26 Kasım 2020 Perşembe

BİRAZ ADİL, BİRAZ DEĞİL... DEMOKRATİKLEŞME SÜRECİNDE TOPLUMUN YARGI ALGISI. BÖLÜM 5

BİRAZ ADİL, BİRAZ DEĞİL... DEMOKRATİKLEŞME SÜRECİNDE TOPLUMUN YARGI ALGISI. BÖLÜM 5


Demokratikleşme, sürecinde, Yargı Kurumunun, Toplumsal Algılanışına, Bakarken, Biraz adil, Biraz değil, Ethem Mahcupyan,

       Adalet Sisteminin İşleyişine Dair Algı Kalıpları..

Mahkemelerin adaleti gerçekleştireceği konusundaki inancın zayıf olması ve mahkemelere güvensizlik duyulması, büyük ölçüde adalet sisteminin işleyişinde yaşanan sorunlarla bağlantılıdır. Nitekim görüşmecilerin yukarıda aktardığımız açıklamalarında da, soyut ve genel bazı sebepler anılmış olsa bile, kanaatlerin esas itibariyle adalet sisteminin somut işleyişiyle ilgili örneklere dayandığı görülüyor. Görüşmelerin akışı içinde, söz doğrudan bu konulara geldiğinde, bu algıların, olumsuz deneyim ve tanıklıklardan veya bilgilerden beslendiği daha açık bir şekilde ortaya çıkıyor.35

Adalet sisteminin işleyişi hakkında dile getirilen görüşlerden hareketle, bu algıların
işaret ettiği sorunları ve yakınmaları çeşitli başlıklar altında sınıflandırabiliriz.

I) Adalet Sisteminde Kayırmacılık ve Güç İlişkileri

Adalet sisteminin işleyişinde yaşanan sorunlar açısından, en yaygın yakınmanın,
“kayırmacılık” olduğunu söyleyebiliriz. Görüştüğümüz şahısların hemen hemen
tamamında, mahkemelerde kayırmacılığın yaygın bir durum, güç ilişkilerinin de
mahkeme kararlarını etkileyen önemli bir faktör olduğu yönünde güçlü bir algı
bulunduğunu tespit ettik. Kayırmacılık, “parası olmak”, “adamı olmak”, “arkası
olmak” gibi kavramlarla ifade edilmektedir.

Mesela Karslı bir görüşmeci, filmlerde sıkça rastlanan bir kurguyu, kendilerinin gerçek hayatta, hem de sıkça yaşadıklarını söylüyor:
Çok gördük, mesela o kadar haksız yapılan şeyler var ki, mesela adam hiç suç
işlememiş, parası olan, adamı sokuyor içeri yatıyor, kendisi [suçlu olan] ama dışarıda geziyor. Çok gördük, yani bizim köyde buralarda görüyoruz, haksızlık çok var yani. (Kars 1)
Kars’ta görüştüğümüz başka bir şahıs da, “güç ilişkileri”nin mahkeme kararları üzerinde belirleyici olduğu fikrinde:
Mahkemelerden bir karar bekleriz [...] karar [da], ağırlık hangi tarafa basıyorsa o
tarafın oluyor kararlar işte. (Kars 2)
Yine Kars’ta yaptığımız bir görüşmede, adaleti tanımlamakta zorlanan bir başka
şahıs, bunu adaletin güçle ilişkisine bağlıyor:
Adalet […] bence adaleti tanımlayamıyorum, çünkü adalet güçlünün yanında,
güçsüzün yanında [değil]. (Kars 4)
Bir diğer Karslı görüşmeci de, mahkemelerde adaletin tecelli ettiğine inanmadığını,
aynı şekilde, “güç ilişkileri”nin belirleyiciliğini gerekçe göstererek anlatıyor:
[Mahkemeler] bence adil değil, mahkemeler zengin olandan yana. Adamın varsa
mahkeme de senindir. Mahkemelerden, eşit haklar vermesini, herkese eşit davranmasını, torpille, adam kayırmayla karar vermemesini beklerim. [Mahkemelerde adaletin tecelli ettiğine] inanmıyorum, mahkemeler adamı olanın, parası olanın yeridir. Adamın, paran varsa mahkeme ona göre karar verir. 
(Kars 11)

Bursalı görüşmeci, kayırmacılık konusundaki algısını, başından geçen bir olayı örnek vererek dışa vuruyor. Bu görüşmeci, Bursa-Balıkesir yolunda kamyoncular tarafından sıkıştırılmış, bunun üzerine polise sığınmış:
Maalesef, yani yolda polise sığınıyorsunuz, polisten yardım istiyorsunuz, olayı
anlatıyorsunuz. Daha sonra olayı anlatıp, sığındığınız polis sizin hakkınızı bırakın,
hani ben korumasını beklemiyorum orada, hani tamam beni koruyamaz, orada bir
kavga şu falan, hani ben korumasını beklemiyorum ama en azından yalan ifade
verme! Ondan sonra ne oluyor? Çok enteresan bir şey, dört tane kamyoncu içeri
alındı o gece, Balıkesir savcısı telefon açtı, nöbetçi savcı gece dört buçukta serbest
bıraktı. Çok enteresan bir şey, yani demek istediğim amcasını, dayısını bulmuşlar,
etmişler. O onun arkadaşı, öbür taraftan diyelim ki siz bir iş adamısınız, belli bir
seviyede, belli bir, elinizde altmış-yetmiş tane yanınızda eleman çalışıyor, belli
bir kariyeri olan insansınız, bir suçtan dolayı içeri girdiniz ama bir savcı, hâkim
tanıdığınız yoksa nöbetçi savcı gelene kadar, nöbetçi hâkim gelene kadar bekleyeceksiniz.
Bekleyeceksiniz. Orada saat kaçta olacak, edecek yok. Ha bu demek değildir ona ayrı davranın, buna ayrı davranın, ama bakıyorsunuz, ediyorsunuz, orada mağdur durumda olan sizsiniz, davayı açan sizsiniz, adamları koyuvermiş gitmiş. Neden? Efendim Balıkesir’de savcı bilmem kim telefon etti. (Bursa 1)

Kayserili görüşmeci de, yargılama sürecinde güç ilişkilerinin rolüne dair inancını
kendi özgün ifadesiyle anlatıyor:

Atalardan bir söz vardır: “El ağzıyla çorba içilir mi hiç!” İçiliyor. Bir dakika sana
şunu söyleyeyim, şurada hangi taraf yüksek gelirse o taraf kazanıyor. Ağırlık
hangi tarafa düşerse… (Kayseri 5).

Bursalı bir görüşmecinin sözlerinde de, güç ilişkilerinin belirleyiciliğine, daha doğrusu güçlü olanın haklı çıkmasına dönük sitem var:

Ben size, mesela benim bir arkadaşım kaza yaptı, ki yüzde yüz haklıydı davasında.
Karşısındaki, derler ya ensesi kalın, arkası vardı misali, çocuk haklı olduğu konuda
haksız konuma düştü. Böyle olduğu zaman yani güveni düşünün. (Bursa 2)
Gölcüklü deprem mağduru görüşmeci, bu “arkası olma” haline atıf yaparak adalete güveni olmadığını belirtiyor. Ona göre, hakkında dava açılan bir müteahhit Yargıtay’da yakını olduğu için kurtulmuştur:

Tabii eş dost ilişkileri olduğu sürece ne olur, sizinkiler hiçti ama bizimki candı,
bizimkileri aldık, sizinkileri bitirdik. Burada böyle bir şey yapıldı. Şöyle devam etti.
Temel meselemiz işte biraz önce dedik ya eş, dost... Alıyor bunu masa başına
getiriyor. Masa başına getiriyor, işte avukatı eş dosttur, hâkimi eş dosttur, hep
eş dost ilişkileriyle gidiyor, bu kalkacak ortadan bir kere. Gerçekten eğer ki sistemin işlemesini istiyorlarsa ben her zaman şey derim, o masalar geçici derim. Ama yeter ki görevini yap, yarın o insanlarla dışarıda karşı karşıyasın, vicdanın rahat etsin. Maalesef böyle bir şey yapılmıyor, bu beni çok üzüyor. Yani işe gireceğinden tut, mahkemesinden tut hiçbir şey hakkıyla hukukuyla değil. 
(Kocaeli 1)
Kars’ta konuştuğumuz, okur-yazar olmayan altmış beş yaşındaki kadın görüşmecinin mahkeme imgesi de aynı:
[Mahkemelerde] paralılar kazanır, parasını veriyor. Sonra paralılar başarılı oluyor,
parasız da fakir de ortada kalıyor, mahkemeler öyle. (Kars 12)
Kars’taki başka görüşmelerimizde de, yargılama sürecinde “paranın rolü”ne değişik ifadelerle vurgu yapıldığına şahit olduk:
Mahkeme de yan tutabilir, nasıl [şöyle ki] adamın parası varsa, diyelim beş gün
ceza yemişsem adam parasıyla seni yatırabilir, ben hakkımı arayamıyorum. O
insanlar farklı, bizim burada şeylik yoktur, aslında laiklik yoktur. (Kars 13)
Sürekli garibanlar yenik düşüyor. (Kars 14)
Eğitimli bir görüşmeci, mahkemedeki işlerin yürüyüşünü “hal-hatır işi gibi” diye
niteliyor. Ona göre, kendisine karşı dava açtığı işvereni, mahkeme süreci öncesinde ve süreç sırasında değişik şekillerde “etkili” oluyor:

Yani mahkeme üzerinde bu işverenlerin etkisi oluyor mu?
Oluyor, oluyor mutlaka oluyor. Şimdi oldu yani.
Nasıl?
Hani şeye gidiyoruz, dosyanız kayboluyor, Çalışma Müdürlüğü’ne, Bölge Müdürlüğü’ne gidiyorsunuz dosyanız kayboluyor. Şikâyette bulunuyorsunuz, dosyanız yok. Benimki değil, ama benimle birlikte işten çıkarılan birkaç arkadaşın oldu.
Adamları var içeride, dosyanızı imha ediyorlar. Adam mahkeme sürecini bekliyor,
ne çağıran var, ne gelen var, ne giden.
Peki mahkemede nasıl etkisi oluyor işverenin?
Yani işte mahkemede nasıl etkisi oluyor: Benim normal maaşımın altında gösterildi
benim maaşım, aldığım maaşın altında gösterildi. Bu da tabii tazminatımı
etkiledi. Almam gerekenin yarısını alabildim.
Mahkeme bunu araştırmadı mı?
Araştırıp araştırmadığını bilmiyorum yani. Ben şey götürüyorum, ne derler, bordro
götürüyorum, benim maaş aldığım kartımı götürüyorum onu inceleyip incelemediklerini bilmiyorum... (Antalya 1)

Yargının işleyişinde gücün rolünü vurgulayan Diyarbakırlı bir görüşmeci, güncel bir
olayı örnekleyerek bu yöndeki algısını şu sözlerle ifade ediyor:
Ben şahit olmadım, ama farklı davranıldığını çok duyuyoruz. Bu sadece bu farklılıklardan değil. Güç meselesi de çok önemli; ekonomik ve siyasal güç. Gücü olan, mahkemeleri etkileme olanağına sahiptir. Şu boğazı kesilen kız olayı mesela:
Eğer bu işi yaptığı iddia edilen kişi G.’nun yeğeni olmasaydı, belki çoktan yakalanmıştı.
Sahipsiz, güçsüz, sıradan sokaktaki insana kanunların çok katı uygulandığını,
ama gücü olanlar için bu kanunların lastik gibi esnediğini görüyoruz,
duyuyoruz. (Diyarbakır 1)
Görüşmecinin bu sözleri, bir Latin Amerika halk deyişini hatırlatıyor ister istemez:
“Düşmana kanun uygulanır, dostlara adil davranılır.”
İşverenle yaşadığı ihtilaf sonucunda işinden olan bir emekli işçi de, dava sürecinin
sonunda, mahkemelerin nihaî olarak sermayeden yana karar verdiğine inandığını
söylüyor:
Biz... sendika değiştirdik, sonra atıldık, tazminatsız. Daha sonra mahkemeye verdik tabii biz. Hangi mahkemeye?
K. Birinci İş Mahkemesi’ne... işe iade alabilmek için. O arada bize tekrar bir mahkeme daha açıldı, Sulh Ceza Mahkemesi’nde Eskişehir’de. Size karşı mı açtılar?
Evet, işveren açtı ve imalatı engellediler, amire karşı geldiler, otobüsleri taşladılar
diye. Sulh Ceza’da mahkeme açıldı. O mahkeme sonra tam üç sene sürdü, üç
sene sonra bitti. Zaten o arada iş iadeleri de, iş iadeleri mahkemeleri de görüldü.
Şeyi bekleniyor, Ceza Mahkemesi’nin sonuçları bekleniyor, işe iade mahkemesi
için. Sulh Ceza’dan aldığımız temiz, beraat kararını biz götürdük, İş Mahkemesi’ne
götürüldü. Orada beraat ettik biz, orada beraat, yani o işverenin bize yapmış olduğu suçlamalardan ceza almadık. Ondan sonra biz dosyayı, beraat kararını falan, mahkeme kararını işe iadeye, işe iade mahkemesine gönderildi, işe iade mahkemesinde görüldü. Bu mahkemeden işe iade çıktı bize. Hep lehimize
yani. Ondan sonra, işe iade çıkınca tabii işveren Yargıtay’a şey yaptı olayı.
Yargıtay’a gitti, biz o 25. maddeden çıkarıldık, 25. madde tazminatsız çıkarma,
İş Kanunu’nun 25. maddesi tazminatsız işten çıkarma. Ondan sonra tabii biz işe
iadeyi aldık diye seviniyoruz, yani Ceza Mahkemesi’ni de kurtardık. Suçumuz
yok çünkü, hakikaten suçumuz yok. Öyle bir şey yok, yani bayağı bir iftira yani,
bayağı bir iftira var. Öbür sendikanın Yargıtay’la beraber belgeler falan dağıttılar
bizim hakkımızda, yazılar çıkarttılar, içeriye dağıttılar, biz işe iadeyi bekliyoruz
Yargıtay’dan da artık [lehimize karar bekliyoruz], çünkü her şeyim temiz çıkmışım
ben, benim suçum da yok. Tek suçum, zaten o da benim hakkım, işçi istediği
sendikaya üye olur, değil mi? Biz de bir sendika istedik, geri kalan hiçbir şey yok.
Yargıtay’dan bize 18. madde geldi, çıkışını verebilirsin. Gerekçe ne? Gerekçe bize
söylenmedi. Bana söylenen en azından [...] ben ceza almamışım, hiçbir şey yapmamışım.

Sebep? 

P.’nin on sekiz senelik işçisiyim. […] ben kendi işimi yapıyorum, işverenin şeyine koşuyorum, ödeme alamadık, günlerce fabrikadan çıkmadık biz […] Bize söylenen, Yargıtay’dan çıkan karar; siz işverenle artık muhalif oldunuz, bir arada çalışmanızın imkânı yok, ondan sonra 18. maddeyle yasal faizini ödeyerek sizin çıkışınıza karar verildi diye bir karar geldi. Böyle bir şey olabilir mi?
Olamaz bence. İşverenle bizim, bir kere ben onun işçisiyim ya, benim onunla
muhalif olma durumum var mı? Ne demek muhalif? Sanki bir partiyiz de birbirimize muhalif olduk da çatışıyoruz. Öyle bir şey yok zaten. [...] Ben [Yargıtay’ın] tarafsız karar verdiğine inanmıyorum, […] çünkü ben ceza almamışım, işe iademi almışım, ben işverenle muhalif olamam abi! Olabilir miyim? İmkânı yok! Ben şunu da kabul ediyorum; işveren çalıştırmak istemediği bir kişiyi mahkeme karar veriyor.

Zaten bunun hakkı var, veriyor kıdemini, tazminatını kapıya koyar. Kanunda
yeri var, şeyi var.

İşveren sizce nasıl müdahale etmiş olabilir Yargıtay’a?

Nasıl müdahale etmiş olabilirler? Ben diyorum, yani birebir görüşme mi yapıldı
da işverenle sendika, bizim üye olduğumuz sendika arasında birtakım bu işi gibisinden...

Böyle şüpheleriniz var yani!

Var, dedim ya! Diğer arkadaşlarla konuşun, onlar da aynı şeyi söyleyecekler. Ben
niye söylüyorum hep, hiç kimse beklemez ki öyle bir şeyi, ben beklemiyordum
yani Yargıtay’dan öyle bir karar geleceğini. Çünkü Yargıtay en son karar verecek
merci. Suçsuz gitmişsin oraya, işe iadeni de almışsın, muhalif, öyle bir şey yok
bana göre yani. Ben işverenle niye muhalif olacağım ya! Bana versin geriye işi,
ben bu saatten sonra bile giderim kendi işimde çalışayım, benim işim bitmez.
Ben onunla, işverenle kavga etmek için şey yapmıyorum, niye muhalif olayım?
Öyle bir kararı ben bir kere benimsemedim, öyle bir karar çıkmasını istemedim.
Ha esas kararı gördüm mü Yargıtay’ın? Yok. [...] Adalet değil, bana göre [bu] adalet değil. Çünkü ben mahkemeyi kazandım... Ya ben var ya, ben bizim için hiçbir şekilde ben haklı bile olsam artık bazı yerlerde karşı tarafın durumuna göre beni haksız durumu konumuna düşeceğimi biliyorum ben artık yani. Anladın mı? Ha istemiyorum öyle olsun, muhakkak herkes hakkı neyse onu bulsun. 
(Eskişehir 1)
Görüşmeler sırasında, kayırmacılığın özel bir biçimi olarak yargıda bazı işlerin “rüşvet” le yürüdüğüne ilişkin ifadelerle de karşılaştık:

Ben şöyle düşünüyorum, rüşvet yiyen hâkimler duydum ben. Ne kadar doğrudur
bilmiyorum ama duydum. Belki de şeydendir, maaşları falan az onların... O yüzdendir diye düşünüyorum. Zaten hani rüşvet olayı Türkiye’de çok fazla. (Denizli 1)

Bursalı görüşmeci de benzer kanıdadır:

Rüşvet kesinlikle yani, belli bir şekillerde kesinlikle ve kesinlikle oluyor, en büyük
şey de olay burada bozuyor... (Bursa 1)
İnsanlar, doğrudan doğruya bir olaya tanık olmasalar bile, onlarda böyle bir algının yerleşmiş olması ilginçtir. İşte bir başka örnek:
[Rüşvet] vardır, eminim buna. Görmedim, duymadım ama vardır... Mutlaka vardır.
Vardır, çünkü yani var, ben kanıtlayamam ama... Mutlaka var, ben kendi avukatımdan şüphelendim mesela. En son parayı vereceği zaman işte, bana dediğinde işte, yok taksite bağlayacaklar alacağımızı, tamam bağlasınlar dedik hani bu kadar uğraşmak istemiyorsunuz madem. Ondan sonra yok hepsini verecek ama bu kadarını deyince ben, gittim yani, ha daha ne deyim yani.
Yani avukata bir şekilde!..

Tabii canım, avukatımızı da satın alıyorlar. Ha ne olacak yani? Ben kendim mi avukatlık yapayım yani? Herkes o zaman kendi avukatlığını kendi yapsın. 
(Antalya 1)
Bir görüşmeciye göre yargı mensuplarının ücretlerinin düşüklüğü, rüşvetin geçerli
olmasında en önemli etkendir. Bu yüzden, bu görüşmeci, “rüşvet muhakkak vardır; yani olmadığını söyleyemem” demektedir. Bununla birlikte görüşmeci, “hani tanık olduğum herhangi bir olay yok” diye eklemektedir. (İstanbul 2)
Kayırmacılığın yaygın bir tutum olduğunu tespit etmekle birlikte, bir görüşmeci
bunun kültürel bir özellik olduğuna vurgu yapıyor:

Mesela bizde, yine kendi alanımla alakalı olduğu için söylüyorum, vergi ödemek
[Avrupalılarda] namus, ama bizde ne kadar vergi kaçırabiliyorsan o kadar
iyi muhasebeci olabiliyorsun. Bunun gibi bir şey. Bu net bir tanım benim adıma.
Bu böyle yani. Ya da çok iyi bir avukat seni çok kötü şartlardan yukarıya çıkartabiliyor.
Yok yalancı şahidi, başka bir şeydi, raporuydu bilmem neyiydi, yapılabiliyor.
İnsanlar sahte sağlık raporları bile alabiliyor. Bizde tanıdıklık kavramı
bitmeyecek. En basit anlamda hemşehriyiz, hemşehriysen sahip çıkarsın, sahip
çıkmak boynunun borcudur. Bizde bu kültür var, bunun da pek fazla yıkılacağına
inanmıyorum. Çünkü ne kadar kozmopolit olsan da, ne kadar modernleşsen de,
insanların kafasından bu gitmiyor. (Samsun 2)
Bazı görüşmeciler, hâkimlerin kendilerine belirli avantajlar sağlayan kesimleri kayırıp onların lehine kararlar verdiğine inandıklarını belirtmişlerdir. Bir dava sürecinde haklı olduğunu düşünen, ama karar aleyhine çıkan bir görüşmeci, bunu hâkimin karşı tarafça “satın alınmasına” bağlıyor:

Böyle adalet mi olur? Sonra beni D.’de dövmeye kalktılar. Nasıl hâkimler var ya!
Yedir parayı, işin hallolsun! (Kayseri 2)
Aynı konuya ilişkin olarak aynı yerdeki diğer görüşmeci de bu değerlendirmeye
katıldığını söylüyor:
Bu bizim M.’nin bahsettiği hâkim benimle çok uğraştı. Bizim karşıdaki restoran
beni şikâyet etmiş, haksız kazanç elde ediyor, işime engel oluyor diye. Sonra bu
hâkimi yedirdi, içirdi. Aralarından su sızmazdı. O da bana cezayı bastı. Gittim vardım yanına, siz haksızlık yapıyorsunuz diye. Haksızlık varsa, nasılsa Yargıtay’dan döner dedi bana. Yanından kovdu. Çok beddua ettim. Şimdi kanser olmuş; yanına varıp, gördün mü diyeceğim. (Kayseri 1)
Van’da görüştüğümüz kişiler, özellikle kendi bölgelerinde kayırmacılığın yaygın
olduğuna inanıyorlar:
Kayırma var, genelde yani! Bu hele hele bizim bu memlekette, Batı’yı bilmiyorum,
bu memlekette var yani. Görünüyor, gözle görünüyor. Biri mağdur olduğunda,
fakir olduğunda ya bürokraside, ya siyasette ya devlet adamı […] adamın yoksa
kesin onun aleyhine dönüşüyor. Yani adaletli davranılmıyor. (Van 3)
Adalete inanan için devletin, haksızın yanında olması gerekiyor düşüncesindeyim.
Haksızlığa uğramışsın, zulme uğramışsın, karşı taraf güçlü, bir şey yapamıyorum,
devletin benim yanımda veya vatandaşın yanında... (Van 1)
Doğrunun yanında, adaletin yanında olması gerekir. Bunu göremiyorum işte...
(Van 2)
Görüşmecilerin ifadelerinden, bu algının “halk”ta yaygın olduğu sonucu çıkmaktadır:
“Halkta var, genelde var evet. Öyle bir kanı var yani...” (Van 3)
Kayserili görüşmecilerden birinin algısı da aynıdır. Bu görüşmeci, kayırmacılığı
tanımlarken, toplumda yaygın olan “dayısı olma” metaforunu kullanıyor:
Mesela şunun dayısı mahkemede, yüksekte ise, avukatı veya savcısı, o zaman
seninki küçük değilse, bazı da maddî durumla veya şeylerden haliyle cezaevinden,
şeyden kurtulabilirsin yani! (Kayseri 4)
Vanlı görüşmecilerden birine göre, bu “dayısı olma” hali her sıradan konuya müteallik olmayıp, özellikle güçlü ile güçsüz, devletlu ile sıradan yurttaş arasındaki ihtilaflarda geçerli:
Örneğin yani sizin rakibiniz güçlüyse, karşısındaki adam güçlüyse adalet sizin
aleyhine dönmüyor kesin. Yani hep güçsüzün aleyhine dönüyor. (Van 1)
Van’daki bir başka görüşmeci, bu durumu, yargıyı da aşan bir “devletle ilişkiler
sorunu” olarak tanımlıyor ve buna ilişkin bir olay anlatıyor:
Çok önemli bir olay benim aklıma geldi. Başımızdan geçen, benim değil bir yakınımın başından geçen bir olayı anlatayım. Haksızlığa uğradığını ki, herkesin, yani bu konuda mahkemenin verdiği karar şeye aykırı, maliyenin yaptığı şey tamamen taraflı. Benim komşum, […] bir tarlası var, uzunca bir yeri var, böyle gayrimenkulü [var]. Onun bir köşesine bir ev yapmış adam. Ama köşede ev yaptığı yer köy boşluğu. Hani tarlasında değil de köy boşluğunda, yolun kenarında. Yol ile tarlası arasında kalan boşlukta bir ev yapmış. Ve o boşlukta fidan ekmişti, kavak, meyve ağaçları filan. Ağaçlar şu kalınlığa gelmişti, on-on beş yıllık ağaçlar. Bizim vatandaşlardan birisi, komşulardan gene köylülerden birisi gidiyor, […] aracılığıyla bu boşluğu Hazine’ye tapuluyorlar. Hazine’nin üzerine tapu. Hemen akabinde adam ihaleye çıkartıyor, kendisi ihaleye girip alıyor, adamın evi de içerisinde. Bu boşlukta adamın evi. […] onu alıyor, tapuyu üzerine çevirdikten sonra gönderiyor adama, yerimi boşalt. Haberimiz oldu, bana geldiler, böyle böyle bir durum var, kalktım gittim, Hazine’ye gittim, ihalenin yapıldığı yere gittim, memuruyla görüştüm.

Şimdi Hazine Kanunu’nda benim bildiğim kadarıyla, benim fazla bir bilgim
yok, bildiğim kadarıyla bir briketi dahi bir vatandaşın bir Hazine yeri arazisi içerisinde olduğu zaman ondan habersiz onu ihaleye çıkartmamaları, ona mutlaka bir tebligat göndermeleri, ihaleye girmesi için gerekir. […] Öyle bir tebligatın gitmesi lazım. Hazine’ye gittim, Hazine’deki memur bana diyor ki, biz gazeteye ilan vermişiz, onun ihalesi için ilan vermişiz, gazete ilanımız var. E dedim, sor bakayım, vatandaş da yanımda, sor bakalım, de ki gazete nedir? Sor bakayım gazetenin şeyi nedir, sana şey verebilecek mi? [...] Vay efendim işte, hayır dedim öyle değil.

Ben hakaret etmişim. Ben seni şikâyet edeceğim, dava edeceğim seni. Her tarafa
serbestsin [dedi]. Oradan çıktım Tapu’ya gittim, bir başka şey daha var; Hazine
arazisinin satışı yapıldıktan sonra bedelinin tamamı ödenmeden alıcı tarafından,
2000 TL bedel biçilmiş, 2000 TL’ye satın almış, 180 lirasını ödemiş Tapu Dairesi’ne, tapuyu devredecekmiş, adam yapmış bunu. Adamları var, gittim Tapu’ya, kadastroya, oradaki insanlarla biraz şeyimiz oldu. Oradan çıktık avukata gittik.
Karar da çıkmış, yedi-sekiz ay önce çıkmış, sonra o adamın haberi olmuş… Avukata götürdüm, avukat dedi işte bu iş 2 milyar bizden zamanın parası, iki-üç yıl evvel, 2 milyar para vereceğim, ama zamanaşımı olmuş. […] Bir karar çıkmış, ben bunu kazanırım, kesin de bir şey vermem. Vatandaş[la] çıktık, dedim ben bu avukatın parasını ben vereceğim, sen bunun takipçisi olacaksın. Bunu ben ödeyeceğim, dedim, sen savunamazsın kendini, dedim, Hazine’nin avukatı var, avukat gelip senin karşında konuştuğu zaman sen kendini savunamazsın, mutlaka onun için avukat tutmak zorunluluğu var. Tamam dedi, gitti. Benim rahmetlik amca demiş ki, zaten adalete sonsuz güveni var, zaten adalet bellidir dedi, senin hakkına tecavüz edilmiş, şikâyetçi duruma düşmüş adam, senin avukat mavukat tutmana gerek yok. Sen avukat da tutma, sen kazanacaksın. O zaman mahkemelik oluyor, bu satın alan adamı mahkemeye verdi. Bu gitti geldi, adam her şeyi kitabına uydurmuş işte. İhale usulüyle satın almışlar, tapusu yapılmış, adamı reddettiler. Reddedildi, bir yıl sonra adam bana geldi, adama da biraz kızdım, dedim, sen niye bunu böyle yaptın? (Van 2)
Güçlü ve hatırlı kişiler lehindeki kayırmacılık yanında, adalet sistemi içinde “mafya” nın bir güç alanı yarattığına, “mafya”nın adalet sisteminde önemli bir güç
odağı olduğuna inananlar da var. Örneğin Kayserili görüşmecilerden birisi, yargının “mafya tarafından yönlendirildiği” kanısında: Yönlendiriyorlar hocam bu mahkemeleri zaten...
Kim yönlendiriyor?
Şey hocam mesela […] mafya yönlendiriyor. (Kayseri 4)
Antalyalı görüşmeci de, kayırmacılıkta özellikle mafyanın ağırlığının bulunduğunu
söyleyerek, kendi başından geçen bir olayı aktarıyor:
Ben […] bir olay daha yaşadım bu son işimden ayrıldığım yerde. Savcıya gittim,
savcının, Cumhuriyet Savcısı’nın bana direkt dediği laf şu: “Türkiye’de para mafyada, mafya da iş yaparsa işte olacağı bu.”

Yani savcı sizin dava etmek istediğiniz kişileri mafya olarak görüyor ve boşu
boşuna buraya gelme diyor öyle mi?
Yani boşuna gelme diyor yani.
Savcı mı diyor?
Savcı, Cumhuriyet Savcısı... (Antalya 1)
Görüşmecilerimiz arasında, bu algıyı paylaşmayan ve mahkemeleri “en temiz kalmış kurum” olarak niteleyen de oldu. Bu görüşmeciye göre, kayırmacılık, mahkemelerden önce başlamaktadır:
Bunun aşaması zaten mahkemede bitmez. Bu kolluk kuvvetlerindeki korumayla
başlar.
Önce oradan mı başlar?
Tabii, önce orada başlar. Yani öyle bir şey olursa, mahkemede bu kesinlikle başlamaz.
(Hakkâri 1)

II) Yargılama Sürecinde Keyfîlik ve Kişisellik

Görüşmecilerin bir kısmı, yargı sürecinde görev alan aktörlerin, özellikle karar verme yetkisine sahip hâkimlerin ve süreci etkileme gücüne sahip savcıların, bir olayı değerlendirirken genel hukuk ilkelerine ve mevcut kanunların emredici hükümlerine göre değil, kendi kişisel tercih ve eğilimlerine göre hareket ettiklerinden yakınıyorlar.

Örneğin bir ilçede sigara yasağına dair kanunun yürürlüğe girmesiyle sıkıntı
yaşayacağını düşünen genç bir Orman Bölge Şefi’ne bir başka devlet görevlisi şunları rahatlıkla söyledi:
Hiç korkma, kanun çıkar ama uygulanmaz. Hele hâkim, savcı, kaymakam sigara
içiyorsa, o kanun o ilçeye hiç uğramaz. (Rize 2) İstanbullu bir görüşmeci, uygulamadaki keyfîliği ve buna dayalı güvensizliği, aslında hukuka yansımalarıyla birlikte, toplumun genel bir sorunu olarak değerlendiriyor:

[Temel problem] uygulama konusu diyebilir miyiz belki... Mesela buraya park
edilmesi yasaktır derler, oraya park edilmemesi gerekiyordur ama […] geldiği
zaman oraya her gün park edersin. (İstanbul 1)

İstanbullu bir başka görüşmeci, hâkimlerin kanunları yorumlarken kendi kişisel
değerlendirmelerini “rahatça” kullandıklarını, bunun da benzer olaylarda farklı
hükümler verilmesine yol açtığını şu sözlerle anlatıyor:

Herhangi bir yargıç diyelim ki, kendi fikirlerine göre yasayı, yasaları rahatça
yorumlayarak birbirinin zıttı kararlar verebilir. Belki her yerde bu böyledir ama...
(İstanbul 3)

Samsunlu bir görüşmeci de aynı meseleye işaret ederek, kanunların gerçek anlamının uygulama sürecinde oluştuğuna, bu süreçte de çeşitli faktörlerin rol oynadığına dikkat çekiyor:

Kanun[un] doğru konmasından çok, ona karar verenler[de], onu uygulayanlarda
bitiyor olay. Yani ne kadar sağlıklı oluyor? Mesela filmler, Amerika’daki, Avrupa’daki filmlerde mahkemeleri görüyoruz, izliyoruz. Bizde öyle bir avukat, bir
sürü avukat tanıdığım var, öyle bir savunma hazırladığını, öyle bir jüri olduğunu
bilmiyoruz, bunu görmüyoruz. Ya da bir bilirkişi raporunu hazırlayan ne kadar
bilir? Böyle bir durum da var Türkiye’de... (Samsun 2) 

Kanunlar kusursuz yapılsalar bile, asıl rolün uygulayıcılarda olduğu başka bir görüşmede de vurgulandı:
Ben zaten güvensizlik kanunlara değil yani... [Güvensizliğim] kanunlara değil,
kanunu uygulayanlara. Kanun zaten belli, herkese aynı şekilde uygulanmak
zorunda olan kanundur ama bir şekilde kişiler, uygulayıcı kişileri bir şekilde değişik
kararlar çıkartabiliyor bizde olduğu gibi. [Problem] uygulayıcılarda. (Eskişehir 1)
Kayserili görüşmecinin kendi deneyiminden hareketle keyfîlik ve kişisellik konusunda anlattıkları da çoğumuza tanıdık geliyor:
Bizim burada bir hâkim vardı, ilçede, Sulh Ceza’da. Bu bana taktı. Bana takmakla
kalmadı, bizim soyaddan kim gelirse basıyor cezayı. Bizim burası sit alanı. Çok
şikâyet olur, çok dava olur. Adam bizimle uğraşıyor. Ben de tuttum, Yüksek
Hâkimler Kurulu’na bir dilekçe yazdım, böyle böyle, bu hâkim böyle diye. Soruşturma açın hakkında dedim, olanı biteni bir bir anlattım. Oradan bana cevap
geldi. Git Danıştay’da dava aç, dava onun aleyhine sonuçlanırsa biz de hakkında
işlem yaparız diye. Ya ben nasıl gidip Ankaralara uğraşacağım. Dava açacağım
Ankara’da, sonra takip edeceğim. Öyle kaldı. (Kayseri 2)

Vanlı görüşmecilerinden biri “yargıda mutlaka keyfîlik” olduğunu düşünmekte (Van
1), diğer biri ise kesin olarak emin olmamakla birlikte şüphesini izhar etmektedir:
“Bunu ben kesin olarak vardır demiyorum, ama insan ister istemez tereddüt, şüphe içerisinde kalıyor.” (Van 2)

Gölcük’te görüştüğümüz deprem mağduru kişi de, yargılama işlemlerinin keyfî bir
şekilde yürütüldüğü düşüncesinde:

Zaten mahkeme sana istediği zaman on gün süre veriyor, istediği zaman altı ay
süre veriyor, böyle de bir hukuk... Valla bazen keyfî geliyor. Bakın ben çocuğumu
arıyorum, her mahkemenin süreci en az üç ay, dört ay atıyor. Yani bu kadar zor
mu? Bir mahkeme görülüyor, gördüğü de nedir, iki kelime söyleyip atıyor, bir
daha atıyor. Yani iki kelime için üç ay, dört ay bekliyorsunuz. (Kocaeli 1)
Bursalı görüşmeci, kendi başından geçen bir olayı anlatarak, hem bir kayırmacılığı
hem de keyfîliği örneklendiriyor:
[Her şey] tamamen hâkimlerin kendi elinde olan bir olay bana göre. Şimdi size
başka başımdan geçmiş bir olayı anlatayım. Yazar kasayı üç gün geç başlattığımdan dolayı, açılışın otuz gün içinde devreye almak gerekirmiş, ben otuz üçüncü gün devreye aldığımdan dolayı işte birinci derece kaçakçılıktan dava açıldı.
Bununla ilgili olarak beş sene içinde yapmayacağımdan dolayı, bir daha işlersem
dava görecek, öbür türlü ertelediler, para cezasına çevirdi, bir şeyler oldu. Bu
benim sabıkamda vardı, hâkim beyler tanıdıklardı, savcılar tanıdıklardı. Bir gün
çay içmeye geldiler. Böyle böyle dedim, kararı aldılar, benim sicilimden onu kaldırdılar.

Demek ki birtakım şeyler istenildiği zaman istenildiği şekilde olabiliyor.
Ama yeter ki istesinler. Bu da neye benziyor? (Bursa 1)
Aynı görüşmeci, hâkim ve savcıların keyfî davrandıklarına dair algısını, bu kez,
basından izlediği bir olayla ilişkilendirerek dile getiriyor:
Ramazan’da bir tane savcı davulla uyandı diye ya da savcının arabasını çektiler
diye memleketi ayağa kaldırıyor, o vatandaşı gece aldırtıyor, üç gün içerde tutuyor.
Öbür taraftan ne bileyim, bir adamı kasten öldürmeye çalışan adam şans
eseri kurtuluyor, şuydu buydu delil yetersizliği diyor ya da […] şahitliği şuydu
buydu, çok enteresan bir şey, suçüstü yok diyor, gören yok deniliyor. Belki o seni
öldürmeyecekti ama adamı salıyor, üç gün sonra adam öbürünü vuruyor yine!
Şahsî uygulama vardır. Adamına göre, artık adalet ne hale geldi, hani kadıdan
bulsun, şundan bulsun değil hani mahkemeden bulacağını Allah’ından bulsun
hesabında. (Bursa 1)

Bununla beraber, bu görüşmeci başından geçen olumlu bir örneği de anlatarak,
bütün hâkim ve savcıların böyle olmasını arzu ettiğini söylüyor; lakin “maalesef
hayır, herkesin öyle olduğunu sanmıyorum” diye de ekliyor:
[Genellikle] ama “yav bizim arkadaşımız, tamam yaparız, hallederiz” [deniyor].
Ee demek ki bakarız hallederiz, ben mesela bir başka bir olay yaşadım. O kadar
güzel geldi ki bana... Bir hâkim abimiz vardı, Asliye Hukuk hâkimiydi kendisi.
Daha sonra tayini çıktı. Benim evliliğimde problem vardı, evliliğimdeki problemle
ilgili, evinde yemek yiyoruz, yemek yerken konuşuyoruz yani. Evliliğimdeki
problemle ilgili olaraktan konuşuyorum, eşim iki aydan beri evde ayrı. Dedim,
abi böyle böyle, böyle böyle anlattım, anlattım. Sana, haklı olabilirsin ama öbür
tarafı dinlemeden hiçbir şey diyemem dedi. İlk baştan bana ağır geldi, neden?
Sanki ben yalan söylemişim gibi ama tamamen mesleğinin getirmiş olduğu şeydi.
Keşke hepsi karşı tarafı dinlese. (Bursa 1)

III) Davaların Uzun Sürmesi

Davaların uzun sürmesi, öteden beri kamuoyunda adaletin tecelli etmesinin önündeki en büyük engel olarak sayılmaktadır. Dolayısıyla görüşmecilerden bu konudaki saptamaları duymak şaşırtıcı olmamıştır. İşte bir örnek:
Ya […] zaman olayı işte yıpratıyor, her şeyi zaman olayı yıpratıyor yani. Bir mahkemeye gidiyorsun, ufak bir olay on günde bitecek bir olay, o adam götürüyor
tam beş yıl, bence tecelli etmiyor yani, adalet yok… (Kars 4)
Mahkemelerin adilliğine yarı yarıya inandığını belirten görüşmeci bile, davaların
uzun sürmesinin, olumlu kısımda dahi adaletin gerçekleşmesini fazla külfetli hale
getirdiği kanısında:

Yani [adalet] yüzde olarak yüzde elli-altmış tecelli ediyor diye düşünüyorum,
ama yargı süreci de çok uzun olduğu için insanlara yük yüklediğini düşünüyorum.
(Kars 10)
Eğitimli bir görüşmeci, davaların uzun sürmesindeki başlıca etkenin iş yükünün
ağırlığı olduğunu, bunun sebebinin de hâkim ve savcı sayısının yetersizliği olduğunu vurguladıktan sonra, bu durumun yol açtığı sonuçları kendi deneyiminden hareketle şöyle anlattı:
İş yükünün fazlalığı ve adalet sisteminde yeterli hâkim ve savcı sayısının bulunmaması [ortaya çıkan güvensizliklerin kaynağıdır]. Yanlış hatırlamıyorsam geçen sene Yargıtay’da bir önceki seneden devreden dosya sayısı 11 bin civarında, bu ciddi bir rakamdır. Az önce okuyordum, bir olayın Danıştay’da çözülmesi bir ilâ
yedi yıl arasında sürüyormuş, süre olarak. [Danıştay] Çok farklı konulara bakıyor.
Yargıtay açısından konuya bakacak olursak, insanlar nerede mağdur olurlar,
en fazla özgürlüklerinin kısıtlandığı durumda, yani ceza davalarında mağdur
olurlar… İşler çok yavaş ilerledi, yani ilk verilen karar yanlış bir karardı, temyize
gitti, [...] süreç tekrar başladı, yaklaşık beş yıl falan sürdü. Bir kira anlaşması...
Bizim mülkümüzde oturan şahsın kirasını ödememesi ve mülkü tahliye etmemesiyle ilgili bir konuydu. Beş yıl sürdü, çok küçük bir dava yani, ticarî, rakam olarak da yani büyük bir meblağ değil. Bugünün parasıyla 7-8 milyar bir para... Davayı 2001’de açtık, 2006’nın Kasım’ında falan sonlandı... Ne kadar uzun bir kira davası, yani mülkün tahliye edilmemesi, kiranın ödenmemesiyle ilgili tabii sıkıntılı bir süreç. Nedir, yine insan avukat aracılığıyla, kendi uğraşlarıyla bir şekilde sonuçlandırıyor olayı, ama dediğim gibi iş yükü çok fazla yani. Bir dosyaya ayrılması gereken zaman, dosyaya göre, bizim kendi hekimlik standardımız açısından söyleyeyim, bizde sistemde bir sıkıntı var, bir hastaya yirmi dakika ayırmanız gerek, ama bugün 100 hastalı bir hekimin bir hastaya yirmi dakika gibi bir zaman ayırma imkânı olamaz. Ondan dolayıdır ki, bir davaya ayrılması gereken süre, yani işte adliyelere gidiyoruz, zaman zaman savcıların çay içmeye vakti yok... Bir misafiriyle konuşacak vakti yok. Önleri dosya yığılı, bu iş yükü çok fazla ve bir insana haddinden fazla... Ne olur? Bir yerinden arıza verir veya bir şekilde bir zarara yol açar. İnsan da böyle! Yani insanın bir haddi var. İnsan da o haddi aşarsa bir dikkat dağılması, bir yanlış yorumlama, bir yanlış okuma, bir “ve”yi görmeme veya bir virgülü görmeme işleri çok değiştiriyor. [...] Geç gelen adalet de biraz tartışmalı bir kavram. Geç gelen adalet adalet midir? [...] Adaletin geç gelmesi toplumda huzursuzluk yaratır. (Samsun 1)

Antalyalı görüşmeci, işverene karşı açtığı tazminat davasının çok uzun sürmesi
nedeniyle, hak ettiği tazminat miktarının, sonunda eline geçmiş olmasına karşın,
eridiğini ve bu yüzden mağdur olduğunu anlatıyor:
Üç sene mi sürdü sizin davanız?
2005’te başladı, 2008’in Şubat’ında mı, Mart’ında bitti. Sonuçta aldığınız paranın
bir kıymeti, hiçbir kıymeti kalmadı artık. Yani kestiler hani, ben...
Peki faiz işletilmedi mi?
Faiz işletildi, ama mesela diyelim ki benim alacağım 7,5 milyar para, bana gelen
para 7 milyar. Avukatımın bana söylediği şöyle, “artık uğraşmayalım, yani bu
kadar verebiliyorlar, bunu kabul edelim, alalım”. Avukat bile böyle düşünüyor
yani.
Avukat da üzerine gitmekten vazgeçti, öyle mi?
Yok yani adam artık bıkıyor, usanıyor yani bu kadar uzun sürüyor.
Temyiz’e de gitmediniz yani...
Yok gitmedim yani ne yapayım? Üç kuruş için daha uzatmak zor doğrusunu isterseniz... (Antalya 1)

Eskişehirli görüşmeci de, benzer bir deneyim yaşadığını belirterek, mahkemenin
hükmettiği kıdem tazminatının, davanın uzun sürmesi nedeniyle eriyip gittiğini
şöyle anlattı:
İş Mahkemesi’nin sonucu bu. Kıdem tazminatını yazmış, hizmet, ben oradan
buraya geldiğim zaman oradaki şeyi, kıdem tazminatımı aldım, yani sıfırla geldim
buraya, 1999’da iş başı yaptım... [Mahkeme] kıdemleri toplamış, ihbarı da hesaplamış kararda, bunun üzerinden yasal faizleriyle beraber bu paranın üzerinden para aldık biz. 

Zaten bunun toplamı 6 küsur milyar para yapıyor, benim aldığım para 8,5 milyar.

6 CI BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,


***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder