8 Kasım 2020 Pazar

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM SİSTEMİNE ETKİLERİ., BÖLÜM 8

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM SİSTEMİNE ETKİLERİ., BÖLÜM 8


Cumhuriyet Tarihi, Demokrasi, Darbe, Post Modern Darbe, Eğitim, 28 Şubat 1997 Askeri Darbesi,İsmail GÜLMEZ, Yrd. Doç. Dr. Yavuz ÖZDEMİR,
Aczimendi, Fadime Şahin, Fadıl Akgündüz , Hüsamettin Cindoruk, Mesut Yılmaz, 

2.2. Türkiye Cumhuriyeti Siyasi Tarihinde ASKER-SİVİL ve SİYASET İlişkisi Üzerine Genel Bir Bakış ve Değerlendirme 


Osmanlı Devlet’i zamanında ki ordu-siyaset ilişkisine baktığımızda; özellikle 
Osmanlı Devleti’nin dağılma sürecine girmesiyle birlikte devletin kuruluş ve yükselme dönemlerinde ki topraklarını koruma ve padişahın bu topraklar üzerindeki etkinliğinin yavaş yavaş gerilediğini görmekteyiz. Zayıflayan siyasal otorite ve güce karşıt olarak, orduda siyasallaşmanın ve güçlenmenin başladığını, özellikle kuruluş ve yükselme dönemlerinde ki padişaha tabi olan ordunun artık yavaş yavaş padişahın otoritesinden çıkıp kendi siyasal güç ve otoritesini kurduğunu görmekteyiz. Yani Osmanlı klasik döneminde padişaha tabi olan ordunun artık bu konumundan uzaklaştığını görmekteyiz. 

Özellikle o dönemlerde ki yeniçerilerin faaliyetleri, siyasal otoritenin zayıflaması, başta yeniçeriler olmak üzere askerlerin devlet yönetimine az da olsa karışmaya başlamaları, klasik dönemde ki ordu-siyaset ilişkisinin tamamen değişmesini de beraberinde getirmiştir. Bununla beraber güçlenen ordunun zamanla yönetime karıştığı, muhalefetin yoğunlaştığı yıllarda ise padişahı tahtan indirmelerine hatta padişah ölümlerine kadar gittikleri bilinmektedir. Türk Silahlı Kuvvetlerinin, Osmanlı Devleti’nin gerileme ve dağılma dönemlerinden itibaren devlet yönetimin de ve siyaset alanında etkili olduğu gibi bu etkiyi zaman içerisinde daha da güçlendirdiği bilinmektedir. Özellikle ordu, 

Osmanlı Devleti’nden Cumhuriyet dönemine kadar gelebilen en güçlü kurumların 
başında gelmektedir. Özellikle modernleşme çalışmalarının ilk başladığı kurum ordu olması, Cumhuriyet’i kuran kadroların asker kökenli olmaları ve Cumhuriyet’in ilanında etkin rol oynamaları vb. gibi nedenler askeri bürokrasinin zaman içerisinde kendine has bir özerk konum kazanmasında etkili olmuştur. Özellikle Türkiye Cumhuriyet’i bir ulus devleti olarak 90 yıllık bir geçmişe sahip olmakla beraber hala Osmanlı İmparatorluğu’nun izlerini üzerinde taşımaktadır. Özellikle ordunun yapısı ve askeri teşkilatlanmalar sadece Osmanlı Devleti’ne has bir durum olmayıp kendinden önceki Türk Devletleri’nin Askeri teşkilatlanmaları ve orduları da örnek alınmıştır. 

Bundan dolayı ordunun sahip olduğu tarihi ve kültürel miras ordunun siyasal yönden özerk olmasını sağlamış ve bu özerk yapıyı güçlendirmiştir. Osman Tunç’a göre; “Cumhuriyet Türkiye’sin de ordu-devlet ilişkisinin, ordunun hükümetler üstü erkinin, sivil hükümetlerin ise birer gölge güç olduklarının ortaya konulabilmesi için her şeyden önce Osmanlı’dan intikal eden buyurgan ve otoriter yapının incelenmesi gerekmektedir” (Tunç, 1996, s. 56). Anlaşıldığı üzere ordunun kendine münhasır özerk bir yapısı olduğu, Cumhuriyet’i kuran ve ilan eden kadroların asker ya da asker kökenli olmaları ordunun tarih boyunca siyasal otoritesini de beraberinde getirmiştir. Özellikle Cumhuriyet’i kuran kadroların kendi bünyesinden yetişmiş kişiler olması rejimin kurucusu olduğu kadar koruyucusu olma rolünü de kendilerinde görmüşlerdir. 

İlyas Söğütlü’nün de belirttiği gibi; “Türkiye’de ordunun politikada ki etkinliği 
Cumhuriyet’le başlamış bir olgu değildir. Osmanlı’da ve Osmanlı’dan önce kurulan 
Türk-İslam Devletlerin de de ordu siyasette belirleyici bir aktör durumundaydı” 
Gazali’nin “memleket durumunun kötü olduğu hallerde ordu kime bağlı ise halife o olur” şeklindeki ifadesi siyasal yöneticilerin ordunun desteğini almadan iktidarda 
kalamadıklarının bir göstergesidir (Söğürtlü, 2000, s.56 ). Özellikle Osmanlı Devleti’nin askeri anlamda çok önemli yeri olan Tımar sisteminin ekonomik ve sosyal yapılanmadaki dengeyi bozması sonucunda sürekli Yeniçeri isyanlarının patlak vermesini beraberinde getirmiştir. II. Mahmut’un bunun önünü almak için kaldırdığı Yeniçeri Ocakları ve yerine getirdiği Avrupa modeli ordu ve bu model için Avrupa’dan ülkemize gelen eğitmen subaylar, onların tavsiyesi ile Avrupa’ya eğitim için giden subaylar, demokrasi hayalleri ile ülkelerine dönüp örgütsel çalışmalara başlamışlardır (Özdağ, 1991, s.71-75). Bu gelişmelerin sonucunda ise meşrutiyet hareketleri gündeme gelmiş olmakla beraber Jön Türkler ellerindeki askeri güç ile beraber siyasi yönetime müdahale etmişlerdir. Bu durum Osmanlı Devleti’nin son dönemlerine doğru siyaset sahnesinde daha etkin güç ve konuma gelmesini sağlamıştır. 
Türkiye Cumhuriyeti siyasal yaşamında asker-siyaset ilişkisine baktığımız 
zaman; özellikle ordunun Türk siyasal yaşamında 7 Ocak 1946’da DP’nin kurulması ve sonrasında gelişen olaylarla beraber ordunun siyasi hükümetler üzerindeki etkisi daha iyi anlaşılacaktır. Özellikle Milli Mücadele ve Kurtuluş Savaşı’nın başarı ile sonuçlanmasının ardında Osmanlı Devleti’nin temelleri üzerine kurulan yeni Türk Devleti Batı’nın siyasal rejimini ve devlet anlayışını örnek alarak kurulmuştu. Batı’nın üst yapısı yeni kurulan Türk Devleti’ne aktarılmıştır (Üskül, 2001, s.77). Kurulan bu devlet modeli çeşitli sorunları da beraberinde getirmiştir. Çünkü Batı anlayışı ve rejimi alınarak kurulan yeni Türk Devleti’nde, Batı’da olduğu gibi yenilik ve rejimi benimseyen bir üst sınıf, burjuvazi sınıfının olmayışından kaynaklanmaktadır. 
   Bu eksiklik zaman içerisinde düzeni ve sistemin koruyucusu olan orduya devredilmişti. Türkiye Cumhuriyeti, Batı demokrasileri gibi endüstrileşme sonucunda değil, bir bağımsızlık savaşı sonucunda kurulmuş bir devlettir. Dolayısıyla tarihsel köklerinde ve geleneğinde endüstrileşme değil tersine tepeden inme ideolojik devrimcilik ve onun ardındaki askeri gücü vardır. Batıdaki demokrasiyi kuran sermaye ve işçi sınıflarının görevini askerler üstlenmişler ve sisteme tehdit olarak görülen unsurları etkisizleştirerek bu misyonu kutsal bir görev olarak üstlenmişlerdir (Özgan, 2008, s.8). Ordunun siyasete karıştığı savı ile ilgili olarak bunun nedenleri kadar doğruluğu üzerinde de birçok yorum 
vardır. Örneğin, S. E. Finer ordunun neden siyasete karıştığı şeklindeki bir soruya 
“Ordu diğer tüm sivil güçlerden yüz kez daha iyi örgütlenmiş olduğuna ve modern 
silahlara sahip bulunduğuna göre, askerlerin niçin bazen siyasal yaşama karıştıklarını sormak yerine, neden her zaman karışmadıklarını araştırmak daha doğru olmaz mı? ” şeklinde cevap vermiştir (Kışlalı, 1993, s. 56). Böylece ordunun siyasete karışması sadece elindeki askeri imkânlar ve güçle olmayıp sivil güçlerden daha iyi örgütlenmesi, modern silahlara sahip olması ile beraber, zayıflayan siyasal otoriteye karşıt olarak orduda siyasallaşmanın daha doğrusu ordunun siyasete müdahalesini beraberinde getirmiştir. Böylece ordunun siyasete karışması sadece elindeki askeri imkânlar ve güçle olmayıp sivil güçlerden daha iyi örgütlenmesi, modern silahlara sahip olması ile beraber, zayıflayan siyasal otoriteye karşıt olarak orduda siyasallaşmanın daha doğrusu ordunun siyasete müdahalesini beraberinde getirmiştir. Cumhuriyet’in kuruluşunu gerçekleştirmiş olan TSK, kendisini aynı zamanda bu rejimin sahibi olarak da görmektedir. Dolayısıyla rejimi sürekli olarak korumak gerektiği ve bu koruma görevinin de kendisine verildiği kanaatindedir. 
Bunu kimsenin vermiş olması da gerekmemektedir, kendiliğinden bu görevi üstlenmiştir (Üskül, 2004, s.99).   Özellikle yapılan yeniliklerin uygulanmasında ve yeni rejimin içselleştirilmesinde ordunun önemli etkisi olmuştur. Cumhuriyet’in kurulmasından itibaren Türkiye’de gerçekleşen sosyal ve siyasal yapıda ki değişimler aşağıdan yukarıya doğru değil, tam tersi olarak yukarıdan aşağıya doğru gerçekleştirilmeye çalışılmıştır. Cumhuriyeti kuran kadroların asker-sivil ve aydınlardan oluşması ve bu yüzden de halkın taleplerinin bir kısmının siyasi alana yansımasını engellemiştir. Aynı zamanda bu kadroların asker kökenli olması ise Cumhuriyet’in ilerleyen yıllarında ordunun siyaset ile olan ilişkisinin yeni baştan şekillenmesinde önemli rol oynamıştır. Nitekim Cumhuriyetin ilerleyen yıllarında ordu, Cumhuriyet’i kuran kadronun kendi bünyesinde yetişmiş kişiler olması rejimin kurucusu olduğu kadar koruyucusu da olma rolünü üstlenmiş ve bu yüzden rejimi tehlikede gördüğü her durumda duruma müdahale etme ve sistemin koruyuculuğunu üstlenme vazifesini görmüştür (Özgan,2008, s.1-2). 
Mustafa Kemal Atatürk, askerin ve siyasetin birbirinden ayrılmasını istediği 
görüşlerini şu şekilde ifade etmiştir; “Efendiler, Kumandanlar askerlik vazifesini ve icabatını düşünürken ve tatbik ederken, siyasi mülahazaların tesirinde bulunmaktan kaçınılmalıdır. Siyasi cihetin icabatını düşünen başka vazifedarlar olduğunu unutmamalıdır. Memleketin genel hayatında orduyu siyasetten tecrit etmek ilkesi Cumhuriyet’in daima sözünü ettiği bir esas noktadır” şeklinde izah etmiştir. 
Özellikle I.TBMM dönemine baktığımızda 1924 Anayasasını vermiş olduğu 
haklar neticesinde askerler aynı zamanda milletvekili olabildikleri gibi savaş ve 
olağanüstü hallerde de asker olarak mecliste bulunabiliyorlardı. Mustafa Kemal Atatürk, bu durumda olanlardan askeri görevlerini bırakmalarını ve milletvekilliğinden ayrılmamalarını ya da milletvekilliğini bırakıp askeri görevlerini devam ettirmelerini istemiştir. Buradan hareketle Mustafa Kemal’in siyaset yapmakta olan komutanları ordudan ayrılmaya zorlayarak ordunun muhtemel darbelerin yuvası olma özelliğini ortadan kaldırmak istediği ileri sürülebilir (Özgan, 2008, s.9). 
Mustafa Kemal Atatürk, savaş sırasında görüş ayrılıklarını azaltmak amacıyla 
etkili bir yönetim sağlamak için mecliste ordunun varlığını gerektiren ve savaş 
sonrasında da meclisin önemli kararlarında etkili bir muhalefet oluşturan komutan 
milletvekillerinin Mustafa Kemal’in bu kararları almasında etkili olduğu söylene bilir. Bununla beraber Mustafa Kemal’in düşünce ve eylem planında birlik ve beraberlik oluşturmak istemesi ve bununla beraber kendi grubunu Mayıs 1921’de “Birinci Müdafaa-i Hukuk Grubu” olarak isimlendirmesi, İkinci Grubun oluşturulmasını davet etmiş, 1922 Temmuz’unda İkinci Grup ilk örgütlenmiş muhalefet olarak ortaya çıkmıştır (Weiker, 1963, s.85). Bu durum ise gruplar arasında görüş birliğinin bulunmadığını göstermekle beraber demokratik düşüncelerin olmadığını da göstermektedir. Özellikle Mustafa Kemal Atatürk, ordunun gelecek darbelerin yeri olmaması, Cumhuriyet’in getirmiş olduğu ilkeleri daha da benimsemek açısından, görüş ayrılıklarına son verip birlik ve beraberlik için, özellikle mecliste ki tek parti yönetimine son verip muhalefet ortaya çıkarma amacı ile siyaset sahnesine yeni bir parti sokma düşüncesine sahip olmuştur. 
Bunun ilk örneğini de 1924’teki TCF (Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası) oluşturmuştur. 
Milletvekilliğini tercih ederek ordudan ayrılan bir kısım komutanlar, Mustafa 
Kemal’in diğer muhalifleri ile birleşerek 17 Kasım 1924’te TCF’nı kurmuşlardır 
(Karpat,1967, s.114). Bu parti Cumhuriyet tarihinin ilk muhalefet siyasi partisi olması açısından oldukça önemlidir. TCF, meclisin ikinci döneminde CHF’ndan (Cumhuriyet Halk Fırkası) ayrılan bir grup milletvekili tarafından kurulmuştur. Fırkanın başkanı Kazım Karabekir, ikinci başkanı ise H. Rauf Orbay ve genel sekreteri ise Ali Fuat Cebesoy olmuştur. TCF, zaman içerisinde yeniliklere karşı bir tavır almaya başlamış, karşıt görüşlerin toplandığı yer haline gelmiş olmakla beraber Cumhuriyet’e ve Halifeliğin kaldırılmasına karşı olan herkesin toplandığı bir parti haline gelmiştir. Özellikle bu dönemde Doğu’da Şeyh Sait ayaklanması başlamış, özellikle çıkan bu ayaklanma ve isyan hareketinin partililer tarafından desteklendiği iddiası ve partinin tam olarak teşkilatlanamaması yüzünden ve en önemlisi de Mustafa Kemal karşında yer almama düşüncesi ile beraber TCF, 5 Haziran 1925’te kapatılmıştır (Lewis, 1984, s.90). 

Böylece Türkiye’nin ilk defa çok partili döneme geçme çalışmaları olumsuzlukla 
sonuçlanmakla beraber Türk toplumunun demokrasiye hazır olmadığı anlaşılmıştır. 
TCF’den sonra 1930’da Mustafa Kemal’in bizatihi-i isteği ve teşviki ile Fethi 
Okyar tarafından SCF (Serbest Cumhuriyet Fırkası) kurulmuş, partinin gerici ve 
tutucular tarafından odak haline getirilmesi ve aynı yıl içinde liderlerinin partiyi 
kapatma kararı almaları ile Türkiye 1945 yılına kadar tek parti iktidarını sürdüren CHF tarafından yönetilmiştir. 1950’ye kadar Türk siyasal hayatında başat güç olan ordu bundan sonra, yeni durumun ortaya çıkardığı işlevleri de yüklenmiştir (Kayalı, 2005, s.47). 

Böylece Mustafa Kemal Atatürk döneminde ki ikinci, çok partili siyasal yaşama 
geçme denemesi de başarısızlıkla sonuçlanmıştır. SCF’nin kapatılmasından kısa bir süre sonra gerçekleşecek olan Menemen Olayı’nın da etkisi ile 1946 yılına kadar bir daha çok partili siyasal yaşam için herhangi bir deneme yapılmamıştır (Ertan, 2012, s.182). 

II. Dünya savaşı sonlarına doğru tekrardan çok partili hayata geçme çalışmaları 
yapılmış ve birçok siyasi partinin temellerinin atılacağı yeni bir döneme girilmiş idi. 
Bu dönem içerisinde ilk olarak 18 Temmuz 1945’te Nuri Demirağ öndeliğinde kurulan MKP’dir. Fakat kurulan bu parti gerek İsmet İnönü nezdin de gerekse basında pek fazla rağbet görmemiştir. Basında birkaç gün yer tutmakla beraber kısa sürede unutulmuştur. 
Bu gelişmeler sonucunda MKP tarih sayfalarında yerini alırken 7 Ocak 1946’da kurulan ve sonraki dönemlerde adından sıkça söz edeceğimiz, yeni bir dönemin adımlarının atıldığı, Cumhuriyet ve demokrasi kavramlarının daha iyi anlaşılacağı ve Cumhuriyet dönemi Türk siyasi tarihi için bir dönüm noktası oluşturacak olan DP kurulmuştur 
(Aktaş, 2011, s.2). DP ilk başarısını 14 Mayıs 1950’de kazanarak mecliste ki 487 
üyelikten 408’ini almış ve tek başına iktidar olmuştur. Adnan Menderes’te Başbakan olarak hükümeti kurma görevini üstlenmiştir. 1950 seçimlerinde büyük bir başarı kaydeden DP, 10 yıl süreyle iktidarda kalmış olmakla beraber Türkiye Cumhuriyet tarihinin ilk askeri müdahalesi de ne yazık ki bu dönemde yaşanmıştır. Darbe sonrasında ise 1961 Anayasası kabul edilmiştir. 
Cumhuriyet tarihinde ki bu ilk askeri müdahalenin meydana gelmesinde 
temelinde ekonomik ve siyasal nedenlerin yanında, Cumhuriyet’in asker ve sivil otorite güçlerinin statü ve itibar kaybetmelerini neticesinde askeri müdahalede beraberinde gelmişti. 27 Mayıs 1960 Askeri darbesi, çok partili döneme geçildikten sonraki ilk askeri hareket olarak, kendinden sonra da askerlerin darbe yaparak siyasete karışmalarına öncülük etmesi bakımından oldukça önemlidir (Kongar,1993,s.95). Türkiye Cumhuriyeti, 1950-1960 yılları arasında, demokrasiyi geliştirmek ve yerleştirmek bakımından çok büyük fırsatı elinden kaçırmıştır. Bunun temel nedeni, o dönemde, henüz endüstrileşmenin ivme kazanmamış olması ve geniş köylü kitlelerinin seçmen tabanını oluşturmasıdır. Yönetimi devir aldıkları tek parti yönetiminin uygulamalarıyla yetişmiş olan DP yöneticileri, kendi iktidarlarında da, temel hak ve özgürlükleri geliştirmek yerine kimi zaman baskıcı olarak nitelendirilebilecek yöntemlere başvurmuşlardır. 27 Mayıs 1960’ta Askeri müdahaleyi gerçekleştirenler, hukuken meşruiyet için TSK’nın İç Hizmet Yönergesi’nin “Cumhuriyeti koruma ve kollama” hükmüne dayanak olmuş ve Kurucu Meclis tarafından 211 sayılı “Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmet Kanunu’nu” çıkarılmıştır (Özgan, 2008, s.11). 

Anayasada belirtilen kanunun 35. Maddesi; “Silahlı Kuvvetlerin görevi Anayasa’da belirtilen Türkiye Cumhuriyeti’ni Türk Anayurdunu korumak ve kollamaktır” demektedir. Daha sonraları ordu mensupları bu maddeyi devletin bekası ciddi bir tehlikeyle yüz yüze bulunduğunda siyaset alanına müdahale etmeye mecbur oldukları” şeklinde yorumlamışlardır (Hill, 1999, s.54). 
14 Haziran 1961 tarihli Resmi Gazete’de yayınlanan 1.sayılı Yasa’da, “Ordu Dâhili Hizmet Kanunu’nun 35. Maddesiyle Türk Yurdunu ve Teşkilat-ı Esasiye Kanunu ile tayin edilmiş olan Türkiye Cumhuriyeti’ni korumak ve kollamak vazifesi kendisine verilmiş olan Türk Ordusu, Türk Milleti adına harekete geçerek milleti temsil vasfını kaybetmiş olan Meclisi dağıtıp iktidarı geçici olarak MBK’ ye emanet etmiştir.” denmesi suretiyle Cumhuriyeti kollama ve koruma sözcüğünü askeri müdahalelerin hukuki formülü haline getirilmiştir” 
(Öztürk, 2006, s.92). 

27 Mayıs 1960 Askeri darbesi sonrasındaki gelişmeler yakından takip 
edildiğinde, ülkede, askerin kışlasından çıktıktan sonra, yeniden kışlasına dönmesinin ne kadar zorlaştığı görülmektedir (TBMM, 2012, s.381). Cumhuriyet tarihinin ikinci askeri müdahalesi 12 Mart 1971’de gerçekleşmiştir. Özellikle 12 Mart müdahalesi TSK’nın kendi bünyesinde bulunan sol düşünceli subayların bölünmesi sonucunda bir grup subayın sivillerle işbirliği yapmaları, sol düşüncelere karşı bir hareketlilik yaşanmıştır. Öncelikle 12 Mart 1971 Askeri müdahalesini anlayabilmek için o dönemin siyasal ve sosyal olaylarını iyi bilmek gerekmektedir. 1961 anayasası ile sosyal ve siyasal hayatta sağ ve sol grupların oluşması siyasal ve toplumsal kutuplaşmaları da beraberinde getirmişti. 12 Mart müdahalesi ülkedeki bir grup aydın, yazar, düşünür, akademisyen komünist olduğu gerekçesiyle tutuklanmış, ordu kendi içindeki subayları tasfiye çalışmalarını sürdürmüş olmakla beraber asıl amaç Süleyman Demirel ve partisini iktidardan uzaklaştırmak olmuştur. 12 Mart müdahalesi sadece AP açısından değil, Türk siyaseti açısından da önemli bir olgudur. Çünkü artık bu tarihten sonra 1961 
anayasası ile getirilmiş olan çeşitli hak ve özgürlükler artık askeri kadrolar tarafından lağvedilmeye başlanmış ve bu olgu 12 Eylül 1980 Askeri müdahalesi ile de devam etmiştir. 

Cumhuriyet tarihimizin üçüncü askeri müdahalesi olarak bilinen 12 Eylül 1980 
Askeri müdahalesi ise esas olarak 1961 Anayasası’nı tümüyle rafa kaldırmak için 
yapılmıştır. Soğuk Savaş dönemine uygun olmayan 1961 Anayasası ile ülkenin 
yönetilemeyeceğini, en başta Türkiye’de 27 Mayıs sonrası döneminin önde gelen ismi Süleyman Demirel belirtmiştir (Özgan, 2008, s.13). 12 Eylül 1980 Askeri darbesi, Türkiye’de, yeni bir dönemin başlangıcını teşkil etmektedir. Bir bakıma 12 Mart 1971 muhtırasıyla başlayan sürecin derinleştirilmesi, tamamlanması seklinde izah edebiliriz. Cumhuriyet tarihimizin dördüncü askeri müdahalesi 28 Şubat 1997 tarihlidir. Bu tarihte dönemin Başbakan’ı Necmettin Erbakan’ın başbakanlığındaki Refah-Yol Hükümetince irtica ve şeriat tehlikesinin gündemde olması gerekçesiyle 28 Şubat 1997 tarihli MGK kararlarının kabul edilmesi sonucu, birkaç ay içinde hükümet düşmüştür (Özgan, 2008, s.13). 1990’lı yıllarda vesayetçi anlayış, yeni boyutlar kazanmış; 28 Şubat 1997 tarihli MGK toplantısında alınan 406 Sayılı Karar’la işaret fişeği atılan ve tarihe “post-modern darbe” olarak geçen “28 Şubat” sürecinde; “durumdan vazife çıkaran” güçler, seçimle işbaşına gelmiş bir Hükümeti iş yapamaz hale getirerek istifaya zorlamışlardır. 
Bu maksatla, psikolojik harekât faaliyetleri kapsamında, basın-yayın vasıtaları kullanılarak, “silahsız kuvvetler” yoluyla, iktidardaki koalisyon Hükümetini oluşturan partiler itibarsızlaştırılmış, tüm topluma irtica ve şeriat korkusu  yayılarak, demokrasiye müdahale edilmiştir (TBMM, 2012, s.918). 

Osmanlı Devleti döneminden beri süregelen ve özellikle Türkiye Cumhuriyeti 
siyasi yaşamında oldukça aşina olduğumuz darbe kavramına baktığımızda üç tane 
klasik darbe, bir tane post-modern darbe ve bir tane de e-Muhtıra olarak bildiğimiz toplam da beş tane müdahale yaşanmıştır. Özellikle Türkiye Cumhuriyeti siyasi yaşamına baktığımızda 1960 ve sonrası hem Türkiye’de hem de dünya siyasetin de darbeler dönemi olarak bilinmektedir. Demokrasinin askıya alındığı darbeler dönemine baktığımızda, TBMM ve birçok siyasi parti kapatılmış, milli irade baskı altına alınmış, sıkıyönetim ve olağanüstü olaylarla halk sindirilmeye çalışılmış, toplum baskı altında tutulmuş başta yaşam hakkı olmak üzere birçok insani hak çiğnenmiştir. Tüm bu süreçlere beraber özellikle Türkiye’de uzun yıllardan beri asker-sivil ilişkilerine baktığımızda bazı kesimlerin devamlı olarak ülkenin bölünme ve parçalanmanın eşiğine geldiğini iddia ederek çareyi sıkıyönetim ve olağanüstü hal ilan ederek içinde bulundukları durumdan kurtulabileceklerini izah etmişlerdir. 

Sonuç olarak baktığımızda ise Osmanlı’nın son dönemlerinden itibaren ve 
Cumhuriyet’in kurulması ile birlikte tek partili bir dönem başlamış ve bu dönem hariç tutulacak olursa daima TSK, ara ara siyasete karışmış ve çeşitli müdahalelerde bulunmuşlardır. Özellikle ordunun sahip olduğu güç ve konum Cumhuriyeti kuran kadroların asker ya da asker kökenli olmaları Türkiye’nin sosyal ve kültürel yapısında önemli etken oluşturmaları Türk modernleşme sürecinde daima etkin rol oynamaları neticesinde ordunun güç ve konumu daima üst seviyelerde tutulmuştur. Bu güç ve konum itibari ile ordu 1960’lı yıllardan itibaren çeşitli darbe ve müdahalelerde bulunmuş ve sivil yönetimi etkisi altına almıştır. 
Bununla beraber özellikle Mustafa Kemal Atatürk ve İsmet İnönü gibi liderler 
başta olmak üzere liderlerin birçoğu aynı zamanda asker kökenlidirler. 

Bu süreç TSK içerisinde uzun süreden beri süregelmiş olmakla beraber özellikle Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren Turgut Özal’a gelinceye kadar bir kişi dışında Cumhurbaşkanlığı makamına asker kökenli kişilerin geldiği bilinmektedir. 
Askeri kökenden gelmeyen tek Cumhurbaşkanı ise - Turgut Özal’ın Cumhurbaşkanlığı yaptığı döneme kadar - Celal Bayar’dır. 
Özellikle Cumhurbaşkanlığı makamına uzunca bir süre vekâlet etmesi nedeniyle, İ. Sabri Çağlayangil’de sivil kökenli Cumhurbaşkanları arasında sayılabilir (Öztürk, 2006, s.103). 
Ülke yönetiminde söz sahibi olmuş ve başkomutan sıfatını temsil eden asker 
kökenli Cumhurbaşkanları ve görev sürelerine bakacak olursak; 
1. Mustafa Kemal Atatürk ( Görev Süresi: 29 Ekim 1923–10 Kasım 1938) 
2. İsmet İnönü ( Görev Süresi: 11 Kasım 1938- 22 Mayıs 1950) 
3. Cemal Gürsel ( Görev Süresi: 27 Mayıs 1960–28 Mart 1966) 
4. Cevdet Sunay ( Görev Süresi: 28 Mart 1966- 28 Mart 1973) 
5. Fahri Korutürk ( Görev Süresi: 6 Nisan 1973- 6 Nisan 1980) 
6. Kenan Evren (Görev Süresi: 12 Eylül 1980- 8 Kasım 1982 

Devlet Başkanı olarak, 9 Kasım 1982- 9 Kasım 1989 tarihleri arasında ise Cumhurbaşkanı olarak) (Özgan, 2008, s.15). 
Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran kadrolar elbette asker kökenlidir. Kurdukları 
Cumhuriyet’i elbette koruma ve kollama görevini de yine kendilerinde görmüşlerdir. 
Bununla beraber nitekim 1950’li yıllara kadar ülkeyi yöneten kesim hep asker ve asker kökenli kişiler olmuştur. 1923 Cumhuriyet’in ilanından 2014 yılına kadar Türkiye Cumhuriyeti’ne Cumhurbaşkanlığı yapmış 11 Cumhurbaşkanının 6’sı asker kökenli oldukları yukarıdaki bilgilerden anlaşılmaktadır. Bu durum azımsanmayacak bir rakam olmakla beraber 90 yıllık Cumhuriyetimizin 56 yılına asker kökenli kişiler Cumhurbaşkanlığı yapmıştır. TSK’nin Cumhurbaşkanlığı seçimlerine büyük ilgi duyduğu ve bunu 27 Mayıs 1960 Askeri müdahalesi ile birlikte Çankaya Köşkü’ne çıkışın başladığı da söylenebilir. 

Cumhuriyet tarihimiz boyunca 5’i sivil 6’sı asker olmak üzere toplamda 11 Cumhurbaşkanı göreve gelmiştir


***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder