9 Kasım 2020 Pazartesi

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM SİSTEMİNE ETKİLERİ., BÖLÜM 27

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM SİSTEMİNE ETKİLERİ., BÖLÜM 27


Cumhuriyet Tarihi, Demokrasi, Darbe, Post Modern Darbe, Eğitim, 28 Şubat 1997 Askeri Darbesi,İsmail GÜLMEZ, Yrd. Doç. Dr. Yavuz ÖZDEMİR,
Aczimendi, Fadime Şahin, Fadıl Akgündüz , Hüsamettin Cindoruk, Mesut Yılmaz, 




4.7.3. Milli Güvenlik Siyaseti Belgesi (MGSB) 

 MGSB, (Milli Güvenlik Siyaseti Belgesi) gerek Anayasa’nın 118’nci 
maddesi, gerekse 2945 sayılı Yasa’nın 2’nci maddesi, “Milli Güvenlik” kavramını 
tanımlarken, bu konu ile ilgili görevleri de MGK’ya vermektedir. 2945 Sayılı MGK 
Yasası’nın “Milli Güvenlik Siyaseti” ile ilgili olan açıklaması aynen şu şekildedir: 
“Devletin Milli Güvenlik Siyaseti; milli güvenliğin sağlanması ve milli hedeflere 
ulaşılması amacı ile Milli Güvenlik Kurulu’nun belirlediği görüşler dâhilinde, Bakanlar Kurulu tarafından tespit edilen iç ve dış ve savunma hareket tarzlarına ait esasları kapsayan siyaseti (politikayı) ifade eder.” (Bölügiray, 1999, s.54). 
MGSB’i, 5 yılda bir hazırlanmaktadır. İlk belge MGSB 1963 tarihinde, son 
belge ise 1992 tarihinde yazılmıştır. 1997 yılında yenisinin hazırlanmasına sıra gelmiş fakat bunun hazırlanması Refah-Yol Hükümeti’nden sonraki, Anasol-D Hükümeti’ne nasip olmuştur (Kazan, 2013, s.212). 

MGSB Türk Devleti’nin en önemli gizli belgelerinden birdir (Özer, 2011, s.75). 
MGSB 5 yılda bir iç ve dış tehditlere yönelik olarak yenilenmekte ve değiştirilmektedir. 

Bununla beraber ani gelişen olaylar karşısında ve ülkeyi bölmeye veya sarsmaya 
yönelik tehditler karşısında belge yeniden güncellenip değişiklikler yapılmaktadır. Fakat MGSB’nin temelini oluşturan ve en büyük tehlike olarak varsayılan irtica tehdidi tehlikesi Refah-Yol Hükümeti döneminde ortaya çıkmakla beraber özellikle bu belge RP’nin eylemlerine ve faaliyetlerine karşı oluşturulmuştur. O dönem Ekim 1997’de oluşturulan MGSB’nin en önemli tehdit unsuru olarak terör ve irticai faaliyetler gösterilmekteydi. Ayrıca medya kuruluşları bu belgeyi “Gizli Kitap” veya “Kırmızı Kitap” olarak nitelemiş, bu konuyla ilgili olarak, seçimler sonucu iktidara gelen Başbakan’a bu belgenin okutulduğu ve Başbakan’ın bu belgeyi dikkate alması gerektiğine dair temkinde bulunulduğundan bahsedilmekteydi (Özer, 2011, s.76). 28 

Şubat süreci sonrasında, Refah-Yol Hükümeti’nin iktidardan uzaklaştırılması ile 
birlikte, MGK’nın 31 Ekim 1997 tarihli toplantısında kabul edilen MGSB’nin 1. 
Maddesinde “Bölücü ve irticai faaliyetler eşit ve birinci derecede önceliklidir” 
şeklinde ki ifade yer almıştır. Bu ifade aynı zamanda “Siyasal İslam, Türkiye için tehdit unsuru olmaya devam etmektedir” şeklinde yorumlanmış ve o döneme göre uyarlanmıştır. 

28 Şubat sürecinden geriye kalan en önemli belgelerden biri MGSB olmuştur. 
MGSB’ye neden ihtiyaç duyuldu sorusuna: “Devlet faaliyetlerinin yürütülmesinde 
devamlılık esas olduğu için MGSB’ye ihtiyaç duyulmuştur. Bu nedenle, devlet 
faaliyetlerinin planlı ve belirlenmiş esaslara göre yürütülmesi, hükümetlerin temel 
sorumluluklarındandır. Bu temel sorumluluklardan birisi de, milli güvenliğin 
sağlanması ve bu kapsamda milli güvenlik siyasetinin tayin ve tespitidir. MGSB bu amaçla hazırlanmaktadır” (Arikan, 2010, s.116) şeklinde cevap verilmiştir. 
Ahmet İnsel’e göre “Silahlı Kuvvetler Partisi” olarak tanımladığı yapılanmanın 
Türkiye’nin öncelikli tehdit unsuru olarak irticayı ve bölücülüğü gördüğünü, siyasi 
programı olarak değerlendirdiği MGSB’ye ise hiçbir yasa, genelge ve yönetmeliğin 
aykırılık taşıyamayacağını, kamu kuruluşlarının da belirlenen çerçeve dışında hareket edemeyeceğini ifade etmiştir (İnsel, 2001, s.11-12). 
Nabi Yağcı ise “MGSB’yi hiçbir yasal kurumun karar ve incelemesine tâbi 
olmayan, içeriği, değil halk, TBMM tarafından da bilinmeyen bir belge olarak 
tanımlamıştır”(1Mart 2010) Taraf, s.10. MGSB’nin esasları, Necmettin Erbakan’ın Başbakanlığı döneminde saptanmıştır. Anasol-D Hükümeti döneminde belge MGK’da tartışılmış ve hükümete sunulmuştur. Bakanlar Kurulu belgeyi görüşüp onayladıktan sonra belge bir hükümet kararnamesi olarak resmi gazetede yayınlanmış ve yürürlüğe konulmuştur (Bölügiray, 1999, s.55). İlk kez bu belgeyi kamuoyuna açıklayan dönemin Başbakanı Mesut Yılmaz’ın yapılacak uluslararası bir sözleşmenin bile bu belgeyle çelişmeyeceğini, çelişirse MGSB’nin geçerli olacağını ifade etmiştir (Arikan, 2010, s.117). 

MGK toplantısında kabul edilen yeni MGSB ile birlikte, irtica tartışmasının 
tekrardan Türkiye'nin gündemine gelmiş olması ile beraber 28 Şubat sonrasındaki 
süreçte, kritik bir dönem geride bırakılmıştır. MGK Toplantısı’nda alınan en önemli 
karar, irtica tehlikesini Türkiye'ye dönük bir numaralı tehdit olarak tanımlayan yeni MGSB’nin kabul edilmesi olmuştur (Özgan, 2008, s.89). Bu belgeler, Türkiye’nin güvenliği ile ilgili irtica tehdidi algılarını gündeme getiren, bu tehlikeleri önem derecelerine göre sıralayan ve bu tehditler karşında ne gibi önlemler alınması gerektiğine dair ana ilkeleri ve hususları belirten önemli metinlerdir. 
Bu önemli metinler devletin ve ülkenin geleceği için önem arz etmekle beraber ülkenin geleceğine yön tayin eden belgeler olarak nitelendirmek mümkündür. 
Bu belgelerin önemi devlet politikalarını ve siyaseti şekillendirmekle beraber sadece o dönemin hükümetlerini değil sonra ki hükümetler içinde bağlayıcı unsurlar taşımaktadır. 

Söz konusu olan MGSB, Refah-Yol Hükümeti döneminde başlayan bir sürecin 
uzantısı niteliğindedir. Çünkü Genelkurmay Başkanlığı ilk olarak 17 Ocak tarihinde 
Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'e verdiği bir brifingde, iç tehdidin ve bu çerçevede irticanın dış tehdidin önüne geçtiğini vurgulamıştır. Bu brifingin ardından 28 Şubat 1997 tarihli MGK toplantısında irtica ile mücadeleye ilişkin 18 maddelik karar dizisi çıkmıştır. Genelkurmay Başkanlığı, sonrasında 29 Nisan tarihinde basın için düzenlediği özel brifingde aynı tespiti bu kez kamuoyuna duyurmuştur (Özgan, 2008, s.90). Oysaki 28 Şubat öncesi 1992 yılında hazırlanan MGSB’nin birinci önceliği dış tehdit olarak Sovyetler Birliği ve iç tehdit ise bölücülük ve terör olarak ifade edilmiş olmakla beraber, 28 Şubat sonrasında ise iç tehdit unsuru olarak irtica ve şeriat tehlikesi olmuştur. 

4.7.4. Toplumsal Örgütlerin Siyasi Tavırları 

Refah-Yol Hükümeti dönemi içerisinde bir yanda tarikat tartışmaları ile 
gündeme gelen Acz-Mendi lideri Müslüm Gündüz, imam nikâhlı eşi Fadime Şahin ve Ali Kalkancı ilişkileri gündeme damgasını vurmuş olması ile birlikte diğer yanda uzun süre kamuoyunun gündeminde yer edinen Susurluk Olayı ile başlayan devlet-mafya ilişkileri hakkındaki başlayan süreç ile kamuoyunda başlayan huzursuzluk ortamı ve uzun süreli tartışmaların içine girilmiş olması gerek kamuoyun da gerekse siyaset yaşamında uzun süreli bir gerginlik yaratmıştır. Sivil-asker ilişkilerinde de tansiyon yükselmiş, yaşanan bu olumsuz gelişmeler sonucunda da toplumsal kesimlerde 
huzursuzluk ortamı daha da artmıştır. 

TSK’nın irtica tehdidi ile ilgili sürekli olarak uyarılarda bulunması, basın ve 
medya organlarının bu konu ile ilgili olarak kamuoyunda bir algı oluşturulması ve 
bununla beraber irtica tehlikesi ve laik, demokratik düzenden yana toplantılar, 
konferanslar, paneller ve gösteriler adeta birbirlerini izliyordu (Bölügiray, 2000, s.248). 
Bu toplumsal hareketlerle beraber insanlar hemen hemen her yerde “Türkiye Laiktir Laik Kalacak” şeklinde sloganlar atıyor ve protesto gösterilerinde bulunuyorlardı. Bu dönemde birçok sivil toplum kuruluşu ve sendikada ordudan irtica ile ilgili olarak brifingler almaktaydı. Bazı sivil toplum kuruluşları ve sendikalar RP’nin iktidarına karşı olumsuz eleştirilerde bulunmaktaydı. Bu sendikalar ve sivil toplum kuruluşları bazı eylemler gerçekleştirerek, RP’nin politikalarını eleştirmekte ve RP’nin ülkeyi kaosa sürüklediğini ifade etmekteydiler (Özer, 2011, s.93). 
Sivil toplum örgütlerinin, MHP dışında muhalefet partilerinin ve TÜRK-İŞ’in 
önderliğinde ki sendikaların katıldığı “Türkiye’ye Sahip Çık, Demokratikleşme İçin 
Mücadele Et” sloganıyla düzenlenen mitingde ve yapılan yürüyüşlerle beraber hükümet aleyhinde sloganlar atılmaktaydı. TÜRK-İŞ Başkanı Bayram Meral yaptığı konuşmada; “Bu ülkede doğulu batılı kardeş gibi yaşamak zorundayız. Türkiye’nin bir taşını bile kimse oynatamaz. Mollalar laik sistemi asla değiştiremez. Bu çağdaş ülkenin güvencesi bizleriz” (Akpınar, 2006, s.146) diye şeklinde ki konuşması sivil toplum örgütlerinin yaşanan olaylar karşısında ki tavırlarını göstermekteydi. Böylece hükümete karşı başlatılan bu siyasi mücadeleye sivil unsurlarda eklenmiş ti. Özellikle bu gösteriler ile beraber başlayan sürece aydınlar, üniversiteler, medya organları ve birçok sol düşünceli grupların da destek vermesi ile başlayan bu sürece laik-sivil kesimin de katılması asker açısından olumlu sonuçlar doğurmuş ve askerin işini kolaylaştırmıştır. 

Mustafa Başoğlu’na göre “Siviller ve sivil toplum kuruluşları yeteri kadar 
demokratik olmadıktan sonra bir ülkede demokrasinin gelişmesi ve kalıcı olması 
imkânsızdır”. 28 Şubat sürecine Türkiye’nin en büyük sivil toplum kuruluşları ve 
sendikaları (TÜRK-İŞ, DİSK, TİSK, TOBB ve TESK) destek vermiştir. O dönen 
TÜRK-İŞ Genel Başkanı Bayram Meral, TİSK Genel Başkanı Refik Baydur ve DİSK 
Başkanı Rıdvan Budak; “28 Şubat ile demokrasinin kurtarıldığını ileri sürmüşlerdir. 
Demokratik bir ülkede basın ve medya organları, siyasi partiler, sivil toplum örgütleri ve üniversiteler, demokrasi dışı müdahaleleri destekler veyahut görmezden gelip, pasif destek gösterirlerse o ülkede gerçek demokrasi hiçbir zaman var olamaz” (Başoğlu, 2007, s.118) şeklindeki açıklamaları 28 Şubat dönemi içerisindeki sivil toplum kuruluşlarının laik, demokratik Cumhuriyet’ten yana olan tavırlarını ortaya koymaları açısından oldukça önemlidir. 

Sivil toplum kuruluşları ve sendikalar 28 Şubat sürecinde yapılan, müdahaleye 
ya açık bir şekilde demeçleriyle destek vermişlerdir veya bu süreçteki olaylara sesiz kalarak pasif destekte bulunmuşlardır. Tabi o dönem RP’ne yakın bazı sivil toplum kuruluşları güçleri yettiğince bu post modern darbeyi ve bu darbenin etkilerini eleştirmişlerdir. Sivil toplum kuruluşlarının ve sendikaların bu tutumu ve o dönem demokratik olmayan müdahalelere desteği, bu kuruluşların özüne aykırı bir tablo çizmektedir (Özer, 2011, s.93). 

Refah-Yol Hükümeti döneminde etkin olan, demokratik toplum örgütlerinin 
kitlesel ve örgütsel tepki ve gösterileri (Bölügiray, 2000, s.250) ile beraber sivil toplum kuruluşları ve sendikaların tutumları genel olarak bu şekilde olmakla beraber özellikle o dönemin basın ve medya organları 28 Şubat sürecinde yangına körükle giden bir yapıdaydı. Medya, TSK başta olmak üzere birçok kuruluşu Refah-Yol iktidarına karşı kışkırttığı ileri sürülmektedir. Medyanın objektif habercilikle darbe teşvikçiliği arasındaki çizginin açık bir şekilde farkında olmadığı da aşikârdır. Medya o dönem askeri baskıya karşı sert ve tutarlı bir tutum sergileseydi, ülke demokrasiden ödün vermeyebilirdi (Bayramoğlu, 200, s.126). Fakat o dönem medyasının bu sürece alkış tutması ve hızlanması için elinden geleni yapması, Türkiye’nin demokrasi adına onlarca yıl geriye gitmesine neden olmuştur. Medya burada çatışmanın tarafı olmuş ve bu çatışmadan kendine pay çıkarmıştır (Özer, 2011, s.94). 

4.7.5. İrtica Brifingleri 

İrtica brifingleri TSK’nın ülkenin önemli kurumlarına ve kişilerine verdiği, 
irticaya karşı bu kesimleri harekete geçirmeyi amaçlayan bir toplantılar silsilesidir 
(Özer, 2011, s.91). İrticai toplantılara ilk olarak dönemin Cumhurbaşkanı olan 
Süleyman Demirel’le başlanmıştır. Genelkurmay Başkanı Org. İsmail Hakkı Karadayı, Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’i irtica tehdidi konusunda ki brifingler için Genelkurmay Başkanlığı’na davet etmiştir. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel 18 Ocak günü sesiz bir şekilde Genelkurmay Başkanlığı’na gitmiş ve burada yaklaşık olarak 2 saat kalmıştır. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel brifinge çağırıldığında Milli Savunma Bakanı Turan Tayan dâhil hiçbir iktidar parti üyesi bu brifinge çağırılmamıştır. Bir nevi iktidarın bu olaydan haberdar olması istenmemekte dir. O dönem basın ve medyaya bu brifingde Kuzey Irak, Kıbrıs ve TSK’nın ihtiyaçlarının ele alındığı dile getirilmiştir (Özer, 2011, s.91). Ancak bu brifinglerden sonra ülkeyi adeta irticai brifingler sarmalı sarmış olmakla beraber Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ile yapılan görüşmenin de Kuzey Irak, Kıbrıs ve TSK’nın ihtiyaçlarının ele alınmadığının ortaya çıkması ile anlaşılmıştır. 

İrtica tehdidi Genelkurmay Başkanlığı tarafından bir numaralı iç tehdit unsuru 
olarak görülmüş ve ilk başta koalisyon ortakları olan RP ve DYP Milletvekillerine 
yönelik olarak süren psikolojik baskılar daha sonraki evrede medya ve özelliklede 
yargıya yöneliktir (Tayyar, 2009, s.95). 

28 Şubat Kararları ve sonraki toplantılarda askeri üyelerinin söylediklerinin, 
Refah-Yol Hükümeti üyeleri tarafından savsaklandığı ve kamuoyuna yansıtılmadığı için irtica konusunda; medyaya, yargıya, sivil toplum örgütlerine, işçi temsilcilerine, meslek odalarına, hâkim ve savcılara, iş adamlarına, üniversitelere Genelkurmay Başkanlığı tarafından çeşitli brifingler veriliyordu. Bu brifingler ile istenen amaç; 

1. Kamuoyunu irtica tehlikesi karşısında uyararak, aydınlatarak ve bilgilendirerek 
    irtica ile savaşıma halkın da katkısının ve kamuoyu baskısının sağlanması. 
2. Aynı amaçla medyanın irtica ile savaşıma destek vermesi, öncelikler saptaması 
3. İrtica ile savaşımdan sorumlu olan ve yıllardır yetkilerini kullanmayıp olaylara 
    seyirci kalan kamu görevlilerine ve yetkililere görevlerini anımsatarak onları 
    harekete geçirmek, 
4. Bilgi noksanlığı nedeni ile harekete geçememiş olan kamu görevlilerine ve 
    yetkililere gerekli bilgileri aktarmak (Bölügiray, 2000, s.236-237). 

Bununla beraber irticanın Türkiye’nin bir numaralı iç tehdidi haline geldiğinin 
saptamasının ardından ilk brifing “Siyasal İslam’ın Yayılması” adı altında medyada 
verilmiştir. İkinci önemli adım, aynı brifingin Başbakan Erbakan'a da verildiği 26 Mayıs tarihli YAŞ toplantısı olmuştur. Bunu 10 Haziran'da önce Yüksek Yargı'ya, ertesi günü basın ve ardından iş çevrelerine verilen ve talep üzerine tekrarlanan brifingler serisi izlemiştir (Özgan, 2008,s.91). Bu irtica brifinglerini bir başka ayağı ise yargı mensuplarına yönelikti, düzenli olarak bu brifinglere çağırılan hâkim ve savcılara irtica hakkında bilgi verilmekte ve bu konu hakkında hassas olmaları istenmekteydi. Genelkurmay Başkanlığı hâkim ve savcıları brifinglere çağırırken dönemin Adalet Bakanı Şevket Kazan ise bu toplantılara katılacak kişiler hakkında soruşturmalar açılacağını belirtmekteydi. Orduya yakın duran bazı hâkim ve savcılar Şevket Kazan’ın bu hamlesine sert tepki göstermişlerdir. Fakat daha sonra Şevket Kazan’ın bu açıklamalarının sonucu olarak hiç kimse hakkında soruşturma açılamamış veya idari yaptırıma gidilmemiştir (Tayyar, 2009, s.96). 
Genel olarak bu brifingler “Türkiye’de İslam’ın siyasi yönden yayılması Milli 
Görüşçüler tarafından yapılmaktadır,” “Nüfusun yüzde 85’ini oluşturan eğitimsiz kitle kolaylıkla kandırılmakta ve sömürülmektedir,” “Halkın dini duyguları, gelenek ve görenekleri sömürülmektedir,” “İrtica, ancak kısa ve uzun vadeli çözüm tarzları içeren devlet politikaları ile önlenebilir”, “Bölücü ve irticai terör odakları, Türkiye 
Cumhuriyeti’ni yıkmak için işbirliği ve dayanışma içerisindeler”, “Bazı tarikat ve 
cemaatlerin yurt dışında açtıkları okullar Milli Eğitim Bakanlığı tarafından 
denetlenmemektedir. Bunların amacı, ileride kurulacak olan din devletine destek 
sağlayacak sempatizanlar yetiştirmektir” (Bölügiray, 2000, s.237-239) vb. gibi 
brifingler verilmiştir. 

Gerçek koşulları okumak konusunda sıkıntı çeken ve tam anlamıyla başarı 
gösteremeyen Refah-Yol Hükümeti lideri Necmettin Erbakan, ilk gün atması gereken adımları geç attığı için siyasi arenada sıkıntılı bir dönem yaşamış ve takip etmiş olduğu politikalarıyla bir anlamda askerin siyasallaşmasını sağlamıştır (Bayramoğlu, 2007, s.256). Siyasi İslami kadrolaşma ve irtica konusunda ordunun dolaylı uyarılarını daima kulak arkası eden ve “Bunlar sun’i gündem. Ordu böyle bir şey söylemiyor” şeklinde göz ardı eden Refahlı yöneticilere, bu brifingle, bu kez açıkça ordunun düşünceleri yansıtılıyordu. Hem de açıkça adı söylenmese de tanımlamalardan irtica tehdidinin bizzat iktidardaki RP’nin olduğu anlaşılıyordu. Öyle ki “Bu Kez İşi Silahsız Kuvvetler Çözsün” diyen ordu, Cumhuriyet’i korumak ve kollamak uğruna gerektiğinde silah kullanabileceğini anımsatmaktan bile çekinmiyordu (Bölügiray, 2000, s.244). 

Brifinglerin ortaya koydukları, TSK’nin, MASK’da (Milli Askeri Stratejik 
Konsept) yaptığı değişiklikle ülkeye yönelik tehdit değerlendirmesinde birinci sırayı ilk kez iç tehdide vermesi ve buna göre yeniden yapılanması, iç tehditten özellikle irticai hareketlerin kastedilmesi, ancak irticai akımların neler olduğuna dair açık bir tanımın olmaması, bu strateji değişikliği ve onu takip eden ordu içindeki düzenlemelerin varlığını kamuoyu, basın ve özellikle sorumlu siyasi aktörlerin sonradan öğrenmesidir (Özgan, 2008, s.91). 

Genelkurmay Başkanlığı’ndan medyaya verilen 2. Brifingde ise, ülkede yaşanan 
krizin renginin değiştiği yeni bir aşamanın başladığı kanaati yaygındır. Ali 
Bayramoğlu’nun da belirttiği üzere, bu brifingde Silahlı Kuvvetleri’n İç Hizmet 
Yasası’nın 85/1 maddesi uyarınca, Cumhuriyet’i içte ve dışta koruma ve kollama görevi çerçevesinde silaha başvurabileceğini açıklaması, süreç içerisindeki aktörlerin birisinin imkânlarını ve kararlılığını ortaya koymaktadır (Bayramoğlu, 2007, s.269). 28 Şubat sürecinde Genelkurmay Başkanlığı tarafından sivil toplum örgütlerine, medyaya, öğretim üyelerine, yargı mensuplarına verilen brifinglerin hangi amaçla verildiğini ve taşıdıkları felsefeyi anlayabilmek için söz konusu brifinglerin, “Hükümetin demokratik yolla sona ermesi için kullandıkları yöntemlerden biri” olarak niteleyen Dz. Kuv. Kom. Ora. Güven Erkaya'nın söylediklerinin ne kadar önemli olduğu görülecekti: 

“Brifinglerle kamuoyunu bilinçlendiriyoruz. Tabii çalışmalarımızın çoğu 
milletvekillerini ikna etmeye yöneliktir. Rejimin içine düştüğü tehlikeyi öncelikle onların görmesi gerekir... Biz bu yola çıkarken Genelkurmayda toplandık. Muhtemel olumsuzluklara karşı köklü, alternatif planlar hazırlamaya koyulduk. Her olumsuzluğun bir karşı koyma tedbirini aldık. Planlar cebimizde. Ama meselenin demokratik yollardan çözülmesini istiyoruz ve bekliyoruz. Parlamento üyelerinin meseleyi siyaseten halletmeleri için bekledik. Verdiğimiz mesajları almadılar veya almak istemediler. 

Şimdi ikinci maddeyi uyguluyoruz. Sivil kesimde kamuoyu oluşturuyoruz” (Komisyon, 2012, s.311) şeklinde açıklamalar yapmıştır. 



***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder