26 Kasım 2020 Perşembe

BİRAZ ADİL, BİRAZ DEĞİL... DEMOKRATİKLEŞME SÜRECİNDE TOPLUMUN YARGI ALGISI. BÖLÜM 2

BİRAZ ADİL, BİRAZ DEĞİL... DEMOKRATİKLEŞME SÜRECİNDE TOPLUMUN YARGI ALGISI. BÖLÜM 2



Demokratikleşme, sürecinde, Yargı Kurumunun, Toplumsal Algılanışına, Bakarken, Biraz adil, Biraz değil, Ethem Mahcupyan,

Bu yorumlardan hareketle, yurttaşın devleti algılarken kendi hayatı üzerinde doğrudan müdahale hakkına ve yetkisine sahip olan kurumları esas aldığını düşünebiliriz.
Yargı, böyle bir kurumdur; çünkü doğrudan doğruya yurttaş hakkında hüküm verip onun hayatına doğrudan müdahale edebilir, onun hayatını değiştirebilir.
Yargı ile devlet arasında özdeşlik kuran algının bir başka şekli, yargıyı bir “devlet
kurumu” olarak değerlendiren yaklaşımlarda ifade buluyor. Burada da, Demokratikleşme Sürecinde Hâkimler ve Savcılar çalışması için görüşülen hâkim ve savcıların bir kısmının, kendilerini “devletin memuru” olarak algıladıklarını gösteren yaklaşımın toplumdaki yansımasıyla karşı karşıyayız. 

Antalyalı görüşmecinin sözleri, bu yansımanın açık bir tasviri gibidir:

Mahkemeleri de bir devlet kurumu mu sayıyorsunuz yani?

Evet.

Peki, ama Mahkemelerin normal devlet dairelerinden farklı olması gerekmez mi?
Yani devlet değil de, bağımsız bir kurum olarak görüyorsunuz ya da öyle tarif ediyorlar kendilerini, ama parayı veren düdüğü çalan mantığı... (Antalya 1)
Bu görüşmeciye göre, bağımsız olması gereken mahkemelerin diğer devlet kurumlarından bir farkı yok; zira yargı mensupları da devletten maaş alıyorlar. Parayı veren devlet olunca, hangi kurum olursa olsun, devleti temsil etmiş oluyor. Ayrıca, mahkemelerde iş görme yolları ile diğer devlet dairelerindeki iş görme biçimi arasında, bu nedenle, bir farklılık ortaya çıkmamaktadır.

İstanbullu görüşmecilerden birisi, bu durumu bir “iç içe geçmişlik hali” olarak
yorumluyor:

İşte iç içe geçmişlikten dolayı aslında yargıyı, tamamıyla yargı kurumu ve hâkimi
de o kurumun bir görevlisi olarak göremiyorum. Yani onların üstünde “egemenlik
kayıtsız şartsız milletindir”, “adalet mülkün temelidir” [yazıyor]. Adalet devletin
temelidir mi, yoksa adalet işte bireyin en doğal hakkıdır mı? [...] Yani şey söylemi
var, devletin milleti, askerin devleti, devletin milleti diye yeni bir söylem var. Aynı
şeyi belki yargı için de zaman zaman söyleyebiliriz. Hani belki işte şöyle formüle
edebiliriz: Devletin yargısı, yargının milleti, bireyi gibi. (İstanbul 2)

İstanbullu başka bir görüşmeci ise, yargı ile devlet arasında kesin bir uzaklığın
bulunması gerektiğini vurguluyor:
Yargı hiçbir zaman devletin kendisi olmamalıdır. Eğer yargı devletin kendisi olursa
orada tarafsız bir yargı olması mümkün değil. (İstanbul 3)

Lakin bu görüşmeci mize göre, Türkiye’de durum bunun aksidir. Bu görüşmecinin
devletten anladığı, kuvvetler ayrılığı gibi soyut bir ilkenin vazettiği devlet kavrayışından ziyade, yürütme içindeki organlardır aslında.

Yargının işlevini, Demokratikleşme Sürecinde Hâkimler ve Savcılar kitabında aktarılan genel teorik çerçeve içinde değerlendiren görüşlere de rastladık. Yargının “toplumsal barış” konusunda sahip olduğu hayatî öneme vurgu yapan Samsunlu görüşmecinin sözleri, bunun en açık örneğini oluşturuyor:

Yargı [...] devletin çatısı altında yaşayan bireylerin huzurunu temsil eder. Yani
burada huzur deyince, daha ziyade burada kolluk güçleri falan aklımıza geliyor,
fakat bu kolluk güçlerinin ötesinde bir huzur bu, güven duygusu!.. Ben bir
vatandaş olarak bir huzursuzluk ortamında aklıma ilk gelen güvence adalet
oluyor, adalet var, diyorum... Aklıma hiçbir zaman şu gelmiyor: Polis, jandarma
olayı çözer demiyorum, adalet çözer diyorum. Bence devleti oluşturan bireylerin
huzurunun sağlanması ayağının tepesinde yargı var. Devlet için böyle tanımlarım
ben bunu. [Toplumun] ahenginin sağlanmasının tepesinde durur. Huzurun sağlanmasında birçok kurum vardır, ama bu tepedeki kurumdur. Yargı bir organdır
bence, yani çünkü adalet duygusunu tesis eden şey yargıdır, yani kolluk kuvveti
değildir... (Samsun 1)

Mahkeme ve Adliye İmajı: “Allah Kimseyi Oraya Salmasın”

Soyut bir yapı olarak yargının somut tezahürleri, öncelikle mahkemeler ve adliye
binalarıdır. Görüşmelerde, soyut yargı algısının, somut tezahürler söz konusu olduğunda nasıl bir hal aldığını anlamaya yönelik sorular sorduk. Görüştüğümüz insanların hemen hemen tamamının paylaştığı algı, mahkemelerin “sevimli” bulunmadığı yönündedir. Mahkemeye hiç işi düşmemiş kişiler bile, mahkemeler karşısında mesafeli bir duruş sergilediler. Kars’ta görüştüğümüz, okur-yazar olmayan, altmış beş yaşındaki bir kadın, hiç mahkemeye gitmediği halde bu durumu özetleyen bir cümle sarf etmiştir: “Allah hiç kimseyi oraya salmasın [düşürmesin]!” (Kars 12)

Peki bu algının kaynağı ne? Yine görüşmelerimizden hareketle şunu söyleyebiliriz
ki, mahkeme, halkın gözünde “hizmet” alınan ya da kamu hizmeti üretilen bir yer
değil, hâlâ bir “devlet kapısı”dır ve yurttaş “devlet kapısı” karşısında hâlâ bir tür
maduuriyet konumundadır.
Trabzonlu bir görüşmeci, yargılandığı mahkemeyi şöyle tanımlıyor: “Ağır Ceza
Mahkemesi deyince suratsız hâkimler ve savcıları hatırlıyorum.” (Trabzon 1)
Mahkemelerin ve adliyenin genellikle “soğuk” bir imajı vardır. Bir görüşmeci bu
duyguyu şöyle ifade ediyor:
Mesela herhangi bir adliyeye girerken devletin soğuk yüzünü hissediyor[sunuz].
Soğuk bir yapı var. Bir adalet duygusu olmuyor. Çok farklı bir yer. Çok soğuk bir
yer ve çok soğuk bir duygu. İnsanların bireysel davranışları[nı] da etkiliyor; olumlu veya olumsuz. Kurallara uymadığınızda çok sert davranışlarla karşılaşabilirsiniz.
Mahkemeye gitmek durumunda olduğunuzda, ne için gittiğiniz önemlidir. Yani
suçlandığınız şey de önemlidir. Düşünce suçlarından yargılandığınızda çok daha
fazla tedirgin oluyorsunuz. Zaten siyasî davalarda yargı da siyasî kararlar veriyor.
Bu bölgede çok yaygın. Adi suçlarda insanlar kendini biraz daha rahat hissediyor.
(Diyarbakır 4)

Sadece bir defa, bakaya kaldığı için askerî mahkemeye çıkarılmış İstanbullu bir
görüşmecinin mahkeme tarifi ise oldukça ilginçtir: “Hani uzaya gitmişim gibi geldi!” (İstanbul 3)

Mahkemelerde, adliye mensupları tarafından daha başta kurulan hiyerarşi, insanların bir hizmet aldıklarını düşünmelerini engellemektedir. Ayrıca adliye binalarındaki tasarım, teşrifat ve gözlenen ilişki biçimleri de bu algıyı pekiştirmektedir. Sivaslı bir görüşmeci bu durumu şöyle ifade ediyor:
Mahkeme salonları çok soğuk ve ürkütücü. Hâkim ve savcılar da en az mahkeme
salonu kadar soğuk ve sevimsizler. İnsanlara yukardan bakan ukala kişiler olarak
gördüm. (Sivas 2)

Mahkemelere ve yargı görevlilerine ilişkin bu algı, başka görüşmelerde de yinelenmiştir.
Sivaslı bir başka görüşmeci şöyle diyor:
[Mahkeme] çok soğuk ve sevimsiz bir ortam. Hâkimler, savcılar ve yargı çalışanları insanları küçümser tavırda, yüksek sesle ve azarlayıcı şekilde konuşuyorlar. (Sivas 3)

Diyarbakırlı bir görüşmecinin adliyedeki ruh halini anlatma şekli, Kafka’nın Şato’sunu hatırlatıyor:

[Adliyeden] hiç hoşlanmadım. Adliye binaları çok resmî, ürkütüyor. Tanık veya
sanık olsun herkesin, hâkimin önünde herkesin önünü ilikleyip, elleri önünde
suçlu gibi durmaları zaten başlı başına bir hava yaratıyor ve oradaki herkes kendisini suçlu gibi hissediyor. Ama kimi hâkimler davranışlarıyla insanı rahatlatabiliyor.

Adliye binası adaletin sağlandığı yer ve bir hakem gibi olması gerekir. Zaten
savcı, hâkim ve avukatların mahkemelerdeki duruşları ve pozisyonları da mahkemelerin durumunu açıklıyor. Genellikle avukat sanıkla aynı pozisyonda duruyor ve öyle bakılıyor. [...] Mahkemelerdeki duruş bile beni rahatsız ediyor. İnsan kendini nasıl güvende hissedebilir ki? Rahat olunmuyor. Çünkü zaten mahkemeye çıktın mı suçlu gibisin. (Diyarbakır 1)

Yurttaşın adliyeyi kendine ait hissetmemesi, aradaki ilişkiyi sevgi değil, bir tür mecburi saygı olarak tarif eden Hakkârili görüşmecinin sözlerine şu şekilde yansıyor:

   Ben insanların mahkemeyi sevdiğine pek kanaat etmem, saygı duyduklarına
kanaat ederim. O saygının biraz kaybolduğunu insanlarda görüyoruz. Yani adaletin
bize taraf olabileceğini öğretti. (Hakkâri 1)
Adliyeye işi düşenin yaşadığı duygulardan biri de “korku”dur. Denizlili görüşmeci
bu ruh halini şöyle anlatıyor:
Adliyeye girdiğin zaman ilk başta korku hissediyorsun. Yani ben öyleydim, ilk
defa gitmiştim çünkü. Başta bir korku hissediyorsun. Güvenmek zorundasın, yani
ne derlerse yapmak zorundasın, güvenmek zorundasın.
Sana ait bir yer gibi hissettin mi?
Bana ait bir yer gibi hissetmedim, zaten çok sıkılıyorsun, acayip sıkılıyorsun.
Güvende hissetmiyorsun yani...
Güvende hissetmiyorsun. Neden?
Çünkü bir şey var içinde, bir korku var. Acaba ne olacak, istediğim gibi olacak mı,
olmayacak mı? Olmama ihtimalini daha çok düşünüyorsun. (Denizli 1)
Aynı görüşmeci adliyede görevli personelin tutumunu ise “normal” bulduğunu ve
bundan hoşnut kaldığını belirtiyor:
Ben [personelle ilgili] hiç problem yaşamadım, öyle kötü bir şeyini de görmedim
yani. Normal, normal gördüm her şeyi. Bir sorun görmedim. Belki de herkes [...]
ama ben o kadar değil yani. Zaten bir kere girdim mahkemeye. (Denizli 1)
Korku duygusuna vurgu yapan başka bir görüşmecinin, adliyede yaşadıklarına dair
tasviri de, yine Şato’yu çağrıştırır nitelikte:
Ben ilk defa bu olayla ilgili mahkemeye, yani adliyeye girdim. Önce korktum tabii,
yani böyle şey bir hava var, kasvetli bir havası var adliyenin.
Korku duydunuz mu?
Korku duyuyorsun, çekiniyorsun. İlk tepkim oydu yani.
Temelleri ne bu duygunun?
İlk başta polis. Girerken, o kontrolden geçerken üstünüz aranıyor falan. Bir de
bunun şeyi de var tabii, öncesi de vardır mutlaka, yetiştirilme tarzımız bir, o
zamana kadar böyle bir olayla muhatap olmuş değiliz, hiç bilmiyoruz, o da olabilir.
Ne bileyim korkutulmuşuz yani. 1980 döneminin çocuğuyuz, o korku her
zaman olacak bizde yani. 
Ne kadar özgürlük, işte bağımsızlık falan diye ümitlendiysek de abilerimiz, amcalarımız falan o korkuyu hissediyorsunuz.

Yani yurttaşa ait bir yer gibi hissetmiyor musunuz orayı?
Hiç değil, kırmızı halılar, mermerler falan...
Oradaki insanlarla kendi aranızda bir mesafe görüyor musunuz?
Mesafeyi hissediyorsunuz yani görmenize gerek yok... Engel gibi görünüyor, yani
bir engel gibi görünüyor işin açıkçası. Yani işinizi halletmek için gidiyorsunuz,
ama önünüzde bir engelmiş gibi geliyor. İçine girdikten sonra hani bazı orada
çalışanların şartlarını gördükten sonra hak vermeye başlayabilirsiniz, ama yine
de şeyler var yani, olumsuzluklar var... (Antalya 1)
İstanbullu ilkokul mezunu bir görüşmeci, mahkemeye işinin düşmesini istemediğini belirttikten sonra, bunun nedenini kısa ve net bir şekilde şöyle açıkladı: “Mahkemeden korkuyorum daha Türkçesi yani!” (İstanbul 4)
Aynı görüşmeci, bir bilinmezlik durumundan da söz etti. Başına gelecekleri kestirememek, aslında, anılan korku duygusunun da temelidir: “Bilmediğim için şey hep ben binadan kaçmak istiyorum.” (İstanbul 4)
Diyarbakırlı ve sol görüşlü bir görüşmecinin mahkeme imajı ise ilginç bazı algılama
biçimlerini ortaya koyuyor:
Yıllardan beri bizde bir mahkeme fobisi var. Çünkü işkenceler, baskılar vs. çok
olmuş. Ama zamanında bu işkenceler altında verdiğimiz ifadeleri çok rahat mahkemede reddedebiliyor duk ve kendimizi mahkemede daha rahat hissederdik.
Polise ve askere nazaran çok daha rahat bir ortam. [...] Ama hâkimler kurallara
çok bağlıdır ve bazen yanlış da olsa kuralları uyguluyorlar. Savcıları hâkimlere
oranla daha baskıcı buluyorum. (Diyarbakır 3)

Adalet ve Hukuk Algısı.,

Görüşmecilere, doğrudan doğruya “ Adalet ” kavramından ne anladıklarını sorduğumuzda, genellikle “ Bilmiyorum”, “ Okumadık”, “ Cahiliz”, “ Hakkında pek bilgim yok ” gibi cevaplar aldık. Biz de, “ Adalet” kavramına ilişkin algıyı, başka sorular üzerinden ortaya çıkarmaya çalıştık. Bu çerçevede, ilginç tanımlarla karşılaştık.

Ama önce görüşmecilerin bazılarının “adalet” kavramını doğrudan tanımlayan ifadelerinden örnekler verelim.

Karslı bir çoban adaleti şöyle tanımladı: “Adalet, Atatürk’ün dediği gibi ‘mülkün
temeli’ imiş. Ama maalesef biz adaleti Türkiye’de bulamıyoruz.” (Kars 16)
Trabzonlu görüşmeci ise “adalet […] eşitlik olmalı, hakların korunması olmalı”
demiştir. (Trabzon 1)

Erzurumlu bir diğeri, “adalet bence […] insanlar arasındaki eşitlik diye düşünüyorum” diyor. (Erzurum 2)

Yaşlı bir kadındaki adalet imgesi, “iyi insan olmak”la özdeş: “Adalet demek bir
görgü görmektir; iyi insanlara, iyi adamlara adalet denir.” (Erzurum 1)
Bir diğerine göre de adalet “adil olmak”tır. (Bursa 1)

Bir görüşmeci adaletten “mazlumun da hakkını hukukunu koruyan bir sistem”i anlıyor. (Diyarbakır 4)

Esasen “adalet” kavramının zihinlerdeki ilk oluşturucusu “haklılık-haksızlık” ikilemine dayanmaktadır (örneğin Kars 14).
Kimisine göre “adalet hak, hukuk”tur. (Kars 18)
Bazı görüşmeciler, “olumlu”dan değil, “olumsuz”dan, yani “olan”dan değil, “olmayan” dan hareket ettiler ve adaleti tanımlamak yerine, adaletsizliği tarif etmeye çalıştılar. Mesela bir görüşmeci, “adaletsizlik” ile “haksızlık” kavramları arasında ilişki kurarak, adaletin nasıl bir şey olduğunu bilmediğini, çünkü bu ülkede onu hiç yaşamadığını belirtiyor:

Adaleti […] tam net olarak tanımlayamayacağım ben, çünkü bilmiyoruz; yani
geriye dönüp baktığın zaman Türkiye’de pek adaletli bir şeylere rastlamadım
yani. Şimdi bazı adaletsizlikler oluyor, mesela adamın suçu ağır, hafif suçlarla
yargılanıyor, bazı insanlarınsa suçu çok az, yaptığı suçta bir şey yok, yani incitici
bir şey yok, ama ağır bir yargılama görüyor, ağır bir mahkeme görüyor, ne bileyim adam sarsılıp gidiyor, ama diğer ağır suçluların arkasında […] böyle adamı olanlar, ağırlıklı olanlar en ağır suçlardan hafifçe kurtuluyor. (Kars 3)

Görüşmelerimiz sırasında, akademik çalışmalarda ve felsefî tartışmalarda yapıldığı
gibi, adalet kavramını belli ilkeler veya değerler yardımıyla somutlaştırma eğiliminin çok yaygın olduğunu tespit ettik. Bu konuda en çok başvurulan ilkenin “eşitlik” olduğunu gördük.

Kürt kökenli genç bir görüşmecinin “adalet” ile “eşitlik” kavramları arasında kurduğu bağlantı, bu kavramlara dair algının kişinin öznel konumuyla ve yaşadıklarıyla doğrudan ilişkili olduğunun anlamlı örneklerinden biridir: “Adalet, bir devletin toprakları üzerinde bütün halkların din, ırk ayrımı gözetmeksizin haklardan eşit şekilde yararlanmasıdır.” (Kars 11)

Adalet algısında “eşitlik” idesinin merkezî rol oynadığını, benzer toplumsal konumdaki başka görüşmecilerimizin beyanlarında da müşahede ettik. Örneğin Diyarbakırlı bir görüşmecimiz, adaleti doğrudan “insanlar arasında eşitlik” olarak tanımlıyor. (Diyarbakır 1) 

Aynı görüşmecimiz, bu şekilde algıladığı adalet nosyonunu, aynı zamanda “hukuk”un da temeli olarak değerlendiriyor. Ona göre “hukuk, devletin
belirlemiş olduğu anayasanın adaletli bir şekilde uygulanması”dır.

Kürt kökenli bir çobanın adaletten anladığı da esasta aynı: “Eşitlik”. Lakin bu görüşmecimiz, ilk bakışta bağlantısız görünen bir başka kavramı da, eşitliğin muadili saydığını düşündüren bir cümle sarf ediyor: 
“Ben laikliği isterim.” Eşitlik ve laiklik kavramlarının yan yana gelmesi ilginç olmakla birlikte, görüşmecinin devamla söylediği, neden bu kavramlara gönderme yaptığını açıklığa kavuşturmakta dır: “İnsanların, Doğu’daki insanların hak şeyleri yoktur.” (Kars 13) Konuşmanın bağlamından, bu görüşmecinin laikliği hak mahrumiyeti, yani eşitsizlik olarak algıladığı sonucuna varıyoruz.

Adaletin tanımında eşitlik vurgusunu, Kürt kökenli bir öğretmende de görüyoruz:
“Adalet […] kendini kimseden üstün görmemektir; kimseyi yani farklı olduğu için
yargılamamaktır.” (Nusaybin 1)

Eskişehirli görüşmecimizin adalet algısı da, tersinden aynı noktaya çıkıyor. İşinden
haksız yere çıkarıldığını düşünen bu görüşmecimiz, yargıda herkese eşit muamele
edilmediğinden yakınırken, bu durumu adaletsizlik olarak niteliyor:
Eşitlik yok, kişilere göre değişiyor bizde.
Size göre adalet tecelli etmiyor mu?
Etmiyor, mahkemede etmiyor. (Eskişehir 1)
Konuşmanın devamında, bu görüşmecimizin adalet ile eşitlik arasında kurduğu
bağlantı çok daha belirgin hale geliyor:

Allah katında nasıl herkes birse, mahkeme katında da herkes bir olsun... Kişiye
göre veya vaziyete göre, şeye göre uygulanmaz. Nasıl diyoruz, cenabı Allah’ın
katına gittiği zaman herkes bir gidiyor. Hiç kimse fazla bir şey götüremiyor. O
fakirdi, bu zengindi, onun şeyleri vardı, bilmem neleri vardı o şekilde gitmiyorsun
ki! Neyle gidiyorsun? Beyaz bezle gidiyorsun, sade beyazla. Bitti. O şekilde
bir uygulama olmalı... [Kanunlar herkese] eşit uygulansın. Şimdi her zaman söylüyorum, babam da olsa, kendi çocuğum da olsa eğer o kanun yapıldıysa, ona
uyulmuyorsa o kanunun bu maddesi neymiş, ne işlemiş, nasıl işlemiş bu ceza
uygulansın ona karşı çıkmam. (Eskişehir 1)

Adaleti, ortak yaşamın temeli olarak algılayan görüşmeci de, sözünü yine “eşitlik”
ilkesiyle bağladı: “İnsanların birlikte yaşamasını sağlayacak olan şey, ya da ne bileyim eşitliği sağlayacak olan şeydir adalet.” (Samsun 2)

Adaletin yurttaşı devlete bağlayan en önemli araç olduğu, bir başka görüşmeci
tarafından da vurgulandı:

Yurttaşın da devlete bağlı olmasını sağlayan nedir? Devletinin ona sunduğu adalettir.

Yani devlet adaleti sağlarsa yurttaş devletine daha bağlı olur, yani devletinin
kurallarına uyar, çünkü bilir ki bu kurallar onu koruyor... (Samsun 1)

Bazı görüşmeciler, “adalet”i düzen kavramı üzerinden tanımladılar. “Adalet” ile
“düzen” arasında doğrudan bağ kuran görüşmecilerimizin neredeyse tamamının eğitimli ve yüksek gelirli kişilerden oluşması dikkat çekicidir. Mesela Samsun’da görüştüğümüz bir hekim, “adalet bir düzendir” dedikten sonra, şu açıklamaları yaptı:

Adalet, toplumda yaşayan bireylerin birbirleriyle belli bir düzen içinde kalmalarını
sağlayan normatif kuralların genel adıdır. Tanımlanmış kurallar bütünüdür.
Kişilere göre veya kişilerin sahip olduğu unvanlara göre farklılık göstermeyen,
herkes için aynı olan kuralların bir bütünüdür ve bu kurallar bütününün topluma
yansımasıdır. (Samsun 1)

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder