9 Kasım 2020 Pazartesi

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM SİSTEMİNE ETKİLERİ., BÖLÜM 28

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM SİSTEMİNE ETKİLERİ., BÖLÜM 28


Cumhuriyet Tarihi, Demokrasi, Darbe, Post Modern Darbe, Eğitim, 28 Şubat 1997 Askeri Darbesi,İsmail GÜLMEZ, Yrd. Doç. Dr. Yavuz ÖZDEMİR,
Aczimendi, Fadime Şahin, Fadıl Akgündüz , Hüsamettin Cindoruk, Mesut Yılmaz, 



4.7.6. Parti İstifaları ve Yaşanan Diğer Gelişmeler 

Refah-Yol Hükümeti’nin iktidarı uzun süreli olmamış ve 28 Şubat 1997 tarihi 
MGK Toplantısından sonra iktidar adeta çatırdamaya başlamıştı. 28 Şubat 1997 MGK Kararları, Refah-Yol Hükümeti’ni derinden sarsmıştır. Tarihi MGK Kararları hükümeti etkisi altına almış etki alanını kısıtlamış ve hükümetin icra alanını hemen hemen sona erdirmişti. Ancak bütün bu gelişmeler karşısında yine de Refah-Yol Hükümeti iktidardaydı bunun için Refah-Yol Hükümeti’ni devirerek askerin ve bazı güç odaklarının istekleri doğrultusunda bir hükümet kurulmak isteniyordu (Özer, 2011, s.94). 
Sonuçta yaşanan bu sürecin sonu da genel olarak şu şekilde gerçekleşti; ANAP 
lideri Mesut Yılmaz birçok koalisyon milletvekilini kendi partisine katmak istiyordu. 
Böylece Refah-Yol Hükümeti koalisyonunun milletvekilleri hem ordu hem de bazı 
çevrelerce açık bir şekilde sıkıştırılarak, hükümetten ve partilerinden kopartılmak 
isteniyordu. Aynı şekilde RP’de muhalefet partilerinden, milletvekili transfer ederek iktidarını sürdürmek istiyordu. RP’nin ilk girişimi ANAP’lı Siirt Milletvekili 
Nizamettin Sevgili ile oldu. Başbakan Erbakan, Nizamettin Sevgili’nin transferi için yoğun çaba sarf etti fakat Nizamettin Sevgili ile bir ön anlaşma imzalanmasına rağmen ANAP yönetimi bunu engelledi. ANAP ise ilk girişiminde başarılı oldu ve Bingöl Milletvekili Mahmut Sönmez ANAP’a transfer oldu (Aksoy, 2000, s.220). 
Ancak asıl dağılma ve partiden istifalar ise koalisyonun diğer ortağı olan 
DYP’de gerçekleşmekteydi. DYP’de ki bu istifalar ve ortaya çıkan çatlak sesler Refah-Yol Hükümeti’nin adeta sonunu hazırlamaktaydı. O zaman zarfında koalisyon ortağı DYP dağılma sürecine girmeseydi, iktidar yoluna devam edecekti ve Başbakan Erbakan istifa etmeyecekti (Çelik, 2003, s.151). 

DYP’de bazı milletvekilleri Refah-Yol iktidarının artık sona erdiğinin ve bu işin daha fazla uzatılmaması gerektiğinin altını çizmekteydiler. DYP’li Mehmet Gölhan bu 
fikirde olanlardan biriydi (Özer, 2011, s.94-95). Mehmet Gölhan bir konuşmasında ise: 
“Bu hükümet ömrünü tamamladı. Artık gitmez… Sayın Erbakan’ın yerine bizim 
genel başkanımız geçse bile bir şey fark etmez… Yine uzun boylu gitmez” (Donat, 1999, s.521). 
Yaşanan bu olaylar artık Refah-Yol Hükümeti’nin mutlaka iktidardan uzaklaşması gerektiği görüşünde idi. Bu uzaklaşma ya gensoruyla ya da seçim yoluyla olacaktı. DYP yapılan gensoruda 15 fire vermişti ve bu firelerin de daha ilerleyen 
zamanlarda artacağına kesin gözüyle bakılmaktaydı. Refah-Yol Hükümeti artık köşeye sıkışmış olmakla beraber yolun sonu gözükmekteydi. 
RP kendi üzerinde oluşan bu baskıyı azaltmak için partinin sivri dilli iki 
milletvekilli Hasan Hüseyin Ceylan ile Şevket Kazan istifa etmişti (Özer, 2011, s.96). 
Yavuz Donat’a göre bu istifaların izahı “Bugün Git Yarın Gel” şeklindeydi ve bir 
anlamı yoktu. Daha çok koalisyon ortağı DYP’deki itirazları ve hoşnutsuzlukları 
engellemek amaçlıydı. Bu istifalar pek işe yaramamıştı yani Refah-Yol Hükümeti 
üzerindeki baskıları azaltmamıştır (Donat,1999, s.551). 28 Şubat sürecinde, partilerin tabanları başta olmak üzere, basın, medya, sivil toplum örgütleri ve partisiz halkın büyük bir kısmı geçmişteki yaşanan olaylar sonrasında ki ortaya çıkan sağ-sol grupları gibi değil de laik, demokratik ve Türkiye Cumhuriyet’i düzeninden yana olanlar ve şeriat devletinden yana olanlar şeklinde 
ayrılıyordu. TSK ise bu bölünmede, irticanın karşısında ve laik, demokratik, Türkiye Cumhuriyeti’nden yana olanların yanında yer alıyordu. Bu tavrı ile Anayasa’nın ve yasalarında yanında yer aldığını gösteriyordu. 
TSK’nın irtica karşısında almış olduğu bu kararlı tutumu, Refah-Yol 
Hükümeti’nin ise 28 Şubat Kararları’nı uygulamamakta ve irtica hareketlerine destek olmayı sürdürmekte direnmesi bu dönemdeki yaşanan gerginliğin ve bunalımların yaşanmasının temelini oluşturmaktadır (Bölügiray, 2000, s.345). 
Bütün bu yaşanan gelişmeler sonucunda artık siyaset yaşamı içerisinden 
çıkılmaz bir hal almış olmakla beraber parti istifaları da yaşanan bu sürecin en önemli kısmını oluşturmaktadır. Bu gelişmeler sonucunda Refah-Yol Hükümeti’nin iktidarda tutunamayacağı anlaşılması üzerine DYP’li bazı milletvekilleri kimileri kendi kararları 
doğrultusunda kimileri ise gelen telkinler neticesinde partilerinden ayrılmaya 
başlamışlardı. Bu ayrılmalara 2 büyük bakanında katılması ile istifa depremi iyice 
büyümüştü (Birand-Yıldız, 2012, s.235). 
25 Nisan tarihinde Sanayi Bakanı Yalım Erez istifa etmiş ve bu istifayı Sağlık 
Bakanı Yıldırım Aktuna’nın istifası izlemiştir. Yıldırım Aktuna’nın Bakanlıktan istifa 
ettikten sonra ki Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ile olan görüşmesinde Süleyman Demirel; “Sen siyasi background’una altın harflerle bir şey yazdırdın” dedi. Türkiye’nin rejimini koruma adına (Birand-Yıldız, 2012, s.235). 
Sağlık ve Sanayi Bakanları’nın bu istifaları gerek siyaset yaşamında gerekse 
kamuoyunda büyük bir deprem yaratmış ve bu gelişmelerin akabinde 12 DYP'li muhalif hükümeti devirmeye ve muhalefetin gensorusunu desteklemeye karar vermişlerdir. 

Ancak gensoru 20 Mayıs 1997 tarihinde 265 evet oyuna karşılık 271 hayır oyuyla 
reddedilmiştir Yalım Erez'in hesabı doğru olmasına karşın yeminlilerinin 7'si son anda vazgeçerek kendisini yalnız bırakmıştır. DYP, Yalım Erez'i 2 Haziran tarihinde parti üyeliğinden ihraç etmiştir (Özgan, 2008, s.92). 

DYP’nin istifalar tutumu içerisine girmesindeki en önemli etken “İstifa edip 
hükümeti düşüremezsek asker darbe yapacak” kuşkusuydu bilakis. Bu kuşkuyu bizatihi-i Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’de paylaşıyordu (Birand-Yıldız, 2012, s.236). Bu gelişmelerle beraber 17 Mayıs tarihinde Işılay Saygın Bakanlık görevini bırakmış idi. Hükümetteki bu istifalar depremi devam ederken asıl büyük olay ise 20 Mayıs oylamasının ertesi günü, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Vural Savaş’ın, laiklik karşıtlığının odağı haline geldiği için RP’ne kapatma davası açmış olması idi. Artık yaşanan bu gelişmeler sonucunda silahsız kuvvetler cephesinin en büyük örgütleri, TOBB, TÜRK-İŞ, TİSK, TESK ve DİSK bir bildiriyle hükümeti istifaya çağırmışlardır. RP aleyhine açılan kapatma davası ve kitlesel tepkiler ise iktidar saflarında ki istifaları daha da hızlandırmıştır (Özgan, 2008, s.93). 
Refah-Yol Hükümeti 1997 Haziran ayında adeta bir yol ayrımına gelmişti. 
Askerler irtica brifingleri vermeye devam ediyor, gazeteler “Gerekirse silahla” diye manşetler atıyorlardı. Bu olaylar karşısında DYP’li milletvekilleri darbe olacağı 
endişesinden dolayı birer birer istifa ediyorlardı. RP ve lideri Erbakan adeta köşeye sıkışmıştı. Refah-Yol Hükümeti’nin DYP’de ki bu istifa depremine daha fazla dayanamayacağı açıktı. İktidar mecliste çoğunluğu kaybetmek üzere idi. Necmettin Erbakan, Tansu Çiller’in ve yaşanan bu istifalar karşısında daha fazla dayanamamış ve istifa etmeye karar vermişti. Ancak Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in, Mesut Yılmaz’ı Hükümeti kurmakla görevlendireceğinden ise kuşku duymakta idi. Ankara kulisleri başta olmak üzere, medya ve kamuoyu Başbakan Erbakan’ın istifası dâhilinde Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in hükümeti kurma görevini Tansu Çiller’e değil de Mesut Yılmaz’a verileceği tartışmaları ve dedikoduları gündeme gelmiş idi. Başbakan Erbakan’ın istifasını Cumhurbaşkanına sunduğu gün, Tansu Çiller’de BBP lideri Muhsin Yazıcıoğlu ile basın toplantısı düzenlemiş ve yeni kurulacak hükümetin Tansu Çiller’in Başbakanlığında kurulması konusunda anlaştıklarını söylemiştir (Birand-Yıldız, 2012, s.241). Koalisyon süreci içerisinde BBP’ne iki bakanlık verilecek idi. 29 Mayıs'ta askerler Türk Yunan ilişkileri ve PKK terörizmi konulu ilk brifinglerini vermişlerdir. 12 Haziran’da Ertuğrul Yalçınbayır RP’den, DYP'li Bahattin Yücel ise Turizm Bakanlığı'ndan istifa etmişlerdir (Özgan, 2008, s.93). Yaşanan bu olaylar ülkede ki siyasi tansiyonu yükseltmekle beraber gergin bir siyasi atmosferi de beraberinde getiriyordu. Yine DYP istifaları devam etmiş, Mesut Yılmaz hükümeti kurmak için liderlerle görüşmelerini sürdürürken Tansu Çiller ise Cumhurbaşkanı’nı “Çankaya darbesi” yapmakla suçluyordu (Birand-Yıldız, 2012, s.244). Bütün bu yaşanan olumsuz olaylar ile beraber Mayıs ayı sonunda muhalefetin vermiş olduğu gensoru başarısızlıkla sonuçlanmış ve tekrardan darbe söylemleri gündeme gelmiştir. DYP’nin darbe karşısında ki en büyük ve en önemli hazırlığı ise Emniyet İstihbaratı içinde girişilen organizasyonla TSK’nın hareketlerini gözlemlemeye almaktır. Bütün bu darbe söylemleri karşısında Başbakan Erbakan ise, yakın çevresi ile yapmış olduğu görüşmeler neticesinde askeri bir darbe ya da müdahaleye ihtimal 
vermemektedir. Parti istifaları ile gelişen olaylar sonucunda artık TSK içerisindeki 
huzursuzluklar iyice artmış olmakla beraber siyasi yaşama âdete bir kriz hükmeder olmuştur. Asker ve siyasetçi gerilimi en üst seviyeye çıkmış olmakla beraber Erzurum Jandarma Bölge Komutanı Tuğgeneral Osman Özbek'in Başbakan Erbakan’a seviyesi düşük hakaretler dolu sözler sarf etmesine kadar varmıştır. Bu olay karşında adli makamların hemen soruşturma açması gerekirken o dönem içerisinde bu olay bütün detayları ile gündemde yerini almış ve siyasi tansiyon daha da yükselmiştir. 

Ali Bayramoğlu’na göre bu dönem; “Bir generalin Başbakana büyük hakaretler 
edebildiği ve bu generalin Silahlı Kuvvetler tarafından desteklendiği ve bu generalin görüşlerinin TSK’nın görüşlerinin olduğunun açıklandığı bir dönemdir”(Bayramoğlu, 2007, s.203) şeklindeki açıklaması askerin artık sivil hükümet üzerindeki baskısını açıkça göstermektedir. 
Yaşanan tüm bu olumsuz gelişmelerin neticesinde dönemin güç unsuru olarak 
anılan silahsız kuvvetlerin, Başbakan Erbakan'ı iktidardan düşürmesi artık beklenen olaylar içerisinde yerini almış idi. Meclis operasyonları artık belirgin bir seviyeye yükselmiş olmakla beraber artık siyaset hayatına Meclisin ve siyasetin dalgalı ve parçalı yapısı hâkim olmuştur. 

4.8. 28 Şubat Sürecinde Medyanın Rolü 

Telgrafın bulunması, matbaanın icat edilmesi, radyo ve televizyonun icadı dünya 
tarihi açısından bir dönüm noktasını teşkil etmektedir. İnsanları etkileme gücünü eline alan bu yayın organları, zamanla kültür emperyalizminin de en etkili silahı haline gelmiştir. İnsanlara aşılanmak istenen düşünceler artık bu yolla hem de sezdirmeden ve incelikle yapılmaya başlanmıştır (Özgan, 2008, s.93). Fikirleri, düşünceleri ve ideolojileri kabul ettirmek isteyen iç ve dış güçlerin kullanmış olduğu en etkili silah olarak basın ve medya organları kullanılmış ve hala da kullanılmaktadır. Zamanla gelişen basın ve medya kuruluşları, etki alanlarını iyice genişletmekle beraber artık her ortamda kendine yer bulabilmiş ve birer yönlendirme aracı haline gelmişlerdir. 

Amaçları halkı bilinçlendirmek ve haber ihtiyacını insanların yararına sunmak olan 
medya kuruluşları, ticari bir araç halini almış ve toplumda kendilerini güçlü sayanların tekeli altına girmiştir (Özgan, 2008, s.94). 
Kuruluş amaçları halkı bilinçlendirmek olan basın ve medya organları Mehmet 
Altan’a göre; “Toplumun anayasasıdır. Ancak toplum aynaya baktığı zaman başka bir şey görmektedir. Toplumun kendi kendisi ile olan ilişkisi bozulmuştur” (Altan, 2004, s.98) şeklinde ifade etmiştir. Gazetecilik mesleği, yapısı itibariyle toplumun haber alma/haber verme kanallarını oluşturur. İletişim kanalları sayesinde toplumun ortak bilgi havuzuna haber taşır ve bu sayede kamuoyu paylaşılan bilgi ve haber ışığında dünyadan, ülkelerden, olaylar ve insanlardan haberdar olur. Ancak bilgi alış-verişi ve haber verme biçimi önemlidir. Zira habercilikte kullanılan dil ve üslup habere konu olan kişi ve olayın algılanmasını sağlayacaktır (Komisyon, 2012, s.65). 

28 Şubat süreci olarak adlandırılan 28 Şubat 1997 MGK Toplantısı ama daha 
öncesinde 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 Askeri darbe ve 
muhtıralarında da görüldüğü üzere olası bir askeri müdahale plan ve uygulamaları 
medya organları eliyle kamuoyunun hazırlanarak sürdürüldüğü bir sürece dönüşmüştür (Komisyon, 2012, s.65). Özellikle basın ve medyanın darbe ve muhtıralar üzerindeki etkisi ile ilgili olarak uzun yıllar Hürriyet Gazetesi’nde başyazarlık yapmış ve CHP İstanbul Milletvekili Oktay Ekşiye göre; 
“Darbelerde Türk basını, adliyesi, tüccarı, siyasetçisi farklı tavırlara girmiştir. 
Mesela 26 Mayıs akşamı hazırlanan gazete ile 27 Mayıs sabahı okurun eline aldığı 
gazete aynı değildir. Gece 03.30’da darbe olunca gazete tümüyle değiştirilmiştir” 
diyerek gazetelerin darbe geceleri yaşadığı değişimi ifade etmiştir. 
Bununla beraber Zaman Gazetesi yazarı Hüseyin Gülerce ise medyanın 28 Şubat 
sürecindeki rolüyle ilgili olarak; 

“1995’ten itibaren veya Refah-Yol Hükümeti kurulduktan itibaren Türkiye’de 
belli gazetelerin, ulusal gazetelerin manşetlerine ve yazarlarının yazılarına baktığınız zaman, zaten her şey ortada yani benim bir daha bir şey söylememe gerek yok ki, bunların hepsi çok açık. “Ne yaptı?” diyorum. Mesleğimden utandığımı söylüyorum 28 Şubattaki medyanın rolünden dolayı yani bunun hiçbir izahı yok, anlaşılır bir tarafı yok. Yani medya, patronlarıyla, gazetecileriyle durumdan vazife çıkardılar.” diyerek, medyanın 28 Şubat sürecinde üstlendiği sosyal role ilişkin tespitlerde bulunmuştur (Komisyon, 2012, s.65-66). 
Türkiye’deki yönetim yapısı içinde her zaman gücünü koruyacağı düşünülen 
askeri bürokrasi medya şirketi sahiplerinin daha istikrarlı ilişkiler kurdukları güç 
odakları olmuştur. Bunda askeri yapının Türkiye’de diğer kamu kurumlarına göre 
kontrol edilemeyen bir ekonomik güce sahip olması ve ciddi bir ekonomik yapı 
oluşturması da etkili olmuştur. TSK ve onun oluşturduğu askeri bürokrasi yapısının medyayı en çok etkisi altına aldığı dönemlerden biri de 28 Şubat süreci olmuştur. 
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş aşamasında ordunun içinde bulunduğu konum, 
kendisini Cumhuriyet’in sahibi, koruyucusu olarak görmesini sağlamıştır. Bu nedenle, Cumhuriyet’in temel niteliklerinin tehlikede olduğunu düşündüğü zamanlarda müdahale etmeyi adeta hak olarak görmektedir. 28 Şubat sürecinde de RP’nin oluşturduğu koalisyon hükümetini benimsediği değerler içinde bir tehlike olarak görünce duruma müdahale etmeyi görev olarak değerlendirmiştir. Ancak bu kez daha önceki askeri müdahalelerde kullanılan yöntem değiştirilmiş, doğrudan silahlı müdahale yerine daha uzun bir zamana yayılmış, psikolojik savaş tekniklerinin kullanıldığı ve etkili bir yöntemi tercih etmiştir (Arikan, 2010, s.133). 
Refah-Yol Hükümeti’nin göreve başladığı ilk günlerden itibaren basın ve medyada ki haberlerin yapısı incelendiğinde, koalisyona karşı tepkisel haberlerde ciddi 
bir artış olduğu görülmektedir (Arikan, 2010, s.134). Hükümet’ten bir Bakan’ın görev alanında olan devlet kanalı TRT dahi bu doğrultuda yayınlar yapmıştır. TRT 1 ve TRT Int’de yayınlanan, Ertürk Yöndem’in sunduğu “Perde Arkası” programının 12.09.1996 tarihli yayınında, sunucu Ertürk Yöndem’in ağzından 12 Eylül öncesindeki Konya mitingi ve İran görüntüleri kullanılarak şu ifadelere yer verilmiştir (Karalı, 2005, s.204). 
“Bugün aradan tam 16 yıl geçti. Bu 16 yıl içerisinde zaman zaman bu harekâtı 
kınadık. Zaman zaman övgü dolu sözler söyledik, yazılar yazdık. En acısı şu ki, bugün yine 12 Eylül 1980 öncesi kara günlere dönmek üzereyiz. Bu kısır döngü hâlâ devam ediyor. Acı ve gözyaşı devam ediyor, katliamlar, ölümler devam ediyor. Ülkemiz parçalanma tehlikesini hâlâ tam anlamıyla atlatmış değil. Hiç şüphesiz o günleri görmek ve bir daha 12 Eylül 1980 harekâtını yaşamak istemiyoruz. Dün olduğu gibi bugün de silahlı kuvvetlerimiz ülkemizde 12 Eylül 1980 ortamını istemiyor. Ancak, ülkemizin birlik ve beraberliği, demokrasi, Atatürk ilke ve inkılâpları, vatan toprakları tehlikeye girdiği an yasanın verdiği yetkiyi kullanmak zorundadır. Evet, TSK gücünü Türk milletinden, inancını Atatürk’ten alır”. 

1990’lı yıllarda Türkiye’de, yazılı, görsel ve işitsel medyada, basım yayım ve 
dağıtım alanıyla kamuoyunu etkilemesi bakımından iki ayrı medya grubunun var 
olduğu görülmüştür. Bunlar; Aydın Doğan’ın sahibi olduğu medya yayın organları ile Dinç Bilgin’in sahibi olduğu yayın organlarıdır (Komisyon, 2012, s.66). 
28 Şubat sürecinde haberlerde kullanılan dil, kullanılan haber kaynaklarının benzerliği, kamuoyuna verdiği yönelime daha geniş bir çerçeveden bakıldığında, toplumun büyük çoğunluğu tarafından takip edilen ve belli etkileme gücüne sahip gazetelerin ve televizyonların adeta aynı kişiler/kurumlar tarafından yönlendirildiğini akla getirmektedir (Arikan, 2010, s.135). O dönemde Sabah Gazetesi’nin sahibi olan Dinç Bilgin; gazetelerin Ankara bürolarının devşirildiğini belirtirken, medyanın burada psikolojik savaşta önemli bir rol oynadığına, gazetelerdeki köşe yazarlarının ücretli fikir işçisi olarak görüldüğüne, toplumu bilgilendirmek gibi önemli bir rol üstlenen medyanın o dönemde yanıltma haber kampanyalarına alet olmasının üzerinde durulması gereken konulardan birisi olduğuna, 28 Şubat’ın kullandığı argümanlardan birisinin de demokrasinin halk popülizmi olarak sunulması olduğuna ve halk istediği partiyi iktidara getirebilir; ancak bu kişiler devleti yönetemez mesajının çok net bir şekilde, siz hükümet olabilirsiniz; ancak iktidar olamazsınız olduğuna değinmektedir (Özgan, 2008, s.94). 
Dinç Bilgin’in o dönemin medya organları ve basın kuruluşları hakkında TBMM 
Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu’na yapmış olduğu açıklamalar oldukça 
dikkat çekmekteydi; 
 “Basında inanılmaz büyük bir rekabet sürüyordu iki büyük grup arasında, yani 
Doğan Grubu’yla benim grubum arasında kıyasıya rekabet vardı. İşte promosyon 
savaşları, o savaşlar, bu savaşlar… Bu iş bir ara siyasi arenaya da sirayet etti, itiraf edeyim. Pek doğru olmayan bir şekilde. Mesela biz DYP’ye destek çıktık, destek olduk grup olarak, Doğan Grubu da ANAP’a destek oldu o tarihte. Yani basının işlevi o tarihte bozulmaya başladı, itiraf etmem lazım. Yani o rekabet sürdü, sonuna kadar o rekabet sürdü.” 

Bununla beraber iktidar partisi olan RP’nin yayın organı olarak bilinen Milli 
Gazete, aynı çizgide yayın yapan Vakit Gazetesi, Cuma ve Yörünge gibi dergiler 
yanında iktidarın tümüyle karşısında olduğu yayın çizgisiyle ortada olan Cumhuriyet Gazetesi de bu süreçte yayınlanan gazete ve dergiler arasındadır (Komisyon, 2012, s.66). 

Bu süreçte, iki büyük medya grubuna ait gazete, TV ve radyolarda RP’nin temsil 
ettiği Milli Görüş çizgisi, irticai düşünce olarak tanımlanırken; dönemin haber 
başlıklarını genel olarak değerlendirdiğimizde; “Şeriat Propagandası, Humeyni 
Uyarısı, Tarikat Liderleri, Türkiye İran Mı Olacak?” gibi haberlerle toplumda sözde 
irtica korkusu oluşturmaya yönelik başlıklar dikkat çekicidir. Bunun yanında stratejik haber ve yazılarda RP’nin ideolojik diline dönük “Suç Algısı” oluşturmak için yayınlanan yazı ve haberlerin de olduğu gözlenmiş; “RP’nin etnik milliyetçiliğe karşı kardeşliği öne çıkaran bir tutum izlemesi, basında “Yıkıcı ve Bölücü Unsurlarla İşbirliği” veya “Kürtçü-İslamcı Ortaklığı” şeklinde takdim edilmiş, Başbakan Erbakan’ın temelde toplumsal kaynaşmayı esas alan söylemleri ülkeyi bölmekle eş tutulmuştur. RP’nin yarattığı tartışma ortamıyla “Darbe Olasılığı” yeniden seslendirilmeye başlanmıştır (TBMM, 2012, s.966). Refah-Yol Hükümeti’nin iktidara gelmesi ile başlayan hatta Refah-Yol koalisyonlarının konuşulduğu günlerde Refah-Yol Hükümeti bir kısım medya ve basın organları arasında tartışmalar çıkmış olmakla beraber Başbakan Erbakan kendisi ve 
partisi hakkında ortaya atılan suç duyurularını hakkında kendisini ve partisini yıpratmak amacı ile yapıldığını iddia edip bir kısım medyayı hedef göstermiştir. 
RP’nin basın ve medya ile olan soğukluğu en başından beri mevcuttur. Refah-
Yol Hükümeti kurulmadan, medya, RP’nin koalisyon ortaklığı kurmasını önleme 
politikasına girmiştir. Buna rağmen Necmettin Erbakan Başbakan olmuş ve Türkiye’de Refah-Yol Hükümeti dönemi başlamıştır. Refah-Yol ’un işbaşına gelmesi ile vergisiz yoldan para kazandıran promosyonlar için promosyon yasasının çıkarılması, bir yandan da kendilerince istikrarlı ve adil bir ekonomi modeli uygulayan 54. Hükümetin medyanın rantını engellemesi medya ve rantiyecilerin işine gelmemiştir. Başbakan Erbakan ise kendisine sıcak görmediği medyayı gezilerinde ve basın toplantılarına çağırmamaya başlamış; onların adı “Bir Kısım Medya” olmuştur (Özgan, 2008, s.94). 

Refah-Yol Hükümeti döneminde hazırlanan ve promosyon yasağı getiren 
düzenleme basında, “Cumhuriyet tarihinin en ağır para ve hapis cezalarını” öngören yasa tasarısı diye lanse edilmiş olmakla beraber, Basın Konseyi tarafından yasanın aleyhinde protesto kampanyası başlatılmış; Avrupa Gazeteciler Birliği ve Dünya Gazeteciler Birliği, “Sansür Girişimi” olarak nitelenen bu tasarıya karşı tepki göstermişlerdir. 24 Kasım günü de CHP tarafından “Haberime Dokunma” başlıklı bir kampanya başlatılmış ve bir miting düzenlenmiştir. 
Başbakan Yardımcısı Tansu Çiller tarafından Birinci Anadolu Basın Kurultayı’nda yapılan konuşmada; “Bunlar artık birer bağımsız siyasi parti haline gelmişlerdir. Siyaseti yönlendirmek değil, siyaseti etkilemek değil, siyasi parti gibi hareket etmişler, “Biz Adnan Menderes’i astık, seni de asarız” diyorlar ifadeleri yer 
almıştır. Tansu Çiller gelişen bu olaylar karşısında, basın-yayın organlarını 
“Anadolucular” ve “Kartelciler” olarak ikiye ayrıldığını söylemiş; bu açıklamalar 
“Kartelci” basında tepkiyle karşılanmıştır (Komisyon, 2012, s.67). 

Refah-Yol Hükümeti dönemi Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Necati Çelik; 
“Enerji ve özelleştirme ihaleleri gibi bir kısım işlemlerin Anadolu sermayesine 
gitmesinin, Anadolu sermayesinin Başbakan Erbakan’ı ekonomik anlamda 
kullanamayacaklarını gören kesimlerle baş başa rekabet etmesinin, pazarlık 
yapabilmesinin büyük sermaye sahiplerini ve holding patronlarını korkuttuğu, dar ve sabit gelir gruplarına kaynak aktarılsın diye büyük sermayeye aktarılan paranın bir miktar kısılmasının büyük kesimleri rahatsız ettiğini belirtmiştir” (Çelik, 2004, s.102). 
Türkiye’nin en etkili gazeteleri bu dönemde Türkiye’deki gerginliğin artmasına 
yarayacak başlıklarla ön plana çıkmışlardır (Arikan, 2010, s.137). Bu dönem 
içerisindeki medya ve basın organlarından istenen amaç gergin olan kamuoyu ve siyaset ortamı bilerek ya da bilmeyerek daha da gergin bir hale getirip kutuplaşmalar ın oluşmasını sağlamak idi. Gelişen olaylar ile beraber zaman zaman atmış oldukları haber başlıkları ve köşe yazıları ile kamuoyunda bir korku ve endişe atmosferi yaratmışlardır. Cumhuriyet Gazetesi yazarlarından Oral Çalışlar; “28 Şubat dönemi hakkında, herkesin üzerinde bir baskı olduğunu, gazetecilerin çeşitli kurumların veya çeşitli kamplaşmaların tetikçileri olarak da kullanılabildiğini, bu meseleye onlar yalnızca kendi mağduriyetleri tarafından baktıkları sürece mesafe alınamayacağını, İslami kesimin mağdur olduğu zaman kendi mağduriyeti üzerinden siyaset yaptığını, solcuların, Kürtlerin, Alevilerin de mağdur oldukları zaman kendi mağduriyetleri üzerinden siyaset yapıp, kendilerine demokrasi istediklerini, kimsenin birbirinin derdini anlamak konusunda gayret göstermediği bir dönemdi” diyerek anlatmıştır (Çalışlar, 2006, s.158). 

Yine aynı dönem içerisinde haberlere ve gazetelere etki eden bir diğer unsurun 
da asker olduğu gözlenmiştir. Bu dönemde TSK’nin kendi tarihinde ilk kez medyayla bu tarz ilişkiler kurması, medyayı bir anlamda taleplerin süzgeci olarak kullanması, medya vasıtasıyla toplumsal katmanlardaki atmosferi bilerek ya da bilmeyerek şekillendirmesi son derece dikkat çekicidir (Özgan, 2008, s.95). Özellikle o dönem içerisinde “Adının açıklanmasını istemeyen bir askeri yetkili” spotuyla verilen haberler, siyasi iktidara karşı siyasi muhalefet yerine askeri muhalefeti oluşturma gayreti olarak görülmüştür. Bu gayret ile beraber özellikle “ Asker Şapkalı Gölge ”, “ Askeri Yetkili ”, 

Asker Rahatsız ” (Komisyon, 2012, s.67) gibi başlıkların atılmasını sağlayan askeri kanat ise medya ve basın organları üzerindeki olan etkinliği sürdürmekle beraber sivil hükümet üzerinde de baskı unsuru oluşturmuştur. 
Dönemin Erzurum Jandarma Bölge Komutanı Tuğgeneral Osman Özbek ise, 17 
Nisan 1997'de ailesiyle birlikte Hac görevini yerine getirmek için Suudi Arabistan’a giden Başbakan Erbakan'a yönelik hakaret dolu sözlerinin görüntülü video kaydının televizyonlara yansıması ile dikkat çekerken, asıl orada kullanılan ifadelerin çirkinliği ve nezaketsizliği yanında gerek Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in gerekse Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı’nın verdiği tepki daha da dikkat çekici olmuştur. Dönemin siyasetçileri, askerleri ve hukukçuları ülkenin Başbakanına açık bir hakaret ve suç içeren bu açılamaya tepki göstermek yerine Jandarma Bölge Komutanı Osman Özbek'e sahip çıktıkları görülmüş, Osman Özbek'in hakaret dolu sözlerine en ilginç yorum ise Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'den gelen “Bu bir boşalmadır...” tanımı olmuştur. Osman Özbek'e destek veren Kara Kuvvetleri Komutanı Org. Hikmet Köksal ise, " Hiç kimsenin ağzına fermuar dikecek halimiz yok " demiştir. 
CHP lideri Deniz Baykal da Osman Özbek'in açıklamalarının ardından; İktidarda 
ki bu hükümet kaldıkça sürekli olarak kriz meydana geliyor. Hükümet kaldığı sürece kriz de sürecek açıklamasını yapmıştır. (TBMM, 2012, s.969). Başbakan Erbakan ise Hac dönüşünde bu sözler karşısında "Bir hafta gittim. Hepinizin ayarı bozulmuş" sözleri ile CHP Lideri Deniz Baykal’a olan tepkisini göstermiş olmakla beraber CHP Lideri Deniz Baykal Genelkurmay 2. Başkanı Çevik Bir’in “Demokrasiye balans ayarı yaptık” sözlerine atıfta bulunarak Başbakan Erbakan’ı kişilik bozukluğu ve takıntı sorunları” ile itham etmiştir. 

Anayasa Mahkemesi Başkanı Yekta Güngör Özden ise Başbakan Erbakan için, 
"Kendi gözündeki merteği görmez. Başkasının gözündeki çöpü görür. Onlar önce kendi ayarlarını düzeltsinler" diyerek, Erzurum Jandarma Bölge Komutanı Tuğgeneral Osman Özbek'in sözleriyle ilgili olarak da, “Ben bunları 20 yıldır söylüyorum. Hem de daha sert biçimde ama bazı kişiler söyleyince böyle olay oluyor. Susmak doğru değil. Herkes konuşmalı” diye açıklama yapmıştır. ANAP lideri Mesut Yılmaz da, gazetecilerin sorusuna “Bir ayar bozukluğu olduğu doğru” cevabını vermiştir. 28 Şubat döneminde asker, hiç olmadığı kadar medya mensuplarıyla iletişime geçmiş, gazeteciler karargâhlara çağrılmış, haber ve yazılara ilişkin talimatlar verilmiş ve takiplerin yapıldığı ifade edilerek, “Gerekirse Silah Kullanırız” tehdidinin yapıldığı açıkça ortaya çıkmıştır (Komisyon, 2012, s.68-70). Bu anlamda 28 Şubat süreci siyaseti etkilediği kadar medyayı da etkilemiştir. Bu süreçte içerisinde Mehmet Barlas, Nazlı Ilıcak, Yalçın Özer, Fehmi Koru, Ali Bayramoğlu, Cengiz Çandar, Mehmet Ali Birand gibi birçok gazeteci işlerinden olmuşlardır. 28 Şubat sürecinde medyanın propaganda amaçlı olarak kullanılması ile ilgili en akılda kalıcı eylemi, “Andıç2” olarak zihinlere yerleşen belge olmuştur (Arikan, 2010, s.138). 28 Şubat 1997’den sonra Cengiz Çandar 
ve Mehmet Ali Birand’ın köşelerini kaybettiği, İnsan Hakları Derneği eski Başkanı 
Akın Birdal’ın ise suikasta uğradığı olaylar zinciriyle özdeşleşmektedir (Özgan, 2008, s.95). 

2 Türkiye’de gazetecilik adına önemli bir dönemi anlatmak için kullanılan simge bir kelimedir. Türk Dil Kurumu’nun 2005 yılında yayınladığı Türkçe Sözlükte açıklanan tanımı ise; “ uyarı ve hatırlatmak için yazılan not” olarak betimlenmiştir. 
28 Şubat sürecinde yaşanan bütün gelişmeler medyada ve basında yer alan 
haberler, gazete ve televizyonlarda ön plana çıkan gelişmeler, bütün bu konuyla ilgili neler olup bittiğini tüm kamuoyu merak etmekle beraber, “28 Şubat sürecinde medyanın sorumluluğu gönüllü bir şekilde kendisini kullandırması ve siyasi bir süreçte taraf olarak tarafın sesi haline gelmesidir” (Bayramoğlu, 2007, s.244). 

Zaman Gazetesi’nden Birol Aydın’ın 22 Aralık 1999’da; 28 Şubat dönemi 
içeresinde Sabah Gazetesi’nin yönetiminde görev yapan Can Ataklı ile yaptığı 
röportajda Can Ataklı, 28 Şubat sürecinde Türk Basınının nasıl bir sınav verdiği 
sorusuna kötü bir sınav verildiğini, 28 Şubat süreci içerisinde özellikle büyük gazete ve televizyonların yaptığı haberlerin % 90’nın yalan olduğunu, kendilerinin yazıp, kendilerinin okuduğunu, oturup, bu olaya böyle bakalım, diyerek yazdıklarını, 28 Şubat'la birlikte bir düşman ilan edildiğini çok bilinçsizce bir sürece girildiğini itiraf ederek cevap vermiştir (Özgan, 2008, s.96). 

28 Şubat dönemi içeresinde giderek tansiyonun yükseldiği, RP ve iktidarına 
karşı günaşırı bir tepki ve aleyhte bir atmosfer oluşturulması gayreti açıkça ortaya 
çıkmış, Kasım 1996’da başlayan haber, yazı ve yorumlarda; “şeriat”, “tarikat”, “şeyh” “İran”, “Taliban”, “Afganistan” , “Kuran Kursları”, “İmam-Hatip” başlıklı haber ve yazılar 28 Şubat MGK’sının toplumsal altyapısının oluşturulması için işlendiği gözlenmiştir. Haberler içerisinde dikkat çekenler arasında toplumun neredeyse tüm kesimlerine dönük açık bir tehdit ve baskı göndermesinin yapıldığı da gözlenmiştir (Komisyon, 2012, s.76). 

Özetle, 28 Şubat dönemine ait basın ve medya organlarının haberleri 
incelendiğinde medyanın “Askerden Yana” tavır takındığı ve kullandığı haber dilinde siyasetçiyi yargılayan, dışlayan, suçlayan bir tutum sergilediği açıkça gözlenmektedir. .



***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder