26 Kasım 2020 Perşembe

BİRAZ ADİL, BİRAZ DEĞİL... DEMOKRATİKLEŞME SÜRECİNDE TOPLUMUN YARGI ALGISI. BÖLÜM 3

BİRAZ ADİL, BİRAZ DEĞİL... DEMOKRATİKLEŞME SÜRECİNDE TOPLUMUN YARGI ALGISI. BÖLÜM 3


Demokratikleşme, sürecinde, Yargı Kurumunun, Toplumsal Algılanışına, Bakarken, Biraz adil, Biraz değil, Ethem Mahcupyan,


Bu görüşmeci, hukuk için de aynı tanımı yaptı: “Adaletin, normatif kuralların toplumda uygulanma biçimi.”
Gerçi bu görüşmecinin adalet algısında “düzen” unsuru yanında eşitlik fikri de yer
alıyor. Ancak, adalet ve hukuk kavramlarının “eşitlikçi” bir vurguyla da olsa “düzen” ve “kurallar” ile özdeşleştirilmesine, eğitimsiz ya da daha düşük prestijli meslekleri icra eden kişilerde pek rastlamadık.

Yüksekokul mezunu bir başka görüşmeci de hukuku, “toplumda olan işlerin, ilişkilerin, düzgün, sorunsuz olması için koyulan kuralların tümü” diye tanımladı. Kısaca, ona göre hukuk “kanunların tümüdür”. (Sivas 2)
Diyarbakırlı bir görüşmeci de, hukukla kanunu birbirinden ayırmakla birlikte, hukuku “adaleti korumak için devletlerin kurduğu bir yapı” olarak tanımlamak suretiyle, hukukun devlet sistemiyle ve “devletli oluş”la ilişkisini kurdu. (Diyarbakır 1)

Lise mezunu bir işadamı, hukuku “kanunları uygulamak” biçiminde tanımladı.
(Bursa 1) 
Benzer biçimde, yine lise mezunu bir görüşmeci hukuku “toplumsal ilişkileri
düzenlemek amacıyla devletin yetkili organları tarafından konulan, uymak
zorunda olduğumuz, maddî yaptırımlara bağlanmış kuralların oluşturduğu bir sistem” olarak tanımladı. (Sivas 1) Burada da düzen vurgusu seçilmektedir.
Denizlili görüşmeci için de hukuk, düzenle ve yönetimle ilgilidir: “Hukuk deyince
aklıma sadece işte insanların belli bir düzen içinde yaşaması için konulan işte kanunlar ve onu işte yöneten kurum ve kişiler [geliyor]...” (Denizli 1) 

Bu görüşmeciye göre,
“ Adalet de ona yakın, benzer bir terim. Yani insanların işte kendilerini güven içinde hissetmeleri, güven içinde yaşamaları için konulan kurallar”. (Denizli 1)
İstanbullu, eğitimli görüşmeci de, adalet kavramını bu bağlamda değerlendirdi:
[Adalet denince] birey olarak toplumun içinde hepimizin rahat yaşamasını sağlayan bir sistem düşünüyorum. Yani ben adaleti sırtımı dayayarak yaşamalıyım. İhtiyacım var benim adalete […] birisi bana bir şey yaptığı zaman bunun cezasını aldığını bilmeliyim... (İstanbul 1)

Bu tanımlamalarda, hukukun, devletin belirleyiciliğinde işleyen tek yönlü bir süreç
olarak algılanması da söz konusudur. Ne kadar eğitimli olurlarsa olsunlar, görüşmecilerden, hukukun “halk/millet/yurttaş” iradesine veya onayına muhtaç bir “sözleşme” olabileceği yönünde bir fikir gelmedi. Aynı şekilde, hukuku tanımlarken evrensel normlara gönderme yapan görüşmecimiz de olmadı.
Hukukun, doğrudan devlete atıfla tanımlanmasının, özellikle “ Devletçi -Muhafazakâr” dünya görüşüne yakın olanlarda iyice belirginleştiğini tespit ettik. 

Mesela bu görüşmecilerden birine göre; “hukuk devleti korur ve devlet için geçerlidir. Kanunlar ise devleti oluşturan insan toplulukları ve bireyler için geçerlidir ve herkese eşit uygulanmalıdır”. (Sivas 1) Bir diğer görüşmeci için de adalet, “bildiğimiz devlet büyüklerinin yapmış olduğu […] sistem”dir. (Bursa 2)
Yaşlı bir kadın görüşmeci (Erzurum 1), hukuku tanımlaması istendiğinde, hâkimlik,
kaymakamlık, müdürlük gibi devlet görevlerini andı. Hukuk kavramı bu görüşmeciye, iyi okullar kazanmayı, daha doğrusu “okuyup adam olma”yı çağrıştırıyordu.

Burada tam bir yabancılaşma, “kendi dışında iyi bir şey” ile mesafe koyma davranışı seziliyor.

Hukuk tanımlamasında, doğrudan “hak” referansına başvuran görüşmecilerimiz de
oldu. Mesela Karslı görüşmecilerimiz den biri, adaletin hukuku sağlamak zorunda
olduğunu, hukukun işlevinin de “hakları savunmak” (korumak/güvence altına
almak) olduğunu düşünüyor:

Hukuk […] yani bir […] şahsın haklarını savunma. Yani devletin olsun şahsın
olsun, yani bana göre haklarını savunma. Adaleti sağlamak da zaten hukukun
temelidir. (Kars 4)

Karslı bir diğer görüşmeci, adaleti, “toplumda yaşayan insanlar arasındaki ilişkileri
doğru bir şekilde düzenlemek için var olan kurallar” olarak tanımlıyor. Ona göre
hukuk da “adaletin geniş kapsamlısıdır”. (Kars 6) 
Ancak, onun için de “mahkemeler çok fazla adil değil”dir. Türkiye’de adalet sistemi çok geridir.
Bir başka yüksekokul mezunu görüşmeci, adaleti “suçluyla suçsuzu birbirinden ayırmak” biçiminde tanımlıyor. Hukuk da “adaletin temeli, tek dayanağıdır”. (Kars 8)
Lise mezunu bir görüşmeciye göre, “adalet hakça bölüşüm”, hukuk ise “hakça bölüşümün hukuken paylaşımıdır”. (Kars 9)

Başka birine göre adalet “insanların haklarının savunulması, insanların mallarının
savunulması”dır. (Kars 10) Aynı görüşmecinin hukuku “insan hakları, özgürlüğü ve
insanların eşitliği” diye tanımlaması, hukuk kavramını bir yurttaşlık meselesi olarak gördüğünü göstermektedir.

Bir başkası da hukuku “özgürlük” olarak tanımlıyor. (Kars 18) Aynı şekilde Sivaslı
bir görüşmeci de özgürlük kavramına vurgu yapıyor: “[Hukuk] insanların haklarını
koruyan, daha özgür yaşamalarını sağlayan kanunlar bütünüdür.” (Sivas 3)
Trabzonlu bir görüşmecimiz şöyle diyor: “hukuk […] aslında bu adalete yakın bir
kavram, adaletin oluşması için kurulan mekanizma olarak değerlendiriyorum.”
(Trabzon 1)

Hukuku “sorumluluk” kavramıyla ilişki içinde tanımlayan da olmuştur. Sivaslı bir
görüşmeciye göre “devletin bireye, bireyin devlete karşı sorumlulukları vardır. Bu
sorumluluklar da hukuk sayesinde korunur”. (Sivas 3) Burada “hak” veya “haklar”
kavramı yerine “sorumluluk” kavramına atıf yapılması ilginçtir. Öğretmen olan bu
görüşmeci, aslında bir yandan da, devletin, yurttaşı sorumluluklar üzerinden inşa
ettiği bir uluslaşma sürecinin ürünü olduğu şeklindeki algıyı dile getirmektedir.
Karslı bir çoban, adalet ile hukuk arasındaki bağı şöyle tarif ediyor: “Hukuk işlemeyen yerde adalet olmaz.” (Kars 16) Bir başka görüşmeci benzer bir tarifi şöyle ifade ediyor: “Olayların adaletli bir şekilde olmasını sağlayan hukuktur.” (İstanbul 5)

Bir görüşmeciye göre ise, hukuk adaleti de içine alan, ama daha geniş bağlamlı bir
kavram: “Hukuk deyince, bilimsel, daha geniş kapsamlara, dallara ayrılır yani.”
(Samsun 2) Aynı görüşmeci için kanun hukukun temelidir: “Mesela doktor için ilaç
ne ise, hukukçu için kanun odur belki de. [Kanun ile hukuk] aynı şeyler değillerdir.
[Ama] iç içelerdir, ama aynı şeyler değillerdir. (Samsun 2)

Adaleti tanımlarken hukuk devleti kavramına müracaat eden görüşmeci sayısı azdır.
Bunlardan birisi olan ve bu kavramı “yasalar karşısında eşitlik” ilkesine dayandıran
İstanbullu yüksekokul öğrencisi, şöyle bir tanım getiriyor:
Tabii ki bir hukuk devleti kavramı ortaya çıktıktan sonra zaten hani her hukuk
devletiyim diyen devlette olduğu gibi bizim ülkemizde de, bizim sistemimizde de
olması gereken yasalara saygı her şeyden önce, herkesin aynı şekilde aynı yasalara tabi tutulması, kanunda eşitlik ilkesi, tabii üniter devletin de bunda katkısı var. Her ülkenin her bireyi, her ferdi, her vatandaşı kanunda eşit olduğu... İdeal olan bu ama uygulamada... (İstanbul 2)

İdeal Hâkim İmgesi

İdeal hâkim imgesinin içerden, yani bizzat hâkimler tarafından nasıl tasvir edildiği,
Demokratikleşme Sürecinde Hâkimler ve Savcılar kitabının konusuydu. 

Bu çalışmada ise, ideal hâkim imgesinin toplumun algısındaki karşılığına dair ipuçlarını yakalamaya yönelik mülakatlar yaptık. Görüşmelerden çıkan sonuca göre, ideal hâkim konusundaki dış algıyı belirleyen genel kalıplar, iç algının aynı nitelikteki unsurlarıyla büyük ölçüde örtüşüyor.

Görüşmelerde, “ideal hâkim” tanımı yapılırken, en çok “tarafsızlık”, “dürüstlük”
ve “adillik” vasıflarına atıf yapıldığını gözlemledik. Bursalı görüşmecinin sözleri, bu
tanımın yalın ifadesi sayılır:

Şimdi, hâkim nasıl olmalı? Hâkim, suçlu kişiye de haklı kişiye de eşit miktarda,
eşit şekilde aynı koşullarda davranmalı. Yani sen suçlusun, [ben] haklıyım davasında bu tarafı ezip beni yüceltmenin anlamı yok. İki tarafı da dinleyecek, iki
tarafı da şey yapacak haklı, haksız tamam adil bir şekilde onun cezasını verecek,
onun kararını verecek. O şekilde davranmalı. Yani ne bileyim az önce dediğim gibi
yani bir tarafı kollayıp bir tarafı ezmenin bir anlamı yok. (Bursa 2)

Denizli’de görüştüğümüz kişi, ideal hâkimi tanımlarken, “dürüstlüğü” öne çıkarıyor; bunu da, kanunları herkese eşit bir biçimde uygulamak ve vicdanlı olmak ölçütlerine dayandırıyor:

İdeal bir hâkim bütün kanunları yerine getirmeli; her kim olursa olsun, ne olursa
olsun bütün kanunları yerine getirmeli diye düşünüyorum. Bir kayırmacılık olmamalı.

Yani bütün kararlarında dürüst olmalı.
Dürüst olmak için ne gerekiyor?
Vicdanı olması gerekir. (Denizli 1)

Ancak, görüşmeci, bu beklentisinin gerçeklikte tam karşılık bulamadığını, hâkimlerin hepsinin böyle olmadığını da vurguluyor.
Sivaslı görüşmecilerin ideal hâkim tasviri de, benzer vurgular içeriyor:
[Hâkim] objektif, hukuk kurallarını iyi bilen, kurallara iyi hâkim olabilen, dürüst,
duygusallık gömleğini mahkeme salonunun dışına asabilen, doğru, eşitlikçi ve
haklıya hakkını verebilen biri olmalıdır. (Sivas 2)
[Hâkim] Anayasa kurallarına uyan, objektif bakabilen, kanun maddelerine uygun
davranabilen, hiçbir baskı altında kalmayan, olayları inceleyen, irdeleyen, araştıran ve ondan sonra karar verebilen biri olmalıdır. (Sivas 1)
Samsunlu eğitimli bir görüşmeci, kafasındaki ideal hâkim imgesini açıklarken, “bilgili olma” ve “işini iyi yapma” niteliklerini vurguluyor:
Bir kere duygularını ve düşüncelerini, yani dünya görüşünü kanunda var olan
şeyden ayırabilmeli. Kanunda yazan onun dünya görüşüne uymayabilir, onun
hoşuna gitmeyebilir, karşısında yargıladığı şahısla çok farklı olabilir. İyi halleri
dışında o kanunda tanımlanmış bir şey de, davalarda tarafsız olmalı. Tarafsızlığını
koruyabilmeli. Hâkim karar mercii ve verdiği karar uygulanmakla mükellef
ve karşı taraf üzerinde yaptırımı var. Bundan dolayı bir, işini iyi yapan bir insan
olacak. İşini iyi yapmanın koşulu nedir? İyi bir eğitim almış olması gerekiyor, bir
hâkim iyi bir eğitim almış olmalı her şeyden önce... (Samsun 1)
Aynı görüşmeci, “genel algı”yı oluşturan bu unsurların yanında, “toplumla iç içe
olma” gereğini de ideal hâkim imgesine dahil ediyor. “Meslekteki sosyalleşme”
gibi, hâkim ve savcılar açısından sancılı, toplum açısından çetin bir meseleye işaret eden görüşmecinin açıklamaları şöyle:
Sosyal yaşantıya sahip olabilmeli. En azından günde iki tane farklı gazeteyi okumalı ki, toplum dinamiklerini de görebilsin. Çünkü kanunlar toplum dinamiklerine göre değişim ihtiyacı hisseder. Bunda hukukçu [...] çok etkin rol oynamalıdır.
Anayasa Mahkemesi’nde dava açabilenler kimlerdir? Hâkimlerdir, savcılardır.
Toplumu takip ederseniz değişime siz de katkıda bulunursunuz. Günde en az
iki ana haber bülteni izlemeli. Yılda on beş gün tatile çıkmalı. İnsanlarla daha
iç içe olup o hâkim kimliğini, savcı kimliğini çıkarıp insanlarla daha iç içe olmalı.
Kahveye gitmeli oturmalı, diskoya gitmeli... Ne diyeyim plaja inmeli... Toplumla
bu kadar iç içe olan bir meslek her yerin nabzını tutup aksaklığı da kafasında bir
sentez etme yetisine sahip olması gerekiyor. Onun için iyi bir akla sahip olması
gerek. (Samsun 1)
Bu görüşmecinin üzerinde durduğu bir konu da, “eğitim ve uzmanlaşma”. Ona göre, kendi mesleği olan hekimlikte altı yıl genel bir tıp eğitimi aldıktan sonra, uzmanlık eğitimi alınmakta ve hekimler belli alanları iyi bilen kişiler olarak mesleklerine devam etmektedirler. Oysa yargıda durum böyle değildir:

Elbette ki hâkim genel hukuku bilir; bu bittikten sonra uzmanlık alanları var. Ama
bu akademik anlamda devam ediyor şu anda. Yani merkezde akademik anlamda
ceza hukukçuları, idare hukukçuları filan var, ama uygulamada bu çok şey değil.
Mesela ceza davasına da giriyor hâkim, yarın bir bakıyorsunuz idarî davaya bakmaya başlıyor... Bunun bir ayrımı yok. Onun için burada eğitim çok önemli. (Samsun 1)

Bu geniş ve yüksek niteliklerle donanmış hâkim tanımlaması üzerine aynı görüşmeci “Sizce Türkiye’de böyle hâkimler var mı?” sorusu karşısında şu değerlendirmeyi yapıyor:

Dediğimiz şekilde olanlar mutlaka var... Yok diyemeyiz. En başta konuştuğumuz
şeylerden biri, iş yükü! Önünde 390 tane dava dosyası yığılı olan hâkimin
de günde iki gazeteyi alıp okuması[nı] nasıl bekleyebiliriz? Böyle bir sorun var...
Yani iş yükünün getirdiği şeylerden dolayı, bu içerideki kısır döngü nasıl kırılır,
bunları da irdelemek gerekir, ama böyle hâkimler olduğuna inanıyorum. Yüzde
kaç derseniz, bence yüzde onu geçmez. (Samsun 1)

Görüşmelerde, ideal hâkim tanımına, “babacan olma”yı ekleyenler de oldu. Mesela
İstanbullu bir görüşmecimize göre, hâkim “babacan” bir figürdür. Ancak, bu imajın
kaynağı bu kişinin filmlerden edindiği izlenimdir. Aynı kişi, yine bu “deneyimi”,
Amerikan hukuk sistemiyle bizimkini karşılaştırmak için de kullanıyor. Görüşmecinin, 12 Öfkeli Adam gibi, sinema tarihinin yargı sorunuyla ilgili en önemli filmlerinden birine atıf yapması ilginçtir:

Çünkü […] yani o babacan hâkim [...] Ben hiç Ağır Ceza Mahkemesi’ne gitmedim,
hiç işim düşmedi, ama hani sadece filmlerde görüyoruz. Ha şimdi, yani adaletle
ilgili ne düşünüyorsunuz diye sorduğunuz zaman, benim aklıma Amerikan filmlerindeki jüri sistemi geliyor. Onun da çok fazla şey olduğuna inanmıyorum ben, çok sağlıklı olduğuna inanmıyorum. Yani oluşturulan bir jüri, “12 öfkeli adam”, 12 kişilik bir jüri bir şekilde doğru karar verdiğine inanmıyorum. Yani sonuçta bizde sistemde hâkim karar verir. Orada jüri karar veriyor... Yani jürinin verdiği karar kesindir, hâkim değiştiremez. [Hâkim] sadece ceza takdir eder. Yani... Yani bizdeki sistemin daha iyi olduğunu düşünüyorum, yani ama işte yine en başa gidiyoruz; işte bir hâkim günde kaç davaya giriyor, kaçından çıkıyor, kafası kazan gibi oluyor... (İstanbul 1)

Böylece görüşmeci, mahkemelerden beklentilerin karşılanmasını zorlaştıran en
önemli faktörün ağır iş yükü olduğuna dikkat çekerek, bu konuda yargı camiasına
egemen olan yaygın ve güçlü algıyı “yurttaş cephesi”nden dile getirmiş oluyor.
Mahkemelerden Beklentİler Mahkemelerden beklentilerin de, ideal hâkim imgesiyle uyumlu olduğu, görüşmelerden çıkardığımız sonuçlar arasındadır. 

Görüşmecilerin neredeyse tamamı, mahkemelerden öncelikle “adalet beklediklerini” söylemişlerdir. Bunların büyük bir kısmı, adalet tanımlamasının temelini şu üç kavrama dayandırıyor: “Dürüstlük”, “tarafsızlık” ve “adillik”.
Tarafsızlık ve adillik kavramları, mahkemelerden beklentiler söz konusu olduğunda
da, başka ilke ve değerlerin yardımıyla tanımlanıyor. Bu bağlamda en sık başvurulan ilke, yine eşitliktir. Mahkemelerden beklenen, “herkese eşit davranma”larıdır.

Erzurumlu görüşmecinin sözleri, tam da bunu anlatıyor: “Mahkemelerden insanlara eşit davranılmasını, yani gerçek adalet bekliyoruz.” (Erzurum 2) Karslı görüşmecilerden birinin ifadesini de, aynı çerçeveye yerleştirebiliriz: “Mahkemelerden, eşit haklar vermesini, herkese eşit davranmasını, torpille, adam kayırmayla karar vermemesini beklerim.” (Kars 11) Benzer kavramları, bir başka ağızdan “adalet, eşitlik ve hak beklentisi” biçiminde de duyduk. (Sivas 1) Bazı görüşmeciler de, “adillik” kavrayışını “adil yargılama”yla ilişkilendirdi.
İdeal hâkim imgesinin mahkemelerden beklentiler konusundaki izdüşümleri arasında, “mahkemelerde daha iyi karşılanmak” ve “hâkimlerin kendilerini dinlemeleri” de yer alıyor.
Mesela Karslı bir görüşmeci, mahkemelerden “insanları güzel güzel dinlemelerini”
bekliyor; ona göre adaleti sağlamanın yolu budur:
Mahkemelerden biraz adaletli olmasını beklerim yani […] nasıl diyeyim ki, yani
[…] böyle insanları önce güzel dinlemeleri, ondan sonra sorgulamaları gerekiyor
yani böyle bir şey isteriz mahkemelerden. (Kars 17)
Savunma hakkının gereği gibi kullandırılması beklentisini de aynı çerçeveye sokabiliriz.
Bir görüşmeci, bunu, “mahkemeden kendini savunmasına müsaade etmesini
istemek” şeklinde ifade ediyor. (Kars 13)
Van’daki görüşmecilerden biri, halkın mahkemelerden çekindiğini söylerken, bunun nedenini “kendilerini ifade etmeye imkân tanınmaması” olarak açıklıyor:
Yalnız gönül rahatlığı konusunda halkın çoğu mahkemelerden çekiniyor. Bir
çekingenlik var. Nedeni de yeteri kadar kendisini ifade edememesi. (Van 1)
Bu “kendini ifade edememe” hali karşısında ilkokul mezunu olan İstanbullu görüşmeci, hâkimin nasıl olması gerektiğini şöyle tarif ediyor:
Nasıl olması gerekir? İyice anlaması lazım. İnsan bir mahkemeye, o da ben de bir
karakol […] almayla oranın hakkında hüküm hemen bizi şeye vermemesi gerekli
yani, hemen ceza yazmaması lazımdı. Bu kavganız neden diye bize araştırması
lazımdı... (İstanbul 4)
“Hâkimlerin tavrı” konusunda, “biraz daha yumuşak olabilirler” diyen İstanbullu
bir görüşmeci de, bu algıyı tamamlıyor. (İstanbul 2)
Öğretim üyesi olan bir görüşmeci, mahkemelerin herkese eşit muamele etmesi beklentisini dile getirirken, duruşma sırasında gözlemlediği, tanıkların kimliklerine göre farklı hitapta bulunulması örneğine atıf yapıyor:
Bir olaya tanık olmuştum. Mahkemeye gittik. Benden önce olaya tanık olan
manav çırağını dinledi hâkim. Ona “sen” diye hitap etti, hatta polis ifadesinde
söylediklerini hatırlatıp azarladı bile. Sıra bana geldi. Benimle “siz” diye konuştuğu
gibi, sesinin tonu bile değişti. (Ankara 1)
Benzer beklentilerin savcılıktaki muameleleri de kapsadığını, bir görüşmecinin şu
anlatımında açıkça görebiliyoruz:
Yani mesela ben gittiğimde, savcıyla direkt muhatap olabilmeliyim. Bir derdim
olduğunda yani, orada iki-üç saat beklememeliyim. Ya da savcıyla direkt değil
de, orada her savcının bir-iki tane memuru falan oluyor, onlarla da ben diyalog
kurabilmeliyim. Derdimi onlara da anlatabilmeliyim. Belki de gerekli bir şey diye
düşünülebilir öbür taraftan, karşı taraftan. Çünkü herkesin eğitim seviyesi aynı
değil, yani oraya giderken o hiyerarşinin olması gerekebilir, ama o soğukluğun
olmaması lazım bence yani, insanın onu hissetmemesi lazım. Hiyerarşi olsun,
olmasın değil. Disiplin gibi, yani o olsun bence, ama o soğukluğu hissediyorsunuz
ister istemez. (Antalya 1)
Kayseri’deki görüşmeciler, “söylediklerine değer verilmesi” diye formüle edebileceğimiz beklentiyi, hâkimlerin tanık ve sanık ifadelerini olduğu gibi tutanağa aktarmadıklarından yakınmak yoluyla ortaya koyuyorlar:
Tutanağa farklı yazıldığını mı düşünüyorsun?
Tabii, evet.
Tutanağa aktarılırken güvenmiyorsunuz yani?
Hocam belli olmuyor. (Kayseri 4)
Hiç belli olmuyor yani tutanağa... (Kayseri 5)
Aynı şikâyeti, Gölcük’teki görüşmeci de dile getirdi:
Hâkimler daha şey orada ve hâkimlerin ağzından çıkan neyse o yazılıyor. Yani
diyorum, ya benim hakkımı sen hâkim olarak nasıl kendine göre yönlendiriyorsun
yani? (Kocaeli 1)
Eğitimli bir görüşmeci, mahkemelerden beklediği adaletin gerçekleşme yolunu
anlatırken, “kanunlara” ve “yetki” kavramına vurgu yapıyor:
Mahkemeye konu olan anlaşmazlık hususunda adaletin gerektirdiği kanunlarla,
adalete verilmiş yetkinin yerine getirilmesini beklerim. Kanunlarla oluşturulmuş
adaletin yerine getirilmesini ve hakkaniyetle sorunun çözümünü beklerim. Sorun
her ne ise, bu ceza hukukunda farklı, idare hukukunda farklı, iş hukukunda farklı,
aile hukukunda farklı, medenî hukukta farklı, hangisi ise, yani sorun hangi hukuk
alanını ilgilendiriyorsa o sorunun yazılı olan kanunlar çerçevesinde değerlendirilmesini ve çözüme ulaştırılmasını beklerim. (Samsun 1)
Görüşmeciye göre mahkemenin ve hukuk sisteminin işi, kanunların çerçevelediği
alan içinde “hakkaniyetli” çözümler üretmek, sorunları çözmektir. Görüleceği gibi
burada, diğerlerinin aksine, genel bir “adalet” vurgusu yoktur. Bu eğitimli kişinin
temel kaygısı, diğerlerinin aksine “düzenin korunması”dır.
Bir diğer eğitimli görüşmeci, mahkemelerden beklentisini, kanunların gereği gibi
uygulanması olarak açıklarken, caydırıcılığı sağlayacak şekilde bir cezalandırma
gereğine vurgu yapıyor. Bu bakış açısı da, aslında bir tür “düzen” arayışına atıfta
bulunuyor:
[Yargı] devletin kendisi olması gerekiyor, zira yanlış bir şey yaptığınız zaman
karşınızda yargının çıkması gerekiyor. Yani yargı sisteminin caydırıcı olması gerekiyor ki hani insanlar, musibetle anlamaları, musibetle kabullenmeleri, hatta
musibetle kabullenmeme veyahut da onu anlamama gibi bir özelliğe sahip olduğunuz için göz korkutarak onların zapturapt altına alınması gerekiyor gibi düşünüyorum.

Yani öyle de olması lazım. Yani hep şu örneği var: Avrupa’da kimse küfretmez, Avrupa’da kimse kırmızıda geçmez gibi, çünkü orada korkunç cezalar var. Yani atıyorum bir kere kırmızıda geçtiğin zaman bir sene ehliyetine ulaşamıyorsun.

Hani bu şekilde bizde de bu şekilde olmalı mı diye düşünüyorum. Ama bununla ilgili mekanizmalar da çok iyi çalışmıyor. Yani yeni bir sigara içme yasağı
konuluyor taksilerde. Şimdi biniyorum ben taksiye, “sigara içmek yasak mı” diye
soruyorum, “geçerli mi”, “hayır, abi valla ben içiyorum, sen hiç kafana takma”
diyor. (İstanbul 1)
Bu konudaki en can alıcı algı, özellikle yeni Ceza Muhakemesi Kanunu (CMK) sonrasında, sanığın haklarının güvence altına alınmasına karşı ortaya konulan olumsuz izlenimlerde göze çarpıyor. Örneğin Hakkârili görüşmeci “suçlunun daha çok haklarının olduğuna kanaat getiriyorum” diyor:

Suçlu hakları [var] alacaklı hakları diye de bir kavram pek duymadık [...] Yani tabii [...] iki kişiyi varsayalım, siz haklı olun ben haksız, konu polise, adliyeye intikal etsin ki benim gördüğüm hizmeti siz göremiyorsunuz. Bir suçlu olarak yani benim haklarım çok daha fazla. Ben hiç duymadım yani haklının hakları, hep suçlu hakları falan. Kısasa kısas anlamında söylemiyorum, ama ıslah edilemeyecek çeşitli suçlar vardır. Yani insanın hani kendi vicdanında da bir hukukî şey var, […] ama kişinin ıslah edildiği şekil ile suç çok çok açık. Yani benim vicdanım öyle bir şeyi kaldırmaz. Buna hem terör denilebilir, işte küçük bir çocuğun ırzına geçme,
öldürme, hatta değişik fanteziler kurarak artık insanlar öldürülüyor. Öyle birinin
yaşam koşulları biraz daha ağırlaştırılabilir yani. Benim yüreğimi de serinletmesi
lazım. Ha kesin idam etsin demiyorum. (Hakkâri 1)

Bursalı görüşmecilerden biri de bu yönde bir şikâyet dile getiriyor:

Mahkemelerde de böyle. Bir de polis karşısına gidelim, burada siz ifade veriyorsunuz, hırsızı salıyorlar. Öbür taraftan hırsız gidiyor, siz hâlâ kalıyorsunuz, beyefendi diyor, yine çağırabiliriz sizi. Hiç olmadık bir zamanda çağırıyorlar, o zaman işinizi gücünüzü bırakmak zorunda kalıyorsunuz. (Bursa 1)

İstanbullu eğitimli görüşmecilerimizden biri, yine “suçlu hakları”na değinmeden
edemiyor:
Yani bence yine hak, adalet yerini bulmuyor; adalet yerini bulmuyor. Bence bulmuyor.
O yüzden, şeyi biliyorum ben, yani bir kapkaç olayı yakaladığı zaman
polisin, bunu yakalasak bile bizim elimizden üç gün sonra nasılsa salınacak, ben
boşuna boşuna niye! (İstanbul 1)
Mahkemelerden beklentiler konusunda iki görüşmecinin yaklaşımı, diğerlerinden
oldukça farklı. Bunlardan biri, hiçbir beklentiye sahip olmadığını söylerken, diğeri
her zaman haklı çıkmayı beklediğini belirtiyor. Sivaslı görüşmeci, mahkemelerden
adalet konusunda hiçbir beklentisinin olmamasının nedenini şöyle açıklıyor: “Olayları doğru bir sonuca vardırdıklarına inanmadığım için hiçbir beklentim yok. ( Sivas 3) 
Samsunlu görüşmeci ise, “yurttaş oportünizmi” diyebileceğimiz bir tutumu,
“içgüdüsel bir şey” sözleriyle savunuyor: “Suçlu olarak gittiysem, onun tam tersi
suçsuz olarak çıkmak isterim. Ama hakkımı aramaya gittiysem, hakkımı alıp dönmek isterim.” (Samsun 2)

Mahkemelerden Beklentilerin Gerçekleşeceğine Dair İnanç Mahkemeden beklenti ler bakımından başta andığımız üç kavramın uygulamadaki yansımaları konusunda görüşmeciler arasında yaygın bir inançsızlık bulunduğunu söylemek mümkün. 

Bir görüşmecinin sözleri, bu durumun genel ifadesi olarak okunabilir: 
Mahkemeden […] dürüstlük, yani kimsenin kimseye hakkının geçmemesi, efendime söyleyeyim […] adalet daha doğrusu, zaten onun içinde adalet de var […] bunu bekleriz, haksızı haklıyı ayırmasını bekleriz […] ama maalesef ülkemizde bu olmuyor. (Kars 1)

Görüşmeciler de, mahkemelerin karar verirken dosyalar üzerinde gereken titizlikle
inceleme yapmadıkları, hatta zaman zaman dosyaları karıştırarak karar verdikleri
ve bu durumun temyiz sürecine bile yansıdığı algısı mevcut. Bir görüşmecinin
aktardığı tecrübe, hayli ilginç:

Bir davamız olmuştu, TEDAŞ’la; hâkim iki ayrı davanın bilirkişi raporlarını birbirine
karıştırıp kendilerine ait olmayan dosyalara koymuş. Davayı bu alakasız bilirkişi
raporlarına göre sonuçlandırdı ve biz kaybettik. Bunun üzerine temyize gittik.
Temyizden de karar aleyhimize geldi. Ardından karar düzeltme istedik, bilirkişi
raporlarının karıştırılmasına dayanarak... Bu kez Yargıtay’dan “ne itiraz ediyorsunuz” mealinde azarlayan bir üslupta yine aleyhte karar çıktı. 
Kime güveneceksin, neye güveneceksin? (Rize 1)


***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder