9 Kasım 2020 Pazartesi

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM SİSTEMİNE ETKİLERİ., BÖLÜM 20

 28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM SİSTEMİNE ETKİLERİ., BÖLÜM 20


Cumhuriyet Tarihi, Demokrasi, Darbe, Post Modern Darbe, Eğitim, 28 Şubat 1997 Askeri Darbesi,İsmail GÜLMEZ, Yrd. Doç. Dr. Yavuz ÖZDEMİR,Refah-Yol Hükümeti, Aczimendi, Fadime Şahin, Fadıl Akgündüz , Hüsamettin Cindoruk, Mesut Yılmaz, Refah-Yol Hükümeti ,



DÖRDÜNCÜ BÖLÜM 

4. 28 ŞUBAT 1997 MİLLİ GÜVENLİK KURULU KARARLARI ve SONUÇLARI 

Refah-Yol Hükümeti’nin, kurulduğu günden itibaren iç ve dış politikada göstermiş olduğu siyasi tavırlar, şeriat ve irtica olaylarının hep gündemde olduğu, irticai tutum hareketleri ve davranışları, laik ve demokratik siyasi kesim, üniversiteler, sivil toplum kuruluşları basın-yayın organları, medya ve TSK başta olmak üzere, ülkenin tüm kesimlerinde giderek artan olaylar ve bunların sonucunda ortaya çıkan tepkiler çeşitli olayları da beraberinde getirmiş idi. 
27 Ocak 1997 günü yapılan bir önceki MGK toplantısında, irticai faaliyetler 
nedeniyle Türk Silahlı Kuvvetleri’nde baş gösteren rahatsızlığın Deniz Kuvvetleri 
Komutanı Oramiral Güven Erkaya tarafından tekrar dile getirilmesi üzerine, 
28 Şubat tarihli MGK toplantısı gündemine “İrticai Faaliyetler” konusu da ele alınmıştır (Komisyon, 2012, s.154). 

Genel olarak ülkede çeşitli kesimler büyük bir huzursuzluk içeresinde idi. 
Şeriatçılar başta olmak üzere bütün dini kesimler adeta huzursuzdu, ne zaman laik ve demokratik Cumhuriyet’i yıkıp da yerine şeriatçı bir yönetim kurulacak düşüncesi içerisinde bekliyorlardı. Bunun yanında laik demokratik kesim de tıpkı dini kesim gibi huzursuz bir atmosfer içeresinde idi. Çünkü şeriatçıların laik ve demokratik düzeni yıkacaklarından endişe ederlerken bunları kimin durduracağı zihinlerde yer etmişti. 

Bunların yanı sıra asker ise içten içe huzursuzluğunu dile getirmeye başlamış idi. Asker tamamen hükümet üzerinden faaliyetlerini yürütmekle beraber bu hükümetin irticai faaliyetlerini önlemek için gerekli olan önlemlerin bir an önce alınması yolunda önemli adımların atılması gerektiğine inanıyordu (Bölügiray, 1999, s.23-24). 28 Şubat Kararları öncesi artık düğmeye basılmıştı, bazı çevreler ve güç odakları Refah-Yol Hükümetine karşı harekete geçmek için girişimlerde bulunulmaya başlamıştı (Özer, 2011, s.79). Bu durum başta kamuoyu ve medyayı etkisi altına almış olmakla beraber durum hükümet cephesinden tamamen farklı bir tutum içerisinde izlenmekte idi. 
Bununla beraber yetkili makamlardaki durum ve en önemli unsur olan TSK’da ki durum tamamen farklı olmakla beraber; kamuoyu, medya, hükümet, yetkili makamlar ve TSK 28 Şubat öncesi tavırlarını ortaya koymuş ve 28 Şubat MGK Kararları öncesi durumu şöyle özetlemişlerdir. 

4.1. Kamuoyu ve Medyadaki Durum 

Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasının ardından devlet içerisinde zaman zaman 
yolsuzluk, rüşvet ve iltimas olayları gündeme gelmiş olmakla beraber çoğu zaman bu olaylar karşısında devlet ve hükümetler hiçbir faaliyette bulunmamışlardır. Refah-Yol iktidarı döneminde kadar çoğu yolsuzluk, hırsızlık, çürümüşlük ve yozlaşmışlık karşısında sessiz kalan çoğunluk Refah-Yol iktidarı döneminde Türkiye Cumhuriyeti’nin laik ve demokratik yapısının her geçen gün biraz daha yıkılması karşısında nihayet harekete geçmiş ve artık sesini çıkarmaya başlamıştı (Bölügiray, 1999, s.24). Bu yaşanan olaylar “Susurluk Olayı” ile daha da farklı bir anlam ve önem kazanmış “yolsuzluk, çete, irtica” faaliyetleri ile bu dönem içerisinde mücadele edilmeye başlanmış idi. 
Kamuoyu içerisinde o dönem oldukça etkili olan şeriat ve irtica konuları 
toplumda büyük bir panik ve endişe yaratmış olmakla beraber, belli bir kesimi temsil etmeyen ya da bir gruba ait olmayan insanlar tarafından çeşitli eylemler başlatılmıştı. 
Bu eylemler içerisinde en dikkat çekeni ise “Sürekli Aydınlık İçin Bir Dakika Karanlık” adı verilen eylemler ön plana çıkmış ve kendilerine “Yurttaş Girişimi” adı verilen gruplar tarafından yapılmıştır. 1-29 Şubat günleri süresince her gece saat 21.00’de evlerin büyük çoğunluğu elektriklerini 1 dakika süre ile yakıp söndürürmüşlerdir. Bu eylemler daha çok İstanbul, Ankara, İzmir gibi büyük şehirlerde başlayıp tüm yurda yayılan bir eylem haline gelmiştir, elinde siyasi bir gücü olmayan ve sistem karşısında her zaman ezilen kesimler bu pasif ama etkili eylem yoluna gitmişlerdir. Bu eylem planlarının yanında kimi insanlarda sokaklarda küme küme toplanmaya şarkılar ve türküler söyleyerek, düdük çalarak, alkış tutarak, tencere ve tavalara vurarak yapılan bu eylemi sesli bir protestoya dönüştürüyorlardı. “Aydınlık İçin Yurttaş Girişimi” dalga dalga yayılırken, ilk kez böyle bir protesto eylemi olduğu için dünyanın da ilgisini 
çekmiş olmakla beraber olay uluslararası medyanın da gündemine girmiştir (Bölügiray, 1999, s.24). 
   Bu eylemcilerin amacı “Temiz Devlet-Temiz Toplum” sloganı ile Türkiye 
Cumhuriyeti’nin tarafsız yurttaşları olarak yaşanan bu olaylara tepkileri göstermek idi. 
Sessiz Çoğunluk” taraftarları; “Bir yandan konuşmaya değer hiçbir haklı sözü 
olmadığı halde konuşanlar, öte yanda konuşulacak çok şeyi olduğu halde susan, 
susturulan toplum, toplum olarak yaşamda bize sunulan sessiz çoğunluk rolünü bu sefer reddediyoruz” (Bölügiray, 1999, s.25) vb. açıklamaları ile düzen, adalet, hak, hukuk, laiklik ve demokrasi vurgusu yapmışlardır. Bu eylemler gün geçtikçe Refah-Yol Hükümeti aleyhine bir krize dönüşmekle beraber özellikle Adalet Bakanı Şevket Kazan’ın eylemciler için “Mum Söndü” oyununu ile benzerlik göstermesi şeklindeki açıklamaları ile olaylar daha da ateşlenmiş ve başta kamuoyu olmak üzere Alevi vatandaşların tepkisini çekmiştir. Kuşkusuz bu olay ilk ve en büyük sivil hareket olması açısından dikkat çekmiş ve etkileri uzun yıllar sürmüştür. 

Belli bir kesimi temsil etmeyen ya da bir gruba ait olmayan insanlar tarafından 
ortaya konulan bu eylemlerin yanında işçi, işveren, sağ ve sol gruplar, esnaf, doktor, avukat vb. tüm demokratik ve laik kitle örgütlerinin bir araya gelmesi ile oluşan “Sivil Toplum Örgütleri’nin” oluşturduğu TÜRK İŞ, DİSK, TÜSİAD, KESK, TOBB vb. örgütlü grupların yöneticileri parti liderlerini ziyaret ediyor ve isteklerini anlatıyorlardı. 
Bu gruplar genel olarak “siyasi partilerin ve parlamentonun kamuoyunun beklenti ve isteklerine cevap veremediği, halkın gerisinde kaldığı, Atatürk’ün şahsına ve temsil ettiği çağdaşlaşma anlayışına yönelik saldırıların olduğu, laik Cumhuriyet düzenini şeriat tehlikesi altına girdiği, çetelerin ve mafyanın devleti ve kurumlarını ele geçirmeye çalıştığı, meclisin halktan kopuk olduğu” (Bölügiray, 1999, s.26) vb. söylemleri kamuoyunun rahatsızlığını dile getirmiş olmakla beraber Necmettin Erbakan ve Tansu Çiller’in bu durum karşısında sessiz kalmış olmaları olayların daha da rahatsız verici bir hala gelmesine sebep olmuştur. 
Kamuoyundaki gelişmeler ve huzursuzluk ortamı genel olarak böyle olmakla 
beraber özellikle o dönemde toplumda büyük bir etkisi olan ve yaşanan olaylara yön verebilen medya organları açısından ise durum tüm detayları ile ele alınıyor ve kamuoyuna yansıtılıyordu. 

28 Şubat Süreci MGK Kararları öncesi durum medya açısından ele alınacak olur 
ise; laik, demokratik ve bağımsız medya her geçen gün rejim, laiklik ve demokrasi kavramalarını yıkmak isteyen RP’nin yaptığı her irticai olayı, her yanlış olayı ve her yolsuzluğu sonuna kadar araştırıyor, buluyor ve kamuoyunda gözler önüne seriyordu. Bu nedenlerden ötürü medya ve hükümet arasında şiddetli bir kavga sürüp gidiyordu (Bölügiray, 1999, s.26). 

4.2. Hükümet Cephesindeki Durum 

28 Şubat süreci MGK Kararları öncesi durum genel olarak kamuoyu ve medyada 
geniş bir yer tutmuş olmakla beraber özellikle Hükümet Cephesi’nden de yakından takip edilmekte idi. Refah Partisi; 27 Mart 1994 yerel seçimleri ve 24 Aralık 1995 genel seçimlerinden büyük bir başarı ile çıkmış olmasının yanında özellikle yerel yönetimlerin çoğunu ele geçirmiş olması, kamuoyunda büyük bir yankı oluşturmuştur. 

Bununla beraber özellikle RP’nin yerel yönetimlerdeki bu seçim başarısı ve çoğunluğu ele geçirmiş olması ve RP öncesi bazı belediye başkanlarının yolsuzluk ve rüşvet iddiaları halk nezdinde sindirilmeye çalışılmış olmakla beraber Anayasa ve Türkiye Cumhuriyeti’nin temel ilkeleri etrafında çalışan başkanlar ise halk tarafından takdir ile karşılanmıştır. 

RP’nin yerel yönetimlerdeki bu seçim başarısı 24 Aralık 1995 genel seçimleri ile 
devam etmiş ve RP’ni iktidara getirmiştir. Gelişen bu olaylar ile beraber özellikle yerel ve genel idarede ki RP’nin laik ve demokratik düzeni yıkma girişimleri ve bu yönde faaliyetler düzenlemeleri toplumun laik ve demokratik çevreleri tarafından tepkiyle karşılanmış ve giderek bu durum daha da yoğunlaşmıştır. 
Refah-Yol Hükümeti, kendi dönemi içerisinde yararlı işler yapmış olsa da 
yaratılan rejim bunalımından ötürü kamuoyunun bu yapılan yararlı işleri hiç kimsenin görmesi beklenemezdi, çünkü bütün ülkenin tartıştığı tek konu “Rejim Bunalımı” idi. 
Bu siyasi atmosferin mimarı ise Refah-Yol Hükümeti’nin kendisiydi. RP toplumda 
yükselen bu gergin atmosferi daha da tırmandırıyor, Adnan Menderes iktidarı gibi, “Ben iktidarım istediğimi yaparım” mantığı ile hareket ediyordu (Bölügiray, 1999, s.29-30). 
Bu gergin siyasi atmosfer karşında RP kendisini ikazda bulunanlara karşı ise tamamen umursamaz bir tavır sergiliyor ve ortağı DYP ise aynı tavrı takınıyordu. 
Refah-Yol Hükümeti dönemi içerisinde her gün Türkiye Cumhuriyeti’nin laik ve 
demokratik düzenin sarsan bir başka olay gündeme geliyordu. Bu olayların en 
önemlileri irtica eylemleri, şeriat isteği yönünde ki bazı siyasilerin konuşmaları, 
medyayı ve yerel yönetimleri baskı altına almak, Genelkurmay Başkanlığı’nın statüsünü değiştirerek TSK’yı MEB (Milli Eğitim Bakanlığı) gibi kendi hâkimiyeti altına sokmak istenmesi gibi çabaları gösteren Refah-Yol Hükümeti ayrıca irticanın siyasi simgesi olan türbanın yasallaşması ve bu konuda ki Anayasa Mahkemesi kararlarını uygulamamaya çalışması, Taksim’e ve Çankaya’ya cami projeleri, karayolu ile hacca gidilmesi, kurban derilerinin toplanması vb. gibi konuları gündemine alan Refah-Yol Hükümeti yeni yeni tartışmalara ve bunalımlara sebep oluyordu (Bölügiray, 1999, s.30). 

Refah Partisi, “Bürokrasiye hâkim olamazsanız hükümete de hâkim olamazsınız” kuralından hareketle uzun yıllar öncesi önemli görevler için hazırladıkları kişileri günümüzde devletin ve yerel yönetimlerin en etkin kadrolarına getirme 
girişimini sürdürmekle beraber RP, Türkiye Cumhuriyeti’ne uygun gördüğü şeriat 
rejiminin önünü açmak ve gerekli zemini oluşturmak için, bir yandan inkılap 
kanunlarını, özellikle Tevhid-i Tedrisat Kanunu, kıyafet kanunu, medeni kanun ve 
toplum yaşamını düzenleyen diğer kanunları delmeye çalışmakta, yönerge, genelge ve şifahi talimatlarla bu kanunları savsaklayıp ihlal ederken bir yandan da hazırladıkları önerge ve kanun teklifleriyle muhalefete ve kamuoyuna hissettirme den bu kanunları değiştirmeye çalışmaktadır (TBMM, 2012, s.987). 

Necmettin Erbakan, lideri olduğu Refah-Yol Hükümeti dönemi içerisinde dış 
politikada 28 Şubat sürecinin siyasi nedenlerini hazırlamış olmakla beraber adeta 
Batı’yı arka plana atmış ve dışlamış idi. Batı karşısında sergilemiş olduğu bu olumsuz tutumun aksine Doğu ile daima yakınlaşma politikaları sergilemiştir. Özellikle Orta Doğu ile olan ilişkilerini geliştirme yoluna gitmiş, çeşitli İslam ülkelerine resmi ziyaretler gerçekleştirmiş ve bu ziyaretler sonucunda büyük bir tepki ile karşı karşıya kalan Refah-Yol Hükümeti âdete 28 Şubat öncesi siyasi nedenleri hazırlamış gibiydi. Başbakan Erbakan, …“Bugün Türkiye’de demokrasi var, devlet-millet kaynaşması var. Bu uyum sadece iki parti arasında değil; hükümetin, Cumhurbaşkanı ve ordu ile arasında da tam bir işbirliği ve uyum var” diyorsa da bunun tam tersine RP ve DYP dışında, hükümetin hiç kimse ile ne işbirliği ne de uyumu söz konusuydu. Cumhurbaşkanının ikazlarını dinlemeyen, kulak arkası eden, kamuoyunun tepkilerini “fesatlar” diye niteleyen, medyanın eleştiri ve uyarıları için ise “Bir kısım medyanın uydurması” şeklinde itham ediyordu (Bölügiray, 1999, s.30). 

Birçok Refahlı milletvekili ve yöneticisi, Genel Merkez’in “Faaliyet alanınıza 
girmeyen işlere karışmayın, partimizi güç durumda bırakacak tutum ve davranışlardan sakının” diye uyarı genelgelerine karşın, irtica yanlısı tutum ve davranışları daha da hızlanarak ilerliyordu. RP’si ile DYP arasında bu bakımdan gerginlik yaşanıyor, Tansu Çiller sık sık “Ben Laikliğin Garantisiyim” şeklinde açıklamalar yapıyordu. DYP lideri Tansu Çiller bu durum karşısında bir şey yapmıyor sadece seyretmekle kalıyordu (Bölügiray, 1999, s.30-31). 

4.3. Yetkili Makamlardaki Durum 

28 Şubat süreci içerisinde MGK Kararları öncesi durum genel olarak kamuoyu 
ve medyada büyük bir yer tutmuş olmakla beraber özellikle Hükümet içinde de ayrı bir tutumun sergilenmesini beraberinde getirmiştir. Özellikle yetkili makamların başında TBMM ve Cumhurbaşkanlığı makamları gelmekte idi. 
TBMM içerisinde ki atmosfer ve gergin hava siyaset yaşamına da yansımıştır. 
Meclis, tamamen kilitlenmiş, çalışamaz duruma gelmiş, ülkenin yığınla yaşamsal 
sorunu ve halkın umutla beklediği konulara çözüm bulmaktan uzak, sürekli boş 
tartışmalarla ya da kulis sohbetleri ile vakit öldüren bir görüntü içerisinde idi 
(Bölügiray, 1999, s.26). TBMM’nin bu tutumu ülkede tırmanan şeriat tehlikesi ve irtica eylemleri ile artan olaylar karşısında tamamen pasif bir konumda olmakla beraber, artan bunalımlar karşısında tedbir almaktan uzaktı. 
DYP’nin RP’ye bağımlılığı gözlenirken, mecliste ki diğer partiler ise kendi aralarında örgütlenmişlerdi. Meclis’in bu dağınık hali 12 Eylül dönemlerini hatırlatmakla beraber, ülkede her kesim ve insanlar her gün ayağa kalkarken, hemen hemen bütün partilerin milletvekillerinde de derin bir karamsarlık ve bıkkınlık gözlemleni yordu (Bölügiray, 1999, s.26-27). 
Oysaki ortada bulunan bu sıkıntılı durumu meclis ve milletvekilleri oluşturmakla beraber yine çözüm yolunu da kendilerinin bulması gerekmekteydi. Ancak tek sorun ise milletvekillerinin kendi istek ve sağduyularına uymak yerine liderlerinin hâkimiyeti dışına çıkmamaları ve kendi özgür düşüncelerini ifade edememeleri idi. 
28 Şubat süreci içerisinde yine yetkili makamların başında Cumhurbaşkanlığı 
makamı da gelmekte idi. Özellikle TSK’nın şeriat ve irtica konusunda ki kaygıları nın iletildiği Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, yaptığı ikili görüşmelerde konuya değinmekle beraber ayrıca mektuplar yazarak da görüşlerini açıklıyordu. Başbakan Erbakan’a, Haziran 1997 ye kadar toplamda 64 mektup gönderilmiş, hiç kuşkusuz mektupların içeriği ülkede yaşanan şeriat ve irtica konuları olmakla beraber, laik Cumhuriyet yönetiminin geleceği, laiklik ve Cumhuriyet’in temel ilkelerinin korunması vb. gibi konular yer almıştır. Bunun yanında ayrıca Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği yolu ile Adalet ve İçişleri Bakanlıklarına da irtica ile ilgili mektuplar gönderiliyordu (Bölügiray, 1999, s.27). 
Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in bu görüşlerinin ardından yakın çevresi ile 
olan diyaloglarında; “Yaşanan sorunların kaynağını hem hükümet hem de TSK 
açısından ele aldım ve anlattım” diyordu. “Ortada ciddi bir sıkıntı ve huzursuzluk 
ortamı var. Bu durum ve uyarılarım karşısında Başbakan Erbakan ve Çiller’in beni 
anladığını sanmıyorum…” şeklinde ki açıklamaları oldukça dikkat çekmekteydi. Bu 
açıklamalarının yanında yine Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel; “Yaşanan bunca 
olaya kayıtsız kalmalarını anlamıyorum” şeklinde yine açıklama yaparak bunun 
yanında meclisteki gruplardan da şikâyetçi idi. Muhalefet gruplarında ki bu kilitlenme ortada bulunan huzursuzluğa yeni kaygıları da beraberinde getiriyordu. Cumhurbaşkanı; hem hükümet hem de mecliste ki muhalefet partilerinin tutumlarından memnun olmamakla beraber adli makamlar ve mahkemelerden de hoşnut değildi. 
Cumhurbaşkanına göre; “Adalet çalışmıyor, laik ve demokratik düzene karşı işlenen suçlar var ama adalet mekanizması buna karşı yeterli ölçüde işlemiyor” şeklindeki açıklamaları ve bunun yanında irtica ve şeriat tehlikesinden RP’nin zararlı çıkacağını ancak bunları anlattığına rağmen iki cephenin de bunları anlamadığını söylüyordu (Bölügiray, 1999, s.28). 
Yaşanan tüm bu olumsuzluklara rağmen Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel 
adeta bir denge unsuru teşkil ediyordu. Çünkü Refah-Yolcuları TSK’yı siyasete 
çekmemeleri için uyarırken, tırmanan irtica ve TSK’ya yönelik saldırılar karşısında 
kışkırtılan komutanlara soğukkanlılığı elden bırakmamalarını öğütlüyordu. Bu olumlu ikazlar TSK açısından anlaşılmış olmakla beraber, Refah cephesinde ise bu uyarıları dikkate alan yoktu. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel; 28 Şubat’tan birkaç gün önce Yalçın Doğan’la yapmış olduğu görüşmede “Bunların ayaklarının yere basmadığını” söylüyordu ve bunun yanında nitekim Cumhurbaşkanı Demirel’in hem Erbakan’a hem de Çiller’e askerle konuşmaları yönünde ısrar ettiği öne sürülmüştür. Nitekim Refah-Yol Hükümeti iktidardan düştükten sonra Yalçın Doğan’la yaptığı röportajda Demirel şunları söylemiştir: “Dilimde tüy bitti. İkisine de defalarca söyledim. Toplantıdan bir gün önce bile askerlerle görüşselerdi… Onların rahatsızlıklarını dinleselerdi, gelişmeler farklı olurdu. Toplantının bir gün öncesinde, bazı gazetelerde kime ait olduğu belli olmayan “Türkiye yarın başka bir Türkiye olacak” başlıklı ilanlar yer almıştır (Komisyon, 2012, s.154). 
Tüm bu olumsuzluklara karşın Cumhurbaşkanı Demirel 28 Şubat öncesinde 
halkı yatıştırmaya çalışmakla beraber, Cumhuriyet’in temel niteliklerinin 
değiştirilmesinin söz konusu olmayacağını ifade ediyordu. Cumhurbaşkanı Demirel’e göre halk Cumhuriyet’i yıktırmaz, laik ve demokratik düzenden vazgeçmezdi. 
Cumhuriyet, laik ve demokratik rejimin güvence altında olduğunu izah etmeye 
çalışıyordu (Bölügiray, 1999, s.28-29). 

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder