NATO etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
NATO etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

5 Aralık 2020 Cumartesi

ABD Seçim Sonuçlarına., Rusya’dan Bakmak

ABD Seçim Sonuçlarına., Rusya’dan Bakmak


ABD Seçim Sonuçları, Rusyadan Bakmak,
Habibe Özdal
USAK - AVAM
Ekonomik ve Sosyal Araştırmalar Dergisi 
Yıl:6 Sayı:21 2013 / 1 




    ABD’de başkanlık seçimi kampanyaları yaklaşık olarak bir yıl sürdüğünden uluslararası aktörlerin uzun süredir takip ettiği seçimler, ABD Başkanı Obama’nın 
bir kez daha seçilmesi ile son buldu. Aslına bakarsanız seçilecek olan kişi ABD Başkanı olunca, konunun ülke sınırlarını aştığı, Ortadoğu’dan Rusya’ya ve 
hatta Asya-Pasifik’e ilişkin bir hal aldığı açık. Rusya’dan bakınca ise seçimlerden sonra tartışmaların odağında doğal olarak “Rusya-ABD” ilişkilerinin olduğu görülüyor. Her ne kadar “reset sonrası dönemde” ikili ilişkileri zor sınavlar beklese de, Moskova’da uzmanlar ilişkilerde önemli bir kırılma öngörmüyor.
     Seçime bir gün kala Rusya’da yayınlanan ve ABD seçimlerine giden süreçte ülkedeki seçim ortamına ilişkin değerlendirmeler sunan bir çalışmaya değinmek gerekiyor. Rusya Merkez Seçim Komitesi’nin görevlendirdiği bazı sivil toplum kuruluşlarının ABD’deki seçim ortamına ilişkin yaptığı çalışmada, ABD’de yapılan seçimlerin ne özgür ne de adil olmayacağı açıklandı. Seçim kampanyaları süresince Obama ve Romney dışındaki adayların medyada yeterince yer almaması ve oy verme hakkına sahip vatandaşların seçim listelerinde bulunmaması gibi nedenlere dayanan söz konusu açıklamaların bulunduğu Rapor[1], 

Kremlin tarafından Rus siyasal sisteminin işleyişine ilişkin ağır eleştirilerde bulunan Beyaz Saray’a bir “karşılık” olarak hazırlanmış gibi görünüyor. 

     Diğer taraftan söz konusu çalışmanın gerek Rusya’da gerekse de uluslararası alanda pek de yankı uyandırmadığı söylenebilir.
Obama’nın yeni Rusya politikası esasında sadece iki ülke arasındaki ilişkileri belirlemeyecek. Zira Rusya ile ilişkiler ABD’nin uluslararası alandaki temel tavrını ve Beyaz Saray’ın Avrasya coğrafyasına ilişkin tercihsel tutumunu belirlerken
Asya-Pasifik bölgesinde Obama’nın ilk döneminde başlatılan inisiyatiflerin devam edip etmeyeceğini ve Ortadoğu bölgesindeki dengeleri de yakından ilgilendiriyor.

    Obama göreve geldiğinde yakın dönem Rus-Amerikan ilişkileri belki de en düşük düzeyde idi. Bush-Putin döneminde oldukça gerilen  ve bu nedenle gerileyen ilişkiler, konjonktürel gelişmelerin zorlaması ve Obama’nın ABD’nin imajını düzeltme çabalarının da etkisiyle “resetlendi”. Esasında seçim süreci boyunca Cumhuriyetçi aday Romney’in en büyük dış politika başarısızlığı olarak sunduğu bu inisiyatif, Rusya ile ABD arasında stratejik silahların sınırlandırılmasını öngören START 2 Anlaşması’nın imzalanmasını, İran’a dördüncü yaptırım kararının BM Güvenlik Konseyi’nden geçmesini, Rusya’nın DTÖ üyelik sürecinin uzun yıllar sonrasında tamamlanmasını ve Afganistan’a giden ve öldürücü olmayan teçhizatların Rusya ve Orta Asya ülkeleri üzerinden gönderilmesini mümkün kılmıştı.

    Yeni dönemde ikili ilişkiler bağlamında neler beklenmeli?

Esasında iki ülke arasındaki ilişkilerin kısa vadede dikkate değer bir değişiklik göstermesi beklenmiyor. Rusya Bilimler Akademisi ABD ve Kanada 
Çalışmaları Başkan Yardımcısı Prof. Dr. Viktor Kremenyuk’a göre de “Başkanlık seçimleri sonrasında önemli bir değişiklik olmayacak.

Yeni bir Soğuk Savaş beklentisi içinde olunmamalı”. Uluslararası alanda “reset sonrası dönemde” ilişkileri şekillendirecek örnekler vermek mümkün.
   İran’ın nükleer faaliyetleri konusundaki hassasiyeti devam eden Obama yönetiminin, İran’a yaptırımlar başta olmak üzere Tahran yönetiminin hareket alanını daraltması ve ABD’nin Afganistan’dan çekilmeye hazırlandığı dönemde Rusya ve diğer Orta Asya ülkelerinden sağlanan lojistik desteğin devamının mümkün olması açısından ‘reset’ politikasının sürmesi gerekiyor. Diğer taraftan yeni dönem, ikili ilişkilerin seyrinin inişliçıkışlı olmasına neden olacak değişiklikler de içeriyor.

<  ABD Başkanlık seçimlerine giden yolda “arkada n yönetme” (leading from behind) anlayışı ile öne çıkmamayı tercih eden Oba ma’nın yeni dönem Suriye politikası oldukça önemli olacak. >

İkili ilişkilerdeki en büyük değişim, Obama’nın ilk dönemde muhatabı olan ve Rusya’nın yumuşak yüzünü temsil eden Medvedev’in yerine Rusya’da devlet başkanlığı koltuğunu yine yeni yeniden Putin’in alması oldu. Her ne kadar Putin ve Medvedev büyük bir “uyum” içinde hareket ettiyse de Putin’in tercih ettiği dil ve yöntemler, güçlü lider imajının bir parçası olarak Medvedev’den oldukça farklı. Rus siyasetinde 1992’den bu yana belirleyici nitelikte olan liderin etkisi, yeni dönem Rus-Amerikan ilişkilerinde kendisini zaman zaman söylem düzeyinde gösterecek tir. Ancak Putin’in devlet başkanlığı seçimlerinden önce yayınladığı ve dış politikaya ilişkin yeni vizyonunu açıkladığı makalesinde ABD’ye yönelik politikasında Rusya’ya yabancı yatırımların çekilmesi amacı ve ekonomide ortak projelere imza atılması öne çıkarılmıştı. Bu noktadan hareketle iki ülke arasında gerektiğinde “seçici alanlarda işbirliği” anlayışının devamını görmek de sürpriz olmayacaktır.

     Diğer taraftan Bush-Putin döneminde ikili ilişkileri oldukça zorlayan ve Obama’nın ilk döneminde NATO’ya devredilen füze kalkanı sistemi projesi ve
geçen 20 aylık süreçte bölgesel bir sorun değil, uluslararası sistemin yapısına ilişkin büyük güçlerin bir mücadelesi olduğu açık bir şekilde anlaşılan Suriye krizi gibi uluslararası meseleler önümüzdeki dönemde iki ülke ilişkilerinin önemli sınavları olacak. ABD Başkanlık seçimlerine giden yolda “Arkadan Yönetme” (leading from behind) anlayışı ile öne çıkmamayı tercih eden Obama’nın yeni dönem Suriye politikası oldukça önemli olacak.

     Pek çok bölgesel ve uluslararası gelişmeyi yakından ilgilendiren Rus-Amerikan ilişkilerinde reset sonrası dönemde temel belirleyici ise Obama’nın Rusya’yı -Kremlin’in uzun yıllardır uğraş verdiği şekilde uluslararası alanda “eşit bir aktör” olarak değerlendirip değerlendirmeyeceği nide saklı. Rusya iç siyasetinde Batılı ülkelerin beklediği “dönüşüm” bekleye dursun Rusya’da dış yardım alan STK’ların “yabancı ajan” olarak kayıt yaptırması  zorunluluğu ile Putin, Rus iç siyasetini dış etkilerden olabildiğince korumaya çalışıyor. Söz konusu tabloda Obama’nın yeni Rusya politikası ve  ikili ilişkilerin seyri ayrı bir merak da uyandırıyor.

[1] Rapor tam metni için bknz: 6 Ekim 2012,

      http://www.roiip.ru/news/738.htm.
Ekonomik ve Sosyal Araştırmalar Dergisi 
Yıl:6 Sayı:21 2013 / 1 


***

31 Mart 2020 Salı

TÜRKİYE-NATO İLİŞKİLERİ. BÖLÜM 2

TÜRKİYE-NATO İLİŞKİLERİ.  BÖLÜM 2 





ORTAK TEHDİT ALGILARI, FIRSATLAR VE İŞ BİRLİĞİ ALANLARI 

Yukarıdaki paragraflarda bu çalışmanın amacı ve kapsamı dikkate alınarak fazla detaya girmeden Türkiye ile NATO arasında 65 yılı aşkın ilişki sürecinde öne çıkan, yapısal ve konjonktürel sorunların özünü yansıtan bazı konulara değinilmiştir. Türkiye’nin uluslararası camiada mensubu olduğu örgütler arasında ağırlığı ve etki gücü göreceli olarak en fazla olan Kuzey Atlantik Anlaşması Örgütü ile sürekli sorunlar yaşadığını ve İttifak’a yapmış olduğu katkılara karşın aynı değerde olmasa dahi hiçbir faydasını görmediğini iddia etmek de hakkaniyetli bir yaklaşım olmaz.21 

Geçmişte yaşanan gelişmeleri sadece eleştirel bir yaklaşımla ele almanın ötesinde yapılan hatalardan dersler çıkartarak gelecekteki ilişkilerde her iki tarafın da birbirlerinin askeri imkan ve kabiliyetlerinden ve siyasi etki alanlarından daha iyi nasıl istifade edebileceğini, ne gibi fırsatlar, iş birliği alanları bulunduğunu ve ortak tehdit algılarının neler olduğunu değerlendirerek somut politika önerileri ortaya koymak gerekir. 

NATO üyesi ülkelerin algıladıkları tehditler zaman içinde hem nicelik hem de nitelik bakımından ciddi boyutlara varmış ve caydırılmaları ya da baş edilmeleri daha da zor ve karmaşık hale gelmiştir. Kitle imha silahlarının (KİS) yayılmasından terörizme, bölgesel çatışmalardan barış operasyonlarına kadar İttifak’ın Soğuk Savaş yılları boyunca da gündeminde olan konuların yanı sıra yakın geçmişten itibaren siber güvenlik, hibrid savaş, enerji yollarının güvenliği, korsanlık, kitlesel göç, iklim değişikliği ve doğal felaketler gibi bir kısmı ilk bakışta askeri nitelikte olmayan ve özel uzmanlık gerektiren konular, ulusal ve uluslararası güvenliği, barışı ve istikrarı tehdit edebilecekleri endişesiyle özellikle son 10 yılda yapılan İttifak’ın zirve toplantılarının ana gündem maddeleri haline gelmiştir. Tehdidin yapısı ve doğasının önemli ölçüde değişmesi sebebiyle söz konusu tehditlere karşı etkili önlemler alabilmek ve caydırıcı özelliğini koruyabilmek için NATO ittifakı bir transformasyon dönemine girmiştir. NATO’nun en önemli komutanlıklarından bir tanesi olan Müttefik Dönüşüm Komutanlığı (Allied Command Transformation.ACT), ABD’nin doğu kıyısındaki Virginia eyaletinin Norfolk şehrinde bulunmaktadır. 

Uluslararası Terörizmle Mücadelede Iş Birliği 

Müttefiklerin ortak tehdit algısında en önemli konu başlıklarından bir tanesi, 11 Eylül saldırıları sonrasında ABD’nin de ağırlığını o yönde koyması ile İttifak’ın ana gündem maddesi haline gelen uluslararası terör şebekeleri ile mücadeledir. 

Bu kapsamda bir yandan terör gruplarının yoğun olduğu Afganistan gibi ülkelerde yürütülen askeri operasyonlar diğer yandan terör gruplarının 
varlıklarını idame ettirmelerine olanak veren mali kaynakları, taraftar edinmeleri ve her türlü lojistik destek bulmalarının önünü kesmeye yönelik çok yönlü siyasi, mali, ekonomik ve diplomatik girişimlerin yapılması İttifak’a üye ülkelerin ortak davranışı haline gelmiştir. 

Bu bağlamda müttefik ülkelerin üzerinde hemfikir oldukları en önemli tehdit, terör gruplarının KİS kapasitesi edinmeleri ve saldırılarında kullanmaları olasılığıdır.22 Böyle bir girişimin önlenmesi her ne kadar gelişmiş olsa da tek bir ülkenin sahip olduğu imkan ve kabiliyetlerin ötesindedir. Özellikle istihbarat alanında iş birliği ile güçlü ve sürekli koordinasyona ihtiyaç duyulmaktadır. Bu amaca yönelik olarak gerek Birleşmiş Milletler (BM) gerekse NATO bünyesinde alınan kararların etkin bir şekilde tüm müttefiklerce uygulanması büyük önem arz etmektedir.23 

Türkiye İttifak’ın Kasım 2002’deki Prag zirvesi sırasında süregelen ve ortaya çıkan yeni tehditlerle mücadele edilmesinde çalışmaları ile karar alıcılara yol gösterecek nitelikte mükemmeliyet merkezleri kurulması yönünde alınan karar doğrultusunda Haziran 2005’te, Genelkurmay Başkanlığı bünyesinde Ankara’da Terörizmle Mücadele Mükemmeliyet Merkezi’ni (TMMM) kurmuştur. 24 

Türkiye’nin yanı sıra yedi NATO üyesi ülke25 subayının aktif görev yaptığı uluslararası askeri örgüt statüsündeki TMMM, İttifak üyesi ve çeşitli platform larda NATO ile ortaklık içinde bulunan ülkelerin orta ve üst kademe subayları ve sivil personeline yönelik hizmet vermektedir. TMMM terörizmin mali kaynakları nın kurutulmasından intihar bombacıları ile mücadeleye, terörizm ve medya ilişkisinden terörizmin ideolojik temellerinin irdelenmesine kadar çok çeşitli konularda kurs, çalıştay, seminer, sempozyum ve benzeri faaliyetler düzenlemekte ve NATO Karargahı’nda yürütülen terörizmle mücadele çalışmalarına akademik katkı yapmaktadır. 

Devlet Otoritesinin Çökmesi ve Iklim Değişikliğinin Sonuçları: 

Korsanlık ve Göç NATO’nun kuruluş amaçlarından biri, birçoğu ileri refah toplumu konumunda olan üyelerinin “Batılı yaşam tarzı”nı dışarıdan gelebilecek tehditlere karşı korumak olmuştur. Soğuk Savaş döneminde Sovyetler Birliği ve onun güdümündeki Varşova Paktı’nın askeri kapasitesi, Soğuk Savaş 
sonrası dönemde etnik ve dini temelli bölgesel çatışmaların yarattığı istikrarsızlık ve belirsizlik ortamı, 2000’li yıllarda ise uluslararası terörizm Batılı 
yaşam tarzını tehdit eden unsurlar olarak görülmüş ve yukarıda bahsedilen önlemler alınmıştır. 

Son on yıllık dönemde ise Asya-Pasifik bölgesinde ve Afrika’nın önemli bir kısmında, kağıt üzerindeki siyasi varlıklarına karşın fiiliyatta devlet olmanın gereklerini yeterince yerine getiremeyen yönetimlerin yarattığı otorite boşluğunda terör örgütleri ve şiddet kullanmaktan çekinmeyen çeşitli amaca yönelik oluşturulmuş çeteler ortaya çıkmıştır. Ayrıca bu bölgelerde daha etkili olarak hissedilen iklim değişikliğinin yarattığı su ve nitelikli gıda gibi temel ihtiyaçlara erişim artık çok kısıtlı hale gelmiştir. Terör ve iklimsel olumsuzlukların yarattığı göç dalgası, ilerleyen aşamalarda Batılı ülkeler tarafından kamu düzenlerine yönelik bir tehdit olarak görülmeye başlamıştır.26 

Ortadoğu’da yaşanan iç savaşlar ve kaotik ortamın da etkisiyle hız kazanan uluslararası göç hareketi NATO’nun halihazırda ekonomik zorluk içindeki bazı ülkelerini ciddi oranda sarsacak düzeye varmıştır. Göç dalgasının önlenmesi ve bu yolda hayatını kaybetme riski bulunan milyonlarca mültecinin içinde bulundukları şartların kontrol altına alınması gereğince, özellikle Ege ve Akdeniz’de NATO’ya bağlı deniz unsurlarına Türkiye de kapsamlı destek sağlamaktadır.27 

Benzer şekilde Afrika’nın doğu kıyıları boyunca ve Hint Okyanusu’nda etkili olan korsanlık faaliyetlerine karşı da İttifak’ın aldığı kararlar doğrultusunda 
Türkiye bir firkateyn ile uzun süre destek vermiştir. 28 

Rusya’nın Güç Politikasına Karşı Ittifak’ın Ortak Tavır Belirlemesi 

2000’li yılların ortalarından itibaren eski Sovyet cumhuriyetleri olan Gürcistan ve Ukrayna’nın İttifak’a dahil edilmesinin konuşulmasıyla birlikte gerginleşmeye başlayan NATO-Rusya ilişkileri bu ülkenin Gürcistan’a yönelik askeri harekatı Bir yandan Füze Kalkanı projesinin tümüyle operasyonel hale gelmeye başlaması diğer yandan ise AB ile Ukrayna arasında yoğunlaşan siyasi ve ekonomik ilişkilerin yarattığı atmosfer sebebiyle, bu ülkenin hem Avrupa entegrasyonu hem de NATO genişlemesinin bir parçası olmak yönünde ilerlediği algısı, Rusya’nın sahada sahip olduğu imkan ve kabiliyetlerle üstü kapalı olarak yürüttüğü operasyonlar sonucu Mart 2014’te Kırım Ukrayna’dan bağımsızlığını ilan ederek Rusya’ya bağlandığını duyurmuştur. Eş zamanlı olarak Ukrayna, Dinyeper Nehri’nin batısındaki AB yanlısı güçler ile doğusundaki Rusya yanlısı 
güçler arasında yoğun çatışmalara sahne olmuştur. 

Uluslararası diplomatik girişimler sonucu çatışmaların dozu büyük oranda azalmış olmakla beraber gerilim ve çatışma potansiyelinin tümüyle ortadan kalktığını söylemek mümkün değildir ve Ukrayna fiilen ortadan ikiye bölünmüş bir siyasi görünüm arz etmektedir. 

Açık bir çatışmaya sahne olmasa da eski Sovyet cumhuriyetleri olan Baltık ülkelerinin Rusya’nın bölgede gerçekleştirdiği askeri yığınak ve tatbikatların yarattığı tehdit sebebiyle NATO üyesi birçok ülke çok sayda askerini ve hava, kara ve deniz unsurlarını bölgedeki müttefik topraklarına yığmakta ve art arda tatbikatlar düzenlemektedir. 

Askeri alanda karşılıklı olarak atılan bu adımlar ve sert siyasi söylemler gerilimi tırmandırmaktadır. Avrasya bölgesinde Rusya’nın eski Sovyet cumhuriyetlerin de ki etkinliğini yeniden tesis etme girişimlerinin benzerini, eski Sovyet müttefik lerindede yapmaya çalıştığı görülmektedir. 
Mart 2011’den bu yana Suriye’de yaşanan iç savaş ve kaos ortamına Ekim 2015 itibarıyla Rusya’nın güçlü askeri imkan ve kabiliyetleri ile rejimin yanında yer alarak müdahil olmasıyla birlikte Ortadoğu’da da barış ve istikrarın sağlanmasında ciddi zorluklar baş göstermektedir. 

Kuzey ve güneyindeki coğrafyalarda Rusya’nın kapsamlı askeri güç yığınağı ve sahada aktif olarak kullanmasına şahit olan Türkiye’nin bu ülke ile siyasi ilişkileri iyi düzeyde olsa da Rus askeri uçağının Türk jetleri tarafından düşürülmesi sonrasında yaşanan derin kriz ortamının bir daha yaşanmayacağının garantisini vermek mümkün değildir. 15 Temmuz 2016 darbe girişimi sonrasında hassas bir süreçten geçen TSK’nın bir yandan ülke içinde bölücü terör örgütüne karşı diğer yandan ülke dışında özellikle Suriye’de bazı bölgesel unsurların “oldubitti” girişimlerine imkan vermemek için kapsamlı operasyonlar içinde olduğu bir dönemde, Türkiye ile Rusya’nın yeniden gerginlik yaşaması ve müttefiklerle bu ülke arasında gelişmelere bağlı olarak çatışma ortamının doğması olasılığının her zaman dikkatle takip edilmesi gerekir. 

NATO’ya katıldığı 1952 yılından bu yana İttifak’ın sağladığı “pozitif güvenlik güvenceleri” nin Türkiye’nin ulusal güvenliğine önemli katkılar yapmış olduğu bir gerçektir. Soğuk Savaş döneminde Sovyetler Birliği’nin sahip olduğu on binlerce nükleer silahın varlığından kaynaklanan tehdide karşı en güçlü caydırıcı unsurun, bir kısmı Türkiye’de konuşlandırılmış olan ABD’ye ait nükleer silahlar ve buna bağlı olarak oluşturulan “Nükleer şemsiye” olduğunu söylemek yanlış olmayacak tır. 29 NATO’nun caydırıcı gücünün Türkiye’nin son dönemde “agresif” güç politikası izleyen Rusya’dan algıladığı potansiyel tehdide karşı etkili olduğunu söylemek de mümkündür. 24 Kasım 2015 günü Rus jetinin düşürülmesi sonrasında aniden gerginleşen ilişkilerde, İttifak’ın en üst karar organı Kuzey Atlantik Konseyi’nin Türkiye ile dayanışmasını açıkça ifade etmesi, tarafların soğukkanlı davranmasını sağlayarak krizin tırmanmasını ve küçük ölçekli de olsa açık bir çatışmaya dönüşmesini önlediği askeri ve siyasi gözlemciler tarafından ifade edilmiştir. 30 

Suriye’deki Iç Savaşın Yansımalarına Karşı Ittifak Dayanışması 

Aralık 2010 itibarıyla Ortadoğu ülkelerinin önemli bir kısmını içine alan “Arap Baharı” süreci Mart 2011’de Suriye’de etkilerini göstermeye başladı. Tarihsel olarak sorunlarla dolu bir seyir izleyen Türkiye-Suriye ilişkilerinde 2000’li yılların ikinci yarısından itibaren bir yakınlaşma süreci yaşanmakta iken Şam’daki rejimin kendi halkına karşı askeri güç kullanması ve katliamlara girişmesi sebebiyle Ankara ile ilişkilerinde ciddi sorunlar yaşanmaya başladı. Ankara’nın Şam’daki rejime karşı direnç gösteren muhalefet ile birlikte hareket etmesinin yansımalarından biri de 22 Haziran 2012 tarihinde Türk askeri istihbarat uçağının Doğu Akdeniz’de uluslararası hava sahasında bulunduğu sırada Suriye hava savunma unsurları tarafından düşürülmesi ve bunun iki ülkeyi sıcak bir çatışmanın eşiğine getirmesidir. 

Türkiye’nin NATO’nun önde gelen bazı ülkeleriyle karşılaştırıldığında kısıtlı olan ekonomik, mali ve askeri imkanlarına karşın yapmış olduğu katkılar İttifak tarafından daha fazla karşılık görmelidir. 

Önceki bölümlerde de bahsedildiği üzere NATO üyesi olan Türkiye’nin Ortadoğulu komşularıyla olan ilişkilerinde sorunlar yaşaması İttifak’ın 
özelikle Avrupalı üyeleri tarafından arzu edilen bir durum olmamasına karşın, geçmiş dönemlerde yaşananın aksine Ankara’nın çağrıları doğrultusunda müttefik ülkeler tarafından Türkiye ile dayanışma içinde oldukları ve Suriye’den gelebilecek bir saldırıya karşı Türkiye toprakları ve halkının güvenliğinin sağlanmasının İttifak’ın ortak sorumluluğu olduğu açık ve net bir şekilde vakit geçirilmeden ortaya konuldu. Bu kapsamda Türkiye’nin Suriye sınırına yakın Güney ve Güneydoğu Anadolu bölgelerine Almanya, Hollanda ve ABD tarafından geliştirilmiş Patriot hava savunma sistemlerinin konuşlandırılması kararı alındı ve bu sistemler Kasım 2012 itibarıyla operasyon el hale getirildi. 

Müttefiklerin, uzun yıllar boyunca Türkiye’nin algıladığı tehditler karşısında direnç gösteren, işi ağırdan alan ve zaman zaman karşı duruş gösteren tavırları akla getirildiğinde Suriye ile yaşanan kriz ortamında Türkiye’nin yanında güçlü ve etkili bir duruş sergilemeleri, ilişkilerin gelecekte daha arzu edilen istikamette olabileceği mesajını vermektedir. Özellikle Avrupalı müttefiklerin tavırlarındaki olumlu değişikliğin, Ortadoğu’da baş gösteren sorunların bölge içinde halledilmediği takdirde hangi boyutlara varabileceğini Suriye menşeli mülteci krizi ile net olarak görmelerinden de kaynaklandığı söylenebilir. 

POLİTİKA ÖNERİLERİ



Müttefiklik ilişkisi gerektiğinde karşılıklı fedakarlığı da içerir. Türkiye’nin NATO’nun önde gelen bazı ülkeleriyle karşılaştırıldığında kısıtlı olan ekonomik, mali ve askeri imkanlarına karşın Balkanlardaki IFOR,31 SFOR,32 KFOR’dan33 Afganistan’daki ISAF’a,34 Güneydoğu Avrupa Tugayı’ndan Irak’taki Eğitim Misyonu’na, Karadeniz, Ege, Akdeniz ve Afrika Boynuzu’ndaki deniz ortak görev gücünden Baltık bölgesindeki havadan keşif operasyonlarına kadar birçok güvenlik sorunu karşısında “yükün paylaşımı” prensibine uygun olarak yapmış olduğu katkıları İttifak tarafından daha fazla karşılık görmelidir. Bunun için yapılması gerekenler aşağıdaki maddelerde dile getirilmektedir: 

1. Müttefikler tarafından 1949 yılında Washington’da imzalanan Kuzey Atlantik Anlaşması’nın hem lafzı hem de ruhuna uygun olarak 5. ve 6. maddelerinde açıkça ifade edildiği gibi Türkiye topraklarının tümünün silahlı saldırıya uğraması durumunda İttifak’ın her bir üyesinin savunma yükümlüğünde olduğunun açık ve net bir şekilde vurgulanması gerekmektedir. Bu yapıldığı takdirde Türk halkında 
NATO’ya yönelik şüpheli yaklaşımın giderilmesi çabalarına olumlu katkı yapılmış olur. 

2. NATO Kamu Diplomasisi birimi .ki başında NATO Genel Sekreter Yardımcısı statüsünde Büyükelçi Tacan İldem bulunmaktadır. Türk halkı nezdinde NATO’nun Türkiye’nin güvenliğine yapmış olduğu ve gelecekte yapabileceği katkıların medya unsurları vasıtasıyla açık ve net bir şekilde anlatılması için kapsamlı tanıtım çalışmaları yapılması lazımdır. 

3. NATO ile bağlantılı çalışmalar içinde olan medya kuruluşları, araştırma kurum ve kuruluşları, akademik kurumlar, uzmanlar ve ortaya koydukları eserlerin sayısının çoğalmasını teşvik edecek şekilde İttifak fonlarından araştırmalara sağlanan imkanların kayda değer oranlarda artırılması gerekmektedir. Bu şekilde Türkiye-NATO ilişkilerinin geçmişi ve önemli olayların perde arkası hakkında ortaya çıkacak doğru bilgi ve belgelere dayalı yayınlar (makale, kitap, akademik tez gibi) sayesinde ilişkilerin seyri hakkında daha sağlıklı bir toplumsal algı yaratılması mümkün olabilir. 

4. Genelkurmay Başkanlığı bünyesinde kurulmuş olan Terörizmle Mücadele Mükemmeliyet Merkezi’nde (TMMM) halihazırda İttifak’a üye Türkiye dışındaki 27 müttefik ülkeden sadece yedisi tarafından görevlendirilen asker ve sivil personele ek olarak, diğer müttefiklerin de sembolik sayıda da olsa hem terörle mücadele konusunda iş birliği hem de Türkiye ile dayanışmanın göstergesi olarak asker ve sivil personel görevlendirmesi olumlu etki yaratabilir. 

5. NATO ittifakının üst düzey temsilcilerinin daha sıklıkla Türkiye’yi ziyaret etmeleri, sivil toplum kuruluşları, akademi ve basın sektörünün temsilcileri ile yakın temas halinde olmaları karşılıklı olarak tarafların birbirlerini, amaçlarını, niyetlerini ve beklentilerini doğru tanımlayarak ilişkilerin daha sağlıklı bir zemine oturtulmasına katkı yapabilir. 

6. Gerek müttefik ülkelerin Türkiye’deki gerekse Türkiye’nin müttefik ülkelerdeki diplomatik temsilcilerinin görev yaptıkları ortamlarda tarafların birbirlerini doğru anlamaları ve tanımaları için daha yoğun ve içtenlikli çabalar sarf etmeleri gerekmektedir. 

7. Henüz açık çatışma ortamı olmayan ancak Rusya’nın son yıllardaki tutum ve davranışlarından algılanan tehdit değerlendirmesi sebebiyle çok sayıda müttefik ülkenin binlerce asker, yüzlerce hava, kara ve deniz birliklerine bağlı unsurların katılımıyla art arda gerçekleştirdikleri tatbikatlar ile verdikleri güçlü İttifak dayanışması görüntüsünün benzerini, farklı araç ve yöntemlerle de olsa çatışmaların yoğun olarak devam ettiği, Türkiye’nin zaman zaman açık hedef olduğu saldırıların gerçekleştiği güney komşuları ve sahada askeri unsurları bulunan ülkelere karşı da sergilenmesi gerekmektedir. 

8. Müttefik ülkelerin siyasetine yön veren kesimlerin Türkiye ve dünyada meydana gelen gelişmelerden etkilenerek doğru ve yeterli bilgiye dayanmayan ve askeri alanda iş birliğini etkileyebilecek nitelikte, ittifak ilişkisi prensiplerine de aykırı bir şekilde, ambargo ve benzeri tutum ve davranışlardan sakınmaları, siyasi görüş farklılığı içeren konuları siyaset platformunda demokratik araç ve yöntemlerle görüşmek suretiyle çözmeye çalışmaları gerekmektedir. 

9. Müttefik ülkelerin ileri seviyede bilim ve teknoloji geliştirmiş olan savunma sanayii bünyesindeki kurum ve kuruluşları ile Türkiye’de bu sektörde faaliyet gösteren şirketlerin uzun vadeli ölçekte ve yakın iş birliğini gerektirecek ortak projeler geliştirmeleri tarafların ortak savunma kapasitesini artırmalarına katkı yapabilir. Bu sürecin İttifak üyesi ülkelerce teşvik edilmesi gerekmektedir. 

Türkiye 1949 yılında Soğuk Savaş tehditlerine karşı kurulan NATO’ya 1952’de üye olmuştur. Türkiye tarafından İttifak uzun yıllar boyunca hem bir güven 
lik teminatı hem de Batılı kimliğe entegre olmanın araçları arasında görülmüştür. Ancak NATO’ya yönelik kamuoyundaki soru işaretleri özellikle 15 Temmuz 
darbe girişiminin ardından netleşmiş ve darbe girişiminin arkasında İttifak’ın olabileceği yönünde bir kanı ortaya çıkmıştır. 

NATO’nun Türkiye’ye sağladığı güvenlik teminatı uzun yıllarca yüzeysel değerlendirmelere tabi olmuş ancak oluşturduğu güvenlik riskleri üzerine kapsamlı incele meler yapılmamıştır. Bu bağlamda analiz iki aktörün çatışan önceliklerine de değinerek önümüzdeki süreçte olası iş birliği alanlarını da ele alacaktır. 

Bu çalışmada Türkiye-NATO ilişkilerinin geride kalan 65 yılı aşkın tarihinde hangi süreçlerden geçtiği, ilişkilerde yaşanan temel zorlukların neler olduğu, tarafların 
birbirlerinin beklentilerine ne derecede karşılık verebildikleri, önümüzdeki 
dönemde ilişkilerin hangi yöne doğru gelişebileceği, hangi hususlarda sıkıntılar 
yaşanmaya devam edebileceği ve yaşanmaması için ne gibi önlemler alınması gerektiği konularında görüşler ortaya konulacaktır. 


• ANKARA 
• ISTANBUL 
• WASHINGTON D.C. 
• KAHIRE 
www.setav.org 


DİPNOTLAR;

1. “3. Kolordu Komutanı Korgeneral Erdal Öztürk Gözaltına Alındı”, Sabah, 16 Temmuz 2016. 
2. Mustafa Kibaroğlu, “NATO’nun Nükleer Stratejisi ve Türkiye’deki Amerikan Nükleer Silahları”, der. Seyfi Taşhan, Türkiye’nin NATO’da 60 Yılı: Güven Veren Bir Ortaklık, (Dış Politika Enstitüsü, Ankara: 2012), s. 55-72. 
3. Mustafa Kibaroğlu, “La Turquie, les États-Unis et l’OTAN: Une Alliance Dans l’Alliance”, Questions Internationales, Direction de la Documentation 
Française Paris, Sayı: 12, (Mart-Nisan 2005), s. 30-32. 
4. Mustafa Kibaroğlu, “Ege-Doğu Akdeniz Ekseninde Kıbrıs’ın Stratejik Konumu ve Annan Planı”, Mülkiye Dergisi, Cilt: 28, Sayı: 242, (Kış 2004), s. 85-94. 
5. Mustafa Kibaroğlu, “NATO’nun Kuruluşu, Misyonu, Geleceği ve Türkiye’nin Rolü”, 2023 Dergisi, (Mayıs 2004), s. 6-15. 
6. Tarik Oguzlu and Mustafa Kibaroglu “Incompatibilities in Turkish and European Security Cultures Diminish Turkey’s Prospects for EU Membership”, Middle Eastern Studies, Cilt: 44, Sayı: 6, (Kasım 2008), s. 945-962. 
7. Mustafa Kibaroğlu, “Turkey’s Triple-Trouble: ESDP, Cyprus, Northern Iraq”, Insight Turkey, Cilt: 4, Sayı: 1, (Ocak–Mart 2002), s. 49-58. 
8. Bu konuda detaylı bir çalışma için bkz. Alptekin Molla, “Soğuk Savaş Sonrası Körfez Krizleri ve Türkiye-ABD-NATO İlişkileri”, Akademik Fener, Balıkesir Üniversitesi Bandırma İ.İ.B.F. Dergisi, Sayı: 11, (2009), s. 39-62 
9. Mustafa Kibaroğlu, “NATO Before and After the Second Gulf War”, Connections: The Quarterly Journal, Cilt: 4, Sayı: 2, (Yaz 2005), s. 43-45. 
10. Mustafa Kibaroğlu, “NATO’nun Balistik Füze Savunma Sistemi ve Türkiye”, Uluslararası İlişkiler Dergisi, Cilt: 9, Sayı: 34, (Yaz 2012), s. 183-204. 
11. Maximé Larive, “The Building of the US Missile Shield in Europe, The Triangular Relationship: US, EU, Russia”, European Uni-
on Miami Analysis Special Series, Cilt: 11, Sayı: 8, (Haziran 2011). 
12. Steven A. Hildret ve Carl Ek, “Missile Defense and NATO’s Lisbon Summit”, CRS Report for Congress, 11 Ocak 2011. 
13. Maximé Larive, “The Building of the US Missile Shiled in Europe, The Triangular Relationship: US, EU, Russia”, European Uni-
on Miami Analysis Special Series, Cilt: 11, Sayı: 8, (Haziran 2011). 
14. “Missile Defence”, NATO, http://www.nato.int/cps/en/natolive/topics_49635.htm, (Erişim tarihi: 9 Şubat 2017). 
15. “Obama Defends Decision to Shelve European Missile Shield”, Fox News, 17 Eylül 2009; Cole Harvey, “Obama Shifts Gear on 
Missile Defense”, Arms Control Association, (Ekim 2009). 
16. Serdar Erdurmaz, “Füze Kalkanı Sistemi ve Türkiye, ABD Tek Başına Gerçekleştiremediği Zorlamayı NATO Kanalıyla mı Kabul 
Ettirecek?”, TÜRKSAM, http://www.turksam.org/tr/makaledetay/356-fuze-kalkani-sistemi-ve-turkiye-abd-tek-basina-gerceklestiremedigi-
zorlamayi-nato-kanaliyla-mi-kabul-ettirecek, (Erişim tarihi: 9 Şubat 2017). 
17. Craig Whitlock, “European Missile Shield Plan is Expected to Gain Support”, Washington Post, 14 Ekim 2010. 
18. Mustafa Kibaroğlu, “Acceptance and Anxiety: Turkey (Mostly) Embraces Obama’s Nuclear Posture [Kabulleniş ve Endişe: Türkiye, 
Obama’nın Nükleer Duruşunu (Çoğunlukla) Kucaklıyor]”, Nonproliferation Review, Cilt: 18, Sayı: 1, (Mart 2011), s. 201-217. 
19. Tülay Karadeniz, “Turkey Says Anti-Missile Should Not Single out Iran [Türkiye Füze Karşıtı Girişimlerin İran’ı Ayrı Tutmaması Gerektiğini Söylüyor]”, Reuters, 18 Ekim 2010. 
20. 4 Ekim 2010’da Ankara’da gerçekleştirilen bir çalıştayda üst düzey bir Türk diplomat tarafından ifade edilen görüşler Mustafa Kibaroğlu’nun Acceptance and Anxiety: Turkey (Mostly) Embraces Obama’s Nuclear Posture başlıklı makalesinde alıntılanmıştır. 
21. Serhat Güvenç, “NATO’nun Evrimi ve Türkiye’nin Transatlantik Güvenliğe Katkıları”, Uluslararası İlişkiler, Cilt: 12, Sayı: 45, (Bahar 2015), s. 101- 119. 
22. Bu konuda yazılmış nitelikli ve kapsamlı bir akademik çalışma için bkz. Olcay Denizer, Soğuk Savaş Sonrası Dönemde Devlet-Dışı 
Aktörlerin Kitle İmha Silahları (KİS) ile Terör Eylemleri Yapma Eğilim ve Yeteneklerinin Değerlendirilmesi, Doktora Tezi, Kara Harp Okulu, Savunma Bilimleri Enstitüsü, Güvenlik Bilimleri Ana Dalı, (Ankara: 2014). 
23. Mustafa Kibaroğlu, “Measures to Counter the Threat of WMD Terrorism”, der. U. Feyyaz Aydoğdu, Technological Dimensions of Defence Against Terrorism, NATO Science for Peace and Security Series, Cilt: 115, (IOS Press, Amsterdam: 2013), s. 63-69. 
24. Terörizmle Mücadele Mükemmeliyet Merkezi hakkında kapsamlı ve güncel bilgi edinmek için bkz. www.tmmm.tsk.tr. 
25. TMMM bünyesinde askeri ve sivil personel görevlendiren müttefik ülkeler Almanya, ABD, Birleşik Krallık, Bulgaristan, Hollanda, Macaristan ve Romanya’dır. 
26. Peter Yeung, “Refugee Crisis: Majority of Europeans Believe Increased Migration Raises Terror Threat, Survey Says”, Independent, 12 Temmuz 2016. 
27. “NATO Ege’de Devriye Görevini Kabul Etti”, NTV, 11 Şubat 2016. 
28. “NATO Korsanlara Karşı”, Radikal, 11 Ekim 2008. ve yaşanan “5 Gün Savaşı” uluslararası güvenliğe ve Avrasya bölgesinde barış ve istikrara ciddi 
anlamda olumsuz etki yapmıştır. Rusya bu savaş ile bir bakıma NATO genişlemesinin sınırlarını çizmek istemiştir. 
29. Mustafa Kibaroğlu, “The Future of Extended Deterrence: The Case of Turkey”, ed. Bruno Tertrais, Perspectives on Extended Deterrence, Coll. Research and Documents, Sayı: 3, (Fondation pour la Recherche Stratégique, Paris: 2010), s. 87-95. 
30. Gülsüm Alan, “NATO Türkiye-Rusya Krizinde Denge Arayışına Girdi”, Euronews, 1 Aralık 2015, 
      http://tr.euronews.com/2015/12/01/nato-turkiye-rusya-krizi-konusunda-denge-arayisina-girdi, (Erişim tarihi: 9 Şubat 2017). 
31. IFOR (Implementation Force.Uygulama Gücü): Bosna Hersek’te görev yapan NATO önderliğindeki çok uluslu barış gücü. 
32. SFOR (Stabilization Force.İstikrar Gücü): Bosna Savaşı’ndan sonra Bosna Hersek’e gönderilen NATO önderliğindeki barış gücü. 
33. KFOR (Kosovo Force.Kosova Gücü): Kosova’nın güvenliğini sağlamakla görevli NATO önderliğindeki barış gücü. 
34. ISAF (International Security Assistance Force.Uluslararası Güvenlik Destek Gücü):  Afganistan Savaşı sonrasında Afganistan’da kurulan NATO önderliğindeki barış gücü. 


***

TÜRKİYE-NATO İLİŞKİLERİ. BÖLÜM 1

TÜRKİYE-NATO İLİŞKİLERİ.  BÖLÜM 1 






MUSTAFA KİBAROĞLU 
MART 2017 SAYI: 191 
ANALİZ 

Bu yayının tüm hakları SETA Siyaset, Ekonomi ve Toplum Araştırmaları Vakfı’na aittir. SETA’nın izni olmaksızın yayının tümünün veya bir kısmının elektronik veya mekanik (fotokopi, kayıt ve bilgi depolama, vd.) yollarla basımı, yayını, çoğaltılması veya dağıtımı yapılamaz. Kaynak göstermek suretiyle alıntı yapılabilir. 

Uygulama: Erkan Söğüt 
Kapak Fotoğrafı: shutterstock.com 
Baskı: Turkuvaz Haberleşme ve Yayıncılık A.Ş., İstanbul 

SETA | SIYASET, EKONOMI VE TOPLUM ARAŞTIRMALARI VAKFI 
Nenehatun Cd. No: 66 GOP Çankaya 06700 Ankara TÜRKİYE 
Tel: +90 312 551 21 00 | Faks: +90 312 551 21 90 
www.setav.org | info@setav.org | @setavakfi 

SETA | İstanbul 

Defterdar Mh. Savaklar Cd. Ayvansaray Kavşağı No: 41-43 
Eyüp İstanbul TÜRKİYE 
Tel: +90 212 395 11 00 | Faks: +90 212 395 11 11 
SETA | Washington D.C. 

1025 Connecticut Avenue, N.W., Suite 1106 
Washington D.C., 20036 USA 
Tel: 202-223-9885 | Faks: 202-223-6099 
www.setadc.org | info@setadc.org | @setadc 
SETA | Kahire 

21 Fahmi Street Bab al Luq Abdeen Flat No: 19 Cairo EGYPT 
Tel: 00202 279 56866 | 00202 279 56985 | @setakahire 


İÇİNDEKİLER 

ÖZET 7 
GİRİŞ 8 
YAPISAL VE KONJONKTÜREL SORUNLAR 8 
ORTAK TEHDİT ALGILARI, FIRSATLAR VE İŞ BİRLİĞİ ALANLARI 14 
POLİTİKA ÖNERİLERİ 18 

YAZAR HAKKINDA 



Mustafa Kibaroğlu 

Yazar MEF Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde öğretim üyesi ve bölüm başkanıdır. 
Boğaziçi Üniversitesi Endüstri Mühendisliği Bölümü’nden lisans (1987) ve Ekonomi Bölümü’nden yüksek lisans (1990) derecelerini aldı. 
Bilkent Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden “The Nuclear Non-proliferation Regime at the Crossroads: Strengthening or Uncertainty” ( Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Rejimi Yol Ayırımında: Güçlendirme ya da Belirsizlik) başlıklı teziyle doktora derecesini (1996) aldı. Araştırma alanları arasında uluslararası güvenlik, NATO, kitle imha silahlarının yayılması sorunu, Ortadoğu ve Türk dış politikası bulunmaktadır. Eserlerine 

www.mustafakibaroglu.com adresinden ulaşılabilir. 

ÖZET 

Türkiye 1949 yılında Soğuk Savaş tehditlerine karşı kurulan NATO’ya 1952’de üye olmuştur. Türkiye tarafından İttifak uzun yıllar boyunca hem bir güvenlik 
teminatı hem de Batılı kimliğe entegre olmanın araçları arasında görülmüştür. Ancak NATO’ya yönelik kamuoyundaki soru işaretleri özellikle 15 Temmuz darbe 
girişiminin ardından netleşmiş ve darbe girişiminin arkasında İttifak’ın olabileceği yönünde bir kanı ortaya çıkmıştır. 

NATO’nun Türkiye’ye sağladığı güvenlik teminatı uzun yıllarca yüzeysel değerlendirmelere tabi olmuş ancak oluşturduğu güvenlik riskleri üzerine kapsamlı incelemeler yapılmamıştır. Bu bağlamda analiz iki aktörün çatışan önceliklerine de değinerek önümüzdeki süreçte olası iş birliği alanlarını da ele alacaktır. 

Bu çalışmada Türkiye-NATO ilişkilerinin geride kalan 65 yılı aşkın tarihinde hangi süreçlerden geçtiği, ilişkilerde yaşanan temel zorlukların neler olduğu, 
tarafların birbirlerinin beklentilerine ne derecede karşılık verebildikleri, önümüzdeki dönemde ilişkilerin hangi yöne doğru gelişebileceği, hangi hususlarda sıkıntılar yaşanmaya devam edebileceği ve yaşanmaması için ne gibi önlemler alınması gerektiği konularında görüşler ortaya konulacaktır. 

<  Analiz Türkiye-NATO ilişkilerinin tarihsel arka planını göz önünde bulundurarak ortak tehdit ve iş birliği alanlarına odaklanmaktadır. >

GİRİŞ 

Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD) başkenti Washington D.C.’de 4 Nisan 1949 tarihinde imzalanan Kuzey Atlantik Anlaşması ile kurulan NATO’ya 1952 yılında katılan Türkiye, İttifak’ı uzun yıllar boyunca sağladığı savunma ve güvenlik teminatlarının yanı sıra “Batılı” kimliğini de pekiştiren bir örgüt olarak görmüştür. 

Son döneme kadar Türk halkı ve yöneticilerinin önemli bir kısmı nezdinde yüksek güvenilirliğe sahip olan NATO zamanla bu özelliğini kaybetmekle kalmamış, Türkiye’nin milli birlik ve bütünlüğüne tehdit oluşturan bir kurum olarak da görülmeye başlanmıştır. Özellikle 15 Temmuz 2016 Cuma gecesi Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) bünyesindeki Fetullahçı Terör Örgütü (FETÖ) mensubu üst düzey askeri personelin yönetime el koyma teşebbüsü sonrasında Türk halkının önemli bir kesiminde bu girişimin arkasında NATO’nun olduğu yönünde bir inanışın varlığı gözlemlenmektedir. 

Bu inancın oluşmasında birçok faktörün yanında TSK tarafından NATO operasyonlarında yer almak üzere oluşturulmuş ve çok sayıda müttefik ülke subayının da görev yaptığı İstanbul Maslak’ta bulunan 3. Kolordu Komutanlığının üst düzey komuta kademesinin darbe girişiminde rol aldıkları yönünde basına yansıyan bilgilerin de etkili olduğunu söylemek mümkündür.1 

Yıllarca aynı ortamda görev yapan Türk ve müttefik ülke subaylarının diğer bir misyonu da resmi görev tanımları arasında açıkça bahsedilmese dahi yakın çevrelerinde olan bitenden haberdar olmak için bilgi toplamaktır. Bu konuda eğitimli ve tecrübeli müttefik ülke subaylarının aylarca birlikte mesai yaptıkları ortamda, Türk subayların bir kısmının günlük rutin işlerinin dışında bir yandan darbe planladıklarını tespit edememiş olmaları Türk halkında kolay kabul görecek bir husus değildir. Kaldı ki öyle olduğu düşünüldüğünde durum daha da vahim olmaktadır. 
Çünkü hemen yanı başında bulunan kişilerin illegal girişimlerini tespit edemeyen NATO subaylarının dost olmayan ülkelerde neler planlandığını tespit edebileceklerine dair güveni sürdürmeleri zordur. 

Son gelişmeler Türkiye ile NATO arasında kesinlikle sağlıklı bir ilişki durumu olmadığına işa-ret etmektedir. Muhakkak Türkiye ve NATO’dan yetkililer tarafından sorunların tespit edilmesi ve gerekli önlemler alınarak –eğer ittifak ilişkisinin devam ettirilmesi taraflarca güçlü bir şekilde isteniyorsa– geleceğe yönelik etkin iş birliği alanlarının neler olması gerektiğini belirlemek suretiyle en kısa sürede bunların hayata geçirilmesi gerekmektedir. 



YAPISAL VE KONJONKTÜREL SORUNLAR 

Soğuk Savaş yılları boyunca NATO, Türkiye açısından kapsadığı coğrafi alan sebebiyle Türk halkı ve ülkeyi yönetenlerin kendilerini tanımladıkları 
Batılı kimliği ile uyumlu, dünyanın önde gelen ülkelerinden oluşan bir topluluk olduğu için uluslararası alanda prestijli, en gelişmiş ve güçlü silah sistemlerine sahip olduğu için de güven telkin eden bir örgüt konumundaydı. Bu gibi yüzeysel kriterlere dayalı olarak yapılan değerlendirmeler sebebiyle sağladığı faydaların yanı sıra NATO üyeliğinin aslında Türkiye açısından beraberinde ciddi güvenlik sorunlarını da getirmiş olduğu uzun yıllar boyunca Türk kamuoyu nezdinde açıkça ve yeterince tartışılmadı. Bu durumun önemli bir sebebi Sovyetler Birliği ve onun etkisi altında kurulan Varşova Paktı ile NATO arasında Soğuk Savaş dönemi boyunca karşılıklı caydırıcılığın çok hassas dengelere dayalı olarak sürdürülüyor olmasıydı. 

NATO’ya üye ülkeler arasında, algıladıkları güvenlik sorunları ve onlarla nasıl mücadele edilmesi gerektiği konularında derin görüş ayrılıklarının yaşanması durumunda İttifak’ın zafiyet içinde olduğu görüntüsü verebileceği endişesi ile sorunlar daha ziyade kamuoylarına yansıtılmadan kapalı kapılar ardında ve tutanaklara geçmeyecek şekilde karşılıklı ikna girişimleri ile halledilmeye çalışılıyordu. Türkiye’nin NATO içindeki durumu gerek coğrafi konumu gerekse Fransa ve İngiltere gibi İttifak’ın önde gelen ülkeleri ile olan tarihsel ilişkileri sebebiyle diğer üyelere nazaran önemli farklılıklar içermekteydi. 

Avrupalı Müttefikler Için Ortadoğu “Alan Dışı Bölge” 

ABD’nin Sovyetler Birliği’ni “çevreleme politikası” kapsamında, Türkiye’nin Yunanistan ile birlikte Kuzey Atlantik İttifakı’na dahil edilmesine başta Fransa ve İngiltere olmak üzere birçok Batı Avrupalı üye ülke karşı çıkmışlardı. Bu karşı çıkışın ardındaki en temel sebep Türkiye’nin tam üye olarak katılması durumun da hemen yanı başında komşusu olduğu Ortadoğu bölgesinin sorunlarını İttifak’ın içine taşıyacağı endişesi idi. 

Sovyetler Birliği’nin de yoğun ilgi gösterdiği ve zaman içinde yazılı olmayan ittifaklar geliştirdiği Ortadoğulu komşularıyla Türkiye’nin yaşayabileceği sorunların sıcak bir çatışmaya dönüşmesi halinde NATO’nun da soruna dahil olmak zorunda kalacağı ve buradan hareketle Türkiye’nin güneydeki komşularıyla ikili düzeyde başlayacak bir sorunun tırmanarak NATO ile Varşova Paktı’nı karşı karşıya getirebileceği endişesi Batı Avrupa’da hakimdi. 

 Her ne kadar Kuzey Atlantik Anlaşması’nın İttifak içi dayanışmayı tanımlayan 5. maddesi ile, “Kuzey Amerika’da veya Avrupa’da içlerinden bir veya daha çoğuna yöneltilecek silahlı bir saldırının hepsine yöneltilmiş bir saldırı olarak değerlendirileceği (...) bireysel olarak ve diğerleri ile birlikte, silahlı kuvvet kullanımı da dahil olmak üzere gerekli görülen eylemlerde bulunarak saldırıya uğrayan taraf ya da taraflara yardımcı olacakları” konusunda ortak bir karara varmış olsalar ve 

6. Maddesi ile, “Tarafların Avrupa ya da Kuzey Amerika’daki topraklarına, Fransa’nın Cezayir bölgesine, Türkiye topraklarına (...) bu topraklarda 
ya da bu toprakların üzerindeki hava sahasında bulunan (...) kuvvetlere, gemilere, ya da uçaklara yapılan silahlı saldırı” tüm üye devletlere yapılmış 
bir saldırı olarak kabul edileceği kayıt altına alınmış olsa da Batı Avrupalı müttefikler, Türkiye’nin güvenliği söz konusu olduğunda ancak Sovyetler 
Birliği ve Varşova Paktı üyesi kuzeybatı komşusu Bulgaristan’dan gelebilecek bir saldırı durumunda Türkiye’ye karşı yükümlülüklerini yerine getirebileceklerini 
açık ve net ifadeler ile gayriresmi ortamlarda Türk tarafına iletmişlerdir.2 Bir diğer deyişle Batı Avrupalı NATO üyesi ülkeler Türkiye’ye yönelik olarak, “Sovyetler Birliği’nden gelebilecek bir saldırıya karşı caydırıcılık sağlayan İttifak’ın nükleer güvenlik garantileri ile yetin, sakın Ortadoğulu komşuların Suriye, Irak ve İran ile sorunlar yaşama ve çatışmaya girme, bu durumda beni yanında bulamazsın çünkü benim önceliğim Varşova Paktı’ndan kaynaklanan tehdittir ve Ortadoğu bölgesi benim sorumluluk alanım dışındadır” şeklinde bir yaklaşıma sahip olmuşlardır. 

Farklı Tehdit Değerlendirmeleri ve Çatışan Öncelikler 

Soğuk Savaş dönemi boyunca İttifak’ın Avrupalı üyelerinin Ortadoğu’yu “alan dışı bölge” olarak görme yönündeki tutumlarına katılmasa ve derin çıkarları olduğu bu bölgeye yönelik olarak Türkiye ile ikili düzeyde güvenlik iş birliği önerileri ortaya koysa da askeri ve ekonomik gücü ile İttifak’ın tartışmasız lider ülkesi konumunda olan ABD’nin de NATO müttefiki Türkiye’nin güvenlik endişelerini tümüyle giderecek bir tutum içinde olduğunu söylemek zordur.3 

Bu durumun en somut örneği Haziran 1964’te yaşanan “Johnson mektubu” krizidir. 1963 yılı sonunda Kıbrıs’ta Rumların Türk köylerine saldırılar düzenlemelerine tepki olarak Ada’ya Türkiye’den savaş uçaklarının gönderilmesi üzerine ABD Başkanı Lyndon B. Johnson’ın Başbakan İsmet İnönü’ye bir mektup göndererek “Amerikan yardımı olarak verilen silahların NATO misyonu dışında 
kullanılamayacağı”nı vurgulaması ve “Sovyetler Birliği’nin müdahalesi durumun da ABD’nin ve diğer müttefiklerin 5. maddede yer alan ortak savunma prensibi ile hareket etmeyebilecekleri”ni ifade etmesi, İttifak’ın Türkiye’nin güvenliği bakımından yeri ve değerinin sorgulanması sonucunu doğurmuştur.4 

Benzer şekilde Temmuz 1974’te Kıbrıs’ın Yunanistan’a bağlanmasını amaçlayan darbe girişimlerine tepki olarak, daha önce Şubat 1959’da Zürih ve Londra’da varılan anlaşmalar ile Ağustos 1960’ta kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti’nin “garantör” devleti olmasından doğan haklarını kullanarak askeri müdahalede bulunan Türkiye, Ada’ya barış ve istikrar getirmesinin karşılığında müttefiki ABD Senatosunun 1975-78 yılları arasında uyguladığı askeri silah ambargosuna maruz kalmıştır. 

Yukarıdaki örnekleri çoğaltmak mümkündür ve bu sebeple Türk kamuoyunda bugünkü düzeyde tartışmalara konu olmasa da Türkiye ile NATO müttefikleri arasında uluslararası güvenlik konularına yaklaşımda güçlü bir uyum olduğunu söylemek mümkün değildir. 

Ittifak Içinde Türkiye’ye Biçilen Rol ve Getirdiği Riskler 

Arkasında her türlü lojistik desteği sağlayan Ortadoğulu komşularının olduğu konusunda güçlü kanıtlara sahip olduğu halde, Türkiye’nin maruz 
kaldığı terör saldırılarına karşı Kuzey Atlantik Anlaşması’nın 5. ve 6. maddelerinin hem ruhuna hem de metnine aykırı bir tutum sergileyerek, 
gerekli dayanışmayı göstermeyen müttefik ülkelerin Türkiye’den yegane beklentisi askeri gücünü büyük oranda Sovyetler Birliği sınırlarına doğru yığmasıydı. 

İttifak’ın Avrupalı üyelerinin esas endişesi Sovyetler Birliği’nin konvansiyonel veya nükleer silah gücünü kullanmak yolu ya da tehdidiyle kendi siyasi iradesini üzerlerinde etkili kılması olasılığı idi. Bu çerçevede Türkiye’ye biçilen rol, Varşova Paktı tarafından başlatılabilecek konvansiyonel düzeyde bir askeri harekatın planlanması ve gerçekleştirilmesini zorlaştıracak oranda Sovyet askeri gücünü Kafkaslarda tutmayı sağlamasıydı. 

Soğuk Savaş dönemi boyunca Sovyetler Birliği’nin 25 kadar tümenini Kafkasya bölgesinde konuşlandırmak zorunda kalmasının sebebi, NATO teçhizatına da sahip olan TSK’nın gerek askeri imkan ve kabiliyetleri gerekse harbe hazırlık seviyelerindeki üstün performansının bu ülke tarafından görülmüş olmasıdır. Muhtemeldir ki Türkiye NATO üyesi olmasaydı Sovyetler Birliği Kafkasya bölgesinde konuşlandırılmış olan 300 binden fazla askerinin önemli bir bölümünü Orta Avrupa bölgesine kaydırılabilir ve Varşova Paktı tarafından Batı Avrupa’ya 
güçlü bir konvansiyonel saldırı tehdidi çok daha belirgin hale gelebilirdi.5 Türkiye bir anlamda Sovyetler Birliği tehdidini üzerine çekerek NATO’nun Avrupalı müttefikleri üzerindeki tehdidin azalmasına önemli katkı yapmıştır. Türkiye’nin bu sebeple yüksek miktarlara varan askeri harcamalarına karşılık daha fazla güven ortamında olan Batı Avrupalı ülkeler askeri harcamalarını kısarak ekonomilerine daha fazla kaynak aktarma imkanı bulmuşlardır. 

Soğuk Savaş Sonrasında AB’nin “Küresel Güç” Olma Hedefi 

Kasım 1989’da Varşova Paktı’nın çökmesi ve Aralık 1991’de Sovyetler Birliği’nin yıkılmasıyla birlikte kapanan Soğuk Savaş dönemi sonrasında da Türkiye ile NATO müttefikleri arasında güvenlik konularına yaklaşımda yapısal sorunlardan kaynaklanan görüş farklılıklarının giderilemediği gözlenmektedir. 1990’lı yıllarda NATO’nun zirve toplantılarının gündeme gelen öncelikli konusu bir yandan Almanya’nın Avrupa Birliği’ni (AB) doğuya doğru genişletme stratejisi paralelinde bünyesine eski Doğu Bloku ülkelerini katarak İttifak’ı güçlendirmek diğer yandan müttefik ülkelerin yakın coğrafyasını oluşturan Balkanlar, Kafkaslar, Kuzey Afrika ve Ortadoğu bölgelerinde ortaya çıkan etnik ve dini temelli çatışmaların 
yayılması olasılığının yarattığı istikrarsızlık ortamına karşı önlemler almaktı. 

Ancak artık “tek süper güç” olarak anılan ABD ve belirli bir rakibi kalmayan NATO’nun Avrupalı üyeleri, gözleri önünde Balkanlarda etnik ve dini temizlik yapılmasına engel olamayan, Kafkaslarda Azerbaycan ve Ermenistan arasındaki toprak ihtilafına çözüm bulamayan, Ortadoğu’da baş gösteren terörün “hedefi olmamak” düşüncesiyle zemin kazanmasına olanak veren pasif tutumları sebebiyle Türkiye ile olan ittifak ilişkilerinde sorunlar yaşamaya devam ettiler. 

Artık “küresel süper güç olmak” hayaline kapılan AB’nin, uluslararası güvenlik meselelerinde ABD’den bağımsız karar alabilme ve hareket edebilme yeteneğinin geliştirilmesi gerektiğine inanan yetkilileri, bu yönde bir politika izleyebilmek düşüncesiyle Avrupa Güvenlik ve Savunma Kimliği’ni (AGSK) oluşturmaya karar verdiler.6 

AGSK’nin oluşturulabilmesi için iki temel seçenek bulunmaktaydı: Birinci seçenek AB ülkelerinin NATO’ya tahsis ettikleri askeri kapasitenin İttifak’tan çekilerek yeni bir çatı altında tümüyle Avrupa ülkeleri tarafından oluşturulmasıydı. 

Bu seçenek yeniden yapılanmak ve bu çerçevede eski Doğu Bloku ülkelerinin tümüyle farklı askeri donanım ve doktrinlerinin Batı Avrupalı ülkelerle 
uyumlaştırılmasının yaratacağı maliyet ve zorluklar ile arada geçecek zaman içinde ortaya çıkacak belirsizliklerin yanı sıra en azından NATO’nun çökmesi 
anlamına gelirdi ki bu duruma da ABD’nin rıza göstermesi beklenemezdi. 

NATO üyeliğinin sağladığı faydaların yanı sıra aslında Türkiye açısından ciddi güvenlik sorunlarını da getirmiş olduğu uzun yıllar boyunca Türk kamuoyu 
nezdinde açıkça ve yeterince tartışılmadı. 

İkinci seçenek ise birçoğu halihazırda NATO üyesi olan AB ülkelerinin İttifak’ın imkan ve kabiliyetlerini AB’nin alacağı kararlar doğrultusunda kullanmasıydı. Bu seçenek de ABD, Kanada, Norveç ve Türkiye gibi AB üyesi olmayan NATO üyesi ülkelerin İttifak’ın imkan ve kabiliyetlerinin AB’nin kendi belirleyeceği Güvenlik ve Savunma Politikası (AGSP) çerçevesinde kullanılmasına itiraz etmeyecekleri yönünde koşulsuz ve ucu açık bir taahhüde girmelerini gerektirmekteydi. Ancak akılda tutulması gereken çok önemli bir husus vardı: AB’nin müdahil olması beklenen 16 sıcak çatışma senaryosunun yer aldığı bölgelerin 14’ünün Türkiye nin coğrafi ya da tarihi yakınlığı olan bölgeler olması, sorunun Türkiye açısından daha da zor bir durum almasına yol açmaktaydı. 

Türkiye, başta istihbarat olmak üzere kendisinin de önemli katkı yaptığı NATO’nun imkan ve kabiliyetlerinin AB tarafından kullanılması söz konusu olacak ise müdahale sebebiyle ortaya çıkabilecek sonuçlardan ulusal çıkarlarının doğrudan etkilenmesi kaçınılmaz olacağı için, AGSK’nin kullanımına yönelik karar alma sürecinde bir şekilde yer alması gerektiğini sürekli vurgulamıştır. 

NATO imkan ve kabiliyetlerini Türkiye’nin onayı olmaksızın AGSP doğrultusunda kullanmalarının mümkün olmadığını bilen AB ülkelerinin, Türkiye’nin karar alma mekanizmasına, en azından planlama aşamasında entegre olmak gibi haklı talebine dahi olumlu yaklaşmak yerine, anlaşmazlığın NATO’nun dağılmasına yol açabileceğinden endişe eden ABD üzerinden baskı yapmayı tercih etmesi, sürecin çıkmaza girmesine sebep oldu.7 Her ne kadar Aralık 2000’de bir ara formül olduğu söylenen Ankara Anlaşması imzalanmış olsa da tarafların ilk günkü tutumlarında ısrar etmeleri sebebiyle nihai bir çözüm günümüz itibarıyla henüz bulunabilmiş değildir. 

Avrupalı Müttefiklerin Ortadoğu’ya Mesafeli Duruşu 

NATO’nun Avrupalı üyeleri ile Türkiye arasında, Ortadoğu bölgesinden kaynaklanan tehditlere bakış açısındaki derin farklılıkların Soğuk Savaş’ın 
bitmesinden bu yana geçen çeyrek asır boyunca çok fazla değişmediği gözlemlenmektedir. Ağustos 1990’da Irak’ın Kuveyt’i işgal etmesini takip 
eden aylarda Türkiye, NATO’daki müttefiklerine yönelik olarak hemen yanı başındaki coğrafyada meydana gelen gelişmelerin yayılması ve tırmanması 
olasılığını dikkate alarak Aralık 1990’da İttifak’ın Acil Müdahale Kolordusunun topraklarında konuşlandırılması yoluyla ittifak dayanışmasının açıkça sergilenmesi talebinde bulunmuştur. 

Ancak İttifak’ın Batı Avrupalı üyeleri, Ortadoğu’nun NATO’nun operasyon alanının “dışı”nda kaldığını öne sürerek 5. madde ile altına imza attıkları taahhütlerinin yerine getirilmesinde işi ağırdan almıştır. Avrupalı müttefiklerin yanıtı Ocak 1991’de gecikerek ve yetersiz bir şekilde gelmiş ve Türkiye’nin Irak sınırına yakın bölgelerde Hollanda tarafından iki adet “Patriot” hava savunma sistemi ve Malatya Erhaç’taki hava üssüne Belçika, Almanya ve İtalya tarafından toplam 42 adet savaş uçağı konuşlandırılmıştır.8 Müttefiklerin ancak Türkiye’nin ısrarlı çağrıları sonrasında çeşitli siyasi mülahazalar dile getirerek ve isteksiz tavırlarla göndermiş olduğu askeri gücün NATO dayanışması ve caydırıcılığını güçlü bir şekilde göstermeye yettiğini söylemek pek de mümkün değildir. 

Benzer şekilde Mart 2003 yılında ABD’nin Irak’ı işgali ile sonuçlanan İkinci Körfez Savaşı’na giden aylarda Türkiye, halkını ve topraklarını, Irak’ın sahip olduğuna inanılan Kitle İmha Silahlarına (KİS) karşı korumak üzere İkinci Körfez Savaşı öncesinde her bir üye ülkenin üstlenmesi gereken olası önlemlere ilişkin istişarelerde bulunmak amacıyla Kuzey Atlantik Konseyi’nden Washington Anlaşması’nın 4. maddesini aktive etmesini resmen talep etmiştir. NATO üyeleri bir kez daha Anlaşma’nın Türkiye’ye yönelik hükümlerini yerine getirmemiş ve talep edilen istişare toplantısı gerçekleşmemiştir. Bu durumun gerekçesi olarak Belçika, Almanya ve Fransa gibi bazı Avrupalı müttefikler, Irak’ta meydana gelecek savaşın “ABD yönetiminin gayrimeşru tutumundan kaynaklanan ve Birleşmiş Milletler Şartnamesi’nin I. Bölümü’nde yer alan temel prensipleri ihlal eden” bir savaş olacağını dolayısıyla böyle bir durumda Türkiye ya da ABD’ye yönelik müttefiklik sorumluluklarını yerine getirmek gibi bir yükümlülükleri 
olmadığını öne sürmüşlerdir.9 


Ittifak’ın Hava Savunma Sistemi “Füze Kalkanı” Üzerine Tartışmalar 

1990’larda ABD’de Clinton yönetimi tarafından başlatılan ve kökeni 1980’lerin Reagan yönetiminin Stratejik Savunma Girişimi ya da “Yıldız Savaşları” olarak bilinen projesine dayanan Amerikan Ulusal Füze Savunması projesinin bir uzantısı olan “Füze Kalkanı” da NATO içinde Türkiye ile müttefikler arasında sorunların yaşanmasına sebep olmuştur. ABD, 1990’ların ikinci yarısında hava savunma sistemlerini geliştirmekte elde ettiği başarılı sonuçlardan sonra tüm dünyadaki askeri birlikleri ve NATO üyesi ülkelerin topraklarının tamamının korunması için sahip olduğu kapasiteyi müttefikleriyle paylaşmaya karar vermiştir.10 

İlk gündeme geldiği dönemde Füze Kalkanı konuşlandırma girişimi sebebiyle NATO içindeki bazı müttefikleri dahi ABD’ye karşı çıkmışlardır.
11 Fransa, İngiltere ve Almanya gibi ülkelerin karşı çıkışlarında en temel gerekçenin prensip düzeyinde olduğu ifade edilmiştir. NATO ittifakı 
çerçevesinde ortak savunma yükümlülüğü içinde olan ülkelerden birinin diğerlerinden bağımsız olarak kendi şartlarına uygun bir savunma mekanizması 
geliştirme yoluna gitmesi prensip olarak tepki yaratmıştır.12 ABD’nin ulusal düzeyde etkili olabilecek bir Füze Kalkanı’nı konuşlandırması durumunda, NATO içindeki Avrupalı ülkeler Soğuk Savaş yıllarında taşıdıkları endişeye geri döneceklerini düşünmüşlerdir.13 

11 Eylül 2001 saldırıları sonrasında ABD ile Avrupa arasında bu konuda tehdit değerlendirmeleri bakımından farklı yaklaşımlar zamanla aşılmış ve Kasım 2002’de Çek Cumhuriyeti’nin başkenti Prag’da gerçekleşen NATO Zirvesi’nde Amerikan Ulusal Füze Savunma Sistemi’nin (American National Missile Defense) tüm İttifak üyelerini kapsayacak şekilde geliştirilmesi prensibi benimsenmiş tir.14 

Takip eden yıllarda Bush yönetimi ABD topraklarına yönelik olarak İran’dan atılabilecek balistik füzelere karşı NATO üyesi olan Çek Cumhuriyeti’nde radar tesisleri ve Polonya’da anti-balistik füze rampaları konuşlandırma kararı almıştır. Ancak Bush yönetiminin bu kararı Kasım 2008 seçimleri sonrasında göreve 
gelen Barack Obama yönetimi tarafından füze tehdidi değerlendirmesinin gözden geçirilmesiyle iptal edilmiştir.15 Bu gelişmeler sonucunda İran’ın menzilleri 2 bin 500 kilometreyi bulan füzelerine karşı savunma sistemi konuşlandırmak için Obama yönetiminin yer arayışı çerçevesinde Türkiye’nin konumu ve önemi (bir kez daha) gündeme gelmiştir.16 

Nitekim NATO’nun Kasım 2010’da Lizbon’da gerçekleştirilen zirvesinin ana gündem maddesi Füze Kalkanı projesinin geliştirilmesi ve konuşlandırılmasına yönelik nihai kararın alınması olmuştur. Ancak Lizbon zirvesi öncesinde 14 Ekim 2010’da Brüksel’de yapılan Dışişleri ve Savunma Bakanları toplantısının uluslararası medyadaki yansıması, İttifak için bir balistik füze savunma projesinin geliştirilmesi hakkında Türkiye ve diğer NATO üyelerinin çatışma içinde olduğu imajını yaratmıştır.17 

Türkiye ve İttifak’ın diğer önde gelen üyelerinin NATO’nun füze savunma projesi hakkında üç temel konuda fikir ayrılığı ortaya çıkmıştır:18 

Birincisi Türkiye projeyi bir Amerikan projesi olmaktan ziyade bir NATO projesi olarak görmek istemiştir. Çünkü daha önce yaşanan gelişmelerden çıkardığı dersler sebebiyle Türkiye, Küba Füze Krizi sonrasında Jüpiter füzelerinin Türkiye’den sökülmesi ve ABD’nin temelde tek taraflı kontrole sahip olduğu karar alma durumunu tekrar yaşamak istememiştir. Bunun yanı sıra Amerikan hava savunma sisteminin Türkiye’yi korumaya mı yoksa İsrail’in güvenliğini sağlamaya mı yönelik olduğu konusunda kuşkular da oluşmuştur. 

İkinci olarak Türkiye dostane ilişkiler içinde olduğu İran’ın, İttifak tarafından tehdidin kaynağı olarak isim verilerek gösterilmesini istememiştir. 19 

Türkiye’nin bu tutumunun önemli bir sebebi İran’ın kendi füze kapasitesini ilerletme gerekçesiyle bunu kullanabileceği endişesi olmuştur. 

Ancak Türkiye’nin bu yaklaşımı bazı müttefikler tarafından Batı’ya olan bağlılığından uzaklaşıp İran’a yakınlaştığı şeklinde yorumlanmıştır. 

NATO’nun Soğuk Savaş boyunca gündeminde olan konuların yanı sıra siber güvenlik, hibrid savaş, enerji yollarının güvenliği, korsanlık, kitlesel göç, 
iklim değişikliği ve doğal felaketler gibi tehditler İttifak’ın ana gündem maddeleri haline gelmiştir. 

Lizbon zirvesinde Türkiye’nin üçüncü bir çekince konusu ise topraklarının her bir metrekaresinin işler duruma geldikten sonra füze savunma sistemi ile korunaklı hale gelmesi gerektiği olmuştur.20 Bu tartışmalarla geçen İttifak’ın Kasım 2010’daki Lizbon zirvesinde tüm NATO ülkelerinin toprakları, askeri birlikleri ve halklarının tamamını balistik füze tehdidine karşı korunaklı kılmayı amaçlayan Füze Kalkanı projesi benimsenmiştir. 

Mayıs 2012’de Chicago zirvesi sırasında operasyonel hale gelen Füze Kalkanı’nın Türkiye’ye kurulan birimi Malatya Kürecik’teki radar sistemi olmuştur. 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***

8 Şubat 2020 Cumartesi

Obama Doktrini’nin Arap Baharı Pratiği

Obama Doktrini’nin Arap Baharı Pratiği 



MEHMET ALİ GÖNGEN*

*Akdeniz Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Doktora Programı 

 Özet 

ABD'nin Arap Baharı karşısında sergilediği 'çekingen' tutum uluslararası 
platformlarda tartışma konusu olmaktadır. Özellikle İkinci Dünya Savaşı'ından bu yana dünyadaki her gelişme karşısında aktif bir rol üslenen ABD, Arap Baharı karşısında izlediği aşırı ihtiyatlı tutum, kimi akademik çevrelerce ''ABD'nin hegemonik gücünden ciddi aşınmalar olduğu'' şeklinde değerlendirilirken, kimi akademik çevreler de ABD'nin düşük profilli bu tutumunu, Obama'nın dış politikada, ''insani zorunluluklar dışında mümkün olduğunca askeri seçeneği öteleyen, zorunlu hallerde ise BM gibi çok uluslu örgütlerin meşrulaştırıcı onayını gerekli gören yaklaşımına'' bağlamaktadır. Bu bağlamda bu çalışmanın amacı ABD'nin, Arap Baharı karşısında sergilediği düşük profilli politikasının nedenlerini irdelemektir. ABD'nin dış politika ekolleri kapsamında Obama doktrini ve Arap 
baharına yaklaşımı Mısır, Libya ve Suriye bağlamında incelenecek. Bu üç ülkenin 
incelenmesinin sebebi bir yandan hem bahsi geçen ülkelerin farklı potansiyellere sahip olması hem de içinde barındırdığı farklı dengeler, Arap Baharı'na prototip örnekler teşkil ettiğinin düşünülmesi, diğer yandan ABD'nin Arap Baharı'na yaklaşımını da özetlediğine inanılmasıdır. 

Giriş 

Bu çalışma, ABD'nin Arap Baharı karşısındaki tutumunu Obama doktrini etrafında okumayı hedeflemektedir. ABD'nin Arap Baharı politikası; tek taraflı askeri müdahale seçeneğini önceleyen, ABD'nin hegemonyasını sürdürme yolunda saldırgan davranan Bush'un aksine, mümkün olduğunca diplomatik yollarla ABD hegemonyasını sağlamak isteyen, mümkün olmayan durumlarda BM, NATO gibi çok uluslu örgütlerin meşrulaştırıcı onayına ihtiyaç duyan Obama doktrini ile uyumlu olduğu ve büyük ölçüde de sonuç aldığı bu çalışmanın temel iddiasıdır. 

 ''Terörle mücadele' konsepti çerçevesinde Bush döneminde Ortadoğu'da oldukça saldırgan bir politika izleyen ABD, Obama dönemi ile beraber, Arap Baharı sürecinde askeri müdahaleyi öteleyen, daha ihtiyatlı bir politika benimsediği gözlenmektedir. Obama doktrini de denen bu yaklaşım, bazı akademik çevrelerce Bush döneminin saldırgan politikaları sonucu dünyada ciddi imaj kaybına uğrayan ABD'nin, imaj düzeltme çabası olarak yorumlanmıştır. ABD'nin, Arap Baharı karşısındaki duruşunu anlamak için, Prototip örnek olarak seçtiğimiz Mısır, Libya, Tunus gibi ülkelerle ABD'nin politikasını incelemeye çalışacağız. 

Bu üç ülkenin seçilmesinin nedeni, özellikleri tek tek incelendiğinde hem sahip oldukları/olmadıkları enerji kaynakları, hem içinde  barındırdıkları / barındırmadıkları mezhepsel/etnik farklılıkları hem de isyandan önce ABD ile olan sıcak/sıcak olmayan ilişkileri bakımından bir çok özü barındırmasıdır. 

1. Obama Doktrini 

Temmuz 2008 yılında ABD'de yapılan bir ankete göre Amerikan halkı ''Amerika'nın dünyadaki duruşunu iyileştirmeyi'' ABD'nin en önemli dış politika önceliği olarak görüyordu. Bu yönüyle Obama halkın duygularını iyi yakalamıştı 169; 

Obama seçim kampanyasında ABD'nin Irak işgalini eleştirmiş, Rusya, Çin ve İran dahil olmak üzere tüm ülkelerle ilişkilerin yeniden düzenlenmesi üzerinde durmuştu. Nitekim 20 Ocak'taki göreve başlama töreninde ''Amerika her bir ülkenin dostudur.....ve bir kez daha başı çekmeye hazırız'' demişti. 

Bush BM, DTÖ, Uluslararası ceza Mahkemesi gibi kurumların Amerika'nın egemenliğini kısıtladığını iddia ederken, halefi Obama bu örgütlerin ABD'yi daha güvenli kılacağına inanıyordu. Bu mesaj, göreve başlama töreninden üç hafta sonra, eski senatör ve Senato Dış İlişkiler Komitesi Başkanı, Başkan Yardımcısı Joseph Biden tarafından doğrudan Avrupalı liderlerle paylaşılmıştı. 

Konuşmasında Başkan yardımcısı, ''Uluslararası ittifakların ve örgütlerin Amerika'nın gücünü azaltmadığına inanıyoruz, onları kollektif güvenliğimizi,  ekonomik çıkarlarımızı ve değerlerimizi geliştirmeye yardım ettiğine inanıyoruz. Bu yüzden katılacağız, dinleyeceğiz, danışacağız 170''. 

ABD halkının kendisine olan desteğini barışçı yöntemleri savunmasına bağlayan 
Obama, dış politikada zor kullanmayı gerektirecek seçeneklerden özenle kaçınmaya çalışmıştır. ''Dış politikada Obama doktrini olarak kullanılmaya başlayan Amerikan yaklaşımı, ABD’nin dünyanın farklı bölgelerindeki insan hakları ihlalleri karşısında duyarlı olmasını, ancak doğrudan askeri güç kullanımı konusunda ise aşırı ihtiyatlı olmasını içermektedir. Bush dönemindeki Neo-Con siyasi elitin tek yönlü askeri güç kullanma konusundaki aşırı istekliliğinin ABD’nin küresel imajına ve güvenilirliğine yönelik olumsuz sonuçlarına bir tepki olarak gelişmiştir''171. İlk seçim kampanyasında Guantanamo'daki kampı  kapatacağını açıklayan, Irak'ta ABD askerlerini çekeceğini söyleyen, 2009'da ABD Başkanı olarak gittiği Kahire Üniversitesi'nde yaptığı konuşmada Ortadoğu'da Müslüman dünyaya 'yeni bir başlangıç' vaat eden Obama'nın bu söylemlerini bu çerçevede okumak mümkündür. 

Obama sözü geçen konuşmasında ''Hiç bir yönetim sistemi bir ülke tarafından başka herhangi birisine zorla kabul ettirilemez veya ettirilmemeli.........Barışçıl bir seçimin sonucunu çıkartmayı varsaymadığımız gibi, Amerika herkes için en iyisini bildiğini varsaymıyor. Ama tüm insanların bazı şeyler için arzu duyduğuna yönelik kararlı bir inancım var: ne düşündüğünü açıkça söyleyebilme ve nasıl yönetileceğine dair söz sahibi olma; hukukun üstünlüğü ve adaletin eşit yönetimine güven; şeffaf ve halktan çalmayan bir yönetim, seçtiğin gibi yaşama özgürlüğü. Bunlar sadece Amerikan fikirleri değil; bunlar insan hakları. Ve işte 
bu yüzden bunları her yerde savunacağız''172. Konuşma incelendiğinde bir yandan ABD'nin müdahaleci olmayacağı ama diğer taraftan insan haklarını savunacağı sonucuna varabiliriz. Kuşkusuz en önemli mesajı şu cümlesinde gizli: ''Amerika herkes için en iyisini bildiğini varsaymıyor''. Bu cümle Bush döneminin kötü izlerini silmeyi hedefleyen söz olarak değerlendirilmelidir. 

Ancak yine de yukarıda özetleyemeye çalıştığımız Obama doktrinin de öne çıkan 
'insan hakları konusunda duyarlı olmak'' ve '' doğrudan askeri güç kullanımı konusunda aşırı ihtiyatlı olmak'' saptamasında, çıkarlarla idealler çatıştığında Obama'nın ABD çıkarlarını tercih etmekte tereddüt etmediğini belirtmek gerekir. Bu yönüyle Arap Baharı güzel bir örnektir. Mısır'daki ayaklama da bir süre tereddüt yaşayan Obama yönetimi halkın kararlılığı karşısında yıllardır Amerika'ya dostça politikalar izlemiş Mübarek'in gitmesi yönünde tavır alırken, Bahreyn konusunda Suudi Arabistan'ın Bahreyn yönetimini desteklemek üzere asker göndermesi karşısında sessiz kalmıştır173. Burada Bahreyn'in özel konumuna değinmek yerinde olacaktır: Bahreyn tarihsel olarak İran'ın üzerinde hak iddia ettiği bir ülkedir. 1970'lere kadar İran Bahreyn'i bir eyaleti olarak görüyordu. Ülke nüfusunun %70'i Şii olmasına karşılık Sünni bir hanedan iktidardadır. Diğer yandan Suudi Arabistan'ın sınır komşusu olması sebebiyle ülke İran ve Suudi Arabistan arasında hem mezhepsel hem de siyasi olarak çekişme alanı durumundadır. Daha da önemlisi ülkede ABD'nin askeri üssü 
vardır174. Mısır konusunda isyancıları destekleyerek Suudi Arabistan'ı hayal kırıklığına uğratan ABD, Suudi Arabistan'ın, Bahreyn'e asker göndermesine sessiz kalarak hem isyan sonrası oluşabilecek İran etkisindeki bir yönetime müsaade etmemiş oldu hem de bölgedeki önemli müttefiki olan Suudi Arabistan'dan yana tavır almış oldu. Ulusal çıkarlar ve idealler arasındaki çelişkide çıkarların tercih edilmesi 'insan hakları konusunda duyarlılığı' ciddi 
biçimde anlamsızlaştırırken 'askeri müdahale konusunda aşırı tedbir belki de Obama yönetimi ile ilgili üzerinde en çok durulması gereken konu olarak kalıyor. 

Son on yılda Irak işgalinin merkeze oturduğu ABD'nin Ortadoğu politikasının siyasi ve maddi maliyetinin çok yüksek olduğu kanısında olan Obama yönetimi gerek Ortadoğu gerekse Çin ve Rusya ile ilişkilerde Bush döneminin tek başına hareket eden tavrından uzaklaşmaya çalışarak müttefikleriyle daha fazla işbirliği içinde hareket eden bir politika benimsediği söylenebilir. Irak işgalinde 5000 Amerikan askerinin hayatını kaybetmesi, 1 trilyon dolar üzerindeki savaş faturası ve prestij kaybı, Obama yönetiminin bu politikalarında belirleyici olmuştur 175. 

Birol Akgün'ün özetlediği gibi, ''Obama, kendisini ne Jefferson gibi “özgürlüğün 
imparatoru”, ne de Bush gibi “demokrasinin silahlı mücahidi” gibi davranmak zorunda hissetmektedir. Sözde özgürleştirici bir misyonun Vietnam’dan Irak’a kadar pek çok örnekte Amerika’ya olan maliyetini iyi bilen Obama, dış politikada yeni felaketlerle karşılaşmamak için ABD’nin kendi dar çıkarları temelinde değil, ancak ve ancak diğer ülkelerle birlikte hareket ederek sonuç alabileceğine inanmaktadır. Bu bağlamda da askeri güç kullanmak için BM gibi çok uluslu örgütlerin meşrulaştırıcı onayını gerekli görmektedir''176. Obama'nın 
inandığı bu ekolün teorisyenlerinden Joseph Nye'nin ifadesi ile, ABD, Dünyanın 
efendisi/jandarması değil dünyanın lideridir177. 

2. ABD'nin Arap Baharı Karşısındaki Tutumu 

2.1. Mısır 

Arap Baharı öncesi Mısır ile ABD ilişkilerine bakıldığında, 1967 yılında Mısır'ın 
İsrail'e karşı kaybettiği savaş kırılma noktası olarak kabul edilebilir. Çünkü bu tarihten önce Camal Abdül Nasır yönetimindeki Mısır, Arap dünyasının liderliğine soyunmuş, bu çerçevede 1958-1961 arası kısa dönemli Suriye ile birleşme yoluna gitmiş178, Arap milliyetçiliği söylemleri ile anti Amerikan ve İsrail yönünde politikalar benimsemiş ve Soğuk Savaş döneminde Sovyetler Birliği cephesinde yer almıştı. Ancak 1967-1973 savaşlarından sonra Cemal Abdül Nasır'ın yerine Mısır Cumhurbaşkanı görevine gelen Enver Sedat'ın İsrail ile 
ABD gözetiminde Camp David sürecini başlatması ve bunun sonucu olarak İsrail'i resmen tanıması sonrasında Sovyetler Birliği ile olan yakınlığına son vererek ABD bloğuna geçti. Bu gelişme Arap Dünyasında büyük tepkilere sebep olmuş, Mısır Arap Birliğinden ihraç edilmiş ancak diğer taraftan Camp David ile birlikte Mısır, ABD'den yılda 1,5 milyar dolar askeri yardım paketi almıştır. Böylece Sovyetler Birliği bloğundan ABD bloğuna dönüş yapan Mısır, Hüsnü Mübarek döneminde de bu tavrını korumuş, bunun sonucu olarak belirtilen 
yardımlar her yıl düzenli olarak sürmüştür179. 

1970'li yılların ortalarında başkan olan Enver Sedat'ın İsrail ziyareti ve ardından 
1979'da İsrail ile imzalanan barış anlaşmasından Arap Baharına kadar geçen süreçte Mısır, ABD'nin Ortadoğu politikasına uygun davranan önemli bir müttefikti. Bu sebeple Mısır'da isyan başladığında ABD, Özellikle İsrail ve Suudi Arabistan'ın Hüsnü Mübarek lehine söylemlerde bulunması ile beraber bir müddet tereddüt yaşadı180. Ancak durumun iyice kontrolden çıktığını gören ABD, ''kazanacak tarafta'' olmayı seçti. ABD, ayaklanmanın yörüngesinden çıkıp sadece Mısır'daki düzeni değil, İsrail ile olan ilişkileri de etkileyeceği kaygısı taşırken, orduyu devreye sokarak ya da ordunun bu inisiyatifi almasını destekleyerek, Hüsnü Mübarek'in yönetimden ayrılmasını hızlandırdı 181. Mübarek sonrası seçimle yönetime gelen Müslüman Kardeşler destekli Mursi için, Kasım 2012'de İsrail'in Filistin'e saldırması sonun başlangıcı olmuştur. Filistin'e saldırı karşısında Mursi'nin iki seçeneği vardı; ya birçok Arap ülkesi gibi sessiz kalacaktı ya da bu saldırı karşısında sesini yükseltecekti. Devrimin sesleri hala sokaklarda yankılanırken, istese de, sessiz kalamazdı. Nitekim HAMAS ve EL-
Fetih arasında arabuluculuk rolünden, Arap ülkelerinin Filistin'e yardım etmesine kadar bir çok konuda aktif rol alan Mursi'nin askeri darbe ile yönetimden uzaklaştırılması ABD dış işleri başkanı John Kerry tarafından, "Mısır'da ülkenin kaos ve şiddete doğru gitmesinden endişelenen milyonlarca insan ordudan müdahale etmesini istedi"182 şeklinde yorumlandı. 

2.2. Libya 

Libya, Avrupa'ya yakın olması, Avrupa ile Afrika arasında bir geçiş noktasında 
bulunması dolayısıyla stratejik öneme sahip bir ülkedir. Aynı zamanda Libya petrol zengini bir ülke olması da önemini arttırmaktadır. OPEC 2013 verilerine göre Libya dünya kanıtlanmış ham petrol rezervleri sıralamasında sekizinci, doğal gaz rezervleri sıralamasında ise yirmi birinci sıradadır.183 Batı ve özellikle de ABD karşıtı söylemleri dikkat çeken kırk yıllık Muammer Kaddafi iktidarı, Libya'yı Arap Baharı'ndan önce uluslararası siyasette önemli kılan başka bir olguydu. 

Arap Baharı'nın başlangıç noktası olan Tunus ve sonrasında Mısır ile kıyaslandığında Libya'da isyan çok daha çatışmalı geçti. 40 yıldır iktidarda olan Kaddafi'ye karşı 17 Şubat'ta isyancılar tarafından ilan edilen 'öfke günü' sonrası gösteriler yoğunlaşmış ve bütün ülkeye yayılmıştı 184. Ülkenin denetimini hızla kaybeden Kaddafi, sivilleri yönelik saldırılarını yoğunlaştırınca 24 Mart'ta NATO, ülke üzerinde uçuşa yasak bölge uygulayarak  ve  Kaddafi'nin askeri üsslerine, tank sıralarına ve diğer askeri varlığına büyük ölçekli hava saldırıları yürüterek duruma müdahale etti. Obama yönetimi Libya konusunda geniş çaplı ve direkt bir askeri müdahaleden ziyade hava ve açık deniz askeri operasyonlarını diğer NATO ülkeleri ile paylaşmış, Libya'daki kara savaşını isyancılara bırakmıştı. Obama bu durumu 'yük sadece ABD'de olmamalı'' sözleriyle özetlemişti 185. 

ABD doğrudan doğruya Libya'nın iç işlerine müdahale etmemeye özen göstermiş, isyanın iç savaşa dönüşmesi ile beraber ülkedeki sivillerin durumu üzerinden BM ve NATO gibi çok uluslu örgütleri harekete geçirmeye 
çalışmıştır. Nitekim Libya konusunda Obama BM Güvenlik Konseyi kararı çıkmadan ABD askerlerine silah kullanma yetkisi vermemiştir. Obama'nın 28 Mart 2011 tarihli konuşması ABD'nin Libya müdahalesi ile ilgili tutumunu açıkladığı gibi Obama'nın ABD'ye küresel çapta biçtiği misyonu da özetlemektedir; '' Elbette ki Amerika baskı olan her yere kendi ordusunu gönderemez. Biz müdahalenin risklerini ve maliyetini göz önüne alarak, her zaman harekete geçmenin gerekliliği hususunda önce kendi çıkarlarımızı düşünmeliyiz. Ancak bu, doğru olanı yapmayı sonsuza kadar engelleyecek bir argümana dönüşmemelidir…. Ülkemizin bu kadar çok acil sorunu varken, ABD’nin dünyanın polis gücü olarak hareket etmesi beklenmemelidir… 

Baskıcı rejimlere karşı harekete geçme yükümlülüğü yalnızca Amerika ’nın  olmamalıdır…  Biz Libya’da sivil halk dehşet derecesinde bir şiddete maruz kaldığı için harekete geçtik 186.” 

Libya'ya Müdahale konusunda ABD geniş bir ittifak sağlamıştı. Koalisyona İngiltere, Fransa, Kanada, Danimarka Norveç, İtalya, İspanya, Yunanistan, Türkiye gibi ülkelerin yanı sıra Katar ve Birleşik Arap Emirlikleri gibi Arap ülkelerini de katmıştır187. 20 Ekim günü isyancılar tarafından memleketi Sirt'te bir kanalizasyon çukurunda yakalanan Kaddafi'nin katledilmesi ile isyan nihayete ermiştir. Mısır'da 'sadık müttefiki' Mübarek'e karşı önceleri ılımlı bir tutum sergileyen daha sonra halkın kararlılığı ile beraber 'kazanacak tarafta' olmayı 
seçen ABD, isyan sonrası yönetime gelen İslami tandaslı Müslüman kardeşlerin askeri darbe sonrası yönetimden uzaklaşmasına ses çıkarmamış, petrol zengini Libya'da ise ABD aleyhine politikalar üreten Kaddafi'ye karşı BM ve NATO'yu harekete geçirerek, hatta liderliği Fransa'ya bırakarak sonuç almıştır. 

2.3. Suriye 

ABD'nin Suriye ile ilgili genel politikalarına baktığımız zaman soğuk savaş 
döneminden beri olumlu şeylerden bahsetmeye imkan yoktur. Soğuk savaş döneminde SSCB bloğunda yer alan Suriye'nin İran ile olan yakın ilişkileri, İsrail'e karşı mücadele eden HAMAS, Hizbullah gibi örgütlere destek vermesi sonucu ABD tarafından 'şer ekseni', 'haydut ülke' gibi tanımlamalara maruz kalmıştır. Bu sebeplerden dolayı Suriye, ABD açısından uluslararası sistemin dışında olan bir ülkedir. Ayrıca, Suriye'nin Rusya ile iyi ekonomik ilişkilere sahip olduğunu ve Rusya'nın en büyük askeri üslerinden birinin bu ülkede olduğunu 
not etmek gerekir. Suriye'ye içeriden bakıldığında da içinde bir çok dengeyi barındırdığı söylenebilir. Suriye'de nüfusun % 10'unu oluşturan Aleviler iktidarı elinde bulundurmaktadır. Suriye'de %10-15 arasında bir Kürt nüfus vardır ve ayaklanma başlayıncaya kadar temel haklardan yoksundular; Bir çoğu vatandaş sayılmadığından dolayı kimlikleri yoktu. Bu sebepten dolayı mülk edinemiyorlar, resmi olarak evlenemiyorlar, çocuklarını okula gönderemiyorlardı. 

2011’de Dera’da başlayan ayaklanmalar karşısında ise ABD gelişmeleri yakından izlemiş ve Esad yönetimine şiddet kullanmamasını, muhaliflerle siyasi diyalog başlatmasını önermiştir. Olayların tırmanması üzerine ABD konuyu bir yandan BM gündemine taşırken, diğer yandan Türkiye ve Arap Birliği ülkeleriyle yakın temasa geçmiştir. 

Yeni ABD dış politikasına uygun olarak, Obama yönetimi herkesin beklentisinin aksine Suriye konusunda bölgesel inisiyatifler geliştirilmesini ve diplomatik çabalara öncelik verilmesini desteklemiş tir 188. Bu çerçevede ancak 2011 Ağustos ayında Başkan Obama artık Esad yönetiminin gitmesi gerektiğini açıklamıştır. 6 Şubat 2012 tarihi itibariyle de diplomatlarını geri çekmiştir. Bundan sonraki süreçte ''Esad gitmeli'' şeklinde bir politika izleyen ABD 
yönetimi bu doğrultuda BM gündemini getirdiği Suriye'ye müdahale ile ilgili her zaman Rusya ve Çin'in vetosuyla karşılaşmıştır. Bunun üzerine ABD yönetimi Türkiye, Suudi Arabistan, Katar gibi ülkeler ile Arap Ligi, İslam Konferansı Örgütü gibi çok uluslu örgütleri devreye sokarak sonuç almaya çalıştı. Diğer taraftan Suriye'de iç savaş uzadıkça hem Suriye'deki iç dengeler hem de bölgesel dengeler yüzünden savaş, tam bir mezhepsel eksene oturdu. Bölgesel bloklaşma: Bir taraftan Esad rejimi, İran ve Hizbullah diğer taraftan Suudi 
Arabistan, Türkiye, Katar şeklinde oldu. Mezhepsel bloklaşma en çok Esad rejimine yaradı. Çünkü böylelikle Esad, Sünni tehdidine karşılık her zaman yanında yer alacak bir Alevi ve Hıristiyan azınlığın desteğini çok güçlü bir şekilde sağlayabilmiştir . Bu durum aynı zamanda muhaliflerin birleşmesi önünde önemli bir engeldir. Bu da sorunu kendi içinde daha çıkılmaz hale getirmiştir. Mezhepsel olarak bölünen Suriye muhalefeti diğer yandan etnik olarak da bütünleşemedi. 

PYD öncülüğünde örgütlenen Kürt muhalefeti hiçbir tarafta yer almayacağını 
kendi bölgelerine saldırı olmadıkça kimseyle savaşmayacaklarını ilan ederek Kürt yoğunluklu bölgelerde yönetimi ele geçirdi. 

ABD Başkanı Obama’nın 6 Mart 2012 tarihli basın toplantısında Suriye'ye askeri 
müdahale hakkında söyledikleri bu çıkmaza işaret etmektedir. 

Durumun Libya'dakinden çok farklı olduğunu ve bu sebeple ABD’nin tek taraflı askeri harekât düzenlemesini yanlış bulduğunu vurgulayan Obama, “Libya konusunda biz uluslararası toplumu harekete geçirdik, BM Güvenlik Konseyi’nin onayını aldık, bölgedeki Arap ülkelerinin tam desteğini sağladık ve askeri hareketin kısa zamanda sonuç getireceğine emin olduktan sonra harekete geçtik. Suriye’de ise durum çok daha karmaşıktır 189” dedi. ''Çok daha karmaşıktır' belirlemesi kuşkusuz hem BM'de sağlanamayan ittifaka hem de Suriye'deki mezhep ve etnik temelli bölünmüşlüğe işaret etmektedir. Çünkü mezhepsel bir eksene oturan problem yüzünden hem içte muhalefet arasında bir birlik sağlanamamakta hem de dış müdahalenin diğer Şii nüfusa sahip Lübnan, Yemen, Bahreyn ve Kuveyt gibi ülkelerde ne gibi sonuçlar doğuracağı ve 
giderek bunun bütün bir İslam coğrafyasında ne gibi kaoslara sebep olacağı 
ön görülememektedir 190. Nitekim bugün Irak ve Yemen'de yaşananlar izlendiğinde bu kaygının yersiz olmadığı anlaşılmaktadır. İki ülkede de mezhep savaşları yaşanmaktadır. 

Bu arada özellikle 2012 baharında cihadist örgütlerin Suriye'de iç savaşa aktif olarak dahil olması ABD'nin Suriye iç savaşına daha tereddütlü yaklaşmasına sebep olmuştur. İŞİD, El-Nusra gibi cihadist örgütlerin iktidarı ele geçirmesinden çekinen ABD yönetimi Esad- cihadist örgütler ikileminde kalmıştır. İŞİD ve El-Nusra gibi örgütlerin başlarda ÖSO tarafında görünmesi, ABD'nin ÖSO ve Suriye Ulusal Konseyi'ne de şüpheli yaklaşmasına sebep oldu. ABD eski diş işleri bakanı Hilery Clinton'un 1 Kasım 2012'de Hırvatistan'da ' Suriye Ulusal Konseyi bütün muhalefet temsil etmiyor191' sözlerini bu çerçevede değerlendirmek gerekiyor. Cihadist örgütlerin savaşa katılımı ile beraber bir taraftan bölgede mezhepsel gerilim artarken, diğer taraftan başlarda Esad rejimine karşı mücadele ettikleri 
düşünülen bu örgütler bazen kendi aralarında bazen özgür Suriye Ordusu ile bazen Kürt muhalefeti olan PYD ile savaştıkları görüldü. Savaş Suriye'yi aşarak Irak'a sıçradı. Özellikle IŞİD, Şiilerin iktidarda olduğu Maliki hükümetine karşı savaşarak Irak'ın bazı bölgelerini ele geçirdi. 

Bu süreçte ABD yönetimi BM ve Arap Ligi gibi çok uluslu örgütleri devreye sokarak geri planda durmayı tercih etti. Bu çerçevede BM ve Arap Ligi BM eski genel sekreteri Kofi Annan'ı taraflar arasında arabuluculuk yapmak üzere görevlendirdi. Uluslararası diplomasinin çözüme yönelik çabaları bağlamında, ABD 30 Haziran 2012'de Cenevre'de ve Ocak 2014 Monrtö'de yapılan ve Cenevre-1 ve Cenevre -2 diye anılan girişimlere destek verdiyse de bu 
çabalardan bir sonuç çıkmadı. 

 Rusya ve Çin'in Suriye'ye yönelik silah ambargosu dahil her yaptırımı veto etmesi, mezhepsel çatışma ve bu çatışmanın bütün Ortadoğu'ya yayılma riski, etnik bölünme, cihadist örgütlerin kaos ortamından yararlanarak güçlenmeleri ve hem Suriye'de yönetimi ele geçirme hem de Irak gibi komşu ülkelerde tehdit oluşturmaları ABD'yi Suriye meselesinde daha dikkatli adım atmak zorunda bırakmıştır. Nihayet Selefi Cihadist İŞİD örgütünün 11 Haziran 2014'te Musul'u ele geçirmesi ile Irak'ı teslim alan mezhepçi savaş karşısında da ABD'nin 
tutumu değişmedi. Başlarda gelişmeleri takip etmekle yetinen ABD yönetimi, tehdidin Kürdistan Bölgesel Yönetimine yönelmesi karşısında, önce İŞİD'e karşı hava saldırısında bulunmuş, sonra uluslararası ittifak girişimlerine hız vermiştir. ABD, Irak ve Suriye'de İŞİD'e karşı olası müdahale senaryolarına başta Avrupa ülkeleri olmak üzere Katar, Suudi Arabistan, Mısır, Türkiye gibi Sunni bölgesel güçleri de dahil etmeye çalışmıştır. Başkan Obama 20 Eylül 2014'te Suriye ve Irak'a müdahale ile ilgili sarf ettiği sözler Libya müdahalesi sırasında 
yaptığı değerlendirmenin kopyası gibiydi; "Ağustos ayından bu yana Amerikan pilotları, Irak'ta bu teröristlere karşı 170'i aşkın hava saldırısı gerçekleştirdi. Şimdi bu hava saldırılarında Fransa da bize katıldı. Bu teröristlere karşı, Irak ya da Suriye'de harekete geçmek için tereddüt etmeyeceğiz" ifadelerini kullandı. Bunun tek başına ABD'nin savaşı olmadığının altını çizen Obama, Amerikan askerlerini Irak yada Suriye topraklarına savaşa yollamayacağı nın bir kez daha vurguladı. Obama, "Sahadaki ortaklarımıza, kendi ülkelerinin geleceğini güvence altına almaları için, kendi yeteneklerimizi kullanarak yardımcı olmak daha 
etkili olacaktır. Hava gücü kullanacağız, ortaklarımıza ekipman ve eğitim desteği sağlayacağız. Tavsiyelerde bulunup yardımcı olacağız. Bu mücadelede geniş bir uluslararası koalisyona liderlik edeceğiz. Bu ABD'nin IŞİD ile mücadelesi değil, bu bölge insanlarının, dünyanın IŞİD ile mücadelesi 192" dedi. 

Sonuç 

Dünyada düzeni koruma/sağlama adına Irak ve Afganistan'ı işgal eden, Irak'ta ve Guantanamo'da askerlerinin yaptığı işkence görüntüleri ile sadece Ortadoğu'da değil bütün dünyada büyük bir imaj kaybına uğrayan ABD, Obama ile beraber imaj düzetme yoluna gitmiştir. Bu çerçevede ABD'nin Arap Baharı'na karşı izlediği politika incelendiğinde mümkün olduğunca askeri seçenekten uzak durduğunu, fakat çıkarları doğrultusunda sonuç aldığını söylemek mümkündür. Afrika ve Avrupa arasında önemli bir stratejik noktada bulunan, isyandan önce ''haydut devlet'' olarak tanımladığı petrol zengini Libya'da, BM ve NATO' üzerinden sonuç almasına bilen ABD, Mısır örneğinde olduğu gibi Ortadoğu'da kendi çıkarlarını tehdit altında gördüğünde Mısır'ın iç dengelerinden faydalanarak İslami tandaslı bir iktidarın uzun soluklu olmasını engellemiştir. İsyandan önce ''şer ekseni'nde'' sınıflandırdığı Suriye'de ise, gerek mezhepsel iç ve bölgesel dengeleri gerekse cihadist örgütlerin iktidara gelme olasılıklarına karşı ikilemde kalan ABD yönetiminin, zaman zaman geliştirdiği kısa dönemli politikalar çelişkili görünse de aslında temel olarak Obama Doktini olarak özetlediğimiz ''askeri güç kullanımı konusunda aşırı ihtiyatlı olan, askeri güç kullanmak için çok uluslu örgütlerin meşrulaştırıcı onayını gerekli gören'', ABD'nin küresel imajını  düzeltmeye dönük, yeni Amerikan yaklaşımı ile uyumlu görünmektedir. 


Kaynakça 

Akgün, Birol, ABD'nin Suriye Politikası, Suriye Krizinde Bölgesel ve Küresel Aktörler (Perspektifler, Sorunlar ve Çözüm Önerileri), Stratejik Düşünceler Enstitüsü, SDE Uluslararası İlişiler Program Koordinatörlüğü, 2012. 

Arıboğan, Deniz Ülke, Büyük Resmi Görmek, İstanbul, Timaş Yayınları, 2013. 

Kanat, Kılıç Buğra, Amerikan Dış Politikasının Bir Darbeyle İmtihanı, 10 Temmuz 2013, 
http://setav.org/tr/abd-dis-politikasinin-bir-darbeyle-imtihani/yorum/6900 erişim Tarihi, 30 Nisan 2014. 

Cebeci, Erol A. ve Diğerleri, Başkanlık Seçimleri Sonrasında ABD'nin Ortadoğu Politikası, SETA Analiz, Sayı:54, Ekim 2012. 

Çakmak Cenap Çakmak, Arap Baharı Sürecinde ABD'nin Dış Politikası, İçinde Arap Baharı: Ortadoğu'da Demokrasi Arayışı ve Türkiye Modeli, Editör: Murat Aktaş, Ankara, Nobel Akademik Yayıncılık , 2012. 

Çubukçu Mete, Yıkılsın bu Düzen, Arap Ayaklanmaları ve Sonrası, İstanbul, İletişim Yayınları, 2012. 

Djalılı Mohammad-Reza ve Kallner Thierry, Arap Baharı Karşısında İran ve Türkiye, İstanbul, Bilge Kültür Sanat Yayıncılık, 2013. 

Hook Steven W. ve Spaniner John, Amerikan Dış Politikası: İkinci Dünya Savaşı'ndan Günümüze, İstanbul, İnkılap Yayınevi, 2013. 

Özkan Mehmet, Mısır Dış Politikası: Dünü, Bugünü, Sorunları, SETA, sayı:88, Mart 2014 


BU BÖLÜM DİPNOTLARI;

169 Steven W. Hook, John Spaniner, Amerikan Dış Politikası: İkinci Dünya Savaşı'ndan Günümüze, İstanbul, İnkılap Yayıevi, s, 359. 
170 Steven W. Hook, John Spaniner, Amerikan Dış Politikası: İkinci Dünya Savaşı'ndan Günümüze, İstanbul, İnkılap Yayıevi, s, 330. 
171 Birol Akgün, ABD'nin Suriye Politikası, Suriye Krizinde Bölgesel ve Küresel Aktörler (Perspektifler, Sorunlar ve Çözüm Önerileri), Stratejik Düşünceler Enstitüsü, SDE Uluslararası İlişiler Program Koordinatörlüğü, 2012,s,11. 
172 Steven W. Hook, John Spaniner, Amerikan Dış Politikası: İkinci Dünya Savaşı'ndan Günümüze, İstanbul, İnkılap Yayıevi, s, 351. 
173 Erol A. Cebeci ve Diğerleri, Başkanlık Seçimleri Sonrasında ABD'nin Ortadoğu Politikası, SETA Analiz, Sayı:54, Ekim 2012, s, 6-7. 
174 Mohammad-Reza Djalili, Thierry Kallner, Arap Baharı Karşısında İran ve Türkiye, Bilge Kültür Sanat Yayıncılık, İstanbul, 2013, s.,62-63. 
175 Erol A. Cebeci ve Diğerleri, Başkanlık Seçimleri Sonrasında ABD'nin Ortadoğu Politikası, SETA Analiz, Sayı:54, Ekim 2012, s, 4. 
176 Birol Akgün, ABD'nin Suriye Politikası, Suriye Krizinde Bölgesel ve Küresel Aktörler (Perspektifler, Sorunlar ve Çözüm Önerileri), Stratejik Düşünceler Enstitüsü, SDE Uluslararası İlişiler Program Koordinatörlüğü, 2012,s,12. 
177 Deniz Ülke Arıboğan, Büyük Resmi Görmek, İstanbul, Timaş Yayınları, 2013, s. 62. 
178 Mehmet Özkan, Mısır Dış Politikası: Dünü, Bugünü, Sorunları, SETA, Mart 2014, Sayı:88, s,9. 
179 Mete Çubukçu, Yıkılsın bu Düzen, Arap Ayaklanmaları ve Sonrası, İstanbul, İletişim Yayınları, 2012 , s,192. 
180 Kılıç Buğra Kanat, Amerikan Dış Politikasının Bir Darbeyle İmtihanı, 10 Temmuz 2013, 
      http://setav.org/tr/abd-dis-politikasinin-bir-darbeyle-imtihani/yorum/6900 erişim Tarihi, 30 Nisan 2014. 
181 Mete Çubukçu, a.g.e., s, 192. 
182 BBC Türkçe, Kerry: Mısır Ordusu Demokrasiyi geri getirdi. 2Ağustos 2013 
      http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2013/08/130802_kerry_misir.shtml, Erişim Tarihi, 15 Nisan 2014. 
183 http://www.opec.org/opec_web/static_files_project/media/downloads/publications/ASB2013.pdf , erişimtarihi 2 Nisan 2014. 
184 Çubukçu, Yıkılsın bu Düzen, Arap Ayaklanmaları ve Sonrası, İstanbul, İletişim Yayınları, 2012 , s,116. 
185 Steven W. Hook, John Spaniner, Amerikan Dış Politikası: İkinci Dünya Savaşı'ndan Günümüze, İstanbul, İnkılap Yayıevi, s, 357. 
186 Birol Akgün, ABD'nin Suriye Politikası, Suriye Krizinde Bölgesel ve Küresel Aktörler (Perspektifler, Sorunlar ve Çözüm Önerileri), 
Stratejik Düşünceler Enstitüsü, SDE Uluslararası İlişiler Program Koordinatörlüğü, 2012,s,11-12. 
187 Cenap Çakmak, Arap Baharı Sürecinde ABD'nin Dış Politikası, İçinde Arap Baharı: Ortadoğu'da Demokrasi Arayışı ve Türkiye Modeli, 
Editör: Murat Aktaş, Ankara, Nobel Akademik Yayıncılık , 2012, s.90. 
188 Birol Akgün, ABD'nin Suriye Politikası, Suriye Krizinde Bölgesel ve Küresel Aktörler (Perspektifler, Sorunlar ve Çözüm Önerileri), 
Stratejik Düşünceler Enstitüsü, SDE Uluslararası İlişiler Program Koordinatörlüğü, 2012,s,13. 
189 Birol Akgün, ABD'nin Suriye Politikası, Suriye Krizinde Bölgesel ve Küresel Aktörler (Perspektifler, Sorunlar ve Çözüm Önerileri), 
Stratejik Düşünceler Enstitüsü, SDE Uluslararası İlişiler Program Koordinatörlüğü, 2012,s,14. 
190 Mete Çubukçu, Yıkılsın bu Düzen, Arap Ayaklanmaları ve Sonrası, İstanbul, İletişim Yayınları, 2012 , s,200. 
191 http://www.usasabah.com/Guncel/2012/11/1/suriye-ulusal-konseyini-sildi, erişim tarihi, 13 Mayıs 2013. 
192 Radikal, Obama: Dünya ABD'ye, ABD askerlerine güveniyor, 20 Eylül,2014, 
  http://www.radikal.com.tr/dunya/obama_dunya_abdye_abd_askerlerine_guveniyor-1213936, Erişim Tarihi, 21 Eylül, 2014. 


***