8 Kasım 2020 Pazar

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM SİSTEMİNE ETKİLERİ., BÖLÜM 3

 28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM SİSTEMİNE ETKİLERİ., BÖLÜM 3 


Cumhuriyet Tarihi, Demokrasi, Darbe, Post Modern Darbe, Eğitim, 28 Şubat 1997 Askeri Darbesi,İsmail GÜLMEZ, Yrd. Doç. Dr. Yavuz ÖZDEMİR,
Aczimendi, Fadime Şahin, Fadıl Akgündüz , 
 

1970’li yıllar Türkiye için yine demokrasinin sekteye uğratıldığı ve çalkantıların 
yoğunlaştığı yıllardı (Aktaş, 2011, s.5). 1973 yılında yapılan seçimlerde siyaset ortamı normalleşmiş olmakla beraber tam olarak düzelmemişti. Siyasi partiler tek başına iktidar olma yolundan ziyade daha çok koalisyon hükümetleri kurma yönünde önemli adımlar atmış ve siyaset yaşamı tekrardan normalleşme yoluna girmiştir. Türkiye’nin içinde bulunduğu bu durumla beraber dış politikada Kıbrıs Adası gündeme gelmiş ve Bülent Ecevit 1974’te Kıbrıs Barış Hareketi ile büyük bir toplumsal nüfuz kazanmıştır. 
Türkiye’nin içinde bulunduğu bu durumla beraber 1960 ve 1970’li yıllarda ki olduğu gibi tekrardan öğrenci olaylarının patlak vermesi, düzgün gitmeyen siyasi istikrarsızlık, artan ekonomik bunalımlar, çeşitli üniversitelerin faaliyetleri ve öğrenci olaylarını tetiklemeleri, sokaklarda etkili olan marjinal grupların gösterileri, Kahramanmaraş, Çorum ve Malatya’da ortaya çıkan ve Türkiye’nin yarınlarına darbe vuran olaylar-gösteri hareketleri ve ekonomik açıdan dar boğazda olan ülkede bazı tüketim maddelerinin bulunmaması vb. faktörlerden ötürü 12 Eylül 1980 Askeri darbesi kaçınılmaz olmuştu. 
1970’lerin sonunda, ülke genelinde, sağ-sol gruplar arasındaki çatışmalar bahane 
edilerek, olağanüstü hal ve sıkıyönetim uygulamalarıyla toplumu cendere altında tutan vesayet düzeninde, askeri ihtilalin toplum gözünde meşrulaştırılması için huzur bozucu olaylara ve çatışmalara göz yumulmuş, hatta psikolojik harekât faaliyetleriyle bu olaylar desteklenmiştir. Türkiye’nin içinde bulunduğu bu siyasi atmosfer ve gelişen olaylarla beraber anarşi sorununun artması ve kimlik kökenli sorunların gündeme gelmesi, ağır ekonomik bunalımlar ve siyasi sorunlar neticesince son klasik darbe olan 12 Eylül 1980 Askeri darbesi beraberinde gelmiştir. Kendilerine MGK (Milli Güvenlik Konseyi) adını koyan beş orgeneral tarafından gerçekleştirilen 12 Eylül 1980 Askeri darbesiyle, TBMM ve siyasi partilerin tamamı yeniden kapatılmış, Türkiye tarihinin en yoğun işkence ve yargısız infaz olayları yaşanmıştır. Neticede bu darbe, ülkenin onlarca yıl 
gerilemesine ve yüzbinlerce gencinin hayatının kararmasına ve ülke ekonomisinin 
çökmesine sebep olmuştur (Komisyon, 2012, s.11). 

12 Eylül 1980 Askeri darbesine giden yola baktığımızda yukarıda ki nedenlerle 
beraber özellikle parlamenter sistemin tıkanıklığının etkisi ile sivil rejimin çöküşe doğru gittiği bilinmektedir. Ordu parlamenter sistemin sorunlarını çözmede inisiyatif alamamasının itici gücü ile beraber Türkiye Cumhuriyeti siyaset yaşamında üçüncü kez devlet yönetimine el koyarak 12 Eylül 1980’de bir kez daha demokrasinin askıya alınmasına sebep olmuştur. Bunun yanında 12 Eylül 1980 Askeri darbesine giden yolda o dönem içerisinde kurulan ve genelde başarısız olan koalisyon hükümetlerinin de etkisi olduğu bilinmektedir. 12 Eylül 1980 Askeri darbesi son klasik darbe olmakla birlikte Türkiye tarihi için son müdahale değildir (Aktaş, 2011, s.6). 

Bu çalışmamızın asıl konusunu teşkil eden ve ayrıntıları ile incelenecek olan “28 
Şubat 1997 Askeri Darbesi ve Türk Eğitim Sistemine Etkileri” başlıklı çalışmamız için gerekli olduğu düşünülen askeri müdahaleler ve etkileri için kısa bir anlatım 
düşünülmüş ve yukarıdaki anlatılanlarda ve yeri geldikçe daha geniş bir şekilde 
değinilecek ve izah edilmeye çalışılacaktır. 

Bu çalışmamızın hazırlanmasında ortaya çıkan temel soru, “28 Şubat 
Süreci’nin” bildiğimiz anlamda, süreç ve sonuçları itibariyle tam olarak anlaşılabilmiş bir darbe olup olmadığıdır. Zira konu tanımlanırken bu süreç; darbe, muhtıra, müdahale, post-modern darbe gibi kavramlarla tanımlanıyor, bu ifadeler çoğu zaman birbirinin yerine kullanılmış olmakla beraber ayrıca 28 Şubat sürecinin, sürecin ne zaman başladığı ve hatta daha da karmaşık olan ne zaman bittiği sorusuna cevap bulmak o kadar da kolay olmasa gerek (Akın, 2011, s.1). 28 Şubat sürecinin başlangıcı olarak 27 Mart 1994 yerel seçimleri ve o yıl içerisinde ki yaşanan önemli gelişmeler gösterilmiş olsa da ancak bu sürecin bitişi konusunda oldukça farklı görüşler bulunmaktadır. 28 Şubat sürecinin bitişi kimilerine göre dönemin Başbakanı olan Necmettin Erbakan’ın 18 Haziran’da başbakanlıktan istifa etmesiyle kapanmış, kimine göre de RP’nin (Refah 
Partisi) kapatılmasıyla 28 Şubat süreci tamamen kapanmıştır. Bazı yazarlar ise 
AKP’nin (Adalet ve Kalkınma Partisi) kurulması ve hükümet olmasıyla sürecin bittiğini söylemekle beraber ancak yaşananlar bu sürecin bıraktığı izlere bakılırsa aslında bu sürecin bütünüyle kapanmadığı da söylenebilir. Zira asker kendini takip eden yıllarda tekrar tekrar hissettirmiştir (Akın, 2011, s.1). 

Ancak, yapılan bütün bu müdahalelere ve yaşanan olaylara rağmen, Türkiye’de, 
yakın geçmişe kadar, söz konusu darbe süreçleriyle yüzleşilememiş; darbe failleri ve sorumluları ortaya çıkarılamamış ve yargılanamamıştır. Bu nedenle, yapılan her darbe, bir sonraki darbenin tohumlarını ekmiştir. Bu hesap sorulamazlığın en önemli sonucu, darbelerin her birinde, darbelere zemin oluşturan “vesayetçi” anlayışın tahkim edilmesi; ordunun siyaset üzerindeki etkinliğinin güçlenmesi olmuştur. Bu nedenledir ki, bu gün bile 12 Eylül dönemine ait birçok yasada (MGK, MİT, TRT ve YÖK Kanunları gibi) söz konusu darbeci/vesayetçi anlayışın izlerine rastlamak mümkündür (Komisyon, 2012, s.13). 

1990’lı yıllarda darbe anlayışı yeni boyutlar kazanmış; 28 Şubat 1997 tarihli 
Milli Güvenlik Kurulu toplantısında alınan 406 Sayılı Karar’la işaret fişeği atılan ve 
tarihe “post modern darbe” olarak geçen “28 Şubat” sürecinde; “durumdan vazife 
çıkaran” güçler, seçilmiş bir hükümeti iş yapamaz hale getirerek istifaya zorlamışlardır. 

Bu maksatla, psikolojik harekât yöntemleri kapsamında, basın-yayın vasıtaları 
kullanılarak, “silahsız kuvvetler” yoluyla, iktidardaki koalisyon hükümetini oluşturan partiler itibarsızlaştırılmış, tüm topluma irtica korkusu yayılarak, demokrasiye müdahale edilmiştir (Komisyon, 2012, s.13). 
28 Şubat süreci Türkiye’de darbeler tarihinin istisnai anlarından biridir. 28 Şubat 
süreci ve sonrasında ki tarihi MGK (Milli Güvenlik Kurulu) Toplantısı her bakımdan 
tarihe geçmiş olmakla beraber demokrasi tarihimizde derin yaralar açmıştır. Türkiye’nin yakın dönemine baktığımızda 28 Şubat sürecini bütüncül bir bakış açısı ile 
değerlendirmek sadece asker-sivil-bürokrasi-yargı-medya-sermaye ve STK (Sivil 
Toplum Kuruluşları) ile işbirliği zeminin de 54.Hükümetin’in demokrasi dışı ve 
toplumun manipülasyon yoluyla devrilmesi işi değildir (Babacan, 2012, s.21). 
Demokratik uygulamaların askıya alındığı, insan hak ve özgürlüklerinin 
kısıtlandığı ilk üç müdahale her yönüyle birbirine benzemektedir. 28 Şubat 
müdahalesinin ise farklı yönleri bulunmaktadır. Öncelikle ilk üç müdahale gibi kesin, ani ve sert olmamış; bir süreç içinde gelişerek etkilerini göstermiştir. 28 Şubat süreci içinde Silahlı Kuvvetler, medyayı son derece etkin bir biçimde kullanmış, psikolojik savaş yöntemleriyle kamuoyu oluşturmaya girişilmiş, kamuoyundan sağladığı destekle siyasal alana yönelerek kendi doğrularını empoze etmeye çalışmıştır. Bunda da oldukça başarılı olduğu söylenebilir. Nitekim 28 Şubat müdahalesinin post-modern darbe olarak nitelenmesinin sebebi de bu yöntem farklılığıdır (Karatepe, 1999, s. 173). 
27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 Askeri darbeler ve süreçleri ile 
28 Şubat darbesi arasında bazı benzerlik ve farklılıkların olduğu da bilinmektedir. 
Bununla beraber 28 Şubat sürecinde geçmişte yaşanan darbeler gibi klasik anlamıyla fiili bir darbe süreci söz konusu olmamıştır. 
28 Şubat sürecinde yaşanan, ilk benzerlik, tıpkı 12 Eylül 1980 Askeri darbesinde 
olduğu gibi, kendisini “rejimin teminatı” olarak gören TSK’nın emir-komuta zinciri 
içerisinde hareket etmesidir. İkinci benzerlik, tüm darbelerde olduğu gibi, TSK’nın, eğitim şekli itibarıyla, sadece savunma gücü olarak değil, aynı zamanda, topluma liderlik yapma anlayışıyla da yetiştirilmesinden kaynaklanan, “Atatürk İlke ve İnkılaplarının elden gittiği” düşüncesidir. 28 Şubat 1997 tarihli MGK toplantısında alınan Karar’da yer alan “Atatürk İlke ve İnkılapları” ve “Devrim Kanunları” vurgusu, “kışla-cami çekişmesinin” bir yansıması olmuştur. Üçüncü benzerlik, asker ve sivil bürokrasi arasındaki ittifaktır. Bu süreçte, iktidardaki RP - DYP koalisyon hükümetini (Refah-Yol Hükümeti), “irticai tehdit” olarak gören bu ittifak, seçilmişlerin, bir başka deyişle hükümetin, baskı altında tutulmasında ve nihayetinde iş yapamaz konuma getirilmesinde başarılı olmuş; bunu yaparken, psikolojik harekât yöntemleriyle sivil toplumun, basının, sermayenin, üniversiteler in, iş dünyasının, sendikaların önemli bir kısmının desteğini alabilmiştir. Hükümetin iç ve dış politika icraatlarının ülkeyi yıkıma götürdüğü öne sürülerek, sivil siyaset alanı adeta yok edilmiş; koalisyon ortağı partiye 
mensup milletvekilleri istifaya zorlanarak, milli irade hiçe sayılmıştır. Dördüncü 
benzerlik, tüm toplum üzerinde psikolojik harekât faaliyetlerinin uygulanmasıdır. Bu çerçevede, tehdit, gerilim, korkutma, beyin yıkama, düşman algısı oluşturma vb. yollarla toplum baskı altında tutulmuş ve “laik-anti laik” şeklinde ayrıştırılma ya çalışılmıştır. Beşinci benzerlik, sürece dış destek arayışıdır. Bu kapsamda, hükümetin iç ve dış politika tercihlerinin ve icraatları Batılı ülkelere şikâyet edilmiş; Başbakan Necmettin Erbakan’ın İslam ülkeleriyle olan yakınlaşma çabası, Türkiye’nin yüzünü Doğu’ya çevrilmesi ve hatta “anti-siyonizm” şeklinde tanımlanmıştır. 
Buna karşın, 28 Şubat sürecinde, başta ABD olmak üzere, dış güçler, en azından resmi düzeyde, Türkiye’de demokrasinin sekteye uğratılmaması noktasında, yani Meclisin açık kalması koşuluyla, iktidarda bulunan Refah-Yol Hükümeti’nin uluslararası alanda atmış olduğu bir kısım adımlardan rahatsızlıklarını, uzun süreli hükümet etmesinin kendi menfaatleri hilafına sonuçlar doğuracağı yönündeki düşüncelerini açıkça zikretmiş; ancak açık bir darbeye de ışık yakmamak suretiyle, darbe heveslisi kesimlerde hayal kırıklığı yaşatmıştır. Ancak, ABD ve AB’nin (Avrupa Birliği), 28 Şubat 1997 tarihi MGK kararlarına karşı ciddi bir eleştiride bulunmadıkları görülmektedir. Altıncı benzerlik, asker-polis arasında yetki çatışması yaratılmaya çalışılmasıdır. Yedinci benzerlik, ordunun vesayetçi anlayışının tahkim edilmesidir. Sekizinci benzerlik ise, yargıya müdahaledir (Komisyon, 2012, s.13-17). 
Yaşanan bütün bu olaylar özelikle 27 Mayıs 1960 Askeri darbesinde Yassıada 
Mahkemeleri, 1970-1971 yılları arasında Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idam 
edilmesi, 12 Eylül 1980 Askeri darbesinde ise başta Mamak olmak üzere ülkenin çeşitli yerlerinde sıkıyönetim mahkemelerinin kurulması, insan hakları ve hukuksuzluğun had safhalara çıkması vb. gelişmeleri beraberinde getirmiş olmakla beraber özellikle 28 Şubat döneminde ise Genelkurmay karargâhında irtica brifinglerine katılan yüksek mahkeme temsilcileri, DGM’nin (Devlet Güvenlik Mahkemeleri) mevcut yürürlükte olan hukuk kurallarının dışına çıkarak karar vermeleri gibi gelişmeler devletin kurum ve kuruluşlarının darbelere olan bakışını bizlere göstermektedir. 

Yargı, “laiklik” ilkesini savunmak adına “irticai unsurlara” karşı 28 Şubat 1997 tarihli MGK Kararı’nı gerekçe göstererek, mücadele yürütmüş ve neticede çok sayıda “yargı mağduru” yaratılmıştır. Özetle, Genelkurmay Başkanı tarafından “1000 Yıl Yaşayacağı” ifade edilen “28 Şubat ruhu”, dönemin yargı kurumlarının kararlarına da sirayet etmiştir. 

Yukarıda izahını yararlı gördüğümüz klasik askeri darbeler ve bu darbelerin 28 
Şubat 1997 Post modern darbe diye bilinen askeri vesayetle genel olarak benzer 
yanlarına değinilmiş olmakla beraber, 28 Şubat sürecini diğer darbelerden farklı kılan özelliklerde bulunmaktadır. 
İlk ve en önemli farklılık, Meclis faaliyetlerinin askıya alınmamış olmasıdır. Bir 
komutanın da ifade ettiği gibi, tankla tüfekle değil, “silahsız kuvvetler” olarak tarif 
edilen sivil toplum kuruluşları eliyle meşru bir hükümet istifaya zorlanmıştır. İkinci farklılık ise; basın-yayın araçlarında çıkan simgeleşmiş manşetler yoluyla, Hükümet aleyhinde planlı bir şekilde uygulanan psikolojik harekât faaliyetleridir. Üçüncü farklılık, 1960, 1971 ve 1980 Askeri darbesini yapanlar kendi hukuklarını yaratıp, uzun yıllar kendilerini yargı denetiminin dışında tutabilmişken, 28 Şubat süreci sonrasında, millet iradesinin meclise yansıdığı 3 Kasım 2002 genel seçimleri akabinde oluşan siyasi ve ekonomik istikrar, demokratikleşme noktasında atılan adımlar ve 12 Eylül 2010 referandumu sonrasında oluşan demokratik bilinç, Türkiye’de bir daha demokrasiye müdahalelerinin kolaylıkla gerçekleşemeyeceğini ortaya çıkarmıştır. Dördüncü farklılık, bu dönemde, kardeş kavgası ve anarşi ortamı, ülke genelinde baş gösteren bir huzursuzluk ve yönetilemeyen bir devlet algısının oluşturulamamasıdır. Bu süreçte, toplumda ve üniversitelerde herhangi bir çatışma ortamı da doğmamıştır (Komisyon, 2012, s.18-20). 

Sonuç olarak baktığımızda ise; 28 Şubat 1997 Askeri darbesi kendinden önceki 
askeri darbeler gibi ani olarak ve bir anda ortaya çıkmış bir müdahale değildir. 
Demokrasi kavramı altında devletin tüm kurum ve kuruluşlarını zaman içersin de etkisi altına almış ve bütün kurumlara bu süreci içerisinde sirayet etmiştir. Özellikle 1960, 1971 ve 1980 Askeri müdahaleleri klasik darbe olarak ani ve keskin bir şekilde ortaya çıkmış olmakla beraber 28 Şubat Askeri darbesi bir zaman diliminin ürünü değil uzun süreli bir olgunun ürünüdür. Netice itibari ile bütün darbe ve müdahaleler halka karşı yapılır, herhangi bir sınıf ayrımı gözetmez, halk iradesi sekteye uğratılarak sonunda anayasa askıya alınma yoluna gidilmiştir. Bundan dolayı sadece asker, devlet, hükümet ve kurumlar üzerinden hareket edilmemeli aynı zamanda toplumda derin bir süzgeçten geçirilmelidir. 

Bu süreç ilk önce eğitim sisteminden başlanmalı ve okullarda okutulan ders kitaplarından darbe, müdahale, askeri vesayet, askeri yönetim vb. gibi darbeci 
anlayışın ders kitaplarından çıkarılmasında büyük bir fayda sağlayacağı aşikârdır. 
Bu durum ise ülkemizde ordu-siyaset ilişkisini gözler önüne sermekle beraber, yaklaşık her 10 yılda bir askeri darbe ve müdahale ile karşılaştığımızı göstermektedir. 
28 Şubat’ta, Birtakım sivil toplum kuruluşlarının yanı sıra basın-yayın 
kuruluşlarının, üniversitelerin, sendikaların, sermaye çevrelerinin, sivil bürokrasinin, yargı mensuplarının desteği alınarak, 28 Şubat 1997 tarihli MGK toplantısında alınan kararlar hükümete dayatılmış, koalisyon ortağı parti milletvekillerinin baskı, tehdit, şantaj ve ikbal vaadiyle istifa ettirildikleri öne sürülmüş, nihayetinde seçilmiş bir hükümet işlevsiz hale getirilerek, istifaya zorlanmıştır (Komisyon, 2012, s.15). 
Asıl konumuzu teşkil eden “28 Şubat 1997 Askeri Darbesi ve Türk Eğitim 
Sistemine Etkileri” başlıklı çalışmamız öncesinde Türk milletinin aşina olduğu darbe ve muhtıralar kavramına değinilmekle beraber, gerek Osmanlı Dönemi ve gerekse Cumhuriyet ile başlayan dönemi içine alan askeri darbeler ve müdahaleler genel olarak anlatılmaya çalışılmıştır. 28 Şubat askeri müdahalesi ile beraber 27 Nisan 2007 tarihinde ise ordu kendisini bu kez de e-Muhtıra olarak isimlendirilen bir muhtıra ile hatırlatmıştır (Aktaş, 2011, s.6). Yaşanan bu durum ordunun her dönemde sivil hükümetler üzerindeki etkisini göstermekle beraber ordu-siyaset ilişkinin anlaşılması açısından da oldukça önemlidir. 

Bilindiği üzere, 27 Mayıs, 12 Eylül, hatta 12 Mart sert ve ani darbelerdir. Fiilen 
askerlerin iktidara açık el koymasıyla meydana gelmişlerdir. 28 Şubat ise askerin sadece silah gücü ve mevzuat desteği ile yetinmeyip, basın üzerinden kamu oyunun seferber eden ve kamuoyundan meşruiyet arayan bir girişimdir. Daha ötesi ise demokrasinin şekil olarak veya askeri vesayet altında çalışmaya devam eden kurumlardan güç almaya çalışan bir müdahaledir. Bu çerçevede MGK başta olmak üzere anayasal kurumlara yeni işlevler yükleyip kullanarak siyasi karar hiyerarşisini bozan sonuçlar olarak şekli işleyişine dokunmadan demokrasiyi “militarize eden” tekeline aldığı siyaseti savaş ve tehlike mantığına endeksleyen bir niteliğe sahiptir (Bayramoğlu, 2001, s.17). 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder