siyasal  düzlemde  değil, toplumsal ve kültürel düzlemde de temellendirmiştir. İç siyasetteki tartışmalarda, sağın hemen hemen tüm tonlarından gelen 
ve sosyalistleri “ SSCB yanlısı ” olmakla suçlayan iddialara, sataşmalara, yaftalamalarla karşı, sosyalist sol da muhaliflerini “ NATO ve ABD yandaşı, 
emperyalizmin işbirlikçisi ” olmakla itham etmiştir. Dahası, tüm siyasal çalışmalarında NATO, ABD ve emperyalizm karşıtlığını ısrarla vurgulamıştır. 

Sosyalist sola göre; NATO üyeliğiyle iyice pekişen ABD bağımlılığı, ülkenin demokratikleşmesini de engellemiştir. Baskıcı ve gerici anlayışlara zemin ve güç kazandırmış, çeteleşmenin önünü açmış, bağımsızlık başta olmak üzere Cumhuriyet Devrimi kazanımlarının büyük ölçüde tasfiyesiyle sonuçlanmıştır. Dış politikada da Cumhuriyet’in ilanından beri özenle korunmaya çalışılan tarafsızlık ve bağlantısızlık ilkelerinden kopuşun önünü açmıştır. İdeolojik düzlemde ise 
Türkiye’nin mazlum milletlerin, üçüncü dünyanın lider ülkelerinden biri olmayı reddetmesiyle, pek çok geri kalmış ülkeyi karşısına almasıyla neticelenmiştir. 

Türkiye’nin Sovyetlerle ilişkileri bozulmuştur. Üçüncü dünya ve Ortadoğu siyaseti değişmiştir. Arap ülkeleriyle ilişkileri gerginleşmiştir. 

Ama Batı Avrupa kurumlarıyla hızla bütünleşme yoluna giren Türkiye’de demokratikleşme hızlanmamış, demokrasi tüm kurum ve kurallarıyla iç selleşmemiş tir. Siyasi kültür “ Sovyet tehdidi ” algısına göre şekillenmiştir. Türkiye, kaynaklarını, enerjisini, birikimini, zamanını, ABD başta olmak üzere NATO’nun gereksinimleri için seferber etmiştir. Kendi önceliklerini değil, 
NATO’nun ve ABD’nin önceliklerini gözetmiştir. İdeolojik ve siyasal karşıtlığın yanında sosyalist sol, tarihsel düzlemde de NATO üyeliğini, Türkiye’nin ulusal bağımsızlığından, milli egemenliğinden, kuruluş felsefesinden vazgeçmesi 
olarak yorumlamıştır. Dünyanın ilk anti emperyalist savaşının önderi Mustafa Kemal Atatürk’ün, tam bağımsızlık ve “ Yurtta sulh, cihanda sulh ”  ilkelerinden kopuş olarak değerlendirmiştir. 

< İdeolojik ve siyasal karşıtlığın yanında sosyalist sol, tarihsel düzlem de de NATO üyeliğini, Türkiye’nin ulusal bağımsızlığından, milli egemenliğinden, kuruluş felsefesinden vazgeçmesi olarak yorumlamış tır. >

Türkiye’nin NATO’ya üye oluşu Birleşmiş Milletler’in Çağrısıyla katıldığı Kore Savaşı’ndan sonra gerçekleşmiştir.


NATO’nun güvenlik şemsiyesinden yararlanmak için yapılan fedakârlığa rağmen, Türkiye’yi bölmeye dönük tehdidin ABD başta olmak üzere NATO kaynaklı olduğunu savunmuştur. Ege Denizi’nde ve Kıbrıs’ta Yunanistan’la yaşanan 
sorunlarda, patrikhanenin ekümenik olma çabalarında, Güneydoğu’daki düşük yoğunluklu çatışmada, sözde soykırım iddialarının arkasında, Irak’ın kuzeyinden Türkiye’ye yönelen terör tehdidinde Türkiye’nin asıl muhatabının ABD ve  NATO’ daki müttefikleri olduğunu vurgulamıştır. Sosyalist sol açısından NATO; ABD’nin çıkarları için kurulmuş bir Soğuk Savaş yapılanmasıdır. 

ABD tarafından yönetilen tamamen emperyalist amaçlı bir örgüttür. 1949’da kurulan pakta, 1950’de iki kez üyelik başvurusu yapan ancak reddedilen Türkiye’nin, 1951’de Yunanistan’la birlikte davet edilmesi, ABD’nin bölgemize yönelik politikalarının gereğidir. Sonuçta Ekim 1951’de NATO’ya üyelik anlaşması imzalanmış ve Şubat 1952’de TBMM onayından geçmiştir. NATO, SSCB’nin ve komünizmin yayılmasını önlemek amacıyla kurulmuştur ve kendisini “tamamen 
savunma amaçlı bir örgüt” olarak tanımlasa da gerçekte ABD öncülüğünde bir savaş ve işgal aygıtıdır. ABD başta olmak üzere Batılı ileri kapitalist ve emperyalist ülkelerin çıkarları için vardır. 1960’ların başında ABD Savunma Bakanı Robert Mc Namara’nın önerdiği ve 1967’de NATO’nun benimsediği “esnek mukabele” doktrinine göre; ABD’nin kendisi açısından hayati olmayan bir çıkar ya da tehlike söz konusu olmadıkça, düşman tehdidine karşı müdahalede bulunmayacak  olması, NATO’nun gerçek niyetini göstermektedir. 

NATO karşıtları, ittifakın tarihindeki ilk alan dışı operasyonu 1993 yılında Birleşmiş Miletler’in çağrısı üzerine Bosna- Hersek’te yapmasını, Sırp güçlerine uygulanan uçuş yasağını desteklemek için görev almasını, ABD’nin emperyalist  hesaplarıyla açıklarlar. Bu operasyondan sonra NATO’nun Kosova ve Afganistan’da da yine ABD’nin isteğiyle alan dışı operasyonlar yaptığını 
vurgularlar. NATO’nun, ABD’nin emperyalist amaçlarının bir aracı olduğunu görmek için, ittifakın genişlemek istediği coğrafyaya bakmak yeterlidir. Örneğin, Bulgaristan ve Romanya’nın NATO üyesi olmalarından sonra, ABD’nin Gürcistan 
ve Ukrayna’yı NATO üyesi yapmak istemesi bunun kanıtıdır. Çünkü Türkiye de bir NATO üyesidir ve bu sayede Karadeniz NATO üyelerinin denetimine geçecektir. ABD de istediği gibi bu denizde gemilerini dolaştırıp, üs elde 
edebilecektir. 

NATO, SSCB Düşmanlığı ve Antikomünizm 

Henüz NATO kurulmadan önce ABD, 1947 yılında dönemin ABD Başkanı Harry Truman tarafından ilan edilen Truman Doktrini çerçevesinde, SSCB ve komünizm tehdidine karşı yeni bir politika izleyeceğini ilan etmiştir. ABD’nin bu yeni dış politikasının temelinde SSCB, “öncelikli tehdit” olarak saptanmış ve komünizm tehdidi altındaki ülkelere siyasi desteğin yanında mali ve askeri yardımlar yapılacağı da açıklanmıştır. 

ABD Türkiye’ye mali ve askeri yardıma başlayınca, Türkiye içinde konuşlanıp, üs sahibi olmaya da başlamıştır. Zamanla Türkiye ABD tarafından adeta kuşatılmış tır.  NATO içinde de Türkiye’nin üyeliği konusunda bir danışıklı dövüş, “iyi polis - 
kötü polis” oyunu oynanmıştır. NATO’nun Avrupalı üyeleri Türkiye’nin üyeliğine karşı çıkarken, ABD de Avrupalı üyeleri, güya Türkiye’nin üyeliği konusunda ikna etmeye çabalamıştır. Avrupalı NATO üyeleri, “topyekûn mukabele doktrini” 
kapsamında, NATO üyesi bir ülkeye yapılacak saldırı, diğer ülkelere de yapılmış sayılacağından ve toptan karşılık göreceğinden, üstelik de SSCB’yle komşu olan bir Türkiye için Sovyetlere karşı çatışma ihtimalinden kaçınmışlardır. 

NATO karşıtlarına göre Türkiye, hem NATO’ya yaptığı üyelik çabalarının kabul görmemesinin hem de NATO ekseninde Akdeniz’de bir savunma örgütü kurmaya kimsenin yanaşmamasının verdiği panikle ABD’ye daha çok bağlanmıştır. 
Bu ülke ile yapılan ikili anlaşmalarla boyunduruk altına girmiştir. ABD’den bir türlü beklediği, hak ettiğine inandığı desteği alamayan Türkiye’nin NATO’ya üye oluşu da Birleşmiş Milletler’in çağrısıyla katıldığı Kore Savaşı’ndan sonra gerçekleşmiştir. 

Türkiye, 1950’de başlayan Kore Savaşı’na, TBMM onayı bile olmadan, kısa süre 
sonra asker gönderme kararı almıştır. Bu konuda ABD’nin stratejik müttefiki İngiltere’den bile önce davranmıştır. “Menderes Hükümeti’nin bu tarihi kararının üzerinden çok geçmeden İngiltere, Avustralya ve Yeni Zelanda Kore’ye asker 
göndermişlerdir”.1 Türkiye diğer ülkelerin başvuru yoluyla üye oldukları NATO’ya üye olabilmek için, Ekim 1950’de General Tahsin Yazıcı komutasında 5 bin 90 kişilik bir tugay göndermiş ve 741 şehit vermiştir. Toplam kayıpları itibariyle 
Türkiye, Kore’de ABD’den sonra en çok kayıp veren ülkedir.2 

O dönemde Türk kamuoyunda Kore Savaşı, ABD dostluğu ve NATO üyeliği yönünde öyle bir hava yaratılmıştır ki Diyanet İşleri Başkanlığı bile durumdan 
vazife çıkararak bu işe karışmıştır. Dönemin Diyanet İşleri Başkanı Ahmet Hamdi Akseki, 25 Ağustos 1950 tarihinde düzenlediği basın toplantısında Demokrat Parti Hükümeti’nin Kore’ye asker gönderme kararını desteklediğini açıklamıştır. Sonra da Diyanet İşleri Başkanlığı “Kore Savaşı’na katılmanın cihad olduğu, bu 
savaşta ölenlerin şehit olacakları” şeklinde açıklama yapmıştır.3 Hükümetin Kore’ye asker yollama kararına karşı çıkan ve öncülüğünü Behice Boran’ın yaptığı Barışseverler Derneği mahkeme tarafından kapatılmış, yöneticileri 10 ila 15 ay arasında değişen cezalara çarptırılmışlardır.4 Bu süreçte Türk halkı komünizm karşıtı propaganda ile oyalanmış, “Türk askerinin Kore’de insanlık 
değerleri, demokrasi ve özgürlük” adına savaştığı vurgulanmıştır. Yine o günlerde hükümet yanlısı basında, Türk askerinin Kore’ye gittiği günlerde, 
ABD birliklerinin 38. paraleli geçtiği, savaşın fiilen bittiği, Türk askerine fazla iş düşmeyeceği yönünde haberler yapılmıştır. İktidardaki Demokrat Partililerin deyimiyle Türkiye’nin Kore Savaşı’ndaki “sadık müttefik, diğer müttefiklerden 
daha müttefik” tutumu sonucunda NATO üyeliğinin kapısı aralanmıştır. Demokrat Parti’li bakanlardan Samet Ağaoğlu’nun “Kore’de bir avuç kan verdik ama büyük devletler arasına katıldık” şeklindeki sözleri, iktidarın ruh halini 
yansıtması açısından önemlidir. 

Demokrat Parti, henüz muhalefette olduğu 14 Mayıs 1950 seçimleri öncesinde, Türkiye’nin NATO dışı bırakılmasını da tepkiyle karşılamıştır. Bu konuda hükümeti eleştirmiştir. DP, kendi ideolojik özü açısından da NATO dışında kalmayı, endişeyle karşılamıştır. Buna rağmen, Türkiye paktın dışında bırakılınca Türk Dışişleri Bakanı Washington’da verdiği bir demeçle yeni kuruluşta kendisine nasıl bir yer aradığını şu sözlerle belirtmiştir: 
“Türkiye Resmen Atlantik Paktı üyesi olmamakla beraber kendini Atlantik Paktı memleketlerinin siyasetine manen sıkı sıkıya bağlı addetmektedir ve ABD ile olan maddi ve manevi bağları Kuzey Atlantik Camiası’nın bir üyesi derecesinde 
sıkıdır”.5 

O dönemde Türkiye’nin, silahlı kuvvetlerinin tamamını NATO’nun emrine vermesi de çok eleştirilmiştir. NATO karşıtları, bu şekilde Türkiye’nin kendi ordusu hakkındaki tüm bilgileri NATO üzerinden üye ülkelerin öğrenmesinin yolunu  açtığını, kendi ordusunu NATO amaçları dışında kullanması söz konusu olduğunda, NATO ve ABD ile sıkıntı yaşayacağını öngöremeyerek büyük bir hata yaptığını belirtmişlerdir. Nitekim Kıbrıs’taki anlaşmazlık konusunda ABD ve NATO ile ihtilaf yaşayan Türkiye çareyi, 1975’te Ege Ordusu adında dördüncü bir ordu kurmakta ve bu orduyu NATO’nun emrine vermemekte bulmuştur. Bu nedenle Kıbrıs Barış Harekâtı, 1964 tarihli Johnson Mektubu’ndan sonra, Türk kamu  oyunda NATO’nun ve ABD ile ilişkilerin sorgulanmasına neden olan ikinci büyük olay olmuştur. 


 < 1975’de ambargoya misilleme olarak ABD üslerini kapatma kararı alınmış ancak İncirlik NATO Üssü sayıldığından kapatılmamıştı.>

Türkiye’nin, anlaşmalardan doğan haklı ve meşru müdahalesi sonrasında, “müdahale sırasında ABD silahlarını kullandığı gerekçesiyle”, 1975 yılı Şubat ayında ABD’nin silah ambargosuyla karşılaşması, Türk halkında büyük bir öfke 
yaratmıştır. NATO’da Avrupa Müttefik Yüksek Komutanlığı’na bağlı olan Türkiye, 25 Temmuz 1975 tarihinde ambargoya misilleme olarak topraklarındaki 
ABD üslerini kapatma kararı almıştır. Ancak en büyük üs olan İncirlik Üssü, NATO Üssü sayıldığından bu kararın dışında tutularak kapatılmamıştır. 1978 yılında silah ambargosu koşullu olarak kalkınca, ABD üsleri de yeniden  açılmıştır.  

NATO karşıtlarına göre Türkiye, ittifak üyesi olarak sadece askeri ve siyasi açıdan ABD yörüngesine girmekle kalmamış, ekonomik açıdan da bağımsızlığını hızla yitirmiştir. ABD, Marshall Yardımı ile iktisadi düzlemde Türkiye’yi hızla kuşatmıştır. Ülkenin gerçeklerine ve gereksinimlerine uygun bir sanayileşme politikası yönündeki iddiasını azaltmıştır. NATO üyeliği nedeniyle savunma 
sanayisinde hem üretimden kopup, hem tembelleşen Türkiye, silah konusunda ABD’ye tümüyle bağımlı hale gelmiştir. Türkiye’nin savunma sanayisi konusunda gerçeği görüp uyanmasını da Kıbrıs Barış Harekâtı sağlamıştır. Emperyalizmin 
Türkiye’yi ikili anlaşmalarla teslim aldığını vurgulayan “İkili Anlaşmaların İçyüzü” adlı çalışmasında Haydar Tunçkanat, konuya şu sözlerle dikkat çekmiştir: “Başlangıçta değişik adlar altında yapılan ikili anlaşmaların sayıları 
az olduğundan bağımsızlığımızı kısıtlamaları ve yabancıların içişlerimize karışmaları da o ölçüde az hissedilmiştir. Fakat zamanla anlaşmaların sayıları 
ve getirdikleri ağır şartlar arttıkça, bozulan iktisadi durumun da etkisiyle Türkiye, yardım perdesi arkasındaki yabancının dolarına, buğdayına, 
silahına, yedek parçasına, kredisine, teknik elemanına ve aklına muhtaç bir duruma gelerek, siyasi, iktisadi, adli, askeri ve kültürel bağımsızlığını 
bir hayli yitirmiştir”.6 

Mesele, Tunçkanat’ın yazdığı gibidir. Örneğin, 27 Mayıs 1960 askeri müdahalesi sonrasında idam edilen Demokrat Partili Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu’nun 1953 yılında, Türkiye’nin NATO nezdindeki daimi temsilcisi olarak görev yaptığı 
dönemde gazeteci Çetin Altan’a söyledikleri dikkat çekicidir: “Bir devlet sırrı vereceğim sana. 

Ne yaz ne de kimseye söyle. TSK’nın yüzde 95’ini NATO’ya bağladım. Bütçedeki büyük bir ağırlıktan kurtulduk böylece. Ne meclisin ne de İsmet Paşa’nın bundan haberi yok”.7 ABD kendi üslerini, “NATO üssü” adı altında Türkiye’de kurarken, 
Başbakan Demirel’in, kendisine sorulan bir soruya “Türkiye’de üs yok tesis vardır” şeklinde yanıt vermesi, üsleri meşrulaştırma çabasından başka bir şey değildir. Kıbrıs’taki Türk Mukavemet Teşkilatı (TMT) silah beklerken, TMT liderlerinden olan İsmail Tansu’ya8 dönemin Deniz Kuvvetleri Komutanı olan ve sonradan cumhurbaşkanlığına seçilen Fahri Korutürk’ün verdiği cevap, oldukça 
çarpıcıdır: “Donanmamızın tüm gemileri NATO emrindedir. En küçük gemilere varıncaya kadar hepsinin her an nerede olduğu NATO Başkomutanlığı’nca izlenmektedir. Herhangi bir gemimiz görev yeri dışına çıktığı takdirde hemen 
anlarlar ve araştırmaya kalkarlar. Bu da silah sevkiyatı faaliyetlerinin açığa çıkmasına neden olabilir. Bu sebeple silah sevkiyatı günlerinde bir gemi 
tahsis etmemiz mümkün olmayacaktır”.9 NATO ve ABD üzerine çok sayıda çalışması olan Prof. Dr. Türkkaya Ataöv’e göre; “NATO dar anlamda bir askeri bağlaşma değildir; kapitalist toplum düzenini sürdürmek ve savunmak amacını gütmektedir. Kapitalizmin, hammadde kaynakları, pazarları ve yatırım alanları gittikçe daralmakta olduğundan, bu alanları “yardımlar”, heyetler, “uzmanlar”, üsler ve ittifaklarla korumak istemesi kaçınılmazdır. Bu yüzden, gelişmemiş 
ülkelerin kalkınmasına ve ulusal kurtuluş savaşlarına karşı duran Amerika’nın öncülüğü ve tekelindeki NATO sorunu temelde ekonomik ve siyasal bir sorundur. Türk egemen sınıfları ve onların hükümetleri de, işte bundan ötürü, Sovyetler 
Birliği’nin muhtemel bir askeri saldırısını önlemek için değil, toplum içinde ayrıcalıklı durumlarını yitirmemek ve iktidarlarını sürdürmek için NATO’ya girmiştir. Amerika ile ikili anlaşmalar TBMM onayından geçmeden yürürlüğe 
konmuş olmasına, yurdumuzda NATO dışı askeri üsler bulunmasına ve NATO’nun kendi anayurt savunmamıza uygun bir ittifak olmamasına karşın, NATO’da kalmakta ısrar edenler vardır. Onların “Avrupa” ya da “Batı uygarlığı”na bağlanma biçiminde savundukları tutumlarıyla asıl kastettikleri Batı’nın kapitalist sömürme düzenidir. 

Türk egemen sınıfları kendi sınıfsal kaderlerini, dolayısıyla Türkiye’nin kaderini kapitalist dünyadan bir türlü koparmak istememekte, bir takım ayarlama formülleriyle NATO’nun varlığını ve ülkemizdeki denetimini sürdürmek istemektedirler. Amerikan tekel ve sömürü gerçeğini gizlemek için düşünülen “ayarlama formülleri” aslında, güvenliğimizi tehlikede tutmanın bir yoludur”.10 



***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder