9 Kasım 2020 Pazartesi

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM SİSTEMİNE ETKİLERİ., BÖLÜM 30

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM SİSTEMİNE ETKİLERİ., BÖLÜM 30

Cumhuriyet Tarihi, Demokrasi, Darbe, Post Modern Darbe, Eğitim, 28 Şubat 1997 Askeri Darbesi,İsmail GÜLMEZ, Yrd. Doç. Dr. Yavuz ÖZDEMİR,
Aczimendi, Fadime Şahin, Fadıl Akgündüz , Hüsamettin Cindoruk, Mesut Yılmaz, 



Siyaset yaşamında bunlar yaşanırken ordu ise bu durum karşısında her geçen 
gün tavır ve eleştirilerinin dozajını artırıyordu. Dönemin en etkili isimlerinden olan 
Genelkurmay 2’nci Başkanı Orgeneral Çevik Bir New York Times’a yaptığı 
açıklamada: 
“Hükümetle mücadeleye kesin kararlıyız. Türk Anayasası çerçevesinde hareket 
ediyoruz. ABD’de ya da İngiltere’de siyasi sistemi savunmak askerin görevi değildir. 
Ama Türkiye’de bu görev yasayla bize verilmiştir” diyordu (Tayyar, 2009, s.91). 
Bu sözlü atışmalar sürekken Tansu Çiller’in başbakanlık konusundaki baskısı 
sürüyordu ve başbakanlığın kendisine devredilmesi gerektiğini söylüyordu. Sonunda, 
“Başbakanlık yoksa ne ben ne de partim artık bu koalisyonda yer alacağız” dedi. Artan bu baskıların ve gensoru korkusu Necmettin Erbakan’ı ikna etmişti ve iki lider başbakanlığın devri için anlaşmışlardı. Bu protokolde seçime gitmek şartı ile Necmettin Erbakan başbakanlığı Tansu Çiller’e devredecektir (Özer, 2011, s.97). 
Bununla beraber yaşanan bütün bu olaylar karşısında küçük koalisyon ortağı 
Tansu Çiller “Başbakanlık” konusunda aklında; başbakanlığın el değiştirmesi ile ilgili bir plan oluşturmuştu ve bu planın adı da “Havada İkmal” planı idi. 
Bu dönemin en etkili isimlerinden olan ve sürece yön veren TSK ise yine vermiş olduğu Genelkurmay brifingleri, medyada yoğun bir şekilde işlenen irtica teması ve şeriat kanunları, özellikle DYP’de meydana gelen istifalar gibi gelişmeler Başbakan Necmettin Erbakan’ın elini zayıflatırken Tansu Çiller’in elini güçlendiriyor du. Bu sayede Tansu Çiller projesinin haklılığı ve uygulanması konusunda Necmettin Erbakan’a da kolay baskı uygulayabiliyordu. Daha sonra DYP’deki istifaların sayısı 15’den 23’e çıkınca Tansu Çiller medyaya “Bu hükümet fiilen bitmiştir” açıklaması yaptı. Necmettin Erbakan’ı başbakanlığın değişimi konusunda görüşmeye davet etti. Tansu Çiller’e göre bu koalisyon hükümetinin tek kurtuluşu başbakanlığın değişimiyle gerçekleşecekti ve bu biran önce hayata geçirilmeliydi. Bunun için dışarıdan bir desteğe ihtiyaçları vardı bu desteği de onlara Büyük Birlik Parti’si sağlayacaktı. Beraberlerine BBP lideri Muhsin Yazıcıoğlu’uda alan liderler 17 Haziran’da Başbakanlık Konutu’nda yeni hükümet modeli üzerine anlaştılar (Tayyar, 2009, s.101). 
Başbakanlık Konutunda ki yapılan toplantı sonrasında Refah-Yol Hükümeti’nin 
Tansu Çiller Başbakanlığında devamı konusunda anlaşmaya varan 3 lider toplantı 
sonrasında basına şu açıklamaları yapmışlardır: 

Başbakan Necmettin Erbakan; “Takip buyurduğunuz gibi, DYP Genel Başkanı 
Sn. Tansu Çiller ve BBP Genel Başkanı Sn. Muhsin Yazıcıoğlu ile bir süredir devam 
eden görüşmelerimizi tamamladık. Türkiye’mizin genel durumunu birlikte gözden 
geçirdik. Ülkemizin her şeyden evvel huzura, iç barışa, kardeşliğe ve başlatılmış olan kalkınma hamlelerinin hedeflerine ulaşmasına ne kadar ihtiyaç duyduğunu hep beraber tespit ettik. Huzur, barış ve kalkınma hedeflerinin temeli, TBMM’de sağlam bir çoğunlukla temin edilebilir. Üç parti bir araya gelerek bu çoğunluğu teşkile karar verdik… 
 DYP ile geçen yıl aramızda imzalamış olduğumuz protokolle de iki parti olarak hep uyum içinde sadık kaldık. Bu protokol gereği, Türkiye’nin bir erken seçime gitmesi icap ettiği takdirde, buna birlikte karar vereceğimizi ve böyle bir durum karşısında da protokolümüzün mucibince Başbakanlığın değiştirilmesi öngörülmüştü… 
Daha kuvvetli bir meclis aritmetiği ile hizmetlerin istikrar içerisinde yürütülmesi 
için mümkün olan en kısa zamanda bir seçime gitmenin yararlı olabileceğine karar verdik. Bu kararın ışığı altında da protokolümüz gereği Başbakanlığın değiştirilmesinde de mutabık kaldık…” 
Tansu Çiller; “54. Hükümet’ten sonra atılması gerekli olan adımlar üzerinde, 
üç parti olarak bir güç birliği çerçevesinde hareket etme noktasında anlaştık… Bugün önemli olan kimin Başbakan olacağı değildir… Önemli olan halka gidebilme, demokrasinin gereğini yapma, her şeyin üstünde demokrasiyi egemen kılmaktır. Üç parti güç birliği yaparak önümüzdeki günlerde kurulacak hükümete destek kararı almıştır.” 

Muhsin Yazıcıoğlu; “Şu anda oluşacağını varsaydığımız bu hükümet modelinin 
amacı, hem meclisi bir takım oldubittilerle, dayatmalarla, vesayet altına alacak 
süreçlere sokmamak hem demokrasiyi kesintiye uğratmamak, aynı zamanda, Türkiye’yi salimen seçime götürmek olmalıdır. Biz bu hükümeti, demokratik rejimi rayına oturtmak, gerilimi azaltmak, seçimin alt yapısını oluşturmak, meclis dışı güçlere fırsat vermemek, yeniden milli iradenin oluşmasına destek vermek için destekleyeceğiz” (Kazan, 2013, s.421-422) şeklindeki açıklamalar yapmışlardır. 
17 Haziran’da Başbakanlık Konutu’nda yapılan bu görüşmelerin ardından ertesi 
gün liderler yaşanan bu durumdan Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’i haberdar etmek için Çankaya Köşkü’ne gitmişlerdir. Bu ortamda Muhsin Yazıcıoğlu koalisyon liderlerine Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in başbakanlığı Tansu Çiller’e vermemesi durumunda ne yapacaklarını sormuş ve bunu karşılığında Başbakan Erbakan, “bir belge imzaladıklarını ve bunun olmayacağını” söylemiş (Özer, 2011, s.97) ve şu şekilde devam etmiştir: 

“Zaman kaybedilmemeli. O nedenle Sn. Cumhurbaşkanı’na görevi Tansu 
Hanıma vermesini söyleyeceğim. Sayın Demirel benim eski arkadaşımdır. 
Bu hükümetin kuruluşunda bize destek verdi. Kendisine teşekkür borcumuz var. Anayasa dışı bir şey yapmaz” demiştir. 
Artık ortada yapılacak bir şey kalmamış olmakla beraber tek yapılacak şey bu 
kararlarını Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’e sunmaktı. Bu önemli görüşme için 
Tansu Çiller’i de yanına alan Başbakan Necmettin Erbakan istifa mektubuyla birlikte RP’li, DYP’li ve BBP’li milletvekillerinin imzaladığı, hükümete destek 
deklarasyonunun Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’e sunmuşlardır (Tayyar, 2009, s.104). Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ve liderler arasında Çankaya Köşkü’nde yapılan görüşmeler sonucunda Başbakan Erbakan kendi aralarında imzalamış oldukları anlaşmayı Cumhurbaşkanı Demirel’e şu şekilde sunmuştur: 
“Beyefendi biz RP olarak DYP ve BBP ile anlaştık. Mecliste çoğunluğumuz var. 
Arkamızda 278 milletvekili bulunuyor. DYP Genel Başkanı Tansu Çiller Hanımefendiye görev vermeniz halinde 55. Hükümet parlamentodan rahatlıkla güvenoyu alacaktır. 

Şimdi size bu üç partinin ortak dayanışma deklarasyonunu sunuyorum. Sn. Tansu 
Çiller’in görevlendirmesi hususunu takdirlerinize sunuyorum” (Aksoy, 2000, s.228). 
Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ve liderler arasında Çankaya Köşkü’nde 
gerçekleşen bu sıcak görüşmeler ne yazık ki beklenen şekilde sonuçlanmamış, 
Süleyman Demirel böyle bir anlaşmanın söz konusu olmayacağını, kendi aralarında yaptıkları protokole göre karar vermek zorunda olmadığını iki lidere açıklamıştır. Bu karar iki liderde “Soğuk bir duş etkisi” yaratmıştır. 
Bu beklenmedik sürpriz karşında Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’e bu konuyla ilgili koalisyon liderlerinden herhangi bir tepkiyle karşılaştınız mı yönündeki soruya şu şekilde cevap vermiştir (Özer, 2011, s.98): 
“Görevi ben bırakıyorum falanca devam edecek… O sizin işiniz değil ki… 
Cumhurbaşkanın işi. Cumhurbaşkanı tabii ki güvenoyu şartlarını düşünür. Ama 
unutmayınız, Cumhurbaşkanı bununla da bağlı değildir. Güvenoyu, Meclisin işidir” (Donat, 1999, s.598). 
Genel olarak Refah-Yol Hükümeti ve Başbakan Erbakan’ın bu süreç içerisinde 
ki faaliyetleri ile başlayan gelişmeler; 18 Haziran 1997 de Necmettin Erbakan’ın 
Başbakanlıktan istifa ederek görevi Tansu Çiller’e devretmesi siyasi arenada konuşulan konular arasında yerini almıştı. Yukarıda anlatılan bu süreç aşamasında iki lider arasında gerçekleşen görüşmenin ardından Necmettin Erbakan, Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’e giderek istifasını sundu. 
Ancak Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel beklenmedik bir sürpriz yapmış ve ANAP lideri ve Genel Başkanı Mesut Yılmaz’ı Çankaya Köşkü’ne çağırarak hükümeti kurma görevini ANAP lideri Mesut Yılmaz’a vermişti. 20 Haziran’da ki bu görevlendirmeyle beraber, Refah- Yol Hükümeti dönemi fiili anlamda sona ermekle beraber Tansu Çiller’in de başbakanlık hayali boşa çıkmıştır (Akpınar, 2006, s.299). Böylece RP ile DYP’nin birlikte oluşturduğu kısa süreli olan koalisyon hükümetinin sona ermesi ile birlikte iki partinin umduğu gelişmeler yaşanmamıştı. Hükümet kurma görevi artık Mesut Yılmaz’daydı askeriye ve bazı çevreler bu duruma çok sevindi ve Süleyman Demirel’in çok yerinde bir karar aldığını 
belirtiler. Yoksa işin sonu kötü olacaktı ve bir askeri darbe gerçekleşecekti. İş çevreleri ve bazı medya kuruluşları Refah-Yol hükümetinden kurtuldukları için çok 
memnundular (Özer, 2011, s.99). Refah-Yol Hükümeti’nin Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Necati Çelik’e göre; “Başbakanlığın devri için anlaşılan belgenin altına imza atan birçok DYP’li milletvekili daha sonra Süleyman Demirel’e ulaşarak bu imzaları dikkate almamasını” söylemişlerdir. Bunun sonucunda da Süleyman Demirel hükümeti kurma görevini Mesut Yılmaz’a vermiştir. Aslında Süleyman Demirel’de Refah-Yol Hükümetinden özelliklede RP’den kurtulmak istiyordu bu sayede bunu gerçekleştirmiş oldu (Çelik, 2003, s.173). 

Bütün yaşanan bu gelişmelerin ardından Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel 
hükümeti kurma görevini neden ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz’a verdiğini şu 
sözlerle ifade etmiştir: 
“Ülkede bunalım var diyerek istifa eden hükümetin bir başka şekilde görevi 
sürdürmesinin, durumu nasıl düzelteceği hususundaki çelişkiyi çözmekte güçlük çektim. Eğer hükümet gerçekten bu bunalımı aşabilecek durumdaysa, o zaman niye istifa etti?”, “Anayasa’nın 109. Maddesinin Cumhurbaşkanı’na verdiği sarih yetkiye ve Anayasa’nın 104. Maddesinde yer alan “Cumhurbaşkanı devletin başıdır. Bu sıfatla Türkiye Cumhuriyeti’nin ve Türk milletinin birliğini temsil eder. Anayasa’nın uygulanmasını, devlet organların düzenli ve uyumlu çalışmasını gözetir” şeklindeki hükmün Cumhurbaşkanı’na yüklediği sorumluluğun gereğine dayanarak genellikle uygulanan kural gereğince TBMM’de temsil edilen en çok üyeye sahip ikinci partinin genel başkanı Sn. Mesut Yılmaz’a hükümet kurma görevini verdim. Yapılan işlemlerin ne Meclis iradesine, ne de TBMM’nin sayın üyelerinin hakkına müdahale sayılabilecek hiçbir tarafı yoktur. Bundan evvel de prosedür böyle işlemiş, Meclisin güvenoyu verdiği hükümetler, görevine devam etmiştir, vermedikleri etmemiştir” (Tayyar, 2009, s.107). 

Artık hükümeti kurma görevi Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel tarafından 
ANAP lideri Mesut Yılmaz’a verilmiştir. Bu durum 54.Hükümetin sonu anlamına 
geliyordu. Refah-Yol Hükümeti’ni iktidardan indiren çevrelere göre ANAP lideri Mesut Yılmaz ne yapıp edip bir hükümet kurmalıydı ve bu hükümet güvenoyu almalıydı. 
Nitekim böylede oldu Mesut Yılmaz ANAP, DSP ve DTP’nin içinde yer aldığı ve 
CHP’nin dışarıdan destek verdiği bir azınlık hükümeti kurdu ve güvenoyu aldı. Bu 
hükümet Anasol-D Hükümeti olarak isimlendirildi (Tayyar, 2009, s.107). Bütün bu gelişmeler ve yaşanan siyasi kriz sonrasın da, Refah-Yol Hükümeti’nin gideceği aslında çok önceden birçok yazar tarafından da öngörülmüştü (Soncan, 2006, s.29). Özellikle Cengiz Çandar, hükümetin istifasından 3 ay önce köşesinde şunları yazıyordu: 
“Siyasette strateji ve taktik vardır. Ordu, bunu, kurmay yetenekleriyle uyguluyor. Siyaset yapması gereken, işi bu olan Başbakan Erbakan ve yardımcısı Tansu Çiller ise bu alanda hiçbir şey yapmıyor. Gölge boksu yapıyor. Sadece kendi içinde konuşuyor. Her kafadan bir ses çıkıyor. Siyasetin yerine konuşma geçince, 
konuşulanlar, gergin ipi daha da geriyor. Gündem yaratamıyor. Suni gündemden 
şikâyetle ömrünü dolduruyor. Suni dediği gündem, adım adım sonuca gittiği için 
aslında gerçek gündem. O hale geldi. Darbe mi? Gerek var mı? (Çandar, 2001, s.111). 
Bütün yaşanan gelişmeler bu süreç içerisinde ki; hükümet ortaklarının “Havada 
İkmal” şeklindeki planları ve beklentilerinin aksine, 20 Haziran günü sürpriz bir kararla Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, hükümeti kurma görevini Tansu Çiller’e değil de ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz’a vermesi ile beraber yaşanan bu durum Refah-Yol Hükümeti sonu olarak değerlendirilmiştir. 
“Ben görevimi yaptım” diyerek kendisini savunan Cumhurbaşkanı Süleyman 
Demirel’in yanında, Mesut Yılmaz ise “Bir devlet krizi yaşanıyor, hükümet ile ülkenin kurumları savaş halinde. Türkiye bu sınavı demokrasi içinde ve Meclis çatısı altında aşmalı” şeklinde ki konuşması karşısında başbakanlık görevi kendisine verilmeyen Tansu Çiller ise bunun bir “Çankaya Darbesi” olduğunu savunmuştur (Gürses, 2009, s.219). 

Yaşanan bu olaylar karşısında RP lideri Necmettin Erbakan, milletvekili ve 
belediye başkanlarının, partisi açısından sıkıntı yaratan çıkışlarına bu dönemde karşı çıkmıştır. Özellikle, Kayseri Büyükşehir Belediye Başkanı Şükrü Karatepe ve İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın son açıklamalarından büyük rahatsızlık duyan Necmettin Erbakan, RP’lileri söz ve davranışlarına dikkat etmeleri konusunda uyarmış; zor bir dönemden geçtiklerini, herkesin kendisine dikkat etmesi gerektiğini belirtmiştir (Özgan, 2008, s.104). 
Artık bütün bu yaşanan olaylar akabinde RP’nin kapatılması için düğmeye 
basılmıştı. İrticai odakların merkezi haline geldiği için kapatılmak isteniyordu. Her ne kadar RP irtica ile bir bağlantısı olmadığını iddia etmiş olsa da kapatma davası için savcıların elinde birçok delil bulunmaktaydı (Özer, 2011, s.100). 
21 Mayıs 1997’de RP’nin iktidarda bulunduğu dönem içerisinde, Cumhuriyet Başsavcısı Vural Savaş RP hakkında “ Laik Cumhuriyet ilkesine aykırı eylemleri gerçekleştirdiği” sebebiyle dava açmıştır. RP Milletvekilleri ise bu durum karşısında partilerin kapatılması ve kendilerine siyasi yasaklar getirilmesinden korkuyorlardı. 

7 Aralık 1996’da Ankara DGM Başsavcılığı, RP’nin Siyasi Partiler Yasası’na 
aykırı faaliyetlerine ilişkin olarak hazırladığı bir fezlekeyle Yargıtay Cumhuriyet 
Başsavcılığı’na başvurmuştur. DGM Başsavcısı Nuh Mete Yüksel imzasıyla hazırlanan 1996/5916 sayılı ve 5 Aralık 1996 tarihli fezlekede, aralarında Ankara Milletvekili Hasan Hüseyin Ceylan, Rize Milletvekili Şevki Yılmaz, Kayseri Belediye Başkanı Şükrü Karatepe ile Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Necati Çelik’in de bulunduğu RP yöneticilerin, çeşitli zamanlarda yaptıkları konuşmalara atıfta bulunulmuş ve bu konuşmaların yazılı, sesli ve görüntülü kanıtları sunulmuştur (Hongur, 2006, s.123-124). 

Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı, 21.05.1997 tarihli iddianamesinde, “RP’nin 
Anayasa’nın 68. Maddesi’nin 4. Fıkrasına aykırı etkinliklerde bulunarak, laiklik 
ilkesine aykırı eylemlerin odağı haline geldiğinin açıkça anlaşıldığını” belirtmiş ve 
temelli olarak kapatılmasına karar verilmesini istemiştir. Başsavcılık iddia namesinde, parti başkanı ve üst düzey parti görevlilerinin çeşitli tarihlerde yaptıkları konuşmalara yer vermiştir. Başsavcılık, yapılan konuşmalarla, yurttaşlar arasında “inanan-inanmayan” ayrımı yapıldığını, Cumhuriyet’in dayandığı temel ilkelerden olan “laiklik” ilkesine aykırı davranıldığını, parti üst yönetiminin ise bu davranışları hoşgörüyle karşılayıp bu kişiler hakkında hiçbir disiplin işlemi yapmadığını, dolayısıyla bunların parti yönetimi tarafından benimsendiğini belirtmiştir (Arikan, 2010, s.128). 

RP’nin kapatma davasından sonra, DYP’li İl Başkanlarıyla yapılan değerlendirme toplantısının ardından erken genel seçim kararı çıkması, Refah-Yol Hükümetinin bitmek üzere olduğunu gösteren önemli bir başka olaydır (Hongur, 2006, s.124). 
Aydın Hasan’ın, Milliyet Gazetesi’nde ki “Erken Seçim Ufukta” başlıklı yazısında; “Tansu Çiller’in RP ile ortaklığının devam etmesinin ancak başbakanlığın 
Haziran ayında kendisine verilmesiyle mümkün olduğunu, aksi takdirde DYP Grubu’nu tutmakta zorlanacağını ifade ettiği iddia edilmiştir.” 
Anayasa Mahkemesi’nin RP’ni kapatma kararını alacağına dair birçok 
milletvekili ve partili inanırken, Necmettin Erbakan bunun gerçekleşmeyeceğini iddia ediyordu. Başta Abdullah Gül olmak üzere birçok milletvekilli partinin kapatılacağı ve kendilerine siyasi yasaklar getirileceğinden dolayı partiden istifa etmeyi bile düşünüyordu. Fakat Necmettin Erbakan bu istifalara izin vermiyordu ve bu davanın sonunun beklenmesini istiyordu. Diyarbakır Milletvekili Seyit Haşim Haşim’i ise tam tersini düşünüyordu. 

Haşim Haşimi’ye göre: “Partinin kapatılmayacağını düşünmek iyimserlik 
olurdu. RP’nin kapatılmaması resmi ideolojinin kendini inkârı anlamına gelir.” 
Abdullah Gül, Necmettin Erbakan’ı ikna etmeye çalışıyordu ve bunu da başardı. 
Milletvekilleri geçmiş tarihli matbu istifa dilekçeleri hazırladılar ve dilekçelere de 
“Gördüğüm lüzum üzerine RP’den istifa ediyorum” şeklinde doldurdular. Tüm 
milletvekilleri gece teker teker aranarak bu dilekçeler imzalatıldı (Aksoy, 2000, s.244) şeklindeki açıklamaları oldukça dikkat çekicidir. 
RP cephesinde bu olaylar ve endişeler yaşanırken bazı RP milletvekilleri ise 
durumun ne kadar kötü olduğunu öğrenmek için adet nabız yoklamaktaydılar. Üç RP’li, DYP Kilis Milletvekilli Doğan Güreş’in yanına gidip bu kapatma davasının nasıl sonuçlanabileceğini sordular. Doğan Güreş’te kendilerine “Kesin kararlılar parti kapatılacak.” Milletvekilleri Doğan Güreş’e bundan nasıl emin olduklarını sordular, o da onlara bu bilgiyi Deniz Kuvvetleri Komutanı Ora. Güven Erkaya’nın verdiğini söyledi (Tayyar, 2009, s.118). 

Beklenen gün yaklaşmaktaydı ve davanın nasıl sonuçlanacağı merak konusu idi. 
Tarihler 16 Ocak 1998’i göstermekteydi. Açıklamayı o dönemin Anayasa Mahkemesi Başkanı Ahmet Necdet Sezer yapacaktı ve Anayasa Mahkemesi Başkanı Necmettin Erbakan ve Arkadaşlarının siyasi hayatını sonlandıran açıklamayı yaptı. Açıklama şu şekilde gelmişti: Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı'nın 21.5.1997 günlü, 5P.l3.Hz.l997/109 sayılı iddianamesi’'yle RP’nin Anayasa'nın 69. maddesinin 6. fıkrası göndermesi ile 68. maddesinin 4. fıkrası gereğince kapatılması istenilmekle, gereği görüşülüp düşünüldü: 

1. Lâik Cumhuriyet ilkesine aykırı eylemleri nedeniyle Anayasa'nın 68. ve 69. 
maddeleri ile 2820 sayılı Siyasi Partiler Yasası'nın 101. maddesinin (b) bendi ve 
103.maddesinin 1. fıkrası gereğince RP'nin Kapatılmasına, Haşim Kılıç ile Sacit 
Adalı’nın karşı oyları ve Oy çokluğuyla, 
2. Beyan ve eylemleri ile Parti'nin kapatılmasına neden olan, Konya Milletvekili 
Necmettin Erbakan, Kocaeli Milletvekili Şevket Kazan, Ankara Milletvekili Ahmet 
Tekdal, Rize Milletvekili Şevki Yılmaz, Ankara Milletvekili Hasan Hüseyin Ceylan 
ve Şanlıurfa Milletvekili İ. Halil Çelik'in milletvekilliklerinin Anayasa'nın 84. 
maddesinin son fıkrası hükmü gereğince, gerekçeli kararın Resmi Gazete’de 
yayımlandığı tarihte sona ermesine, Oy birliğiyle, 
3. Beyan ve eylemleri ile Parti'nin kapatılmasına neden olan üyeleri Necmettin 
Erbakan, Şevket Kazan, Ahmet Tekdal, Şevki Yılmaz, Hasan Hüseyin Ceylan, İ. 
Halil Çelik ile Şükrü Karatepe'nin Anayasa'nın 69. maddesinin 8. fıkrası gereğince 
gerekçeli kararın Resmi Gazete’ de yayımlanmasından başlayarak 5 yıl süre ile bir 
başka partinin kurucusu, üyesi, yöneticisi ve deneticisi olamayacaklarına, Oy 
birliğiyle, 
4. Davalı Parti'nin tüm mallarının 2820 sayılı Yasa'nın 107. maddesi gereğince 
Hazine'ye geçmesine, Oy birliğiyle, 
5. Birtrilyonikiyüzotuzaltımilyar lira devlet yardımının Parti'ye ödenmemesine ilişkin 12.1.1998 günlü, E.1997/1 (Siyasi Parti-Kapatma) sayılı tedbirin, gerekçeli kararın Resmi Gazete ‘de yayımlanmasına kadar devamına, Oy birliğiyle, 
6. Gereğinin yerine getirilmesi için karar örneğinin, TBMM Başkanlığı'na, 
Başbakanlığa ve Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı'na gönderilmesine, Oy 
birliğiyle, 16.1.1998 gününde karar verildi (www.belgenet.com, 2013). 
Anayasa Mahkemesini kararıyla beklenen son gerçekleşmişti ve RP kapatılmıştı. 
RP’nin kapatılmayacağına inanan kesimler acı gerçeklerle tanışmıştı. Böylece bir 
dönem ülkeyi yöneten ve iktidar olan RP tarihe karışmıştı. RP’nin kapatılması yanı sıra birçok milletvekiline de siyasi yasaklar getirilmiştir (Özer, 2011, s.102). 
Hükümetin el değiştirmesinden Genelkurmay cephesi oldukça memnundu. Org. 
Çevik Bir hükümetin gidişinden sonra subaylara verdiği bir brifingde şunları söyledi: 
“Arkadaşlar, Türkiye tarihi bir dönem yaşamıştır. İlk defa Silahlı Kuvvetler 
öncülüğünde, sivil toplum örgütleri ve halkın desteğiyle, Türkiye’yi laiklikten 
uzaklaştırmaya çalışan güçler engellenmiştir. Bu, silah kullanılmadan, rejimin özgücü ve sivil inisiyatif ile yapılan post modern bir darbedir” (Akpınar, 2006, s.301). Ali Bayramoğlu’na göre; “RP bu ülkede tüm diğer siyasi partiler gibi, temsil ettiği toplumsal duyarlılıkla diğer tüm partiler gibi popülist bir çizgideydi. Aynı şekilde yine RP’nin hataları diğer tüm partiler gibi siyasiydi. Bu hataların düzeltilmesi mahkeme yoluyla değil de yine siyasi yolla yapılmalıydı. Fakat RP’ne bu seçenek sunulmadı. RP toplumu en iyi temsil eden parti ve siyasi görüş konumundaydı. RP kapatıldıktan sonra onun çizgisinde açılan bir parti elbette ki bu mirası devam ettirecekti ve güçlü bir konuma ulaşacaktı” (Bayramoğlu, 2001, s.246). 

Bir siyasi partinin kapatılmasının demokrasi adına üzücü olduğuna şüphe yoktur. 
Bu siyasi parti, ülkenin en çok oy almış partisiyse, temsil ettiği toplumsal duyarlılık din- gelenek toplum ilişkisinde hatırı sayılır bir farklılığı yansıtıyorsa, ayrıca bu çerçevede farklılıkların siyasi sistem içinde birlikte yer almasına, temas etmesine zemin hazırlama potansiyeline sahipse; kapatma kararının ülkedeki siyasi ve toplumsal dengeleri, toplum-devlet, toplum-demokrasi ilişkisini etkilemesi kaçınılmazdır (Özgan, 2008, s.104). 
28 Şubat süreci Türkiye’deki Askeri darbeler zincirinin sadece bir halkasıydı ve 
burada askeri birlikler kullanılmadı. Bizzat medya kullanıldı yani bu askeri darbe tek kurşun atmadan asker araç ve gerece gerek kalmadan bizzat basın ve medya aracılığıyla yapılmıştır (Özgentürk, 2008, s.63). 
RP’nin kapatılmasıyla birlikte sürecin artık sonuna gelindiği düşünülmüştür. 
Ancak o dönemde Genelkurmay Başkanı Org. Hüseyin Kıvrıkoğlu, 28 Şubat sürecinin “Gerekirse bin yıl süreceğini” söylemiştir. Kıvrıkoğlu’nun vurgulamak istediği “kararlılık” sonraki yıllarda da devam etmiştir. Daha sonraki yıllarda ortaya çıkan bazı belgeler TSK’nın 28 Şubat dönemindeki refleksleriyle çalışmalarına devam ettiğini ortaya koymaktadır. BÇG’na benzer gruplar aracılığıyla, irtica ihtimaline karşı duyarlılık ve kontrol canlı tutulmaya çalışılmıştır (Arikan, 2010, s.129). 

28 Şubat 1997 Tarihi MGK Toplantısı öncesi ve sonrası ile yaşanan bütün 
olaylar 28 Şubat süreci olarak isimlendirilmiş ve bu sürecin sonuçları ile beraber genel olarak baktığımızda, 28 Şubat’ın klasik bir darbe olmadığı açıktır. Bundan dolayı 28 Şubat sürecinin baş aktörleri bu müdahaleye “post-modern darbe” demiş ve etkilerinin bin yıl süreceğini iddia etmişlerdir. 
Fransızcadaki coup d'Etat"nın tercümesi olan darbeyi, seçilmiş meşru iktidarı 
zorla veya gayri meşru yöntemlerle iktidardan uzaklaştırma ve iktidarı kullanacak ekibi belirleme eylemi olarak tanımladığımızda 28 Şubat'ın da sonuç olarak bir darbe olduğu açıktır (Özgan, 2008, s.99). 


***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder